İnsan varoluşundan beri evreni sorgulamış ve bir yere ait olma hissiyatına kapılmıştır. Zamanla dinler olgusu çıkmıştır. Dünya tarihinde din olgusu çokça savaşa, krize sebep olmuştur. Dinler arası mücadeleyi göz ardı etmek mümkün olamaz. Orta Doğu’da ortaya çıkan Hristiyanlık, pusulasını zamanla Batı’ya çevirmiştir. 300 yıl kadar Roma İmparatorluğu tarafından zulümlere maruz kalan Hristiyanlar, Milan Fermanı ile serbest kaldı. 380 yılında ise İmparator I. Theodosios tarafından Hristiyanlık, devletin resmî dini hâline geldi.

Hristiyanlığın resmî din hâline gelmesiyle din içi çatışmalar, farklı gruplar ortaya çıktı. “Nasturilik”, “Monofizitler” ve “Diyofizitler” gibi ayrışmalar oluştu. 1054 yılında Katoliklik ve Ortodoksluk mezhepleri meydana geldi. 1517 yılında ise Katolik Kilisesi’ne karşı bir başkaldırı yaşandı. Martin Luther’in bildirisinin Wittenberg Kilisesi’ne asılmasıyla Protestan mezhebi vuku buldu.

Katolikler ana kaynak olarak İncil’e, Protestanlar ise Tevrat’ın 5 kitabına inanırlar. Martin Luther’e göre Yahudiler Hz. İsa’nın katili değildi. Bunun yanı sıra Katolikler, reforma ve Papa’ya karşı dini anlamak gerektiğini ve kurtuluşun yalnızca imanla olabileceğini savunmaya başladılar. Protestan grubun mihenk taşı ise kutsal kitaba bağlanma inancı olmuştur. Bu yüzden de dine (Hristiyanlık) çağrı başlamış ve Evanjelizm vuku bulmuştur.

Evanjelizm “İncil’i yayma” anlamına gelmektedir. Dört İncil’in yazarları olan Matta, Markos, Luka, Yuhanna da 4 büyük evanjelist olarak adlandırılır. Evanjelist kişiler dine çağırım yapan kişilerdir. Sloganları “Hayatını Mesih’in yaşadığı gibi yaşa.”dır. Evanjelizm aynı zamanda “kökten dincilik”tir. Hem dinden uzaklaşmış hem de Hristiyan olmayan insanlara, misyonerlik faaliyetini ulaştırırlar. Misyonerlik; Hristiyan olmayan ülkelerde vuku bulan Hristiyan propagandalarının tümüne denir. Bununla vazifeli kimselere de “misyoner” denir.

Evanjelizmin doğuşunda Luthercilik, Kalvincilik, Anglikan geleneği, Baptistlik etkili oldu. 1632’de Hollanda ve İngiltere’deki Katoliklere “Püriten” denirdi. Protestanlık önce Püritenlik, sonra Evanjelizm olarak anıldı, günümüzde ise Siyonist Hristiyanlık olarak anılıyor. 18.yy.da Amerika’da yükselişe geçen Evanjelistler, her Evanjelik değişimi ve yeniden doğuşu kabul eder ve bu yüzden kendilerini diğer Hristiyanlardan üstün görürler. Etkin müjdecidirler. Evanjelistler Tanrı’yı kıyamete zorlamaya çalışırlar. Hristiyan olmayanlardan çok, Hristiyan olanların kendi iç dünyalarına ve dine yaklaşmalarını ilk gaye edinmişlerdir. Her Evanjelik bir Protestan’dır ama her Protestan, bir Evanjelik değildir.

Evanjelistlerin serüvenleri boyunca inandıkları 7 aşama vardır:

  1. Yahudilerin Filistin’i ele geçirmeleri.
  2. Büyük İsrail devletinin kurulması.
  3. İncil’in tüm dünyada müjde olarak vaaz edilmesi.
  4. Yecüc ve Mecüc ordularının İsrail’i işgal etmesi ve 7 yıl süren felaket dönemi.
  5. İsa’nın dünyaya 2.kez gelmesi.
  6. Armageddon Savaşı’nın gerçekleşmesi.
  7. Kıyametin kopması, İncil’e ve Hz.İsa’ya inananların semaya yükselmesi.

Evanjelizmin yayılmasında en güçlü faktör vaazlardır. Evanjelistler, her pazar vaazlarına ve ayinlerine büyük önem gösterirler. Evanjelizmde ahlak çok önemlidir. Hatta bu mezhebin “Ahlaki Çoğunluk” adında bir kolu da mevcuttur. Bu harekette eş cinsellik, evlilik dışı ilişkiye girme, kâğıt oyunları, kürtaj toplumun edep ve ahlakına aykırı bulunduğundan reddedilmiştir. Evanjelik gençler her toplantısından sonra evlenene kadar temiz kalacaklarına yemin ederler.

Üniversitelerde de yapılanmaya gitmişlerdir. Kendi kurmuş oldukları Bob Jones, Liberty, Oral Roberts üniversitelerinde gerici ve çok katı kuralları bulunmaktadır.

Evanjelist hareketler ve misyonerlik faaliyetleri sadece bir din savaşı değil, aynı zamanda siyasi bir araç olarak kullanılmıştır. Ülkeleri sömürüp himayeleri altına almak ve “Batı’ya bağlı bir tanrı imparatorluğu” kurmak isterler.

Türkiye, jeopolitik ve jeostratejik konumu, yeraltı ve yer üstü kaynaklarının zenginliği, çok kültürlü yapıya sahip olması nedeniyle aç kurtların düşlerini her zaman süslemiştir. Evanjelistler, Türkiye planlarına ilk olarak misyonerlik faaliyetleriyle başladılar.

Misyonerler gittikleri ya da bulundukları toplumda asimile çalışmaları ile o bölgeleri kültürsüzleştirmek ve oradakilerin dinlerini değiştirmek için çaba sarf ederler. Bir toplumu kökten değiştirmek, dinini, dilini yok etmek için ok atılacak en güzel yer eğitim kurumlarıdır. Eğitim kurumlarına yerleşmiş hatta kendi kurumlarını Türkiye’de de açmışlardır. 

1820’de Evanjelistler Osmanlı İmparatorluğuna geldiler. Beyrut, Matta, Gaziantep ve İstanbul’da matbaa kurdular. İstanbul’da Bible House (İncil Evi),  Merzifon’da Amerikan Koleji, Maraş’ta Merkezî Türkiye Maraş Koleji‘ni kurdular. Bunun yanında 1900 civarında misyonerlik okullarını kurup eğitime açtılar. Öğrenciler, okul saatleri dışında cüzi bir ücretle kadınlara okuma yazma öğretip para kazanıyorlardı. Bu da onları bu okullarda okumaya teşvik edici sebeplerden biriydi. Bu okuldan mezun olan, İstanbul Kız Koleji’nde eğitimini tamamlıyordu. Türk-İstiklal Harbi sonrası cennet mekân Mustafa Kemal Atatürk, kurulan 1900 misyonerlik okulundan 1600’ünü kapadı. En sona kalan Bursa Amerikan Koleji de kapanınca bunların uzantısı Robert Koleji oldu. 

Misyonerlik faaliyetleri bölgesel olarak yürütülür. Misyonerler, gittikleri bölgenin coğrafi, siyasi, ekonomik durumuna göre kendilerine bir politika hazırlarlar. Şark Meselesi de bu misyonerlik faaliyetlerinin bir örneği niteliğindedir. Müslüman ve Türkler asıl hedeftir.

