Cumhuriyetin yüzü ağır ağır Orta Doğu’ya dönüyor. Katar, en yakın olduğumuz ülke. ”Eurovision’a bu sene Tarkan mı gidecek?” konulu tartışmaların arkasından Avrupa Birliği Uyum Yasaları ya da Kopenhag Kriterleri haberleri gelmiyor artık.

Refah gömleğine çıkartıp laik, sosyal, liberal, batıya dönük muhafazakâr bileşenlerin birlikte kurduğu parti 18 yıldır iktidarda. Zaman içerisinde bu ittifak yapısının bağlayıcı, ortak sesleri önemseyen özneleri geri plana atıldı. İktidarın medya şövalyelerinin yüz hatları gittikçe gerildi ve meymenetsizleşti. Artık çok sinirliler ve öfkeleri, komşularını öldürmek için liste yapacak cinnete kadar evrildi. Radikalleşen düşünceleri ”Mağazalar beni ibne yapmaya çalışıyor!” çağrılarını içerir oldu. (Sanki Sauron dünyasını anlatıyorum.)

Özellikle 2010 sonrası hızla kutuplaşan ülke dinamiklerinden nemalanan ve iktidar için her aracı haklı kılan yapının, mevcut tek sesli ve hoşgörüsüz hâline gelmeden önceki hâliyle şimdiki hâlinin farklarına dair incelemeler ve değerlendirmeler uzun yıllar gündemde kalacaktır.

Yeni bir kuşak… Ellerinde tabletleriyle internet aleminin içine doğan bu insanlar, konuşurken sözlerini sakınmıyorlar. Kendi akranlarıyla oynadıkları oyunlarda uluslararası temaslarda bulunabiliyorlar. Dünyanın çok farklı yerlerinden, hiç görmedikleri dostlar edindiler. Yaşadıkları hayatın kalitesini karşılaştırabiliyorlar. Sosyal medya düzenlemesinin ardından gelecek daha ağır hak ihlallerinin önünü açmak için kullanılacağını da gayet iyi biliyorlar.


Gençlerin karşısına sosyal medya ve Netflix kısıtlamalarıyla gelmek ne sağlar?

Müthiş bir hata var ortada. Gelecek seçimi kazanmak adına kendi içinde safları sıklaştırmak isteyen siyasi gelenek, en az 100 yıllık kuyusunu bizzat kendisi kazıyor. Kısıtlamaların, özgürlüklerin ve pahalılığın partisinin iflas etmiş siyasi geleneği, şimdilerde kırsal-kasaba köklerindeki mukaddesata oynuyor. Ayasofya düzenlemesi ve bugün icra edilecek eylemler de tamamen bu kökle ilgili.

Halkın çözümünü istediği ilk 5 sorun arasında, Ayasofya kaçıncı sırada yer alıyor?

Ortada bir sorun da yoktu…

Ayasofya, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin ”cami” tapu kayıtlı, mirasçısı olduğu devletten devraldığı büyük bir zafer sembolüdür. İçerisinde namaz kılınan bir bölümü de vardır.

İstanbul’un ikinci fatihi olmasaydı sanki ortada Ayasofya kalacakmış gibi, söz konusu düzenleme, her zamanki gibi Mustafa Kemal Atatürk ile bir hesaplaşma aracı olarak kullanıldı. Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu; oy güdümlü, ”anı yaşayanların” hakaretlerine uğradı. ”Zincirler kırıldı!” sloganıyla, Atatürk’ün Ayasofya’yı İslam’dan aldığı düşüncesi(!) sıklıkla vurgulandı.
Ayasofya’nın müzeden camiye çevrilmesi, ülkemizin herhangi bir sorununa herhangi bir çözüm değil. Hâlihazırda tapusu cami olan evrensel bir kültür mirasının ”Zincirler kırıldı.” sloganıyla açılmasının, geçim sıkıntısı altında her gün un ufak olan insanımıza bir merhem olması da zaten mümkün değil.

Gençleriniz AB ülkelerine gitme planları yapıyorsa hayat standartları oradaki akranlarından binlerce kere daha “kötüyse” işte o zaman bir medeniyet mücadelesini kaybetmişsiniz demektir.

Ana vatanın çocuklarını ve onların hayallerini kaybetmemiz, Ayasofya’nın sanki haçlılardan geri alınmış iması ve makyajıyla açılışından çok daha önemli bir sorundur. Gençlerini, insanlarını memnun edemedikten, hak ettikleri gibi yaşatamadıktan sonra Ayasofya’nın camiye çevrilmesi karşılıksız ve çaresiz bir hamle gibi duruyor.

Diğer yandan muhalefet… Mevcut iktidarın ve onun prensiplerinin daimi el freni olan bu partilerin bakışı daha da acınasıydı. ”Aman bizi gayrimüslim görmesinler!” telaşı, ”Ben de Müslümanım, çok şükür!” cümleleriyle başlayan uzun ve gereksiz savunmalara neden oldu.

Ve kadın cinayetleri…
Cezaların ıslah aracı olarak kullanılması ve caydırıcılığının tek başına suçlarını engellemeyeceği ceza hukuku sistematiği ve bakış açısı için artık tartışılamayacak kesinlikte bir konudur. Bununla birlikte, her katilin, katil olmadan önce, kendisiyle eylemsel birlikteliği haiz kişilerin aldığı cezalardan yüz bulması tartışılması gereken bir konu olarak önümüzde duruyor. Özellikle son 20 yılda kültürel kodları gittikçe kabalaşan, mafyalaşan ve zarafetin vasata terk edildiği bu topraklarda, ilk ve acil olarak yapılması gereken şey yaptırımları ağırlaştırmak olmalı.
Uygulamada şiddet mağduru kadın müvekkillerimiz için yaptığımız savcılık şikâyetlerinin kopyala yapıştır ”kovuşturmaya yer olmadığı” kararı ve dilekçemizin dahi düzgün okunmadığını açıkça ele veren gerekçeleri, toplumun hukuk ve adalet anlayışını zedelerken yargı sistemine ve uygulayıcılara karşı duyulan güveni de Cumhuriyet tarihinde hiç olmadığı kadar aşağılara çekiyor.
Kısa bir örnek:
Müvekkilimizin evi boşanma aşamasındaki eşi tarafından uzaklaştırma kararı olmasına rağmen öğle saatlerinde basılıyor; gelen polis ekipleri ”Bir daha olursa ararsın bizi.” diyip gidebiliyor. Çağrımız ve telefondaki kavgaların ardından eve tekrar gelen polis ekipleri artık müvekkilimizin şikâyetini işleme almak zorunda kalıyor. Polisin. ”Kapsına gece gündüz adam mı dikeyim!” şeklindeki vahim ve hukuktan bihaber savunması, kendisini alınan kararların uygulayıcısı değil de sanki karar alıcısı gibi görmesinden kaynaklanıyor. Hoş, savcılık ve mahkeme, yani karar alıcı makamında oturanlardan, 3 günlük zorlama hapsi kararını güç bela alabilince, sorunun sistemin her yerinde olduğunu daha iyi kavrıyorsunuz.
Tartışılması gereken şey kesinlikle “İstanbul Sözleşmesi” değil.

