Cumhuriyetin yüzü ağır ağır Orta Doğu’ya dönüyor. Katar, en yakın olduğumuz ülke. ”Eurovision’a bu sene Tarkan mı gidecek?” konulu tartışmaların arkasından Avrupa Birliği Uyum Yasaları ya da Kopenhag Kriterleri haberleri gelmiyor artık.

Refah gömleğine çıkartıp laik, sosyal, liberal, batıya dönük muhafazakâr bileşenlerin birlikte kurduğu parti 18 yıldır iktidarda. Zaman içerisinde bu ittifak yapısının bağlayıcı, ortak sesleri önemseyen özneleri geri plana atıldı. İktidarın medya şövalyelerinin yüz hatları gittikçe gerildi ve meymenetsizleşti. Artık çok sinirliler ve öfkeleri, komşularını öldürmek için liste yapacak cinnete kadar evrildi. Radikalleşen düşünceleri ”Mağazalar beni ibne yapmaya çalışıyor!” çağrılarını içerir oldu. (Sanki Sauron dünyasını anlatıyorum.)

Özellikle 2010 sonrası hızla kutuplaşan ülke dinamiklerinden nemalanan ve iktidar için her aracı haklı kılan yapının, mevcut tek sesli ve hoşgörüsüz hâline gelmeden önceki hâliyle şimdiki hâlinin farklarına dair incelemeler ve değerlendirmeler uzun yıllar gündemde kalacaktır.

Yeni bir kuşak… Ellerinde tabletleriyle internet aleminin içine doğan bu insanlar, konuşurken sözlerini sakınmıyorlar. Kendi akranlarıyla oynadıkları oyunlarda uluslararası temaslarda bulunabiliyorlar. Dünyanın çok farklı yerlerinden, hiç görmedikleri dostlar edindiler. Yaşadıkları hayatın kalitesini karşılaştırabiliyorlar. Sosyal medya düzenlemesinin ardından gelecek daha ağır hak ihlallerinin önünü açmak için kullanılacağını da gayet iyi biliyorlar.


Gençlerin karşısına sosyal medya ve Netflix kısıtlamalarıyla gelmek ne sağlar?

Müthiş bir hata var ortada. Gelecek seçimi kazanmak adına kendi içinde safları sıklaştırmak isteyen siyasi gelenek, en az 100 yıllık kuyusunu bizzat kendisi kazıyor. Kısıtlamaların, özgürlüklerin ve pahalılığın partisinin iflas etmiş siyasi geleneği, şimdilerde kırsal-kasaba köklerindeki mukaddesata oynuyor. Ayasofya düzenlemesi ve bugün icra edilecek eylemler de tamamen bu kökle ilgili.

Halkın çözümünü istediği ilk 5 sorun arasında, Ayasofya kaçıncı sırada yer alıyor?

Ortada bir sorun da yoktu…

Ayasofya, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin ”cami” tapu kayıtlı, mirasçısı olduğu devletten devraldığı büyük bir zafer sembolüdür. İçerisinde namaz kılınan bir bölümü de vardır.

İstanbul’un ikinci fatihi olmasaydı sanki ortada Ayasofya kalacakmış gibi, söz konusu düzenleme, her zamanki gibi Mustafa Kemal Atatürk ile bir hesaplaşma aracı olarak kullanıldı. Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu; oy güdümlü, ”anı yaşayanların” hakaretlerine uğradı. ”Zincirler kırıldı!” sloganıyla, Atatürk’ün Ayasofya’yı İslam’dan aldığı düşüncesi(!) sıklıkla vurgulandı.
Ayasofya’nın müzeden camiye çevrilmesi, ülkemizin herhangi bir sorununa herhangi bir çözüm değil. Hâlihazırda tapusu cami olan evrensel bir kültür mirasının ”Zincirler kırıldı.” sloganıyla açılmasının, geçim sıkıntısı altında her gün un ufak olan insanımıza bir merhem olması da zaten mümkün değil.

Gençleriniz AB ülkelerine gitme planları yapıyorsa hayat standartları oradaki akranlarından binlerce kere daha “kötüyse” işte o zaman bir medeniyet mücadelesini kaybetmişsiniz demektir.

Ana vatanın çocuklarını ve onların hayallerini kaybetmemiz, Ayasofya’nın sanki haçlılardan geri alınmış iması ve makyajıyla açılışından çok daha önemli bir sorundur. Gençlerini, insanlarını memnun edemedikten, hak ettikleri gibi yaşatamadıktan sonra Ayasofya’nın camiye çevrilmesi karşılıksız ve çaresiz bir hamle gibi duruyor.

Diğer yandan muhalefet… Mevcut iktidarın ve onun prensiplerinin daimi el freni olan bu partilerin bakışı daha da acınasıydı. ”Aman bizi gayrimüslim görmesinler!” telaşı, ”Ben de Müslümanım, çok şükür!” cümleleriyle başlayan uzun ve gereksiz savunmalara neden oldu.

Ve kadın cinayetleri…
Cezaların ıslah aracı olarak kullanılması ve caydırıcılığının tek başına suçlarını engellemeyeceği ceza hukuku sistematiği ve bakış açısı için artık tartışılamayacak kesinlikte bir konudur. Bununla birlikte, her katilin, katil olmadan önce, kendisiyle eylemsel birlikteliği haiz kişilerin aldığı cezalardan yüz bulması tartışılması gereken bir konu olarak önümüzde duruyor. Özellikle son 20 yılda kültürel kodları gittikçe kabalaşan, mafyalaşan ve zarafetin vasata terk edildiği bu topraklarda, ilk ve acil olarak yapılması gereken şey yaptırımları ağırlaştırmak olmalı.
Uygulamada şiddet mağduru kadın müvekkillerimiz için yaptığımız savcılık şikâyetlerinin kopyala yapıştır ”kovuşturmaya yer olmadığı” kararı ve dilekçemizin dahi düzgün okunmadığını açıkça ele veren gerekçeleri, toplumun hukuk ve adalet anlayışını zedelerken yargı sistemine ve uygulayıcılara karşı duyulan güveni de Cumhuriyet tarihinde hiç olmadığı kadar aşağılara çekiyor.
Kısa bir örnek:
Müvekkilimizin evi boşanma aşamasındaki eşi tarafından uzaklaştırma kararı olmasına rağmen öğle saatlerinde basılıyor; gelen polis ekipleri ”Bir daha olursa ararsın bizi.” diyip gidebiliyor. Çağrımız ve telefondaki kavgaların ardından eve tekrar gelen polis ekipleri artık müvekkilimizin şikâyetini işleme almak zorunda kalıyor. Polisin. ”Kapsına gece gündüz adam mı dikeyim!” şeklindeki vahim ve hukuktan bihaber savunması, kendisini alınan kararların uygulayıcısı değil de sanki karar alıcısı gibi görmesinden kaynaklanıyor. Hoş, savcılık ve mahkeme, yani karar alıcı makamında oturanlardan, 3 günlük zorlama hapsi kararını güç bela alabilince, sorunun sistemin her yerinde olduğunu daha iyi kavrıyorsunuz.
Tartışılması gereken şey kesinlikle “İstanbul Sözleşmesi” değil.

Burak Turan

0 cevaplar
  1. Alperen İnce
    Alperen İnce says:

    “Halkın çözümünü istediği ilk 5 sorun arasında, Ayasofya kaçıncı sırada yer alıyor?” Hakikaten de gerçek sorunlardan ziyade vatandaşın mistik dünyasını tatmin edecek işlerle uğraşılıyor.

    Yanıtla

Cevapla

Want to join the discussion?
Feel free to contribute!

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir