Yıllar yıllar önce henüz sinema konusunda çok bir birikimim yokken (Gaspar Noe filmlerinde “Tanrı imgesi” diye sinema felsefesi ödevi yaptığım için duayen oldum çünkü, aynen.) Kader filmini izlemiştim
ve ben de her izleyen gibi ”aaa mutlu olabilirlerdi aslında” kafasında “duygusal topluk” yapmıştım. Yıllar geçtikçe benim de Bekir ve Uğur’a bakışım değişti. Kendimi Türk milliyetçisi bir cenaha ait hissetsem de çok farklı görüşten insanlarla beraber eğitim aldım ve onlarla tartışma imkânı buldum. Bu dostlarımla görüşlerimi paylaşınca da ortak bir kanıda olduğumuzu gördüm.

Bekir, babasının otoritesi altında yetişmiş, okumamış, doğal olarak da babasının çizdiği hayata ayak uydurmaya mahkûm bir delikanlı. Pasif agresif, fikirlerini belirtmekte güçlük çeken, sevgisini bile ifade etmekte zorlanan bir karakter. Uğur’la karşılaşıp ona karşı duyguları olduğunu fark ettiğinde dahi Uğur’un bulunduğu toplumsal sınıf dolayısıyla kendisiyle Uğur’u denk göremiyor. Büyük ihtimalle kafasında kurduğu şey şu oluyor: Bu kızı zaten yaşadığı hayat yüzünden ailem kabul etmez, belki bu yaşıma kadar hiçbir kadınla duygusal-cinsel bir yakınlaşma yaşamamış olmamı onunla telafi edebilirim ama evlenemem. Tamamen bu şekilde düşünüyor sonra Uğur’un sevgilisi hapse girince kendisinde, Uğur’un yanına gitme cesareti bulabiliyor. Uğur, her zaman açık sözlü, istemediği şeyleri dillendirebilen, rahatlıkla kendini ifade edip kendini koruyabilen birisi. Bu sebeple de düşük seviyeli ortamlarda dahi minimum bir zararla hayatını sürdüyor. En fazla iki sarhoşla uğraşıyor ama Bekir tam tersine hem bunlarla uğraşıp hem Uğur’a kendini sevdirmeye çalışıyor hem de Uğur’un hapishanedeki sevgilisini kolluyor. İnanılmaz ezik, inanılmaz basit bir hayat yaşıyor. Uğur’un kendisini sevmeyeceği belli olmasına rağmen lüzumsuz bir umut besliyor. Yani ülkemizdeki işlenen kadın cinayetlerinin birçoğunun alt yapısını oluşturan şeyi yapıyor, “takıntılı bir şekilde bir kadını takip ediyor”. Bekir cinayet işleyemez çünkü Bekir, baba otoritesi kadar devlet otoritesinden de inanılmaz korkuyor. Gece vakti çocuğuna ilaç almaya giderken uyuşturucu içip, Uğur’a inanılmaz cinsiyetçi söylemlerde bulunup sonra yine Uğur’un kapısına gidiyor. Size de tanıdık geliyor mu? Her gün Twitter’da tag açtığımız kadınların hayatına ne kadar benziyor değil mi? Israrlı takip, sevgi bekleme, hakaret, kadını kötü görme, nefret etme… Hâlbuki Bekir ne kadar normal bir baba profili çiziyor insanlara. Karısıyla babasının emrini ikiletmeden evleniyor, çocukları oluyor. Evlilik hayatını ortalama bir Türk ailesi olarak sürdürebiliyor ama takıntıları onu bir yerden başka bir yere sürüklüyor. Bekir’i anlayıp hak vermek değil, Bekir’i ve temsil ettiği profili alıp tedavi etmek gerekiyor.

İkinci bahsedeceğim erkek tiplemesi de Atsız’ın Deli Kurt kitabının başkarakteri İsa. İsa’nın yaşadığı hayat, zorluklar, tarihî bir karakteri temsil etmesi sempati uyandırıyor. Ayrıca inanılmaz efendi, Anadolu’nun yıllardır anlatılan o, ana babaya saygılı, herkesin sevdiği delikanlı tipini temsil ediyor. Büyük ihtimalle yakışıklı da. Tabii yakışıklı kavramının o dönemde neye karşılık geldiğini bilemiyorum ama Atsız’ın genel olarak asker tipli kişileri yakışıklı olarak tasvir ettiğine gelirsek o minvalde hayal gücümüze sığınabiliriz. Hatta karşısına çıkan Gökçen’i ne kadar güzel tasvir ederseniz edin, belki Gökçen güzel bir kız değildir bile. Kitabın ve Ruh Adam‘ın içeriğinde “zaten kaderi olan” kadınlarla karşılaşan adamlar var. Bir suç işlenmeli, ihanet edilmeli ve bunun cezası çekilmeli. İsa’nın en büyük yanlışı Gökçen’e âşık olması, karısını aldatması değil bence, “insanların ondan beklediği gibi hareket ediyor olması.” Anadolu’nun bilinmeyen özelliklerinden biri de sadakat konusunu bizim kadar önemsememeleri olabilir. Onlar, aldatıldığı için boşanan insanlara anlam veremezler. İsa karakteri de buna güvenerek hareket ediyor fakat toplumsal kabulün dışına çıkmaktan da inanılmaz korkuyor. Bu “devletçi-askerci” profil haklıyla haksızı ayırt etmeyi güçleştiren, sığ görüşlü erkek tipini doğuruyor. Gücünü ve emeğini pazarlayan erillik, bu işlemden zarar görmüyormuş gibi kendisini satın alana karşı büyük bir bağ kuruyor. Hegel’in Efendi-Köle‘sini biraz değiştirelim mesela. Anadoluvari yapalım.
Bilincin öz bilinç aşamasına geçmesi için kendisini gerçekleştirmesi gerekir değil mi? Yani doğayı kendisinin dönüştürdüğünü, öz bilinçten daha yararlı olduğunu idrak eder ve öz bilinç aşamasına geçtiği kısım idrak aşaması olur. Buna bence en güzel örnekler isyan eden erkeklerdir. Celâlî isyanlarına bakabiliriz. En ufak şekilde parasını alamadığı için isyan edip devlet görevlisini yıkmaya cüret eden erkek tipiyle, kaderine razı gelip kuru soğana muhtaç olan erkek tipi arasında yaşıyoruz. Sahabe Ebu Zer’e atfedilen ”Geceyi aç geçirip de kılıcına davranmayanın aklından şüphe ederim.” sözüyle, ”Cebinde telefon var açım diyorsun.” diye zavallı insanların sokaklarda yırtık kıyafetlerle dilenmeden zor durumda olduğuna inanmayanlar arasında yaşıyoruz.