Burak Turan

İçimin içime sığmayıp bahara kucak açtığı an,

Varlığım aidiyet buldu coğrafya dâhilinde

Yaşamak anlam kazandı otoritelere inat

Keşke yalnız düşlerimde kalsaydın.

İçimin içime sığmayıp Galata’dan süzüldüğü sabah,

Seni ve insanlık bahsimi sorguladım,

Davalardan savuşamadı hâlet-i ruhiyem,

Keşke yalnız karşılaşmış olsaydık.

İçimin içine sığmayıp rıhtımdan kanatlandığı gün,

Yaşamak bahsinden martılara söz açtım.

İnatçı ve tamahkâr gözyaşlarınla, yıkadım bütün sokaklarını şehrin

Keşke yalnız konuşmuş olsaydık.

İçimin içine sığmayıp kavgalara tutuştuğu o gece,

Yer ile göğün arasında bir yerlere sıkıştım.

Ruhum terk eyledi senin bedenini,

Keşke yalnız sana aşık olsaydım.

İsa Tekin

Güne yine, bir erkek tarafından işlenmiş kadın cinayeti haberi ile başladık.[1] Muğla’nın Ula ilçesi Akyaka Mahallesi’nde 5 gündür kayıp olan genç hanım, bir erkek tarafından cinayete kurban gitmiştir. Bıçak kemiğe ne kadar dayanırsa dayansın, ne kadar “Artık yeter!” denilirse denilsin, “Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu”nun verilerine[2] göre bu yılın ilk 6 ayında 146 kadın cinayeti işlenmiştir. Katledilen kadınlar, birlikte oldukları erkek, evli olduğu erkek, oğlu, kardeşi, babası, eskiden sevgili olduğu erkek, tanıdık biri veya akrabası tarafından silahla, kesici aletle, boğularak, darp edilerek ve yakılarak öldürülmüştür. Bu cinayetlerden sadece 2’si tanımadıkları kişi tarafından gerçekleştiriliyor.[3] Evde, sokakta, arabada, otelde, arazide, iş yerinde ve  ıssız yerde işlenen bu cinayetler dur durak bilmeden var gücüyle artarak devam etmektedir.

Tarif edilmesi mümkün olmayan fiziki, psikolojik ve cinsel şiddete maruz kalan kadınlarımız için uygulanması gereken “Kadınlara Yönelik Şiddet ve Aile İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye İlişkin Avrupa Konseyi Sözleşmesi”nin[4] kadınlarımız için ne kadar önemli olduğu gün yüzündedir. İstanbul Sözleşmesi ile “Ailenin Korunması ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesine Dair Kanun”un uygulanmaması ve kendi lehlerine olacak şekilde değiştirilmesinin hoş görülecek tarafı yoktur.

Türk aile yapısını yıkıyor bahanesi ile zorla evlendirme, psikolojik şiddet, taciz amaçlı takip, fiziksel şiddet, cinsel şiddet, kadın sünneti, kürtaj ve kısırlaştırmaya zorlamak ile cinsel taciz vakalarının önlenmesine yönelik uygulanması gereken kanun karşıtları, bunları destekledikleri için mi Türk aile yapısını bahane etmektedir? Türk örf ve âdetlerinde bunların maruz görülecek yanı yoktur. Kendilerine yapılması hâlinde şiddetle tepki gösterecekleri konularda kadınların her gün maruz kaldığı veya kalabileceği bu eylemler sebebiyle kadınları suçlamak yerine bu suçları işleyenlerin inceleme altına alınması gereklidir. Çocukluktan bu yana erkeğin, cinsel organını yücelten söylemler, genç yaşlarda kaç kızla cinsel ilişkiye girdiğini övünerek anlatması ile çevresinden onun gururunu okşayıcı ve telkin edici sözlerle önceden gerçekleşen eylem, silsile hâlinde pek çok kişiye yönelik şekilde uygulanmaya devam etmektedir. Bu silsile hâlinde gerçekleşen çocuğa karşı yapılan cinsel istimara örnek verecek olursam Melis Alphan’ın haberine[5] bakmanızı öneririm. Cinsel istismar olayını ortaya çıkaran Zeynep öğretmenin yaşadıklarını okuyabilirsiniz. Umarım bu olay tüm yanlarıyla aydınlatılır da daha fazla çocuğun cinsel istismara uğramaması adına nelerin yapılacağı Türkiye Büyük Millet Meclisi başta olmak üzere tüm resmî kurumlarca araştırılır.

Kız kardeşiniz, kız arkadaşınız, sevgiliniz, nişanlınız, eşiniz veya anneniz ömrü boyunca ev içi veya ev dışında[6] yaşadıkları şiddetin kaçta kaçını sizlere anlatmıştır. Bir insan olarak sevdiğiniz kişinin maruz kalacağı bu tür suçlar için “nedenli” öfkeye sahip olabileceğinizi tahmin ediyorum. Bu da demek oluyor ki suç sadece size veya tanıdıklarınıza karşı değil başkalarına karşı yapılınca da suçtur. Şahsi menfaatler uğruna ülkemizde yaşanan 41 milyon 433 bin 861 kadını[7] etkileyecek yanlış adım atmak hatalı olacaktır.

Bugün katledilen Pınar Hanımefendinin acısını en çok ailesi taşıyacaktır. Türk Hukuk Sistemi’nin, Türk aile yapısını yıkmaya alenen teşebbüs eden kadına yönelik suçların failleri hakkında birilerinin haksız serzenişleri yerine, binlerce yıldır süregelen, milletimizin gelecek kuşaklarını korumak adına failler hakkında uygulanacak sert ve indirimsiz önlemleri alması vazgeçilmez olmuşsa Türk Hukuk Sistemi, kadınlarımızın güvenliğini sağlayacak yolda tedbirler almalıdır. Bir kişiye yönelik gerçekleşen suçun, aynı sınıftaki tüm bireylere karşı gerçekleşme ihtimali vardır.