Cephede savaş vermek istemiyorlardı; gıda, sosyal medya, para oyunları vb. politikalar yürüttüler. Televanjelistler televizyon programlarını ele geçirdi. Misyonerliği anlatan TV programları, çizgi filmlerde İncil okuyan çocuklar ön plana çıkarıldı. Sosyal medya üzerinde “sanal misyonerlik” başladı. İzmir Protestan Kilisesi’ne hizmet eden bir site, her ay sanal üye toplayıp en geç 2 ay içerisinde “Para ve AB pasaportu vereceğiz.” yalanıyla gençleri tuzağa çekip Hristiyan yaptı. Bunu yaparken maddi durumu kötü gençleri seçip belli bir süre düzenli para yatırıp güzel kızları, yakışıklı erkekleri danışmanları yaptılar. Hristiyan olmaya karar veren gençleri her ay toplayarak bir otelde ayin yapıp onların dinlerini değiştirttiler. Aslında bunların ana amaçları dünyayı Hristiyanlaştırmak değil, sömürmekti. Öyle olsa çok önem verdikleri ahlak(!) konusuna eğilirler, Hristiyan ülkelerdeki ahlaksızlıklara ve sapkınlıklara yönelirlerdi. 

1797 yılında İzmir’e Amerikan ticaret gemisi geldi. 1810’da Board teşkilatı kuruldu, 1811’de de Amerika, İzmir’de “Amerikan Ticaret Evi” kurdu ve burayı konsolosluk olarak gösterdi. 1831 yılında Türkiye’nin her tarafında yoğun bir şekilde Amerikan konsoloslukları açılmaya başlandı. Artık çok net bir şekilde misyonerlik çalışmaları başlamıştı. Tek amaçları ticaret(!) yapmaktı. Amerikan Board, Türkiye’deki misyonerlik adına çalışan Fisk ve Parson’a şu mektubu yazdı “Bu mukaddes ve vaat edilmiş topraklar, silahsız bir Haçlı Seferi ile geri alınacaktır.” Bu toprakları kutsal toprak olarak görüp cephe savaşıyla değil akıl oyunlarıyla geri almak istiyorlar ve Türkleri buraya ait görmüyorlardı. Ayrıca Osmanlıyı bir “günah imparatorluğu” olarak gören Levi Parsons, şu cümleyi sık sık dile getirirdi “Bu günah imparatorluğunu çökertmek yeminim olsun.”

Misyonerliği ile ün salmış Tillman C. Trowbridge, Anadolu’da yaptığı geziden sonra şu cümleleri dile getirir “Türklerin gerek insan olarak kendileri, gerekse tüm toplumsal kurumları ilkeldir. Bunun bir nedeni ırksal, bir nedeni dinseldir. Türkler Hristiyanlaştırılmadıkça ve tüm kurumları Batılılaştırılmadıkça kurtuluş yoktur.” Bu cümlesiyle bariz bir şekilde Türk ve İslam düşmanlığını dile getirirken aynı zamanda algı operasyonu yapıyordu.

Misyonerler Müslümanlığı bir din olarak kabul etmezken aynı zamanda Hristiyanlığın baş rakibi olarak görüyorlar ve bunun için hâlâ tüm İslam ülkelerinde bu çalışmaları sürdürüyorlar. Onlar için en güçlü İslam ülkesi, Asya’nın anahtarı olduğu ve bu topraklara kutsiyet arz ettikleri için Türkiye’dir. Türkiye aynı zamanda ilk hedeftir. 

Türkiye’ye yönelik ilk misyonerlik çalışması da Ermeniler arasında başlatıldı. Yunan, Ermeni, Bulgar isyanlarında bu misyonerlik çalışmaları başrol oldu. Bu süre zarfında misyonerliğe inanmış ve misyoner olan Ermeniler için “Evanjelist Ermeni Kilisesi” inşa edildi. 

Misyonerler, Kitab-ı Mukaddes’e ve Yahudi kitaplarına büyük bir inanç duyarlar. Yahudilere göre Armageddon Savaşı, Magedon tepesi etrafında ve Müslüman ordusunun İsrailoğullarına saldırmasıyla gerçekleşecektir. Siyonist Hristiyanlar bu inancın yanında, Süleyman Tapınağı’nın tekrar inşa edileceğine ve Hz. İsa’nın beyaz atıyla tapınaktan içeri gireceğine inanırlar. Süleyman Tapınağı’nın da inşa edilebilmesi için Müslümanların yenilmesi ve Mescid-i Aksa’nın yıkılması gerekmektedir.

Hristiyanlara göre Armageddon Savaşı’ndan az önce İsa Mesih gelecektir. Bu yüzden de Evanjelistler Tanrı’yı Kıyamet (Armageddon) Savaşı’na zorlamaktadır. Hristiyanlığın yayılmasında Türkler, onlara göre bir tehlike arz eder. Mesih’in gelişinin gecikmesi de Türkler yüzündendir. Mesih’in bir an önce gelmesi için Türkler ortadan kaldırılmalı, Tanrı kıyamete zorlanmalıdır.

Türkler yaşamları boyunca ne mağlubiyeti ne de esareti benimsemişlerdir. Türk denildiğinde İslam, İslam denildiğinde ise Türk akla gelmeye devam edecektir. Kurulan politikaları, oyunları bir bir bozacağız. Türklük ve İslamiyet bölünmez bir bütündür.

Günümüzde ülkemizin sınırları içerisinde hâlâ bu politikaları güden misyonerler vardır. Suriye sınırımızda dönen haince planlar, Güneydoğu sorunumuz hep bu fikriyatın eseridir. 

Elif Gökçe Demez

“Çıktım yücesine seyran eyledim

Dost ile gezdiğim çöller perişan

Bir başıma olsam gam çekmezdim

Bir ben değil, cümle alem perişan”

Osmanlı, Türkmen’e toprak bırakmamaya kararlıdır. Yörükler yavaş yavaş ovalara yerleşmeye başlamıştır. İşte bu vakitte tuz çıkarıp tuz satan Alakuşlar, sorun yaşadıkları Artuklular ile anlaşmak isterler. Artukluların beyi bunu kabul eder ama bir şart koşar: Alakuş obasının güzeli, Selman Ali’nin göz bebeği Gökçeçiçek, Artukoğlu Ahmet’e varacaktır.

Sevdiceğini insanüstü bir sevgiyle seven Selman Ali, atasının, anasının, obasının istikbali için bu teklife razı olur. Oba için kurban edilen Gökçeçiçek bu duruma sinirlenir, dünyadaki varlık sebebi Selman Ali’ye beddualar eder. Obanın delikanlısı, umudu Selman Ali, bağrında bu yarayla tuz yoluna çıkar. Dünyadaki diğer özü Gökçeçiçek ise el çeker dünya işinden, köyün dedesinin yanına gider.

Aslında burada, obanın vicdanının da manevi kata yükseldiğini görürüz. Çünkü ilk günah işlenmiş, âşıklar ayrılmıştır.

Selman Ali yolda iken bir kaza geçirir. Bu kazayla taşıdığı tuzlar dökülür, adamlar ve hayvanlar telef olur. Bu, işlenen günahın ödenen ilk bedelidir.

Tüm oba endişe ile yiğitleri beklemeye koyulur. Tüm bunlar olurken Gökçeçiçek var olan dünyadan sıyrılmıştır artık, gözü başka bir âleme açılmıştır. Bir bakıma Gökçeçiçek, Türkmen’in eski, unutmak istediği geçmişinin ruhu olmuştur. Hiç beklenmedik yerlerden çıkıp Türkmen’in unutmak istediği eski inancının ritüellerini gerçekleştirir. Ancak “obanın özü” sonradan gelenleri korkutur, onun için “Kırklara karıştı.” derler. Oysa Gökçeçiçek’in yaptığı sadece onlara eski hâllerini, saf ve bozulmamış zamanları hatırlatmaktır ve her eskiye dönüşte olduğu gibi oba, şimdi de büyük bir krizdedir.