Üçüncü olarak çok düşündüm Memati mi Deli Yürek mi…. İnsanların mizah amaçlı bile olsa paylaştığı şeylerin -ki ben de gayet paylaşıyorum- aslında nasıl bir tepki oluşturduğuna değinmek istedim. Memati leş bir karakter zaten, ilişkisini değerlendirmek bile bence kadın-erkek ilişkilerine hakaret
niteliğinde. Zorba ve tehditkâr bir şekilde bir kadına yaklaşmayı komik ve ironik bir şekilde sunabileceklerini sanmaları ve bunu kimsenin dillendirmeyeceğini düşünmeleri… Ne diyebilirim ki Türk dizisi senaristlerinin genelinde böyle bir huy var. Deli Yürek’i seçme sebebim ise hem bizim çocukluğumuza denk gelmesi hem de başına gelen birçok şeye rağmen efendiliğini korumaya çalışmasıydı. Aslında bu kabadayı tip akımındaki en düzgün karakter oydu. Zeynebim türküsünü dinlerken ”Mamaş’ın köyüü” diyecek diye heyecanla bekliyordum ben… (Köken belirtmeye bak, düz Sivaslısın aga tamam.) Sevginin ve sevilmenin diğer dizilere nispetle elle tutulur bir şekilde anlatıldığı bir diziydi fakat her şeye rağmen bolca lüzumsuz kabadayılık içeren bir “mafyatik” diziydi. Toplumun en çok etkilendiği karakterlerden biriydi Polat dalgası çıkana kadar. Sonrasında daha farklı oldu elbette. Bu, “siyah uzun montlar” ve “rugan erkek ayakkabıları” modasından bizi kurtaran “basket şortlu site çocuklarına” ve “Z kuşağına” teşekkürü ayrıca borç bilirim. İyi ki varsınız…

Mafyatik tipin bir kadına zarar verme ihtimalini değerlendirsem de bu insanların en büyük meselelerinin diğer erkeklerle olduğunu da söylemekte fayda var. Sokak ortasında birini vurup polis gelene kadar ölmesini bekleyen insanlarla dolu bir memlekette, erkek cinsiyetin iktidarla iktidarsız bir ilişkide olduğunu söylemek yalan olmaz. Çünkü kendilerini koruyacak bir erk olduğunu düşünüyorlar. Bu konuda haklılar, her hâlükârda korunuyorlar. Diğer yandan da iktidarla çatışmaktan inanılmaz korkuyorlar çünkü kendilerini toplumda silahsız, bıçaksız, kaba güç kullanmadan kabul ettirip kendilerine saygı duymalarını sağlayamıyorlar. Yani iktidarsız olduklarını ortaya çıkaracak bir iktidara kesinlikle karşılar.

Kadınları, gencecik üniversite öğrencilerini polislerin yaka paça içeri almasından büyük bir keyif alan bu erkek tipi, kendileri polisle karşı karşıya geldiklerinde araya birilerini sokmadan konuşmak istemiyorlar. Önce bir tanıdıklar araya girsin, iktidar sahibi olduğu gösterilsin sonra işlem yapılsın (yapılırsa(!)). Evde, işte, sokakta her şekilde kendi iğrenç kimliklerini topluma din veya kabadayılık kisvesi altında kabul ettirmeye çalışanlara karşılık; hayatını birilerinin fikirlerine göre değil kendine göre kurmuş, zalimlerden başka kimseyle derdi olmayan, hangi işi yaparsa yapsın kimsenin kendisinden daha aşağıda olduğunu düşünmeyen erkeklere de sadece “Lütfen daha çok insanla muhatap olun da size özensinler.” demekten başka bir şey diyemiyorum…

Mişa Dirahşan

Çırılçıplak heykeller düşlerim sonra,

Adına, şanına ve geleceğimize,

Saz çalmayı bilmesem de

En sevdiğin türküleri söylerim,

Seni kaybettiğim ve aramakta olduğum günlerde,

Mahalle kahvesinde yolunu gözlerim,

Çok yoruldu zamanı demleyen gözlerim,

Takati kalmadı göğsümdeki kuş sürülerinin,

Ne zaman dolacak dünya denen mühleti

Uçurtması kaybolan çocuğa sorun nefreti,

Müsaade etmiyor benim hasletim

Kaç dağ yıkılıyor gece yarıları bilmem

Teneflide içilen iki yudum suya hasretim

İris çiçeği kadar temizdi gözlerin,

Ve o kadar mertti sözlerin

İttihatçılar ölmez müsterih olsun milletim.

İsa Tekin

Nağme söylerim heybeden, ben uslanmaz şirâze
Usludan yeğce hâlim mahvolmuş senden Âfrâze
Mahcûbum, besmelesiz andığım ismine mahcup
Bâriz bir müsabaka bu; sen gâlipsin, ben mağlup
Kırk bin kez yenildim sana, kırk kat daha kızardım
Vuslat var denilseydi, kırk kez daha sen yazardım


Sen ki sonsuz bir deryâ, ben susuz ve târumârım
Tek yudum almam da teninden, çatlar bûtimârım
Çatlasın! Hem belki pay bulur Mûsâ'nın nefsinde
Dalgalanır gönül köşküm taht kurmuş nefesinde
Bu köşkün şevkinden baygındır Tûr'da Mûsâ bile
Hardal tanesi nûr bulsun, dağ yeksândır benimle
Kim dayansın ferdâna, görsem dağlanır gözlerim
Kalkamam derîn uykudan, bildir bana ey Rabbim
Düş müydü gördüklerim, kimin düşüydü sâhiden
Dağların mı, Mûsâ'nın mı; nûrun muydu mâhîden
Üzgünüm bin yerimden, bilmeden aştım haddimi
Yol bilmez, dertle gezerdim; kaçırdım serhaddimi
Hâlen ne'me yetmezdi de kaynak peşine düştüm
Boz bulanık sulara kandım, senden uzak düştüm
Şimdi sînem kadar günah, benim kadar günahkâr
Ve sanem kadar sır tutmuş, mahrem kadar âşikâr
Bir sen kaldın nezdimde, şah damarımda efendim
Yalnız sendin yakından yakın, utanmayan bendim


Bir hiçtim dünyâ âleminde; Hakk dedin, halk ettin
Müstakîm yol mîrâs dedim, hakkı bana mülk ettin
Tüm servetim aşktandır, özge saltanât sürmedim
Bilmedim de Kârûn kim, muhannete at sürmedim


Ne hünerim vardı ne âsâm, ne de ben Mûsâ'ydım
Firâvun'a rağmen Tuvâ'nda tam kırk gece saydım
Nihâyet kavruldu kandilim mukaddes Medyen'de
O mekân ki kor gördüm, pervâne oldum sâyende
Bir gün toplandı cümle mâhir, güvendim sözüme
Senden öte söz bilmedim, böyle döndüm özüme
Sesinden üstün tek rütbe yok hayret makâmında
On iki ümmetten doğdum, baş eğdim ahkâmında
Hâkim sensin vâdinde, mizânın sağ tarafındayım
Hep toz dumandayım, mushafın da A'râf'ındayım
Bu nağme çıkmaz heybemden, hâlâ ismim şirâze
Uslanmam; mümkün olsa, bağışlar mıydın Âfrâze

Hilâl Sönmez

“Nerede olursanız olun, ölüm sizi bulur; hatta isterseniz sağlamlaştırılmış yüksek kalelerde olun…”

Nisa Suresi, 78. Ayet


“Ve Karanlık, Çürüme ve Kızıl Ölüm hepsini sonsuz boyunduruğu altına aldı.”

Kızıl Ölümün Maskesi

Orta Çağ’ın zamanı, mekânı belli olmayan bir yerinde Prospero ve ordusu sefil köyün içinden geçerken köyün, Kızıl Ölüm’ün acımasız kollarında acı çektiğini görürler. Prospero köyü yakmaya karar verir ancak Gino ve Ludrico ona karşı çıkar.