Mağdurun tüm bilgileri, fotoğrafları sosyal medya ve basın yoluyla servis edilirken, failin isminden dahi bahsedilmemesi değiştirilmesi gereken bir konudur. İşlenen suçlarda failin, suçu sabitken ya da suçu itiraf etmesine rağmen isim ve fotoğrafının gizlenmesine devam edilmektedir. Basının yaptığı hatalardan biri de işlenen cinayeti tüm çıplaklığıyla anlatırken etik değerleri ve mağdurun yakınlarının vicdanını göz ardı etmesidir. Bu yapılırken benzer suçları işleyecek kişilere yol gösterildiğinin farkında değildir. Ayrıca işlenen cinayetlerden “aşk veya namus cinayeti” olarak bahsetmek bir başka hatadır. Basına düşen görev, bu işin uzmanlarından ve kadınlar için mücadele eden vakıf ve derneklerden yardım alarak nasıl haber yapabileceklerinin araştırmasıdır. Kadınları ilgilendiren konularda program yapılırken kadınlara söz hakkı verip yayınlara çıkartmalıdır.

Sinema filmi ve dizi çeken yapım şirketleri, yapımcılar kadın ve çocuklara karşı istismar, taciz ve tecavüz görüntülerine yer vermemelidir. Birkaç saniye içinde gözümüzün önünden geçen sahneler kadına ve çocuğa yönelik istismarın ne kadar kötü olduğunu düşündürmeyecektir. Suç işleme kastı olana yol göstermek yerine kadın ve çocuklara nasıl iyi davranılacağı üzerine sahnelere yer verilebilir.

Çocuk, genç ve yetişkin kitleye hitap eden yayınevlerinin, basımına öncülük ettikleri eserlerin seçimine ve yazılanlara dikkat etmesi önemlidir. Her yayımlanan eser herkes tarafından okunamadığı için içerisinde başta çocuk olmak üzere onu istismar edecek yazılardan kaçınmalıdır. Ticari kaygı güden kurumlar bir nebze olsun hassas davranmalıdır.

Kamu kurumlarına gelecek olursak fiziksel, psikolojik ve cinsel istismara maruz kalan vatandaşların psikolojik ve hukuki destek alabilmesi adına belediyeler, valilikler, kaymakamlıklar, barolar bakanlık eliyle her birimin kendi bünyesinde oluşturacağı irtibat büroları ile İstanbul Sözleşmesi’nde yer alan suçlara karşı yardımcı olabilirler. Kadının gece sokağa çıkması tehlikeli ise kolluk kuvveti gece sokağa çıkmanın güvenli olduğu yönde tedbirler almalı, karanlık sokaklar aydınlığa ulaşmalı, iş ve toplumsal yaşamda kadının hakkı gözetilmeli ve her eylemde kadını suçlayıcı kulp bulmak yerine toplumda erkeğin suç işlemesini önleyici yollara başvurulmalıdır. Hiçbir kadın açık olduğu için tecavüz edilmeyi, erkeği reddettiği için şiddet görmeyi, gece gezdiği için sözlü tacize uğramayı hak etmemiştir. Son fail hakkında adalet tecelli edene kadar katledilen mağdurların ruhu huzur bulmayacaktır.

Mahallemizin, köyümüzün, ilçemizin, kurumumuzun adı lekelenmesin, yerel veya ulusal basında kötü haberimiz çıkmasın düşüncesi ile üstü örtülmeye çalışılan her istismar, mağdurun hayatını etkileyecek ve istismarı bilip gizleyen çevrelerce de istismar ayyuka çıkana kadar sürdürülecektir. Her Türk vatandaşı sağlıklı, huzurlu ve güvenli şekilde yaşama hakkına sahiptir.

Son söz olarak Ece S. Doğan’ın kadın cinayetlerinin politikliği hakkında yazısını[8] okumanızı öneririm. Politikacıların kadınlara karşı söylediği sözlerin kitleleri nasıl benzer şekilde yönlendirdiğini, koruma talebi sırasında öldürülen kadınları nasıl da koruyamadığımızı gösteriyor.

*Bu yazımda yer alan fikirler şahsıma aittir ve 30eksi’nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.

Salim Sağ

—Dipnotlar—

[1] Independent Türkçe, “Kayıp üniversite öğrencisi Pınar Gültekin’in cesedi bulundu” (Erişim 21 Temmuz 2020).

[2] Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu, “Veriler” (Erişim 21 Temmuz 2020).

[3] Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu, “Mayıs 2020 Raporu” (Erişim 21 Temmuz 2020).

[4] Council Of Europe, “Kadına Yönelik Şiddet ve Aile İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye Dair Avrupa Konseyi Sözleşmesi” (Erişim 21 Temmuz 2020).

[5] Artı Gerçek, “Anadolu Lisesi’nde istismarın üstü mü kapatıldı?” (Erişim 20 Temmuz 2020).

[6] Aile içinde yaşanan şiddetin dışında tanıdık-tanımadık kişilerce ev içi ve ev dışında maruz kalınabilecek her türlü psikolojik, fiziksel ve cinsel şiddet için bu terim kullanılmıştır.

[7] Türkiye İstatistik Kurumu (TUİK), Adrese Dayalı Nüfus Kayıt Sistemi Sonuçları (2019).

[8] 30eksi, “Kadın Cinayetleri Politiktir” (Erişim 21 Temmuz 2020).

—Kaynakça—

30eksi. “Kadın Cinayetleri Politiktir”. Erişim 21 Temmuz 2020. https://30eksi.com/2019/09/18/kadin-cinayetleri-politiktir/

Artı Gerçek. “Anadolu Lisesi’nde istismarın üstü mü kapatıldı?”. Erişim 20 Temmuz 2020. https://artigercek.com/yazarlar/melis-alphan/anadolu-lisesi-nde-istismarin-ustu-mu-kapatildi

Council Of Europe. “Kadına Yönelik Şiddet ve Aile İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye Dair Avrupa Konseyi Sözleşmesi”. Erişim 21 Temmuz 2020. https://rm.coe.int/1680462545

Independent Türkçe. “Kayıp üniversite öğrencisi Pınar Gültekin’in cesedi bulundu”. Erişim 21 Temmuz 2020. https://indyturk.com/node/214471/haber/kay%C4%B1p-%C3%BCniversite-%C3%B6%C4%9Frencisi-p%C4%B1nar-g%C3%BCltekinin-cesedi-bulundu

Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu. “Veriler”. Erişim 21 Temmuz 2020. http://kadincinayetlerinidurduracagiz.net/kategori/veriler

Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu. “Mayıs 2020 Raporu”. Erişim 21 Temmuz 2020. http://kadincinayetlerinidurduracagiz.net/veriler/2915/kadin-cinayetlerini-durduracagiz-platformu-mayis-2020-raporu

TÜİK, Türkiye İstatistik Kurumu. Adrese Dayalı Nüfus Kayıt Sistemi Sonuçları (2019). http://www.tuik.gov.tr/PreHaberBultenleri.do?id=33705

Bana iyi diyen dostlar,
Kurban olayım demesinler
İyi dediğin kısa yaşarmış 
Beni bu genç yaşta öldürmesinler
Akan sular geri çevrilmiş mi hiç?
Giden günler gelmiş mi hiç ?
Kul hata etmiş de  Hak affetmemiş mi hiç?
Gençlikte beni can kaygısına düşürmesinler
Girsem cenk meydanına da yağıya ateş salsam
Kürsülere çıksam, kamu aleme sövsem saysam
Gül bahçesi gibi güzel bahçesinden güzel seçsem
Hak divanında  kardeş, başımı eğik etmesinler
 