Her kriz fırsatçısını doğurur, bu krizin fırsatçısı da “Katırcıoğlu” isimli bir paşadır. Yörükleri düze indirmek ve onların topraklarına konmak istediği için paşa, bu krizi fırsat bilir. Alakuşlara, yitip giden tuz ve hayvanları için yardım edeceğini belirtir. Ancak öne sürdüğü şartlar kul olmakla eş değerdir.

Obanın insanı istişare için toplanıp başa yaşlı bir anayı geçirirler ve sonunda istemeseler de paşanın teklifini kabul ederler. O anda Gökçeçiçek karanlığın içinden çıkıp dilek ağacını yakar, ateş tüm obayı alır da bırakmaz. Bu ateş doğanın ve Tanrı’nın, özlerini inkâr eden Türkmen’e bir cezasıdır. Gökçeçiçek bu alevlerle beraber tüm obanın gözü önünde “şaman ayini” yapar. Asırlardır bu hareketleri unutmuş, “öteki” diye kodlamış Türkmenler korkudan titrerler, yapılana anlam veremezler. Katırcıoğlu da yoluna taş olan bu güzele, yanan alevin şiddetine denk bir nefret duyar.

Selman Ali, bir yoldaşı ile beraber obaya geri döner. Çaresiz kalmış oba halkı yiğitlerin dönmesine çok sevinir. Gökçeçiçek dışında kimse onun geleceğini düşünmemiştir. Selman Ali’nin gelmesiyle oba halkı rahatlar, tekrardan Katırcıoğlu’nun fikrini düşünürler. Gökçeçiçek, ölümden dönmüş sevgilisini görünce tepki vermez, efsunlanmış gibidir. Sevgilisinin meczupluğunu gören Selman Ali, onu gerçeğe çekmek için çabalar ancak obanın güzeli Gökçeçiçek oralı olmaz.

Türkmen’in topraklarına göz diken Katırcıoğlu, emellerine karşı koyan Gökçeçiçek’i ortadan kaldırmaya karar verir. Önce eşkıyaları köye salar ancak köylüler eşkıyaları kovalarlar. O sırada Gökçeçiçek’in deli olduğunu düşünen Artuk Ali onunla evlenmekten vazgeçer. 

Adı deliye çıkmıştır Gökçeçiçek’in, erkeği Selman Ali’yi görür gözü de görmez olmuştur. O, artık atalarının ruhuna ve o ruhun doğduğu yere, doğaya aittir. Selman Ali çaresiz bir hâlde dedeye danışır. Dede, Selman Ali’ye tek çare sunar: Kemençeyi kalpten çalarak Gökçeçiçek’i aşkın kuvvetiyle sarsmalıdır.

Bunlar olurken Katırcıoğlu ve adamları Gökçeçiçek’i tımarhaneye götürmek için obaya gelir. Zincirlenen Türkmen güzelini obadan çıkarırken bir melodi yayılır havaya, Selman Ali kemençeyi yüreğinin en mahrem yerinden çalar sevdiği için. Gökçeçiçek içine girdiği efsunlu dünyadan kurtulur, aşkını hatırlar. Âşıklar vuslata erer ve tüm oba göçe kalkar.

Anlattığım 1972 senesinin filmidir efendiler, ancak bu öyle bir filmdir ki olay sanki yaşanmış da çekilmiştir. Gökçeçiçek Türkmen’in içinde sakladığı özüdür ancak zor durumda ortaya çıkar, Türkmen’i sarsar. Kim bilir belki Anadolu’nun uzak bir yerinde bir Gökçeçiçek, özünden ayrılan bir Türkmen’i sarsıyordur…

Berat Şendil

Anadolu’nun içinde bulunan birçok tarihî eserden sadece bir tanesi “Hamamkarahisar Camii” bugün harabe şeklinde ayakta durmaya ve gelecek nesillere ulaşmaya çabalıyor. Peki biz bunun için bir adım atıyor muyuz ? Türkiye Cumhuriyeti’nin başkenti Ankara’ya sadece 109 kilometre uzaklıkta olan ve neredeyse 800 yıldır sağlam bir şekilde hizmet veren bu tarihî eser ve cami maalesef görenleri üzecek durumda. 

Ankara-Eskişehir Karayolu istikametinde Günyüzü yol ayrımından girince Sivrihisar ile Günyüzü ilçeleri arasında kalan Hamamkarahisar Köyü’nde bulunan bu eserin, ciddi bir restorasyon ve bakıma ihtiyacı var. 

Hamamkarahisar Camii’nin Dıştan Görünümü

Emir Seyfeddin Kızıl, Türkiye Selçuklu Sultanı “İzzeddin Keykâvus”un üç büyük emîrinden birisi. Türkmen Bayındır Boyu’nun Beyi ve aynı zamanda Ankara Valiliği görevinde bulunan bir emir.

Seyfeddin Kızıl Bey’in İzzeddin Keykâvus ile Alâeddin Keykubad arasındaki anlaşmazlıklarda ara buluculuk yaparak iki kardeşi barıştırdığı bilinir. Alâeddin Keykubad zamanında Ankara Uç Beylerbeyi (Melik’ül-ümera) olur. Ankara’da Kızılbey Mahallesi’ne bir külliye ve cami yaptırır. Ancak bu arazi daha sonra Ziraat Bankası’na satılır ve arazide bugün de mevcut olan Merkez Bankası ve Ziraat Bankası binaları inşa edilir. 

Kızılbey Külliyesi kalıntıları, 1924-26
(Fotoğraf: Abdülkerim Erdoğan-Unutulmayan Eski Ankara Resimleri Meraklıları Platformu’ndan)

Bugün hâlâ ayakta durmaya çalışan Hamamkarahisar Camii’nin hemen yanında aktif olarak kullanılabilen ve daha önce restorasyonlara tabi tutulan tarihî bir Selçuklu hamamı da bulunuyor. Ancak ne yazık ki caminin durumu hiç içler açıcı değil.

Çevre halkıyla kısa bir sohbet fırsatım oldu. Daha önce restorasyon
çalışmaları için bakanlıktan gelenlerin olduğu ancak kayda değer bir çalışmanın yapılmadığını söylediler. Bu durumdan çok üzgün olduklarını ve mümkün olduğu kadar bu tarihî eserin korunmasını arzu ettiklerini bildirdiler.

1259 yılına kadar tarihlenen bu camide, Selçuklu-Osmanlı geçiş mimarisi
esintilerini görmek mümkün. Cami, göz motifli kubbesiyle bu statüdeki nadir Selçuklu eserlerinden sadece bir tanesi.

2 Temmuz 2020 günü yaptığım geziye bu camiyi dahil etmem yazıyı
yazmama vesile oldu. İnsanların sık kullandığı Ankara-Eskişehir yoluna çok yakın olan bu tarihî eseri ziyaret edip sahip çıkmak hepimizin görevi.
Tarihî eserler yaşadıkça tarih de yaşamaya devam edecek. Hem bölge halkı hemde gelecek nesillerin bu yapıyı görebilmesine adına acil bir onarım şart.

Cami içini ve çevresini fotoğraflama fırsatım oldu. Fotoğrafları buraya ekleyip yorumu sizlere bırakıyorum.

Cami’nin ön kısmındaki kırmızı alanda muhtemelen bir zamanlar çini işlemeleri
vardı.
Kubbenin hem iç hem de dış kısımlarında yosun ve ağaçlar yeşillenmeye
başlamış. Güvercinler yuva yapmış.
Caminin zemini pislik içinde ve maalesef tahtaların birçoğu çürümüş. Minber ise sonradan eklenmiş olmalı, camiye göre oldukça yeni duruyor.
İçeriden sekizgen şeklinde görünen caminin mihrap kısmı ise bu şekilde. Camlar ise güvercinlere ev sahipliği yapmaya başlamış…

Batuğhan Tatar

Senin bakışın bir çift kumru gibi dolarken ciğerime,

Benden de bu kadardı,

Sessiz bir göğe hediye ettim göğüs kafesimi serinliğinde.