İnsanları demir kalesi altından gözleyen prens, bu iki asiyi öldürecekken Gino’nun güzeller güzeli sevgilisi Francesca’yla karşı karşıya gelir. Francesca, kızıl saçları ve masum yüzüyle kalbini Tanrı’ya adamış bir kızdır. Prens onu, sevgilisini ve babasını alıp kaleye götürür. Gino ve Ludrico kara zindanları boylarken Francesca, prens ile beraberdir.

Sarayın dışındaki yoksulluktan ve Kızıl Ölüm’den azade soylular, her gün şölenler düzenleyip zevkten zevke düşerler. Francesca, yeni girdiği dünyayı keşfetmeye çalışır. Prens ona bu konuda yardımcı olur. Prens şeytana inanmaktadır. Francesca saraya girdiğinde ilk işi, göğsündeki haçı alıp atmaktır. Yaşadığı sefil köyde Tanrı’ya inanmakta olan Francesca, bu şeytani ve zevk dolu kalede ürperir. Prospero, ona şeytan yolunun daha doğru olduğunu anlatmaya başlar. Çağlar boyu şeytanın rolü değişken bir hâldedir, bazen dünyanın en pislik varlığıyken bazen bilgi ve şehvetin temsilcisidir. Şeytanın isimlerinden biri olan “Lucifer”in anlamı, “ışık” demektir. Işığın, bilgeliğin ve ilerlemenin sembolü olduğunu düşünürsek diyebiliriz ki; tarihin bir döneminde insanlar, kendi zihinlerinde şeytanı yüce bir yere koymuşlardır. Belki de ona atfettikleri yücelikten korktukları için onu lanetli görmüşlerdir.

Prospero, Francesca’ya Tanrı’nın artık güçsüz olduğunu anlatır. Eğer bir Tanrı varsa bile yerini kötülüğe, acıya ve açlığa bırakmıştır. Pek de haksız sayılmaz çünkü filmin geçtiği dünyada ardı arkası kesilmeyen yağmacı akınları vardır ve onların işini kolaylaştırmak için dünyaya yayılan hastalıklar…

Sarayda bu ikili dışında biri daha vardır; Juliana. Prense ölümüne bağlı olan Juliana, şeytanla nişanlanmıştır ve kendisini şeytana adar. Burada şunu söylemek isterim: Hangi zevki deneyimlersek deneyimleyelim bunun en üst kademesi kendinden geçmektir ve ibadet etmek, insanın ruhunda en asil soylu zevklerden biridir.

Konuyu dağıttığımın farkındayım ama şeytana dönmek istiyorum. Özellikle Batı düşüncesinde şeytan, Tanrı’nın yasakladığı hatta yer yer yok saydığı zevklerin tek sahibidir.(Nietzche yanlış anımsamıyorsam “İnsanca Pek İnsanca” kitabında buna şiddetle karşı çıkıyor. Dinin, insanı kendi doğasından ayrı düşürdüğü için onu kısırlaştırdığını iddia ediyor. Hatta bu yüzden Nietzche’nin deccalı İsa’dır.) O yüzden bazen yakışıklı otoriter bir erkekken bazen de şehvet dolu bakışlarla insanı yoldan çıkaran bir kadın olarak düşünülmüştür.

Juliana, efendisine kendini adar. Şeytan, Juliana’nın isteğini kabul eder ancak fani hayattaki canını alır. Herkes şaşkın ve korkuyla olanlara bakarken Prospero, aksine gayet sevinçlidir. İnsanlara eğlenceye devam etmelerini söyler. Maskeli balo yapılacaktır. Herkes istediği kostümü giyip gelirken Hop Toad isimli cüce, Prospero’nun sağ kolu Alfredo’yu kandırır. Ona bir “şempanze” kıyafeti giydirir. Cüce ise onun sahibidir. Kalabalığın ortasında cüce ve Alfredo rollerini oynarken Cüce Hop Toad, belki de Alfredo’nun ona tahkir dolu bakışlarının intikamını alırcasına şempanzeyi kırbaçlar ve sonunda yakar.

Prospero ise bu olan biteni sadece gülerek izlemekle yetinir. Zaten amacı da budur: İnsanların zevkten çıldırması, ölene dek zevkle dolması…

Konuyu bir daha dağıtıyorum ama bunu söylemem gerek: Alfredo’nun şempanze gibi giyinmesini önemli buluyorum. Bu kostümü giymesi belki de insanın, özündeki vahşiliğe bir eğlence ortamında geri dönmesi olabilir. Zira her oyun, eğlence, eskilerden kalma ritüellerin devamı ya da gerçek olanın eğlence adı altında bir tekrarıdır. (Buna, yanılmıyorsam “oyun kuramı” diyorlar. Bilgisayar oyunlarından tutun da en basit çocuk oyunu bile eski Pagan dönemlerin dinî ritüellerinden gelmektedir, bu ritüeller bizi gerçek hayata hazırlar.)


Filme geri dönelim. Filmin anlatmadığım bir yerinde Prens, Gino’yu köyüne geri dönmesi için serbest bırakmıştı. Gino köyüne geri dönerken bir ağaç altında kırmızı giyimli bir adamla karşılaşır, onunla konuşur. Kırmızı kıyafetli adam ağacın altında kartlarla oynamaktadır. Bu sırada kalede maskeli balo devam etmektedir. İnsanlar dışarıdaki ölümün onlardan uzak olmasının
verdiği mutlulukla doludurlar. Prens, elini tuttuğu Francesca ile aralarında gezer. Sonunda “kırmızı giyen adam” sarayda, balo salonundadır. Yanından geçtiği herkes kızıla boyanır, elinden kimse kurtulamaz. Prens onun “ölüm” olduğunu anlar ve sarayına teşrif ettiği için çok sevinir. Çünkü düşünür ki ölüm, tıpkı kendisi gibi şeytanın bir kuludur ancak gerçek böyle değildir. “Ölümün sahibi olmaz ve ölüm uğrayacağı kişinin yüzüne bürünür.” der kırmızı giyinen adam. Prens, şeytanın onu yarıda bırakmasının acısını tatmadan ölümü tadar.

Bu dünyada hakkında kesin bilgi sahibi olduğumuz iki gerçek var: Doğum ve ölüm. İnancımız ve coğrafyamız, bu iki gerçeği nasıl anlamlandıracağımız konusunda bizi yönlendirse de ikisi, varlığından şüphe edilmeyen gerçeklerdir. İnsanın kendisinden sonra bir kalıntı bırakma isteğidir doğum. Sancıları acıdır ama insanın başka bir insanı meydana getirmesi, fikir olarak gayet olağanüstüdür. Ölüm ise acıdır. Hatırlanmak istenmez, adı geçince konu değiştirilir, tövbeler çekilir. Gece uyurken, sokakta gezerken rastgele bir zamanda size uğrar. Tıpkı Prens Prospero’ya uğradığı gibi…

Berat Şendil

“Fikret, bütün hayatında, tahakküme, her türlü istibdada, dinî, siyasî, dünyevî, uhrevî, esaretlere isyan etmiş bir şairimizdir. Doksan Beşe Doğru ile Tarih-i Kadim, yerdeki taçla gökteki tahtın mütecaviz tahakkümüne başkaldıran bir tuğyandır.”
                                                Hasan Âli Yücel

Fikret kimdir ve niye büyüktür? Kim olduğu, edebiyat tarihçilerinin işi fakat niçin büyük olduğu onun sesine, daha doğrusu kesilmeksizin yükselttiği haykırışına en üstünkörü bir kulak verişte bile kendini ortaya koyar. Zira o bir şairden çok, Türk toplumunun “Promete”sidir.

Zincirlendiği Aşiyan’da o kadar tahammül edemediği yolsuzluklar, haksızlıklar, harpler ve kıtaller her gün ciğerinden bir parça yemiş, o da zaman zaman puslu ve boğuk, zaman zaman ise tiz ve yüksek perdeden haykırışlar koparmıştır. Bize bıraktığı en nihayetinde bir “Rübâb-ı Şikeste”den ibarettir fakat bu isim salt şairane bir imaj olmasa gerek. Fikret’in rübâbını kıran cemiyetin ta kendisi olmuş ve o, bu kırık sazından çıkardığı nağmeleri yine cemiyete sunarak ondan bir aksiseda beklemiştir. Fakat eyvah, hemen her sanatçı gibi sanatı yazgısını koyulamış ve “çorak yerde akıp gitmiş”tir.

Fikret’in hayatı -farkında olsa da olmasa da bu yalnızca bireysel hayatı değil, şahitlik etmek zorunda olduğu çağın ve çağdaşlarının da hayatıdır- onu, “Sabah Ezanında” şiirinin dinî tahassüsünden, “Târih-i Kadim”in tüm kutsalları karşısına alan modern bir put kırıcı olma rolüne sürüklemiştir. Gerçi Fikret’in asıl büyüklüğü de tam bu dönüşümde yatmaktadır. O, yaşadığı cemiyetin bütün mukaddeslerine karşı göğüs göğse mücadele etmesini bilmiş, buna teşebbüs edebilmiş adamdır. Gün gelir padişahla, gün gelir devlet ricaliyle, gün gelir yolsuzluklarla, gün gelir savaşla hatta gün gelir Tanrı’yla hesaplaşmaya doğru koşar adım ilerler. En nihayetinde bütün bir tarihi karşısına almaya da cesaret edecektir. Fikret bu yüzden büyüktür. En söylenemez olduğunu zannettiklerimizi yıkılmaz bir salabetle dile getirmekten çekinmemiştir. 

Fikret’in İstanbul’un şahsında tahammül edilemez hâle gelmiş, devasa bir ahlak sefaletine isyan ettiği “Sis” şiiri, hakikaten Yahya Kemal’in nitelediği gibi “Vicdan ve ruh elemlerinin en zehirlisi” midir? O, gerçekten de “Bir devri lanetiyle boğan şair” midir? Hiç sanmam. Fikret, bu toprakları sevmemiz için onun üzerinde gerçekleşen ve gerçekleşmeye devam eden iğrençlikleri görmemiz gerektiğini sezmişe benzer. Fikret’in çabası, akranlarından bazılarının tahammül edilemez buldukları ısrarlı söylenişi ve şikâyet edişi, “Vatanlarını yaşanmaz bulanlar, vatanlarını yaşanmazlaştıranlardır.” beylik lafına on yıllar öncesinden gelmiş bir cevabı andırır. Fikret, vatanını yaşanmaz hâle getirenlerin, onun artık yaşanmaz bir yere dönüştüğünü ısrarla reddedenler olduğunu kavramıştır. Bu vatanı yaşanır kılmak için onun yaşanmaz bir yer olduğunun kabulüne gereksindiğimizi tüm varlığıyla duymuştur. İstanbul’un güzelliğine en az Yahya Kemal kadar aşina olduğunu biliriz çünkü ona tiksintiyle bakarken bile “Hüsnünde henüz tazeliğin sihri hüveyda” demekten kendini alamaz. Fakat o, İstanbul’un aksi yöndeki tüm çabalara rağmen hâlâ tazeliğin sihrini açığa vuran güzelliğiyle tatmin olacak adam değildir. Boğazın o canım sularında riyadan, hasetten, çıkarcılıktan dalgalar gezindiğini görür ve bir kez daha bütün bir tarihi karşısına alır. Bu eski başkentin katil kuleleri, zindanlı sarayları, çatısı çökmüş medreseleri, toz toprak içindeki sokakları, gürültülü türbeleriyle kavgaya tutuşur. Çünkü bütün bunların karşısında tütmeyi unutmuş ocaklar, sefil aile evleri, öksüzler, dullar vardır ve İstanbul, bu insanlara bir lokma için bile göklere el açmaktan başka çare sunmamaktadır. Fikret, elinde olsa tevekkül denen şeyi kendi elleriyle parçalayacak adamdır.

Fikret bu kavgasından asla vazgeçmez. Aksine, her geçen gün kavganın şiddetini arttırmaya kararlıdır. Târih-i Kadim’i, bu kavgayı vardırdığı en uç noktayı temsil eder. Gerçi Refik Halit, “olmuş, olan ve olacak her şeye muhalefet” etmeyi kendi payına ayıracaktır fakat bu muhalefetin eksiksiz bir yansıması bir tek Fikret’te tecelli eder. Bütün bir Târih-i Kadim boyunca yaptığı, zaman zaman kendi toplumunun da sınırlarını aşarak bütün bir dünya tarihiyle olanca gücüyle savaşmaktan ibarettir. Tarihin bir gölge gibi cemiyeti takip etmesinden, cemiyetin de sürekli tarihteki güzel günlerin hatırasıyla yaşama isteğinden bunalmıştır. Fikret, bütün bu tarihî mirastan sıyrılıp yeni bir hayat doğurma arzusunun gebelik sancılarını çeker. Fakat niçin tarihle kavgalıdır? Çünkü onda karşı olduğu her şeyi görür. Tarih boyunca din, şehit; gökler, kurban istemiştir. Güçlü olan güçsüzü ezmiştir, kahra alkış tutulmuş, gurura secde edilmiştir. “Kahramanlık! Esası kan, vahşet!” diye acı acı haykırır. Sonunda tarihteki bütün muzaffer kumandanlara bir bakış atar ve “Ey cihangir! Utan şu makbereden!” demekten geri durmaz. Fikret, bütün bu vahşet silsilesini ve kandan ırmakları tarihin koynuna terk ederek “tagallüpsüz”, kimsenin birbiri üstünde zorla hüküm sürmediği bir geleceğin özlemini çeker. O, savaşanın ve savaşın, sultanın ve saltanatın, tapanın ve tapılanın olmadığı bir dünyanın hasretini duyan şairdir. Bu hasretini, savaşın bir asalet, saltanat sahibine hürmetin bir fazilet ve nihayet Tanrı’nın da bütün mukaddeslerin en mukaddesi olduğuna tüm zerreleriyle inanan bir cemiyette dile getirir.

Bugünden bakınca Fikret’in söylediklerini aydınlanmacılığın yalın katlığıyla, pozitivizmin ezberleriyle açıklamak her zaman için başvurulabilecek kolaycı bir çözümdür fakat Fikret bu yalın katlıkla izah edilemeyecek denli şairane bir tahassüsle konuşmaktadır. Bu şiiri Hasan Âli Yücel’in öve öve bitirememesi ve nihayet Atatürk’ün, yapılması lazım gelen bütün inkılapları bu şiirde bulduğunu söylemesi, sonraki nesillere tesiri hakkında da yeterli miktarda söz söyler.