Gelecek kaygısıdır gönülleri kan eden
Dostun sesidir bizi kötüden çıkarıp has eden
Bir toprak üstüne  de beyazdan  saten 
Bizi anadan babadan ayrı koymasınlar
Berat böyle gider dünyanın işi
Dünya dünya değil  deve dişi
Bir dişi canda gör kendini 
Sevdiğimin gözünü yaş etmesinler 
Berat Şendil

Yeni Lisan makalesi, 11 Nisan 1911’de, 15 günde bir çıkan ve Milli Edebiyatın başlangıç noktası olarak kabul edilen Genç Kalemler Dergisi’nin ilk sayısında bizzat Ömer Seyfettin tarafından kaleme alınmış, Selanik’te yayımlanmıştır. Makalenin yazılması ve okuyucuya sunulmasıyla birlikte büyük tartışmalar çıkmış, insanlar, dilde öze dönmeyi ve sadeleşmeyi savunan bu hareketi eleştiri yağmuruna tutmuştur. Yeni Lisan makalesi, “Eski Lisan”, “Edebiyatımız”, “Milli Edebiyatımız”, “Şarka Doğru”, “Garba Doğru”, “Bugünküler”, “Hastalıklar”, “Tasfiye”, “Nasıl?”, “Milliyete Doğru”, “Tasfiyet Sarfı”, “İsimler ve Sıfatlar”, “İmlâ”, “Gâye”, “Ey Gençler” adlı 15 alt başlıktan oluşmaktadır. Makalenin temel yapısı şöyledir: Ömer Seyfettin önce bir durum tespiti yapmıştır, konu ile ilgili yanlışları, eksiklikleri belirlemiştir. Ardından bu tespitleri ile ilgili yapılması ve yapılmaması gerekenleri anlatmış, sonrasında yapılması gerekli olanların nasıl yapılacağı üzerinde durmuştur. En sonunda da çok mühim olan bu meselede, yapılması gerekenlerin kim tarafından yapılacağını anlatmıştır.

Ömer Seyfettin makaleye eski lisanın ne olduğunu anlatarak başlar. Eski dilin, artık konuşulmayan ve yalnızca kendisini düşünenlerin zevk ve idrâkine hizmet eden bir “külüstür” olduğunu söyler. Bu eski dilin tarihi, Türkler’in Anadolu’ya göç etmeleri ve bununla birlikte farklı kültürlerle ilişkiye girmeleri ile başlar. Bu göç sırasında Arapça ve Farsça birçok kelime Türkçe’ye dahil olmuş, bu durum İslamiyeti kabul etmemizle beraber artmıştır. Ömer Seyfettin bu cihetten bir gelişmenin dile çok zararı olmadığını düşünür fakat buna karşılık olarak, edebiyat ve sanat dünyasının süslenme arzusu, yabancı dillerden kuralları da Türkçeye getirmiş, dilimizin kendine özgü dengesini bozmuştur. İşte bu derginin ve makalenin yegâne amacı, dengesi bozulmayan eski Türkçeye geri dönebilmektir.
“Edebiyatımız” başlığında, bizim edebiyatımızın birbirinden farklı devreler geçirmediğini, bu devrelerin hepsinin birbirleri ile bağlantılı olduğunu söyleyen Ömer Seyfettin, bu bağlantılı devreler arasındaki ortaklığın “tabiata muhalif olma” olduğunu belirtir. Edebiyat tarihini yazanların mecburiyetten ve taklit duygusuna yenik düşmelerinden dolayı farklı adlandırmalar yaptığını söyler. Edebiyat tarihini çok genel olarak ikiye ayırır:
1- Şarka Doğru: İran
2- Garba Doğru: Fransa
Ömer Seyfettin bu iki yöne doğru gidenleri birbiri ile denk bulur. Çünkü herkesin bu taraflara yönelmelerinin temelinde şöhret olma ve iktidarlarını teyit etme vardır. Eskiden Türkçe divana sahip şairlerin mutlaka Farsça divan yazmalarını ihmal etmemeleriyle, şimdiki gençlerin Fransızca öğrenip manzumeler ve piyesler çevirmesini, bunlara rehabet göstermesini bir tutar. Bununla birlikte ona göre milli bir edebiyatımız da yoktur, oluşamamıştır. Bunun büyük nedeni içtimaî hayatımız ve “tesettür”dür. Çünkü edebiyatın temelinde şiir ve hayal sanatı vardır ve şiir dediğimiz şey çoğu zaman aşka ve sevişmeye dayanır. Araplar kadınlarla daha kolay iletişime girmiş, daha kolay muaşaka etmişlerdir. Onlara nazaran bizim İslamiyet anlayışımız kadınlarla erkekleri birbirinden katı kurallarla ayırmıştır. Hakiki aşklar yaşayamayan şairlerimiz, hayalleri ile sevişmeye başlamışlardır. Bu da beraberinde yapaylığı getirmiştir. Yazar, “eskiler” olarak nitelendirdiği ve temelini İran taklitçiliğine dayandırdığı bu grubun son temsilcisi olarak Muallim Naci’yi görür. Batı’ya ve Fransa’ya yönelen ve onları taklit edenleri “dünküler” olarak nitelendiren yazar, bunların artık taklidin ötesinde Fransız yazarların eserlerinden aşırmalar, birebir kopyalamalar yaptığını söyler. Bu isimler bizim milletimize, milli zevk ve hissimize tamamen ters düşen Fransızca şiirler yazmışlardır. Ömer Seyfettin bu aşırmaya örnek olarak da Tevfik Fikret’in Rübab-ı Şikeste isimli şiir kitabını verir:

“ … yalnız çalmışlar, çalmışlar, çalmışlar, eserlerinin isimlerini bile Fransızcadan aynen aşırmışlardır. Zira bir gün elinize Emile Bergerac imzalı bir kitap geçer ve isminin Lyre Brisee (bu kitabın ismi Kırık Saz mânâsına gelir) olduğunu hayretle görürseniz o vakte kadar zihninizde büyüttüğünüz Fikret’in meşhur kitabına kendiliğinden bir isim bulamayarak şu ufacık terkibi bile Fransızcadan aşırmağa mecbur kaldığına müteessir ve müteessif olursunuz.”[1]

Yazara göre Servet-i Fünuncular, Tanzimat’la birlikte başlayan sadeliği öldürmüşlerdir, konuşma dili ile yazı dilini birleştirmek bir yana dursun, bu ikisini birbirinden kilometrecelerce uzağa ayırmışlardır. Eski dildeki hiçbir sorunu gidermemişler, yalnızca tür adlarını –kaside, gazel, müsemmes vb.- değiştirip yerine soneleri kullanmışlar ve ortaya dağınık bir “salon edebiyatı” çıkarmışlardır. Yazar tespitlerine Bugünküler başlığı altında Fecr-i Âti topluluğunu da dahil eder. Ona göre bu topluluk da dünkülerin bir devamı olmuş, onları taklitten öteye gidememişlerdir. Fakat yine de bu kısmı okuduğumuzda Ömer Seyfettin’in umudunu bu yazarlardan koparmadığı görülmektedir. Ne zamanki bugünküler eski dili taklit etmeyi bırakacaklardır, işte o zaman bize ait yeni bir dille milli edebiyat doğacaktır.