Irgalanan gökyüzünün sonsuz maviliğinde,

Yüzdüm ve kuyruğuna geldim gözlerinin serinliğine.

Hissiz canım bu döngüde takılı kalsa da,

Silinmese sonsuzluk bakışların derinliğimde.

Bilirim hayır yoktur tek bir tümcemin sonsuz ruhuna çarpmasına.

Hayırsızdır bakışlarım zannımca, fütursuzca.

Gece gündüz göğümü karartan bu yalnızlık,

Üstüme gelsin kavuşulmaz bakışlarınla.

Üstüme gelen, üstümde tüten tek şey bakışların olsa.

Batmasa yüreğime böyle yakıcı, böyle derinden.

Akşam bulutları arkasına sığınan olmasam bakışlarında,

Bakışına sığınsam çok hayırsız ve ahlaksızca.

Soluksuz kalıp sesine tutulunca durdum,

Serzenişli bakışlarına yoruldum.

Çift kumrulu kaleni şimdi ömrüme sığdırırken,

Bir hinlik vardır senin hülyanda deyip kendime sustum.

Bir gölgeyi, bir anahtarı her ne cisim varsa dünyada,

Hep bir hülyama yerleşti senin bakışınla.

Coşan bir hevestir artık sana bakmak,

Susan ve yorgun bakışlarına.

Anlamsız ve sarsılan dünyalarıma,

Kan kaleleri doğursun sol sokaklardan yönelerek sana.

İrem Yılmaz

pencerenin önüne bir çiçek bırakacağım
kelimelerden daha kudretli bir çiçek
kokusu saçlarından dünyaya süzülecek
sırtın senin uzağındır
mağlubiyetleri sırtın kadar uzak tutacağım
sana inandığın her şey kadar yakın olacağım
evvela her yere dans ederek gidecek aklın
limon çiçekleri tadını bırakacak dudaklarına
seni sırtımda zaferlere taşıyacağım

bir mermi bir sayfaya rengini bırakacak
onu alıp adının geçtiği bir türkü yapacağım
bir at sesinin yankısına dörtnala gelecek
bir adım öten gençliğinin teni olacak
bir adın en kuvvetli dua
seni yirmi altı yaşama denk tutacağım
önce şanın gelecek, sonra ahenk
seni sırtımda zaferlere taşıyacağım

ellerin kadehlere asırlarca kenetlenecek
gözlerinle azgın sular taş kesecek
bağdaş kurup kelimelerinle kalacağım
boyalar parmaklarında suyu anlatacak
nereye dursam sana rastlayacağım
anlatmak tarihin olacak
tarihin maviden daha ihtişamlı
seni sırtımda zaferlere taşıyacağım

önce kervanlar yolunu şaşıracak
sonra başıbozuklar ve kurşunlar
sende yaşamak var
bunu efsanelerin devleri bile duyacak
hepsine birer kılıç üşüreceğim
bir avuç için bir vaha olacak
ben korkmadan, yüzüne bakınca galip
seni sırtımda zaferlere taşıyacağım

gölgemi titreten bu ışığı sana hangi tanrı verdi

Alperen Alparslan Gözen

Millî Mücadele, geniş tarihimizin en büyük ve anlamlı zaferlerinden  biridir. Elbette ki böylesi bir direnişte aynı ölçüde bir dayanışma ve emeğin olması  kaçınılmazdır. Konumuz bu tesanütte Osmanlının son devrine damgasını vurmuş İttihat ve Terakki  Cemiyeti’nin  kadrolarının ne yaptıkları, nasıl bir yol tercih ettikleri soruları üzerine  şekilleniyor.

Her devletin olduğu gibi Osmanlı Devleti’nin de I. Cihan Harbi’nde durumlara göre yürürlüğe sokacağı planları mevcuttu. Bu planları  ilk tetikleyen Çanakkale Muharebeleri oldu. Erik Jan Zürcher, Morgenthau’a atıfta bulunarak adı geçen planı şöyle aktarır “1915 ilkbaharında İtilaf Devletlerinin Çanakkale Boğazı’nı aşması bir an meselesi gibi görünürken (Enver Paşa dışında Türk  liderleri ve Alman danışmanları, Türk askerlerinin İtilaf Kuvvetlerine karşı boğazları koruma yeteneğinden son derece ümitsizdi.), İTC savaşa Anadolu’dan devam etme kararı verdi. Bu plan ayrıntılı olarak geliştirildi ve işgal hâlinde Anadolu’nun çeşitli  yörelerinde yerel savunma örgütleri kurmaları için bazı subaylara talimat yollandı.”(Erik Jan Zürcher  Milli Mücadele’de İttihatçılık  s.159 ,  Morgenthau Secrets of the Bosphorus s.126 , 131). Enver Paşa her ne kadar Çanakkale’nin geçilmeyeceğini düşünmüşse de adı geçen hareket tarzı, 1915 yılında önemli bir konu olmuştu. Burada mühim nokta   mücadeleyi Anadolu’ya taşıma düşüncelerinin, cemiyetin mücadeleyi Anadolu’da yürütecek altyapıya sahip olduğunu bize göstermesidir.

Takvimler 1918’i gösterdiğinde Osmanlının savaştan yenik ayrılacağı mutlak bir hâl almıştı. Böylece 1915’te rafa kaldırılan mukavemeti, Anadolu’ya kaydırmak planı tekrar can buldu. Bazı hatıralara göre Enver Paşa, Vehip Paşa’ya Kastamonu’da bir genel karargâh kurulması planı için emir vermiştir (Cemal Kutay Milli Mücadele Öncekileri ve Sonrakileri s.19-20). Yine Kutay, daha  savaş devam ederken silah depolarının hazırlanmasının düşünüldüğünü ve Ecevit Ormanlarında, Pozantı’da, Toroslar’da, Konya’nın Sille Dağları’nda, Ankara Kalesi’nde, Bozdağ’da, Madran Dağları’nda silah depoları kurulduğunu söyler (Cemal  Kutay a.g.e s.22). Savaş bitiminde Irak’ ta 6. Ordu Komutanı olan Ali İhsan Sabis ise erlerini terhis etmediğinden, valiliklere gönüllü birlikler kurmaları  hâlinde silah yardımı yapacağı yönünde telgraf çektiğinden ve bunları Enver Paşa’nın Kafkasya’daki ordularla mücadeleye devam edeceği ümidiyle yaptığından dem vurur (Ali Ihsan Sabis  Harp Hatıralarım c.5 s.6). Enver Paşa’nın Teşkilat-ı Mahsusa Reisi Hüsamettin Ertürk’e ikinci aşama için hazırlanması gerektiğini iletmesi (Samih Nafiz Tansu İki Devrin Perde Arkası s.175-176), oluşturulması düşünülen direnişe bir başka işarettir. Bazı iddialar Enver Paşa’nın harp anında kendi emriyle Kafkaslara giden zinde (Eric Jan Zürcher Kafkas ordularının diğer ordulara göre çok çok daha uygun pozisyonda olduğunu belirtir, bkz Erik Jan Zürcher  Milli Mücadele’de İttihatçılık s. 145) Kafkas Ordularının başına geçip mukavemete devam edeceği yönündedir. Lakin bahsolunan çizelgeler doğru bile olsa Enver Paşa’nın Kafkaslara intikali sırasında defalarca ölüm tehlikesi geçirip başarısız olması her şeyi farklı bir formata sokmuş, deyim yerindeyse ikinci bir dönemi başlatmıştır.