Fikret’in Târih-i Kadim’i, Âkif’ten Ahmed Avni’ye kadar geniş bir kitle tarafından kendisine hücum edilmesine yol açar. Bunları ne kadar ciddiye almıştır, meçhul. Bir tek kendisine “zangoç” dediği için Âkif’e cevap verir. Onun kitabında bir şaire zangoç diye hitap etmek yoktur. Üstelik “Harb-i Mukaddes” şiirinde fikirlerinden geri adım atmadığına bir kez daha şahit oluruz. Bu sefer daha sert konuşmaktan da çekinmez. Dünyayı savaşa götüren herkese lanet eder: Milletlerin kumandanlarından ayet ve hadislerle milleti savaşa teşvik eden vaizlere kadar… En söylenemez bulunanları söyleme huyu yine nüksetmiştir. Bir savaşın ortasında topluma, şehitlerin boş yere öldüklerini söylemekten içtinap etmez. Şehitlerin cennette değil, Moskof Ovası’nda olduğunu haykırır. Durmaz: “Cennette değil, parçalamış na’şını itler.”

Fikret’in bugüne düşen imgesi, -yazık, çok yazık ki- birtakım “Abdülhamid dizilerinin” ve onları izlemekten keyif alan köşe yazarlarının çizdiğine bir hayli yakınsıyor. Bunda şaşılacak bir şey de yok. Fikret hayatı boyunca toplumda varlığını sürdüren o kadar çok şeye karşı savaşmıştır ki saldırdıklarından nasibini almayan, yani onu müdafaa etmeye koşacak insan kolay kolay bulunmuyor. Artık Fikret’in misyonunu devam ettiren, gördüğü her haksızlığın üstüne giden şair tipi de cemiyetimizde yok olmaya yüz tutmuş durumda. Kitap çıkarma hevesleri ve belediye etkinliklerine davet almanın cazibesi fakat her şeyden önce şiirin ulviyetine dair saplantılı fikirlere kapılıp onu asla gerçekliğe temas etmeyen bir fanusta saklama merakı bizi, Fikret’i hiç olmazsa andıracak bir şair tipinden mahrum bırakmıştır.  

Tevfik Fikret’in henüz kırk yedi yaşında, Aşiyan’daki inziva evinde gözlerini fani hayata kapatmasının üzerinden yüz beş yıl geçti. Demek oluyor ki ömrünün son yıllarında tepeden tırnağa cisimleşmiş bir kırgınlık ve kızgınlıktan ibaret olan bu büyük şairin sesi artık duyulmaz olalı bir asırdan fazla oluyor.

Onun ölümü, şairler arasından çıkacak bir Promete bulma ümidimizi kaybetmemizle hemen hemen aynı günlere rastlar. Bizim için aradan geçen yıllar aksini imkânsız kılsa da Gazi’nin şu tahassürünü paylaşmakta ne kadar mazuruz “Ben Fikret’e yetişemedim, kendimi bedbaht sayarım.” Fakat bir tesellimiz var. Fikret, -manidar ki “Promete” şiirinde- feyze ve nura müştak olan milletin meçhul elektrikçisini aradığını söylemişti. O meçhul elektrikçi Fikret’e değilse bile bu milletin imdadına yetişti. Fakat eyvah… Bir tahassürden bir teselliye geçtikten sonra yine yazıklanmaya mecburuz. O da Fikret gibi çorak yerde akıp gitti. 

Doğukan Oruç

Şahsi bir meselenin içinden yuvarlanıp şuracıkta düştüm kollarına.

Omuzlarından bir avuç su içtiğim günlere feryadım.

Gökyüzünün sessizliğini çekip aldım aydan, koynuma güneşi dayadım.

Şaibeli uçurumların gölgesinden yuvarlanan sesli bedenlere ufak bir kelamım olacaktı;

Çok toz alıp geldik bu diyarlara, sizler yuvarlanmayın.

Ufak hüzünlerin güzlerinde kimsesizlikten medet ummayın.

Medet umulan diyarlardan düşüp geldim koynuna.

Şuracığa yasladım başımı, düşüyorum göksüz uçurumlara.

Tam da sırası, hiç de fena değil akan bir derenin sesini duymak için son kez gidilen mekân bana.

Bana uzak değil dünyanın her bir ayrı komşusu,

Bana uzak değildir şimdi senin fısıltın,

Beni en derinde ara.

Kör bir akşamın koynundan çıkıp geldim sana.

Göksüz uçurumlardan yuvarlanırsan sen de tam beni oracıkta ara.

Hayallerin gerçeklere kaydığı uçurumlarda,

Sesin soluğun çıkmasın yalnız kalırcasına,

Bir gül uzatacak mısın koynundan?

Koynundan bir gül koparacak mısın bana?

Vedalara elveda olacak, son kez bir gül bana.

İrem Yılmaz

Hakikatin peşinde koşanlar ve hayal kuranların, kurdukları hayaller uğruna mücadele verenlerin, kullanabileceği en etkili silaha ‘söz’ demişler.

Söz ve hitap beniâdem için kurulabilecek sosyal ilişkilerde temeldir – yapı taşıdır. Bu ilişkilerin doğuracağı sonuçların belirleniminde ise en müessir faktördür. Hitap edebilmek ise dokunabilmenin en işlevsel formudur. Hitap edebilmek ve kelam insan için o kadar önemli bir konumdadır ki tanrısallığın zihne işlenmesinde tevessül edilecek en mühim kelime, “kelime” olmuştur. “Başlangıçta kelam vardı ve kelam Tanrı’ydı, her şey onunla oldu ve hiçbir şey onsuz olmadı.” Tanrı’dan bir ruh olmak ise kelimetullah olmanın eş değeri idi .”Mesih, Meryem oğlu İsa sadece Allah’ın peygamberi, Meryem’e bıraktığı kelimesi ve Allah’tan bir ruhtur.”

Nev-i beşerin beniâdem olarak kendini vasıflandıracağı uzun soluklu yürüyüşte en önemli yakıt kelimeydi. Nev-i beşer, kelimeleri ile bilinci karşılıklı etkileşim hâlinde tekamül ettirdi ve sonunda zekayı- aklı kendine nispet edeceği düzeye getirtti.

Hangi kelimenin tanrısallaşacağına ve insanın uzun soluklu sosyolojik evrimine yön vereceğine karar veremeyiz belki ancak kelimelerimizin soluğunu uzun tutmak için çabalayabiliriz. İnsanlığın kelimelerinin soluğunu uzun tutmak için giriştiği çabanın birçok yöntemi vardır. Fakat bu yöntemler arasında en etkili olanı -kaleme (erbab-ı kalemin) dizip yazdıklarına yemin olsun ki- sözün her daim ulaşılmasını en fazla mümkün kılacak araçla kayıt altına alınması yani yazılmasıdır.

Yazı, bilebildiğimiz kadarıyla ihtiyaç duyulan bilginin daha sonra ulaşılabilmesi amacıyla kaydedilmesi uğruna var edildi. Ancak ne ihtiyaç yalnızca o an gerekli veriler ile sınırlı tutulabilirdi ne ulaşılabilecek kitle ilelebet sınırlandırılabilirdi ne de kayıt altına alma ve mukayyet olma iştahı ile yanan insan bu nimetten âlâ nihaye mahrum bırakılabilirdi. Olması muhakkak olan oldu ve yazı, belirli bir gelişmişlik seviyesinin üzerinde herkese mal oldu. Söyleyecek sözü olanlar ve rahatsız olanlar içinse “elden düşmeyen bir silaha” dönüştü.