Ömer Seyfettin genel bir kroki çizdikten ve durum tespitini yaptıktan sonra bugüne kadar millî bir edebiyat oluşturamadığımızı söyler. Çünkü millî bir edebiyat için yerli ve millî bir lisan gereklidir. Ömer Seyfettin’in bu tespiti gerçekten de doğrudur. Eğer millî bir edebiyat ortaya koymak istiyorsak bunu asırlardır var olan kendi dil, kültür ve geleneklerimizden beslenerek yapmamız gereklidir. Eski lisan hastadır, hastalıklarıysa içindeki gereksiz Arapça ve Farsça kaidelerdir. Bu hastalıklardan kurtulmadan da yerli ve millî bir edebiyat yapmak, kitaplar basıp bunları satmak da oldukça zordur. Yazar bu hastalıklardan nasıl kurtulacağımızı da söyler. Bu hastalıklardan kurtulmamızın yolunun tasfiye yapmaktan geçtiğini belirtir. Ömer Seyfettin bu tasfiyede alışılmış olan Arapça ve Farsça kelimeleri dışarda tutmamız gerektiğini söyler. Klişe olmuş, dilimize yerleşmiş kelime ve terkipler dışında gereksiz olan her şeyi dilimizden çıkarmamız gerektiğini ve yazı diliyle konuşma dilini birleştirmemiz gerektir. Ancak bunu başarabilirsek edebiyatımızı ihya etmiş oluruz. Bu tasfiyenin nasıl olacağının cevabını da verir Ömer Seyfettin, sadece biraz fedakârlıkla… Arapça ve Farsça terkiplerin sadece süs için yapıldığını söyleyen yazar, Türkçe terkip yapabileceğimizi de söyler. Bu süsten vazgeçmek gereklidir. Bu süsten vazgeçebilecek olanın ise bugünkü gençler olacağını ekleyen yazar şöyle der:
Eserlerimiz yaldızlı mukavvadan bir heykel olmasın, fikre, hisse ehemmiyet verelim. Yazılarım sâde, beyaz, muhteşem, kavî, ebediyete namzet, mermerden âbideler olsun!”

Ömer Seyfettin tüm bunlardan sonra “Tasfiye Sarfı” başlığında neler yapmamız gerektiğini anlatır. Bunları maddeler halinde sıralar:

1) Dilimize yerleşmiş olan, artık Türkçenin mahsülü olmuş olanlar hariç Arapça ve Farsça tüm terkipler atılacak.
2) Arapça ve Farsça tüm cem’ edatları atılacak ve sadece Türkçe cem’ edatları kullanılacak. İhtimâlat, mekâtib vb. yerine ihtimaller, mektepler yazılacak. Fakat yine dilimizde tabii hale gelmiş olanlar –kâinat, ahlâk, müslüman- ayrı tutulacak ve kullanılmaya devam edilecek.
3) Diğer Arapça ve Farsça edatlar da atılacak. Yine Türkçeleşmiş olan ama, şayet, şey, keşke, lâkin, nâşi, hem, hemen, bari, yani gibileri müstesna olacak ve kullanılmaya devam edilecek.

Genel hatlarıyla sade olan bu maddeleri sıralayan Ömer Seyfettin, bunları yaptığımız taktirde edebiyatımızın ve dilimizin millî olacağını belirtir. “İsimler ve Sıfatlar” ve “İmlâ” başlığı altında ise maddeleştirmemiş olsa da yapmamız gerekenleri metnin içine dağıtarak bize sunar. Biz bunları da daha kolay anlaşılması açısından maddeler haline getirelim:

4) Arapça ve Farsça nispet mânâsına sahip olan sözcüklere genellikle sıfat demek gerekir.
5) Arapça ve Farsça sözcüklerin imlâları kesinlikle olduğu gibi korunacak; Türkçe sözcüklerin imlâsında ise şimdilik “imlâ harfleri” kullanılanılacaktır ve bu konunun kesin çözümü zamana bırakılmalıdır.
6) Bu hareketi ve millî bir lisanı yaratmak için bahsedilen bu beyaz, tertemiz lisanla makaleler yazılmalı, çeviriler yapılmalı ve çok çalışılmalıdır.

Ömer Seyfettin yapılacakları dile getirdikten sonra bunları kimin yapacağı konusuna da değinir. Ona göre böyle önemli ve köklü bir değişim ancak yeniliğe açık olan beyinlerce yapılabilir. Bunu “eskiler” yapamaz çünkü hiçbir “ihtiyar” kendi mezarını kazmak istemez. Bu eskiler diye nitelendirdiği grup kesin olmamakla birlikte Servet-i Fünunculardır. Bu yenilikleri yapması için Hükûmet ve Maarif Nezaretine bırakmak büyük hata olacaktır. Siyasette yeterli olsalar da bilim ve fen konusunda oldukça geri olan bu kişiler beklenirse bu iş çok uzun sürecektir. Ömer Seyfettin bu görüşlerini yedinci Yeni Lisan makalesinde değiştirmiştir. Herkesin bu konuda yapabileceği bir şeyler olduğunu düşünür. Bu yazının başlığı ise “Yeni Lisan ve Hüseyin Cahit”tir. Ayrıca bu yazıda Maarif Nezaretinden bazı istekleri de bulunmaktadır. Bence Ömer Seyfettini ilk makalede çok kesin ve sert olan tenkitlerine bağlı kalmamıştır. Bununla birlikte incelediğimiz Yeni Lisan makalesinde yapılması gerekenleri ancak gençlerin, yani “bugünküler” olarak adlandırdığı kişilerin yapabileceğini söyler. Ömer Seyfettin, bütün  dünya tarafından siyasi ve içtimaî varlığı silinmek istenen bir milletin kurtarılması gerektiğini ve bunun ancak gençler tarafından yapabileceğine inanır. Milli bir lisan olmazsa ilim, fen ve edebiyat bugünkü gibi muammada kalacaktır. Bu muammayı bugünkü gençler, eskilerin yaptığı gibi taklitle değil özgün bir şekilde yapacaktır. Bunu yaptıkları taktirde herkes yazdıklarını okuyacak, kitapları çok satılacak ve zengin olacaklardır.