Bu evrede de İttihatçılar çok büyük  bir rol oynamıştır. Bu yargıyı destekleyen argümanları hem iç hem dış basında bulabiliyoruz. Ali Kemal, Damat Ferit gibi isimlerin yanı sıra (Kansu, Erzurum, c.1 s.218) İngiliz yüksek komiseri Amiral Calthorpe’un Dışişleri Bakanlığına yönelttiği  raporlar da dikkat çekicidir (Bilal Şimşir İngiliz  Belgelerinde Atatürk c.1 s.239). Dış basına da bakmak gerekir: 24 Ocak 1919 tarihli Le Temps şunları yazıyor “Cemiyetin birçok üyesi yoldaşlarını sağlamlaştırmak ve sonunda komiteler örgütlemek için vilayetlere gidiyor.” 5 Şubat 1919’da da aynı gazete şunları yazıyor “İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin örgütü, Jön Türklerin terhis edilen askerlerin silahlarının alınmadığı ve geniş bir  çeteler sisteminin gizlice örgütlenmekte olduğu Küçük Asya’da faaliyetlerini sürdürüyor.” (Erik Jan Zürcher Milli Mücadele’de İttihatçılık s.135-136).

İttihatçılar, İzmir’in işgali sonrası ve Boğazlıyan Kaymakamı Kemal Bey’in şehit edilmesi üzerine yapılan meşhur mitingleri de organize etmişlerdir. Üyeler bununla da kalmamış, İstanbul Hükûmeti aleyhine oluşumlar kurmuş, Milli Mücadele’ye “embriyo döneminden son dönemine kadar” payitahttan silah, insan, ekipman ve istihbarat sağlamışlardır.

A)İTC Kaynaklı Oluşumlar

Karakol Cemiyeti

Karakol Cemiyeti  İTC’nin devamı gibidir (Mesut Aydın Milli Mücadele  Döneminde İstanbul’da Faaliyette Bulunan Gizli Gruplar  c.15 s. 646). Örgüt Enver ve Talat Paşa’nın telkinleriyle Kasım 1918’te kurulmuştur. (Hamit Pehlivanlı , Teşkilat-ı Mahsusa’dan Milli Emniyet  Hizmetlerine s.131). İsmini kurucuları Kara Kemal ve Kara Vasıf’ın lakaplarından almıştır. Örgüt İstanbul dışı da teşkilatlanmaya gitmiş -İTC’nin üzerine  kurulduğu için- ve bu dönemde İstanbul’ da kurulup İstanbul dışı teşkilatlanmaya giden tek örgüt niteliğini taşımıştır (Betül Aslan Yeni Belgeler Işığında  Karakol Cemiyeti , Uşak Kongresi ve Karakol Cemiyetinin Bolşeviklerle Yaptığı Anlaşma Atatürk Dergisi c.4 s.1). Cemiyetin misyonu Anadolu direnişine silah ve insan tedariki yapmak, alınan istihbaratları yine Anadolu’ya bildirmektir, diyebiliriz (Tarık Zafer Tunaya’ya birinci  elden ulaştırılan programa biraz daha geneldir bkz. Tarık Zafer Tunaya Türkiyede Siyasi Partiler s.522). Cemiyetin iki büyük saç ayağı vardır; birincisi-Kara Kemal’in geliştirmeye çok  uğraştığı- “Esnaf Teşkilatı”, ikincisi ise “Teşkilat-ı Mahsusa”dır( Erik Jan Zürcher a.g.e s.130). Örgütün teşkilatlanması da yine aynı şekilde iki yoldan olmuştur, ilkinin görevi  insan kaçırmak -Halide Edip Adıvar kullanılan güzergâhları çok iyi açıklamaktadır-, ikincisininki ise silah nakletmektir (Erik Jan Zürcher a.g.e s.115). Karakol, Anadolu’ya 56.000 mekanizma, 320 makineli tüfek, 1500 tüfek, 1 batarya top, 2000 sandık cephane, 10.000 takım elbise, çok sayıda nal, mıh, matara ve askeri eşya geçirmiştir (Bülent Çukurova, Kurtuluş  Savaşında Haberalma ve Yer Altı Çalışmaları s.87). Anadolu’ya geçirilen insanlara gelecek olursak ilk sıralara Fevzi Çakmak, İsmet İnönü, Celal Bayar, Kazım Orbay, Kazım Özkan gibi isimleri koyabiliriz. Oluşumun daha aktif çalışabilmek  için çeşitli itfaiye ve asker teşkilatlarıyla dirsek temasında olduğunu da biliyoruz (Cemile Yağmur Yüksek Lisans  Tezi Arşiv Belgeleri Işığında Kuvay-ı Milliye  s.63). Cemiyet mücadeleyi bizzat örgütlemek için farklı konumlara adamlarını da gönderdi. İTC müfettişi Nail Batum’a, Filibeli Hilmi ve Miralay Halit Erzurum’a, Fuat Balkan Trakya’ya yollandı -adı geçen şahsa 1919 yılında İstanbul’da Batı Trakya’yı Yunanlara karşı örgütleme görevi verildi ve İsmet İnönü aracılığıyla Harbiye Nezareti bütçesinden 4.000 lira kaynak temin edildi (Erik Jan Zürcher  a.g.e s.135). Hatta Gazi Paşa’nın bazı subayların isimlerini Karakol’a vererek istediği ve Karakol’un da Harbiye Nezareti’nden bu isimlerin atanmalarını istediği yönünde  iddialar bile mevcuttur (Fethi Tevetoğlu Milli Mücadele  Yıllarındaki Kuruluşlar s.9). Karakol, taşra teşkilatlarından bulunulan bölgenin büyüklüğüne bağlı olarak 5-10 ila 40-200 arası mevcutlu milis müfrezeleri kurmalarını ve ayrılıkçı çetelere karşı mücadele etmelerini de istemiştir (Osman Akandere Milli Mücadele Yıllarında Marmara Bölgesindeki Faaliyetler Gösteren Müfrezeler Milis Kuvvetleri  ve Çeteler Selçuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Ensitüsü Dergisi S.9 2008 s.526-528)

Zabitan Grubu

Zabitan Grubu, Karakol Cemiyeti’nin Muğlalı Mustafa Bey tarafından  tekrar teşkilatlandırılıp faaliyete geçirildiği bir devam örgütüdür. Örgüt aynı misyonu yaşatmış fakat bizzat TBMM tarafından kurulan Hamza Grubu ile faaliyetlerinin çakışması ve İngiliz ajanlarının cemiyetin Anadolu’ya referanslı gönderdiği kişiler arasına sızmaları -bkz en büyük örneği Mustafa Sagir-  TBMM Hükûmeti tarafında tekrar bir güvensizlik problemine yol açmıştır ( Erdal İlter Milli İstihbarat Cemiyetinin Tarihçesi s.5). Cemiyet her şeye rağmen silah tedariğine devam etmeye çabalamıştır fakat aradaki uçurumun derinleşmesi ile beraber yine Muğlalı Mustafa Bey yapılanmanın adını “Yavuz” olarak değiştirip icraatlarına devam etmiştir.

Yavuz Grubu

Yavuz Grubu, ismini Osmanlı Sultanı I. Selim’den almıştır. Hüsnü Himmetoğlu, Yavuz Grubu adına tonlarca mühimmatı Anadolu’ya sevk ettiğini ifade eder (Kübra  Kayabaşı Yüksek Lisans Tezi  Milli Mücadele’de  Felah Grubu s.19). Fakat Anadolu’ya geçirilmeye çalışılan 570 adet mavzer, 4 hafif makineli tüfek, 10 sandık cephanenin İngilizlerin  eline geçmesi( Kaya Karan Türk İstihbarat  Tarihi Yıldız İstihbarat Teşkilatı ve Teşkilat-ı Mahsusa’dan Mit’e s.82) ve lider Muğlalı Mustafa Bey’ in tutuklanma tehlikesi olduğu için Anadolu’ya geçmesi bu grubun da sonu olmuştur.