Yazmak düşünce mahsulü olacağı kadar düşündürmeye ve bir an için durdurmaya çabalamaktadır. Zaten insanı insan yapan da bir an durmak ve düşünmek, tahassüs kabiliyetini kamçılamak değil midir?

Çağdaş toplumda bir şeyleri söylemek umuma şamil bir hitapla mümkündür. “Çünkü çağdaş toplumda insan birbirinden kopuk parçalar gibidir. Bu nedenle de çok daha kolay etkilenebilir konumdadır. Dolayısıyla da kitle iletişim araçlarının etkisine karşı da çok daha korumasızdır.” Bin yılın biriktirdiği ve insan zihninin etrafına sarmaladığı zincirlerin, hakim paradigmaların kırılmasına ve sarsılmasına dair küçücük bir umudun vâr olabildiği zamanlarda, kalem erbabının kendi üzerine vazife bir meşguliyet olarak hitap etmeyi düşünmeyeceğini düşünmek abestir.

Modern Çağ’da ve bizleri Modern Çağ’a ulaştıran yakın geçmişte var olan hiçbir hayali, hiçbir düşünceyi iletişim araçları olmaksızın düşünmeyi; Jîn dergisi olmaksızın Kürtçülüğü; Sebilürreşat ve Büyük Doğu olmaksızın Türkiye İslamcılığını; Genç Kalemler, Türk Yurdu, Orkun, Töre dergileri olmaksızın Türkiye özelinde Türk milliyetçiliğini; Yön, Birikim, Yurt, Dünya ve Ayrıntı dergileri olmaksızın Türkiye solunu; Pravda gazetesi olmaksızın Sovyet sosyalizmini anlamak değerlendirmek mümkün müdür?

Bir mücadele soluğu olmaktan, bir anlığına durmaya davet etmeye kadar geniş bir spektrum barındıran kitle iletişim araçlarının Türkiye’de en fazla görüleni, gözlemleyebildiğimiz kadarıyla bir mücadele soluğu olmaya çalışanlardır. Peki “Niçin mücadele?” sorusunun yanıtı nedir? “Mücadele, bir çaresizlik trajedisi bir tutsaklık ağıdı” değil midir aynı zamanda? Yurdun kaybedilmesi, milletin yok olması, treni kaçırma gibi bin bir buhranın verdiği alarmizmle annesine yardıma koşmaya çalışmıştır Türk aydını. Koşup kurtarmaya o bîbahtı, vazife bilmiştir Türk aydını. Çünkü annesi karşısında “göğüs bağır açık ölün yatıyor ve onsuz yaşamaktansa beraber ölüş ehven”.

Fikir hayatımızın ve dergilerimizin en köklü sorunlarından biri ise gençlere karşı var olan tutum. On yıllar boyunca “uğul uğul konuşan yavşakların” yaşları nedeniyle el üstünde tutulması fakat “çalıyı dolaşmadan ite dalaşma” cesareti gösteren gençlerin ise tüm donanımlarına rağmen yazılarıyla boy gösterememesi ve çığlıklarını yutmaya zorlanmaları Türk düşün dünyasını ve üretkenliğini kısırlaştıran önemli sıkıntılardan birisi.

30eksi yayın hayatında birinci yılını dolduruyor. 30 yaşın altında olup da söyleyecek sözü olanlara, hitap edecek olanlara gönüllerince haykırma fırsatı veren, yalnızca kendisi olarak var olmaya çalışanların mahallelerde yer kapatma derdine girmeksizin kendisini ifade edebildiği, yazıların içeriği ve yayın kalitesi ile Türk düşün dünyasını zenginleştirmeye çalışan, eleştirel düşünebilen, sorgulayan Türk milliyetçisi gençlerin özgürce var olabildiği bir mecra.

Her sessizliğe çığlık olmak isteyenlerin kendini ifade edebildiği bir kitle iletişim aracı. 30eksi Türk düşün dünyasında, yıllanmış dergilerin bürokratik kasvetini ve yıllanmış aydınların mahalle despotizmini hissetmek istemeden bir an için durmaya ve durdurmaya çalışanların sanatlarını özgürce ortaya koyabildiği, genç bir soluk ve her soluğun ömrünü uzatmaya çabalayan bir kitle iletişim aracı. Uzun ömürlü olması temennisiyle.

Yunusemre Işık

Öncelikle yazının konusunu oluşturan soruyu sorarak başlayalım: Sizce kuruluş devrinde Osmanlı Devleti teknolojik olarak Avrupa’dan üstün müydü? Cevabımız genel itibarıyla hayır. Yükseliş devrinde üstün müydü, diye soracak olursak cevabımız genellikle evet.

Peki kuruluş devrinde Osmanlı neden Avrupa’ya üstün geldi, sorusunu daha yakından incelersek cevabımızı bulabiliriz. Kuruluşunda Osmanlı Devleti, Selçukî Devleti’nin Anadolu’daki bakiyesi üzerinde kurulmuş ve kendini, kardeş olarak bilip, kardeş olarak addettiği devletçiklerin ortasında bulmuştur. Kardeşlerine saldırmak yerine köhnemiş ve neredeyse Marmara Bölgesi ile sınırlı kalmış Bizans İmparatorluğu üzerine yürümeyi tercih etmiştir. Bu dönem Avrupası’ndaki yozlaşmayı ve köhnemişliği çok ama çok iyi kullanmıştır. Balkanlar’a yürüdüğünde zaman zaman karşında Haçlı İttifakı bulsa da Avrupa ordusunda elit birliklerin çok az olması ve karşısında neredeyse tamamıyla elit olan ve devşirme olup sadakati sadece padişaha ait olan bir ordu görünce yenilmekten kurtulamamıştır.

Avrupa’nın yenilme sebebi sadece köhnemişliğinden değil aslında skolastik düşünce ve mezhep kavgalarından da gelir. İznik Konsülü’nde, Avrupa adeta kendine bir din yaratmıştır. Her ne kadar “yaratılan” bu dine karşı gelenler bertaraf edilmişse de asla tam manasıyla ortadan kaldırılamamıştır. Meşhur söylentide yer aldığı gibi Türkler, İstanbul kapılarına dayanmışken İstanbul ve Avrupa halkı, meleklerin cinsiyetini tartışmaktadır.

İstanbul’dan bahsederken sorumuzun diğer kısmına gelecek olursak Yükseliş devri Osmanlısı teknolojik olarak Avrupa’dan üstün müdür, cevabımız evet. Osmanlının üstünlüğünü getiren şey ise Ali Kuşçu gibi bilginlerin himaye edilmesinden ve geçmiş bilginlerden olan Biruni, İbni Sina gibi isimlerin bakiyesine sahip çıkılırken Helen, Rum bilim ve sanat bakiyesinin de devam ettirilmeye çalışılıp devletin bilim ve sanatı himaye ettiği gibi çalışma alanı da yaratmasıdır. Neredeyse Fatih’ten itibaren ortaya çıkan Enderun Mektebi, Topkapı Sarayı’na binlerce şair, aşçı, bilim insanı ve şair tipte yetişmiş insan temin ederken mektebin en yüksek mevkisi bizzat sarayın içindedir. Yani devlet başkanı ve vüzera okula bu kadar yakındır. Hatta günümüz modern Müslümanının portresini yüzlerce yıl öncesinden çizen Fatih 2-3 farklı yabancı dil bilmekle kalmayıp yaşadığı zamanın dünyasına tam anlamıyla vâkıf olmaya çalışmış, bunun sonucu olarak Avrupa’dan istediğini bulamayan Macar Urban’ı himayesine alıp İstanbul’un fethinin kapısını açan en önemli adımlardan birini atmıştır. Hatta bununla da kalmayıp bazı rivayetlere göre topun menzilini bizzat Fatih hazırlamıştır. Fatih hakkında Bizans’ın son başveziri olan Grand Dük Loukas Notaras’ın şöyle dediği rivayet edilir “Dinimizi boğmak için dinimizi, dilimizi boğmak için de dilimizi öğrendi.” 4. Haçlı Seferi’ni hiç ama hiç unutmayan Grand Dük, Konstantinopolis’te Latin külahı görmektense Türk sarığı görmeyi tercih etmiştir. Bu söz her ne kadar “modern Müslüman” portresi örneği olsa da aslında Avrupa’daki yozlaşma, cehalet ve çatışmaların abideleşmiş bir simgesidir.