Tüm bunlardan anlıyoruz ki Ömer Seyfettin tasfiye konusunda çok katı değildir. Onu önceki muadillerinden ayıran da bu katı olmayışıdır. Çünkü Ömer Seyfettin bazı kelimelerin artık bizim mahsülümüz olduğunu, bu kelimelerle birçok deyim ve atasözü oluşturduğumuzu, onların bizim kültürümüzle bağdaştığını biliyordur. Mehmet Kaplan’ın da örnek verdiği akıl kelimesi buna en güzel örnektir. Dilimize oturmuş, artık Türkçeleşmiş kelimeleri muhafaza etme ve sadece lüzumsuz olanları, iğreti duranları, yalnız süs ve taklit için kullanılanları kaldırmak fikri oldukça mantıklıdır. Nitekim bu hareket meyvelerini yavaş yavaş vermiş ve millî edebiyatın başlangıç basamağını oluşturmuştur. Burada önemli konulardan birisi bu makalede, millî edebiyat ve sade lisan kavramları üzerinde sıkı sıkıya durulmasıdır. Ömer Seyfettin’in bu yazısı, millî edebiyat için adeta bir çağrıdır ve bu edebiyatın doğuşu için bir kıvılcım niteliğindedir.


[1] Ömer Seyfettin, Genç Kalemler, c. II, nr. 1, 11 Nisan 1911, s. 1-3

Eğitim öğretim süreçlerinin tarihsel süre içerisinde var olduğunu göz önünde bulunduracak olursak; pek tabii kültürel gelişmeler, medeniyetlerin kuruluşu ve yaşanan teknolojik gelişmeler eğitimi farklı boyutlara taşımıştır.

Yazı teknolojisinin de birtakım eğitsel süreçler sonucu ortaya çıktığını kabul edecek olursak; medeniyetlerin kuruluşu ve insanların kolektif yaşamaya başlaması eğitim kavramının nitelik ve nicelik olarak gelişmesini sağlamıştır. Kurulan medeniyetlerin zamanla gelişmesi, yapılan savaşlar, ticari faaliyetler medeniyetler arasındaki etkileşimi arttırarak toplumların birbirlerini eğitmenlerini sağlamıştır. Böylelikle bilgi, farklı coğrafyalara yayılma imkânı bulmuş ve insanlar, coğrafi koşulları da göz önünde bulundurarak eğitsel koşulları geliştirmiş ve eğitim kavramı kurumsal bir yapıya bürünmeye başlamıştır.

Nitekim İsa’nın doğuşundan sonra eğitim kurumlarının varlığı ve çeşitliliği artış göstermiş, bu artış günümüze kadar gelmiş ve yarınlarda da devam edecektir.

Uzaktan eğitim tarihini anlamak, uzaktan eğitim için birden fazla tarihsel yolculuk olduğunu ve uzaktan eğitimin evriminin kolayca gerçekleşmediğini gösterir. Günümüzde eğitim yeniliklerinin uygulanması ve kabul edilmesinde karşılaşılan aynı sorunların çoğuyla, insanlık tarihi boyunca uzaktan eğitim nedeniyle karşı karşıya kalınmıştır. Uzaktan eğitimin tarihi “yazışma” şeklinde 1700’lerin başına kadar izlenebiliyor. Daha önceki tarihlerde nispeten buna benzer uygulamalar da görülmektedir. Ancak teknolojiye dayalı uzaktan eğitim, en iyi görsel, işitsel cihazların 1900’lerin başında okullara girişi ile gelişme göstermiştir.

İlk eğitim filmi kataloğu 1910 yılında Reiser tarafından ortaya çıktı ve 1913’te Thomas Edison, filmin icadı nedeniyle okulların önümüzdeki 10 yıl içerisinde tamamen değişeceğini söyledi. Ancak bu öngörünün gerçekleşmesi için ciddi bir zamana ihtiyaç vardı. Eğitim medyası 1920’de, birçok sınıfta olduğu gibi slaytlar ve hareketli görüntüler şeklinde birçok uzatma programı ile tanıtıldı, uzaktan eğitim tarihi izlenmesinde, televizyonun bir öğretim aracı olarak tanıtılması yazışma eğitimi geleneğinin dışındaki teorisyenler ve uygulayıcılar için önemli bir giriş noktası olarak görünür, yazışma çalışması ve öğretim medyası için paralel yollar ortaya çıkar. Bu konuda Iowa Üniversitesi uzaktan eğitim adına çeşitli uygulamalar geliştirmeye çalışır. Bunlardan bir tanesi radyo üzerinden eğitim vermek, diğeri ise uzaktan öğretim kurslarının oluşmasını sağlamaktı. Sonrasında ise kullanılan görsel ve işitsel materyaller, eğitimdeki ilginin artmasına olanak sağladı ve savaştan sonraki 10 yılda uzaktan eğitime dair araştırma programları oluşturulmaya başlandı. Bu çalışmaların çoğu, öğretim ortamlarının sınıf öğrenmesini nasıl etkilediğine ilişkin teoriyi anlamaya ve üretmeye yöneliktir. Ülkemizde ise uzaktan eğitime dair ilk çalışmalar Anadolu Üniversitesi’nin öncülüğü ile başlamış ve günümüze kadar önemli gelişmeler kaydedilmiştir.

Salamon ve Clark, öğretim araçlarının değil, öğretim stratejilerinin etkili öğrenme anahtarı olduğunu, eğitim teknolojilerinin uzaktan öğretime olan etkilerinin yadsınamayacağını ve eğitimin gelişmesi için uzaktan eğitim programlarının da takviye edici ya da eğitim programlarını geliştirici bir rol üstleneceğini belirtmiştir.

Çok yakın bir tarihe kadar eğitim kavramı genellikle tek bir perspektif içerisinde değerlendirilerek yüz yüze eğitim kavramını karşılar hâlde uygulanmıştır ancak teknolojinin gelişmesine bağlı olarak eğitim içerisine teknolojinin dahil edilmesi -ki eğitimde kullanılan ilk teknoloji yazıdır- ile eğitimin daha farklı perspektifler içerisinde gerçekleştirilmesi mümkün olmuştur.