Müdafâa-i Milliye Teşkilatı (Mim Mim)

Nisan-Mayıs 1920’de İstanbul Tophane’de kurulan örgüt “Mim Mim” rumuzunu isminin baş harflerinden almıştır (Kübra Kayabaşı a.g.e s.20). Yine kadrolarının çok önemli  bir kısmı İttihatçılardan oluşan teşkilat diğer İttihatçı cemiyetlerden birçok yönüyle ayrılır. Örneğin Cemiyet, TBMM tarafından tanınan ve kadro verilen( Tarık Zafer Tunaya a.g.e s.525) “ilk ittihatçı merkezli örgüt” olmuştur. Kurucuları bir dönem Karakol Cemiyeti üyesi olan Yüzbaşı  Emin Bey ve Bahriye Yüzbaşısı İsmail Hakkı Bey’ dir. Mim Mim’ in misyonu  hemen hemen aynıdır: Anadolu’ya silah, teçhizat, insan geçirmek ve istihbarat toplamak (Tarık Zafer Tunaya a.g.e 525). Diğerlerinden ayrılan bir diğer özelliği ise Fransız Pake Kumpanyası, La Française Şirketi, Lloyd Triest Vapur Şirketi gibi yabancı menşeli şirketlerle anlaşması ve onlar aracılığıyla Anadolu’ya teçhizat taşımasıdır. La Française Şirketi ile ton başına 25 liradan bir anlaşmaya varılmıştır. Hatta İngiliz Kontrol Heyeti’ne rüşvet bile verilmiştir (Bülent Çukurova a.g.e s.525). Bir diğer mühim işlevi ise çok güçlü bir istihbarat ağına sahip olmasıdır, bu tez İngiliz İşgal Kuvvetleri Komutanı Harrington’ın İngiliz Harbiye Nezaretine Kuvâ-yi Milliye hakkında çektiği telgrafı ele geçirmesiyle tescillenmiştir (Necdet Ekinci Kurtuluş  Savaşında İstanbul ve Anadolu’daki Türk ve Düşman Gizli Faaliyetleri  s.173-175). Örgüt, barış dönemine kadar faaliyette kalmış 5 Ekim 1923’te aktif hayatına son verilmiştir.

Milli Mücadele yıllarında bunlara ek olarak İttihatçıların bulunduğu/kurduğu ve aynı görevi üstlenen birçok cemiyet var olmuştur. Bunları şöyle sıralayabiliriz: Hilal-i Ahmer, Türk Ocakları, Beşler, Ohaf, Felah, Hamza, Mücahit, Muharip, Ferhat-Kerim, Muaveneti Bahriye, Namık, Askeri Polis Tetkik Heyeti Amirlikleri, Geçit Teşkilat. Fakat biz en faal olan ve İttihatçıların doğrudan etkili olduğu belli başlı kuruluşlara göz attık.

Yine kongre: İlk akla gelen Milli İktisat, Erzurum, Balıkesir, Aydın, Kuvâ-yi Milliye, ilk silahlanmalar; ilk akla gelen Çerkez Ethem’in milislerinin Rauf Orbay Kuşçubaşı Eşref’in çiftliğinde daha önce gizlenen ekipmanlarla olması, kamuoyunu bilinçlendirme, Müdâfaa Cemiyetleri gibi Mücadele’nin kilit konumlarının hepsini başlatan ve yürüten İttihatçılar olmuştur. Ordu ise zaten ya hâlen İttihatçı ya da bir dönem İTC’de bulunmuş kişilerin komutasındadır, kabaca Kazım Karabekir İsmet İnönü, Deli Halit Paşa, Ali Fuat Bey, Mustafa Kemal Atatürk.

Erik Jan Zürcher, Rustow’un kaynaklık ettiği yaş ortalamalarıyla ilgili bir argüman sunmuştur. Rustow, padişah hizmetindeki önde gelen askerlerin yaş ortalamasını 58 olarak saptarken milliyetçi davayı destekleyen 25 mühim komutanın yaş ortalamasının 38 olduğunu söyler (Erik Jan Zürcher a.g.e s.147). Bu istatistik de bize gösteriyor ki Milli Mücadele’yi yürüten kadro, İttihat ve Terakki Cemiyeti ile yetişen veya İttihat Terakki  jenerasyonu diyebileceğimiz neslin fertleridirler. Bu teze ulaşmak için birinci hükûmette veya cumhuriyetin ilk yıllarının devlet yapılanmasında görev alan kişilerin siciline bakmak dahi yeterli olacaktır. Özetle İTC Milli Mücadele’de gereken her şeyi yapmış, onlar için -iddia edildiği üzere- savaş 1918 yılında bitmemiş, 1918 yılına kadar umum cephelerin, diplomasinin tamamında var olmuşlardır. Bu aziz insanların aziz ruhları emekleri ile beraber anılmalı ve kendilerine olan vefa borcu ödenmelidir.

Cengizhan Özdemir

Kaynakça

Erik Jan Zürcher,  Milli Mücadele’de İttihatçılık 

Cemal Kutay, Milli Mücadele Öncekileri ve Sonrakileri

Ali İhsan Sabis,  Harp Hatıralarım

Samih Nafiz Tansu, İki Devrin Perde Arkası

Mesut Aydın, Milli Mücadele  Döneminde İstanbul’da Faaliyette Bulunan Gizli Gruplar

Betül Aslan, Yeni Belgeler Işığında  Karakol Cemiyeti , Uşak Kongresi ve Karakol Cemiyetinin Bolşeviklerle Yaptığı Anlaşma, Atatürk Dergisi

Tarık Zafer Tunaya, Türkiyede Siyasi Partiler

Bülent Çukurova, Kurtuluş  Savaşında Haberalma ve Yer Altı Çalışmaları

Cemile Yağmur, Yüksek Lisans  Tezi, Arşiv Belgeleri Işığında Kuvay-ı Milliye

Fethi Tevetoğlu, Milli Mücadele  Yıllarındaki Kuruluşlar

Osman Akandere, Milli Mücadele Yıllarında Marmara Bölgesindeki Faaliyetler Gösteren Müfrezeler Milis Kuvvetleri  ve Çeteler, Selçuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Ensitüsü Dergisi, S.9 2008

Ergun Hiçyılmaz, Bozkurt Yazarı Ajan Amstrong ve Casusluk Örgütleri

Erdal İlter, Milli İstihbarat Cemiyetinin Tarihçesi

Kübra  Kayabaşı, Yüksek Lisans Tezi,  Milli Mücadele’de  Felah Grubu

Kaya Karan, Türk İstihbarat  Tarihi Yıldız İstihbarat Teşkilatı ve Teşkilat-ı Mahsusa’dan Mit’e

Necdet Ekinci, Kurtuluş  Savaşında İstanbul ve Anadolu’daki Türk ve Düşman Gizli Faaliyetleri

Gri bir pikap seher vaktinden beri ağır aksak ilerliyordu otoyolda. Taşıtın kasasının silme dolu olduğu yetmezmiş gibi iki aile çoluk çombalak tıkışmıştı içerisine. Mesut üst üste sigara yakıyor, direksiyonda uyuklamasından korktukları için içeriyi duman altı etmesine kimse ses çıkarmıyordu. Camı açmaya yeltendiğinde “Aman abi, çocuklar üşemesin.” diye serzenişte bulunmasalardı eğer, arabanın içi bu hâlde olmayacaktı.