Burada şunu da belirtmek isteriz Devlet-i ‘Aliyye’nin başarısı Avrupa’nın köhnemişliğini kullanmıştır ama sadece bununla açıklanması haksızlık olur. Çünkü Osmanlı, yaklaşık olarak İnebahtı mücadelesine kadar hemen hemen her anlamda Avrupa’dan katbekat üstündür. Ta ki İnebahtı’da Osmanlı’nın yenilebilirliğini anlayan Avrupa’nın 1699’da içindeki tüm ikilikleri ve çatışmaları neredeyse tamamıyla bitirip Osmanlı’ya “biraz da şansının yardımıyla” ilk darbeyi indirene kadar. Bu darbeden sonra Avrupa, sokak lambası gören sivrisinekler edasıyla Osmanlının üstüne çullanmış, önce onu hasta etmiş, sonra tam öldürecekken Türk milletinin direnişiyle bu son saldırısından vazgeçip kaderine razı olmuştur. Fakat İstanbul’un fethini ve Ayasofya’yı, rahmetli Halil İnalcık’ın deyimiyle hiçbir zaman unutmamıştır. Bu sağlam yumruğu çenesinin tam üstünde bulup sendeleyen Osmanlı, rakibinin üstünlüğünü kabul etmiş ve nakavt olmamak gayesiyle 1921 Sakarya’ya kadar devamlı kollarını yüzüne tutup savunma gayesiyle hareket eder olmuştur.


Güneş doğudan doğmuştur fakat gurup vakti gelmiştir ve yüzü artık Batı’ya yani güneşe dönme vaktidir. Bu tarihten itibaren Osmanlı, artık Avrupa’yı yakalamak maksatlı hareket eder olmuştur. Fakat bu yakalama isteği Fransız ve Sovyet İhtilalleri’nde olduğu gibi alttan başlayan bir hareket değil, tepeden inme yani padişah ve vüzeranın isteğiyle yapılmaya çalışılan ve halktan gerekli desteği bulamadığı gibi adeta günümüz Türkiye’sinin de kronikleşmiş bir sorunu hâline gelen yozlaşma kültürünün ilk adımı olmuştur.

Bu yozlaşma kültürünü aslında şöyle açıklayabiliriz: Başlarda sadece askerî alanda ve Avrupa’yı yakalamak gibi masumane bir şekilde başlayan teknoloji transferi, yanında kültürünü de getirdiği için Osmanlı halkı yepyeni bir kültür şokunu ve Avrupa’nın üstün duruma geçmesini kaldıramamıştır. Avrupa’yı yakalamanın en önemli yolu olarak eskiye dönmeyi ve dönerse ancak rakibini tekrardan yenebileceğini düşünmesiyle ve düşündürtülmesiyle her alanda yeniliğin önüne set çeker hâle gelmiştir. Bu set çekmenin en önemli aktörleri bizce dini bilmeyen (“Dinini tilkiden öğrenen kişi, kümesten tavuk çalmanın haram olduğuna asla inanmaz.”) din adamları, yeniliklerin karşılanmasının gereği olarak aşırı vergi yükü altında ezilen halk, yeniliğe ve yenilikçilere her daim “bir şekilde” düşman kesilen ve en ufak bir eksiklikte kazan kaldıran, sayıları artınca yozlaşmanın da etkisiyle maaşı verilemeyen yeniçeri sınıfıdır. Nitekim bu teknoloji transferinin yaratacağı şok hiçbir zaman hesaplanmamıştır.

Yeniliklerin getirilmesinde atlanan bir nokta da insan faktörüdür. Her ne kadar Kont Dö Boneval ve Baron De Tott gibi mühtediler yani sonradan Müslüman olan kişiler de getirilse bu asla yeterli olmamıştır. Burada yakalanması gereken nokta şudur; günümüzde de olduğu gibi 1699’dan 1921’e hatta 2020’ye kadar Avrupa’yı yakalamak adına çalışan Osmanlı ve devamı olan Türkiye Cumhuriyeti, aslında kendini yani eski ihtişamını yakalamaya çalışmaktadır. Bu yüzden konu başlığında da söylediğimiz gibi 1699’dan beri günümüz Türkiye’si de dahil kendini aramaktadır. Fakat bulması hiç olmadığı kadar zordur çünkü Avrupa’da Rönesans denilen dönemden itibaren süre gelen devinimli ve birikimli bir yenilik ve sürekli bir değişim ve gelişim hareketi olmaktan çok bir sabah uyanıp “Biz bunu, bunu yanlış yaptık. Avrupa’da şöyle idi, hadi biz de böyle yapalım.” düşüncesi ve hareketinden ibaret olmuştur. Bunun en güzel örneklerinden biri fes modasıdır.

Fes aslında ilk olarak Yunanistan’da ortaya çıkmıştır. Fakat Avrupaî oluşundan mütevellit yüzyıllardır sarık saran Osmanlı ahalisi, sarığı çıkarıp fesi takınca Avrupalı olacağına inanmıştır ama şunu hiçbir zaman anlamamıştır: Mesele feste değil altındaki kafadadır.

Günümüz Türkiye’sinde de tartışılan konularından biri olan Atatürk devrimleri bu mahiyettedir. Yani “Halka rağmen halk için.” Fakat Atatürk’ün, geçmiş dedelerinden ayrıldığı bir nokta vardır. O, yaptığı devrimi şehir şehir gezerek yaşadığı, yönettiği topluma izah etmeye çalışmıştır. Bunda başarılı da olacaktır çünkü Avrupa’yı yakalatmaya çalıştığı milletine, inkılabını açıklayıp o inkılabı halkının takdirine sunmuştur. Fakat hiçbir Osmanlı padişahı “biraz da şartların getirdiği ölçüde” V. Mehmed Reşad’ın bazı illeri gezisi dışında savaşlar hariç İstanbul dışına çıkmamış hatta bir zaman sonra ordunun başında sefere dahi gitmeyip onların sorunlarını İstanbul harici birinci ağızdan asla dinlememiştir. II. Mahmud’un inkılapları gibi Avrupa’yı yakalama hevesiyle yapılan değişiklikler pantolon ve fes giyme mecburiyeti gibi zorunlu tutulmuştur.