Sanayi devrimi gibi tarihsel gelişmeler neticesinde eğitim ve öğretim süreçlerinin günümüz yapısına doğru evrildiğini görürüz. Fakat eğitim ve öğretim kavramlarının günümüz anlamının altyapısını hazırlayan önem, hiç şüphesiz Orta Çağ İslam uygarlığıdır. Özellikle Karahanlılar ile başlayan bu süreç zamanla Selçuklulara devrolmuş, Selçuklular da çeşitli medreseler yaparak eğitim kurumlarının yapılanma süreçlerine önemli katkıda bulunmuşlardır. Öte yandan Nizamiye Medreseleri o günün dünyasında en önemli eğitim kurumu hâline gelmiştir. Yine Selçuklular döneminde, medreselerde mektup yoluyla uzaktan öğretim yapılmaktaydı. Yaşanan Haçlı Seferleri ile birlikte Doğu, eğitsel yapıda Avrupa’yı etkilemiş ve yine batı dünyası ile İslam dünyasının siyasi etkileşimleri sonucunda yaşanan Coğrafi Keşifler sonrasında, Avrupa’da Aydınlanma Çağı yaşanmıştır. Böylelikle günümüz eğitim kurumları ve eğitim öğretim faaliyetleri oluşmaya başlamıştır. Nitekim teknolojik gelişmeler de bunu tetiklemiştir.

Uzaktan eğitim kavramını doğuran en önemli gelişmeler, Sanayi Devrimi sonrasında ortaya çıkmıştır. Özellikle 1830’ lardan sonra eğitim kurumları günümüz yapılanmalarına doğru yönelmeye başlamış, eğitim ve öğretim faaliyetlerinin farklı bir perspektif çerçevesinde gerçekleştirilmesi mümkün olmuştur. Pek tabi bunun oluşmasında ekonomik faaliyetlerin etken oluşu da eğitime farklı bir boyut kazandırmış, eğitime çok yönlülük vererek gelişmesini sağlamıştır. Eğitim ve öğretimin farklı ortamda yapılabileceği sonucu ortaya çıkmış, sadece binalarda değil her yerde ve her zaman dilimi içerisinde eğitimin mümkün olduğu gösterilmiştir.

Coğrafi koşullar başta olmak üzere insan hayatını etkileyecek birçok olay, başta yaşamsal faaliyetleri sekteye uğrattığı gibi eğitim ve öğretim süreçlerini de aynı orantıda sekteye uğratmaktadır. Nitekim günümüzde CoronaVirus tehlikesiyle yüz yüze kalan insanoğlu, insanlık tarihinin var oluşundan beri böylesi olaylarla karşılaşmıştır ancak günümüzdeki teknolojik gelişmeleri ve imkânları da baz alacak olursak insanoğlu, bugün söz konusu virüsün etkileri ile mücadelede daha şanslıdır. Ayrıca daha çok imkana sahiptir. Eğitim ve öğretimi sekteye uğratan herhangi bir olay ya da süreç aslında eğitim ve öğretim süreçlerine farklı bir perspektif kazandırmıştır. Eğitim ve öğretim kapalı mekanlardan taş duvarlardan kurtulup insanların farklı ortamlarda bilgi edinebilmesini sağlayan bir sürece de kapı aralamıştır. 

Bates, uzaktan eğitimde medya ile bazı dezavantajların teknolojideki son gelişmeler ile ortadan kaldırıldığına inanmaktadır. Bates, yeni teknolojilerin, daha geniş bir öğretim işlevi yelpazesi ve daha yüksek bir öğrenme kalitesi, daha düşük maliyetler, daha fazla öğrenci kontrolü, öğrenciler için daha fazla etkileşim ve geri bildirim vaat ettiğini ileri sürmüştür. Media ve yöntem meselesinin uzaktan eğitim ile ilgili olarak tartışılmaya devam etmesi muhtemeldir ancak uzaktan eğitimin diğer öğretim yaklaşımlarından farklı olduğuna şüphe yoktur. Gehlauf tarafından, öğretmenlerin interaktif televizyona kıyasla geleneksel sınıftaki öğretim dönemine tepkisi üzerine yapılan bir araştırma, daha geleneksel yaklaşımlara bağlı kalmak isteyen bir yöntemdir. Bu yöntem sonucunda, yöntemi etkili bulmadıklarını, öğretmenlerin uzaktan eğitim öğretimde, eğitim taleplerini karşılamak için çeşitli meslek içi eğitimi almaları gerektiğini belirtmiştir.

Mehmet Hakan Öztürk

bu uzayıp giden puslu günlerin akşam üstleri
gölgenle raksa durunca anladım
ben bu dünyaya sana yenilmeye gelmişim

ellerin yüzümü çalıyor
ellerin ben yüzümü ararken bir soluk bahşediyor
bir soluk atların arkasından sana yetişmeye çalışıyor
küller kıvılcım diye yalvarırken
ben sende yangınları seyrediyorum
giderek büyüyen, giderek sevgi gibi büyüyen
tavan çatlaklarının arasından bir ışık
beni her sabah sana doğru itiyor
saçlarına bir ay, bir gezegen değmiş
parmaklarının arasından yaşamak süzülüyor gençliğime
ben bu dünyaya sana yenilmeye gelmişim

bakışlarını kaçırma
bakışlarına birkaç yaşamak ve birkaç ölümüm sığıyor
bir şarkıya eşlik ediyorsun
bir pikabın iğnesi havsalamda dolaşıyor
kelimeler ağzından
dünyanın yaradılışından beri
aheste aheste dökülüyor
onları adem’den bu yana biriktiriyorum
seni dünyanın çatısında dansa kaldırıyorum
bana öfkelenen kurda ve kuşa birer masal bağışlıyorsun
göğsüme bastırdığım bir çakı oluyor gülüşün
örtündüğümüz perdeye kar düşüyor
seni görünce ay düşüyor
seni görünce güneş kaç tane ben varsa içine düşüyor
ben bu dünyaya sana yenilmeye gelmişim

birkaç şiire beş ilim yazdım
saçlarımın beş beyazı var
beşine birer bakış yaz
kirpiklerinin gölgesine asılacak birer ayet gibi
göndere çekilecek bir bayrak gibi
sallanıyorum sokaklarında
bir çıkmazdan bir başka çıkmaza
hayranlık besler gibi
o ok gibi kirpikleri kime taşıtacağını biliyor tanrı
siyah geceyi saçlarına örttüğünde
bir kere daha iman ettim
maviden bile güzel
ben bu dünyaya sana yenilmeye gelmişim

Alperen Alparslan Gözen

Değerlendirmemizin ana konusunun “Din ve Özgür Düşünce” olmasına karşın zaman sınırlamamızın “Erken Modern Dönem”de Avrupa olması nedeniyle öncelikle bahsi geçen zaman aralığının değerlendirilmesi yapılmalıdır. Amerika Kıtası’nın keşfedilmesinden (1492) Otuz Yıl Savaşları’nın sona erdiği yıla (1648) kadar geçen süreç, Avrupa için Erken Modern Dönem olarak adlandırılmaktadır.