Tüm ısrarına rağmen Mesut direksiyonu bırakmayınca şoförü uyanık tutma vazifesi Emrullah’a kalmıştı. Emrullah allem etti kallem etti, asabi, muhabbetten hazzetmez ağabeyini konuşturmanın bir yolunu buldu.

İsmihan arabaya bineli gözünü dahi kırpmamış, pürdikkat kocasını izliyordu dikiz aynasından. Tedirgindi çünkü Mesut uyuklayıp arabayı refüjde sektireli iki ay olmamıştı daha. Esra ise güneş gözlüğünü takmış, kafasını cama yaslamış, hava alacalandığından beri öylece uyukluyordu. Kulak arkası sızlayarak uyandığında saçlarını kokladı ve eltisine doğru kısık sesle söylenmeye başladı:

-İsmihan, kocana söylesene içmesin şu mereti. Bak saçım başım sigara koktu canım.

-Vardığımızda yıkanırsın. Sakın söyleneyim deyip de tepesini attırma.

‘‘Niye çekiniyorsunuz canım bu kadar?” diye eltisine çıkıştıktan sonra kocasının kulağına da aynı şeyleri fısıldadı. Emrullah çiçeği burnunda karısının her dediğini emir telakki ederdi ama ondan da çok ağabeyinden çekinirdi. Neyse ki ağabeyi ikirciklenmesini anlamıştı da, sigarayı salladı dışarıya. Ardından karısına “Uşakların üstünü ört.’’ dedi ve camı dibine kadar indirdi. 

İsmihan üzerlerini örtmeye kalmadan, çocuklar titreyerek uyandılar. Büyük çocuk kısık gözle yolu izliyor, kız kardeşi ise annesine sarılmış, bir kez daha uykuya dalmaya çalışıyordu. 

Emrullah boş bulunup teybi açınca, yola çıktıklarından beri gözü yumulu annesi, ürpererek sıçradı ve ‘‘A uşak! A ahmak uşak!’’ diye söylenmeye başladı. Emrullah helallik üstüne helallik istiyor, bir yandan da arka koltuğa uzanarak kadının elini öpmeye çalışıyordu.

Çocuklar babaannelerinin dediklerine katılarak gülmeye başlayınca Esra’nın sabrı adam akıllı taştı. ‘‘Yeter Emrullah! Dön sen önüne! Nasılsa yine uyur anneciğin!’’ dedi.

Ana omuz silkti, ardından:

-Şonun sesini aç Emrullah, yeter ki şo fışkınınki duyulmasın!

-Tamam ana. Hemen açıyorum. Anam benim…

Esra, kayınvalidesinin dediklerine acayip içerlemişti. ‘‘O teybi sakın açayım deme Emrullah!’’ diye ikaz etti.

‘‘Olur bita…’’ deyip sustu Emrullah. Bu kadar insanın içerisinde ‘‘bitanem’’ diye seslenmek yakışık almazdı.

Mesut ‘‘Aç teybi Emo.’’ deyince kimse üstüne laf söyleyemedi ve inatlaşma kesildi. Henüz Çanakkale’den çıkmış sayılmazlardı ve yerel bir frekansta haber bülteni sunuluyordu.

‘‘Çan’da işletilen eski maden sahası rehabilite edilerek alana 23 bin 320 fidan dikildi. Bakanlığın hazırladığı eylem planı ile bozulan maden sahaları, rehabilitasyonu yapılarak tabiata tekrar kazandırılıyor. Madencilik faaliyetinin sona erdiği sahaların rehabilitasyonu konusunda lüzumlu…’’

Mesut teybi kapadı. Emrullah “Ne güzel dinliyorduk ağabey…” diyecek oldu ama arka koltukta annesi içli içli ağlamaya başlayınca vazgeçti diyeceğinden.

‘‘A uşaklar! Deyiverin bana, nereye gideyoz?’’ diye sızlanıyordu ana, ‘‘Yine bir ocak buldunuz, oraya gideyoz dimi?’’

Birden içeri öldüresiye boğucu, öldüresiye kasvetli bir hava çöktü. Kimse yanıt vermeyince ‘‘Mesut!’’ diye seslendi bu kez de, ‘‘Bana deyiver oğlum…’’

Mesut’un gözü yoldan milim şaşmıyordu. Ancak önünü görmediğinin, boşluğa bakarcasına olduğunun bir tek karısı farkındaydı.

‘‘Emrullah, bari sen deyiver oğlum. Nereye gideyoz?’’

‘‘Manisa’ya gidiyoruz ana.’’

‘‘Çanakkale’nin suyu mu çıktı da a oğul?’’

‘‘Manisa’da iş bulduk ana. Çalışmaya gidiyoruz.’’

‘‘Ne gözel işiniz vardu ya eski yerde…’’ 

‘‘Ağabeyim tek başına yetişemiyordu ana o işe.’’

‘‘E sen ne göne durayon a oğul?’’

‘‘Benim kafam hesaba basmıyormuş ana. N’apsın? Mesut ağabeyim de yetemiyormuş tek başına. O yüzden bu iş sana göre değil, iyisi mi gidelim Manisa’ya, hem emmi oğlu da orada kazmacı, yanında bir iş ayarlar bize, dedi.’’

Birden masmavi gözleri kıpkırmızı kesti kadının. ‘‘Oy!’’ dedi, ‘‘Göçükten çıkalı kaç ay oldu a oğul? Hani söz verdiydiniz, bir daha ocağa inmeyecez diye? Na bu uşak daha mememdeydi. Sen hatırlamıyon mu bubanı a Mesut? Bir çuvala koyduydular da öyle verdiydiler, al kocanın cenazesini, diye. Sizi de çuvalda verseler n’aparım ben a oğul?’’

Armutçuk’ta grizu patlayınca ana dul, Mesut yetim kalmıştı. O zaman okul çağındaydı ama hâlâ dün gibi hatırlıyordu babasını gömdükleri günü. Bir torbanın içerisinde, babasının olup olmadığı bile şüpheli insan parçalarını gömmüş, baş ucuna bir tahta çakmışlardı. O günü anımsayınca gözü doldu. Burnunu oduncu gömleğinin koluna sildi. ‘‘Haklısın ana,’’ dedi, ‘‘Söz verdik vermesine ama n’apalım?’’ 

‘‘İlle ocakta çalışacaktınız da, ne diye yerimizden ettin bizi a uşak? Zonguldak’ta ocak mı yoktu?’’

‘‘Bilmezmiş gibi konuşma ana. Zonguldak’taki ocak hangimize yetiyordu? Kaç yıl bekledik de alım olmadı. Açlıktan ölse miydik?’’

Emrullah atıldı, ‘‘İnsanın memleketi gibisi var mı ana? Keşke iş olsaydı da orada kalsaydık. Esra da çok severdi oraları, demi ağabey?’’ 

Mesut, denilenin üzerinde durmadı. ‘‘O gün göçükten sağ salim çıktık ya ana,’’ dedi, ‘‘Allah biliyor tövbe etmiştim madene. Ama gördün işte. Pazarcılık yaptık da n’oldu? Tazminat alınca elimiz üç kuruş para görmüştü, onu da batırdık. Allah bizi böyle yaratmış işte. Babam rahmetli de demez miydi, okusan n’olacak, yine madende ya sütuncu olacan ya kazmacı, diye? Denedik işte ana, elimizden başka iş gelmiyor.’’ 

Ana iki omzunun içine sinmiş, içli içli ağlarken diğerleri alacası bol göğe doğru ilerleyen ön camı izliyordu. Emrullah teybi açmış, şarkıya eşlik ediyordu, ‘‘Genç ömrümü çürüttüm/Göğsüme vura vura.’’