Sonuç olarak derdimiz kimseyi eleştirmek değil bilakis 1699’dan başlayarak süre gelen Avrupa’yı yakalama telaşesinin aslında kendini yakalamak telaşesi olduğunu anlatmaya çalışmaktır. Şunu hiçbir zaman unutmamalıdır ki geçmişi unutan geleceği inşa edemez. Hiçbir millet, geçmişini unutarak ve yok sayarak tarihî olayları yaşandığı zamandan ayırıp, günümüz şartlarında değerlendirip, yapılanları karalayarak bir şey elde edemez.

Günümüz Türkiye’si geçmişiyle hesaplaşma hevesinden vazgeçerek ve bu heveste olanlara asla fırsat vermeyerek, içindeki anlamsız çatışmaları bitirerek, bir nevi geçmişiyle barışarak, güneşi yeniden doğudan doğdurabilir.


GÜNEŞİN TEKRAR ÜSTÜMÜZDE DOĞDUĞU bir Türkiye dileğiyle…

Hakan Gökberk Kuru

                                                                                     

Asıl meramı anlatmadan önce “modernite” kavramının doğuşuna gitmek lazım. Bilinenin tersine moderniteyi idealist, renkli kıyafetli bilim adamları değil, tüccarlar ve din adamları doğurdu. Etkisini kaybeden toprak aristokrasisi yerini tüccarlara ve laik hukuk adamlarına bıraktı.

Modernitenin doğuşunda din adamlarının etkisi çoğu kişi tarafından göz ardı edilir. Bu konuda konuşan herkesin dilinde; modernitenin dine karşı bir savaşla doğduğu, deyim yerindeyse Katolik Hristiyanlığın karnını yardığı ezberi vardır. Halbuki modernitenin ilk fikir adamları olan Erasmus, Luther gibi insanlar dindar insanlardı. Söz konusu olan bu yorum ideolojik bakışların bir yorumudur. Gerçek olan; sermaye akışının hızlanması ile değişen sosyal ve siyasi ortamın dinî, ideolojik referanslarını sağlamaktı. Ne Luther ne de Erasmus fabrikaları ya da televizyon şovlarını amaçlıyordu. Tek istedikleri, eskimiş kurumları ortadan kaldırmak ya da düzenlemek ve kendi aralarında birlik sağlamaktı.

Modernitenin babalarının Türk nefreti taşıması bu yüzden tesadüf değildir. Çünkü Türk, “kapıdaki düşman, kabus gibi topraklara çöken”dir. Bu konuda Türkler olarak şunu anlamalıyız: Biz, modernitenin coğrafyasının düşmanıyız ve onlara daimi olarak yabancıyız. Bu referansı dikkate alarak geçtiğimiz iki yüzyılı okumak ve bizim açımızdan değerlendirmek gerekir.
Asıl konuya ara vererek Türklerin son iki yüzyılı hakkında kısa bir değerlendirme yapmak istiyorum: Modernitenin doğal “ötekileri” olan devleti yöneten kadrolar, ilk başta Keçeçizade Fuat Paşa gibi bürokratlar sonra Harbiye’den ve Tıbbiye’den çıkmış gençlerdir. Bu kimseler sayesinde Türkler, modern dünyada yerini alıp bölgesindeki ülkelere kıyasla başarılı bir cumhuriyet kurmuşlardır.

Ancak Türk’ün modern zamanlarında doğan bir çelişkisi vardı: Modern değerler ile yerel değerlerin çatışması. Asırlar boyunca izole yaşayan Anadolu halkı, modernist değerlere bağlı, ulusçu cumhuriyet kadrolarının getirdiği yeni kurallara önce uymuş ancak ne var ki içinde bir garez beslemiştir. İşte Türk muhafazakârlığının kökeni moderniteye ve kurucu iradeye olan nefretine dayanır. Gerçek Türk, cumhuriyetin hayal ettiği Türk kalıbına girmemiştir. Bugün, iktidarın söylemlerinin altında da bu gerçek vardır.


Asıl konuya devam edelim: Modernite, Avrupa fikrine ve coğrafyasına dayanmıştı. İdeolojik olarak kendini dünyanın efendisi gören Avrupalılar “öteki” addetikleri toplumların ülkelerini ve maddi kaynaklarını ele geçirip manevi olarak onlara modernite değerlerini verdiler. Modernite, ilk krizini İkinci Dünya Savaşı sonrası geçirene dek, klasik din yorumlarında olduğu gibi merkeze insanı koymuş, amacını ise Tanrı yerine saf akıl olarak belirlemişti. Tek gerçek, akıl ve modern değerlerdi. Ancak İkinci Cihan Savaşı modernitenin hiç de “masum” olmadığını gözler önüne serdi. Savaş sonrası dönem modernite gerçeğinin kırılmasına neden oldu. Yaşlı Avrupa kendi içinde “öteki” insanlara hem yaşama hem temsil hakkı verdi. Azınlık ve etnik kavramları önem kazandı. Eski İngiliz kolonilerinden meydana gelen ABD, artık Batı’nın patronu olmuştu. Bu, modernitenin kırılıp postmodernin doğuşu demektir.


Bu kadar sıkıcı tarih bilgisi yeter! Bugüne dönelim. Bugün artık gerçek tamamen değersizdir. İşin doğrusu gerçek parçalanmakla kalmamış, değerini de kaybetmiştir. Gerçekliğin kaybolması ile modernitenin başında tesis edilen ülke ve ulus kavramları da değişti. Küreselleşme ulusal sınırları kaldırırken bir yandan da etnik kimlikleri kişinin kendisine indirgedi. Kurduğum cümlenin ne kadar uzun ve tafsilatlı bir konu olduğu biliyorum. O yüzden kısaca açıklamaya çalışacağım: Eskiden uluslar ait oldukları ülke sınırlarında belirli hukuk ölçütlerine bağlıydı ancak gittikçe sınırlar etkisini yitirdi. Bir Afyon/Emirdağ ya da Yozgat/Sorgun doğumlu Avusturya vatandaşı, Şırnak ya da Erbil doğumlu bir PKK sempatizanı ile Viyana’nın göbeğinde kanlı bıçaklı kavga edebiliyor ya da Fransa’da Mağripliler ile Çeçenler savaşabiliyorlar. Bütün bunlardan çıkarmamız gereken, dünyanın yeni bir Kavimler Göçü çağı ya da başka bir adlandırma ile yeni Orta Çağ yaşadığıdır.


Güncel siyaset olarak ise ABD de yorulmuş ve kendi tarihsel iç hesaplaşmasına girmiştir. Bunun yanı sıra eski çağların tanım ve unvanları tekrardan sahiplenildi. Türkiye’nin Osmanlı mirasını sahiplenmesi, Rusya’nın Bizans mirasçısı olduğunu ima etmesi, devrim öncesi İran’ın Persepolis’in kuruluşunu anması, son olarak Çin’in İpek yolunu canlandırma çabası aslında “modernitenin lineer tarih akışı fikrinin çözüldüğünün” bir göstergesidir.


Yazının sonuna gelmeden önce doğa kavramının yeni anlamlandırılmasını konuşmamız lazım: Bugüne dek tüm dinler ve anarşizm harici ideolojiler doğayı insanın elinde bir enstrüman olarak görüyordu ancak gittikçe doğanın kendi bilinci olduğunu kavramaya başlıyoruz. Merkeze insanın alınmasının ne kadar yanıltıcı olduğu artık aşikârdır ve fark edilmelidir ki insan, doğanın içinde diğer canlılarla aynı süreci yaşayan bir canlıdır.

Berat Şendil