15.yüzyılın son çeyreğinde Milli Monarşiler ortaya çıkmış, merkezî sistem ve ordu oluşturulmuştu. Modernizm uzmanları, 1789 sonrası Modern Dönem’in izdüşümlerini burada görmüşlerdi. 1789’u hazırlayan 1492-1648 yılları arası “Erken Modern Dönem”, 16.yüzyıl ve sonrası ise “Teknoloji Çağı” olarak isimlendirildi. Hıristiyanlık temelli ve parçalı siyasi yapının yavaş yavaş yerini Milli Monarşiler’e bıraktığı Avrupa’da, teb’a ve ülke kavramları ortaya çıkıyordu. Cemaat yapılanmalarının yerini alan ferdiyetçilik düşüncesi ve bireyin ön plana çıkarılması bir nevi domino taşı etkisi gösterecek, düşünce sistemi tüm dünyayı etkileyecek şekilde değişecekti. İdealizm egemenliğinde ve özellikle de kilise baskısı altında ortaya konulan eserler dinî değerlerin çerçevesinde gelişiyordu. Lakin aydınların baskıcı sisteme karşı duruşları, Hümanizma düşüncesinin yayılması, Milli Monarşiler’in inşası, Coğrafi Keşifler’in küresel etkileri ışığında artık Avrupa, Antik Dönem’den Modern Dönem’e geçişini yani Erken Modern Dönemi’ni yaşıyordu. 

Aklın ve bilimin saf dışı bırakıldığı skolastik düşünce yönteminde, tüm ana güçlerin de üstünde bulunan kilise ve dolayısıyla Papa, düşünmeye, daha doğrusu özgür düşünmeye izin vermiyordu. Halkın okuryazarlığının olmaması, baskıya karşı boyun eğmesi, dogmalarla yetiştirilmesi Avrupayı giderek karanlığa sürüklüyordu. Aforoz ve Enterdi ile korku salan kilise, Endüljans ile giderek güçleniyordu. Krallar da bu gücü kendi meşruiyetlerini temellendirmek için kullanıyorlardı. 

Tüm bu olanların dışında devletçiklerden meydana gelen İtalya’nın Kuzey Floransa toprakları yeni bir düşünceye gebeydi, “Hümanizma”. Bölgede ticaret oldukça gelişmiş vaziyetteydi. Ticaretle uğraşan kesim, farklı coğrafyalara gitme şansına sahipti. Bu durum da zengin kültürler ile tanışmak için güzel bir fırsattı. Özellikle sanata yansıyan bu birikimler eleştirel düşünce için zemin hazırlıyordu. Daha sonraları Hümanizma adını alacak bu hareketlenmenin ilk aşaması, Ruhban adı verilen toplumsal sınıfa mensup aydınların bir araya gelerek kilisenin sorgulanmasına asla müsaade etmediği öğretilerini eleştirmeye başlamasıyla oluşmuştu. Dinî metinleri de eleştirmeye başlayan aydınlar, İncil’in farklı nüshaları ile karşı karşıya gelmişti. Mevcut İncil’in bozulmalarına karşın Antik Dönem’de yazılmış İncil’in daha saf olduğunu anlamışlardı. Artık yapılacak olan şey, mevcut öğretilerin ilk başladığı yere dönmekti. İkinci aşama olarak, Eski Doğu ve Eski Batı Dilleri’ni öğrenmeye başladılar. Ki bu da Linguistik (Dilbilim) çalışmalarının fitilini ateşlemişti. Tarihler 14.yüzyılı gösterdiğinde Alman Mucit Johannes Gutenberg’in müthiş icadı matbaa sayesinde çevirilen İnciller, saf Hıristiyanlık düşüncesiyle çoğaltılıp halka dağıtılmaya başlandı. Bu gelişme de özgür düşünme hareketinin üçüncü evresini oluşturacaktı. Eski nüshalarda yer alan bireyin daha özgür ortamda yaşadığı gerçeği, aydınları Eski Roma insanının ideal insan olduğunu düşünmeye itiyordu. “Kiliseye vergi veren, sadece okuduğunu anlayan ve sorgulamayan insan idealdir.” düşüncesini kırmaya başladılar. Artık birey ön plana çıkarılmış ve değer kazanmaya başlamıştı. Dönemin üniversite kürsülerinde aydınlar, kilisenin durumunu ve yobazlaşan Hıristiyanlığı haykırmaya başlamışlardı. Sürecin ilerleyen safhalarında prensliklerden de destek gördüler. 

Diğer yandan bu muhteşem aydınlanma hareketi, bilim devriminin de temellerini oluşturuyordu. Din sömürüsü altındaki ekonomik baskının da çekilmeye başlamasıyla beraber, günümüz Avrupa’sı artık şekilleniyordu. Bu alenen ve cesurca gerçekleşen hareketlenme, Rönesans’ın doğumunu da hızlandırmıştı. 

Rönesans, bir nevi Hümanizm Düşüncesi’nin sanata yansıması olarak düşünülebilir. Sadece çağının değil günümüzün de aydınları olarak görülen çok değerli isimler, 14. ve 15. yüzyılda ortaya koydukları eserleri ile Rönesans’ın önderleri olmuşlardı. Michelangelo, Leonardo Da Vinci, Petrarch, Erasmus ve William Shakespear’in de aralarında bulunduğu isimler eserlerinde ana tema olarak insanı işlemişlerdi. Bu eserlerde insan her yönüyle ele alınıyordu. Dinin kutsallığından sıyrılan sanat, insanın kutsallığına bürünmüştü. Bahsi geçen aydınlar, insan ön planda bulunduğundan oldukça gerçekçi eserler ortaya koymak adına anatomi, geometri, matematik ve astronomi gibi bilim dallarında eğitim almışlardı. Bu durum da aydınların çok yönlü birer bilim insanı olmalarını sağlamıştı. 

Özgür düşünce, yukarıda bahsettiğimiz aşamalardan geçerek ve temelde dogmatizmi yıkarak var olmuştur. Hümanizma akımının doğuşu; Rönesans, Reform ve bu hareketlerin Coğrafi Keşifler gibi küresel sonuçları daha sonraki dönemlerde de özgür düşünceyi sürdüren unsurlar olmuşlardır. 

Kardelen Koçak

Bu savaşta gök rengi orkideler yenikti
Sükûnet mi diyor, köşe bucak kaçtığın?
Yoksa dilsiz mi, tahakkümle kuşattığın?
Gövdemden dizlerime damlayan kanların
Güvercin kanadına âhı vardı, bilirdim.

Karanfil çığlıkları yüzerdi derimi
Bir an gelir, mahşerim feryâd figân peydâydı
Zühre’den beyâbâna çocuksu düşler kurardım
Kuytu bir köşeden hallice, yangınsız bir vuslatın
Güvercin kanadına âhı vardı, bilirdim.

Prangalardan bozma dikenli bir çiçekti
Karanfildi, nergisti başıma taktığım
Yük müydü, elzem mi galibiyetsiz savaşım?
Bir yazın pençesinde kar tanesine uzaklığın
Güvercin kanadına âhı vardı, bilirdim.