Alper Şahin

1789 Fransız İhtilali sonrası dönem, Modern Dönem olarak adlandırılmaktadır. Amerika kıtasının keşfi ve Westphalia Barışı arasındaki süreç -Erken Modern Dönem- ise modernleşmenin yapı taşlarının oluştuğu zaman aralığı olmuştur. Yine 1500’lerde yaşanan gelişmeler sonucunda 16.yüzyıl, tarihçiler tarafından Teknoloji Çağı olarak adlandırılmıştır. 

Yüzyıl bazında yaptığımız bu giriş sonrasında modern dünyanın oluşum safhasında bilgi, güç ve sermaye kavramlarının etkilerine değinebilmemiz mümkündür. Birbirlerinden farklı görünen bu üç yapı taşı, temelde birbirlerinin tetikleyicisi konumundadır.

Fransız İhtilali’nden çok da uzak olmayan bir geçmiş zaman diliminde yaşanan muhteşem Aydınlanma Çağı; Avrupa’yı sosyal, ekonomik ve dinî açıdan oldukça etkilemişti. Hümanizma düşüncesinin başlattığı bu dönem, ilk başlarda, ortaya çıktığı Kuzey İtalya toprakları da dahil hiçbir siyasi otoritenin tahmin edemeyeceği bir gücü doğurmuştu. Daha sonraki dönemlerde yaşanacak tüm olumlu gelişmelerin de kaynağı olacak olan bu güç, bilgidir. Bilgi, bilme arzusu ve özellikle kilisenin baskısı altında oluşmamış açık fikirleri ortaya koyma arzusu birçok yeniliği beraberinde getirmişti. İnsanlığı eleştirel düşünce ile tanıştıran hümanizma hareketi kiliseyi temelden sarsan bir olgu hâline gelmişti. Zamanla kendi çıkarları doğrultusunda hareket eden Avrupalı prenslerin de desteğini alan bu düşünsel hareket, güç kazanmaya başladı. Ticaretle uğraşan bazı köklü ailelerin (örneğin; yün ticaretiyle uğraşan ve İtalya’nın köklü ailelerinden biri konumunda bulunan “Medici ailesi” gibi) üyeleri dönemin mimarlarına katedraller yaptırıyordu. Gotik Dönem mimarisine karşın bu yeni katedraller kubbeli olarak inşa ediliyor ve bireye yeniden değer kazandırılıyordu. Tam da bu noktada İncil’in el değmemiş ham hâline ulaşan aydınlar ihtiyaç duyulan mutlak bilgiyi elde etmiş, meşruiyet arayışındaki prenslerin desteğiyle gereken güç sağlanmış ve köklü ailelerin yardımıyla sermaye akışı elde edilmişti. Elde edilen bilgiler dönemin değerli sanatçılarının eserlerine yansıyor ve bu da yüzyıllar sonrasında dahi Avrupa’yı Avrupa yapan o aydınlığı beraberinde getiriyordu. Tam anlamıyla Avrupa’nın ve Avrupa insanının yeniden doğuşuna zemin olan Rönesans, oluşan yeni dönemin ilk habercilerindendi.

Hümanizma bir yandan aydınlar arasında yayılıyor bir yandan ortaya konulan eserler ile yeniden doğuşu sağlıyordu. Bu yenilikçi hareket İtalya ve Fransa toprakları arasında yayılırken Almanya kilisenin yobaz öğretileri altındaydı. 1450 yılında Alman bilim insanı Johannes Gutenberg müthiş bir icat olan matbaayı insanlığa hediye etmişti. Eleştirel düşünceyi ve Rönesans’ın etkilerini geniş kitlelere ulaştıran bu icat, Alman toprakları üzerinde yeşeren Reform hareketi ile birlikte Avrupa tarihinin akışını derinden etkilemiştir. 1517 yılında Alman Teolog ve Filozof Martin Luther, Wittenberg Kilisesi kapısına Endüljans satışlarına karşı düşüncelerini (95 Tezi) asmış ve “Protestan Reformu hareketi”ni resmen başlatmıştır. Bu başkaldırı sonrası yobazlaşan Hıristiyanlığın laikleştirilmesinin yanı sıra eğitimde de laiklik savunulmuştur. Eğitim öğretim faaliyetleri kiliseden ayrılmış ve özgür düşünce hız kazanmıştır. Yaşanan bu siyasi ve dinî gelişmeler Avrupa genelinde köklü değişimler için domino etkisi yaratmıştır.

17.yüzyılın önemli düşünürlerinden John Locke, düşünce özgürlüğü fikrini en geniş ölçüde yayan ilk düşünür olmuştur. Akıl Çağı’nın gerçek kurucusu olarak adlandırılan Locke’ın görüşleri, İngiliz Hükûmeti’nin artan ekonomik ve askeri baskısı nedeniyle 13 koloninin Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi’ni yayınlaması açısından eleştirel düşüncenin ilk meyvelerini oluşturuyordu. Fakat Avrupa bu hareketlenmelerin ötesinde daha da büyük bir gelişmeye gebeydi. Artan saray masrafları, ardı arkası kesilmeyen savaşlarda harcanan paralar, kırsal nüfusun kıta şehirlere göç etmesiyle değişen gider tabloları, aksayan vergiler Fransa’yı iflasın eşiğine getirmişti. Parlamento toplantısı sonrasında orta sınıftan kişiler monarşiye karşı ayaklanmış ve anayasal düzenleme talebinde bulunmuşlardı. Kral XVI. Louis talepleri reddetmişti. En nihayetinde tarihler 14 Temmuz 1789’u gösterdiğinde küresel değişimleri de beraberinde getirecek olan Fransız İhtilali patlak vermişti. Özgür düşünce ve birey egemenliğinin beraberinde getirdiği psikolojik temelli güç engellenememiş ve krallık rejimi yıkılarak cumhuriyet ilan edilmişti. “Milliyetçilik ilkesi” siyasi bir karakter kazanarak günümüz Avrupa devletlerinin ortaya çıkmasını sağlamıştır. Eşitlik, özgürlük ve adalet ilkeleri küresel bir etkiye ulaşmıştı. Eleştirel düşünen insanın bildirisi, Fransızlar tarafından küresel çapta bir bildiriye dönüştürülmüştür. Ortaya çıkan fikirlere karşı olan Avusturya ve Prusya, Fransa’ya savaş açmış, sonuçta Napolyon yenilgiye uğramıştı. 1815’te düzenlenen Viyana Kongresi ile Avrupa’nın siyasi durumu yeniden düzenlenmiştir. 

Yüzyıllar öncesinden hümanizma hareketinin ateşlediği eleştirel düşünce isteği, salt bilgiyi beraberinde getirmişti. Meşruiyet arayışındaki dukalık ve prenslikler bu yavaş fakat güçlü değişimi destekleyerek güçlendirmişti. Köklü ailelerin sanata karşı yapmış oldukları sermaye yatırım girişimleri, aydınların kürsülerden haykırışları ile birlikte küresel çapta yayılmayı tetiklemiş ve Avrupa yeni bir döneme doğru ilk adımını atmıştı. Matbaanın icadı sonrası, elde edilen bilgiler halk nezdinde yayılmış ve adeta yeni bir insanlık oluşturulmuştu. Özgürlüğün ve eleştirinin ilk meyvelerinden olan Reform hareketi kiliseye büyük bir darbe indirip eğitim öğretimde yeni bir çağ açmıştı. Büyük düşünür John Locke’ın görüşleri ve Amerika halkının özgürlük istekleri insanlığın, artık mutlak monarşiler ve bunların baskıcı tutumlarına “karşı” olduklarını en net şekilde gösteriyordu. Bu tutumun en güzel sonuçlarından biri de Fransız İhtilali oldu. Bilginin güçlenmesi ve sermaye elde etmesini sağlayan yüzyıllık süreç; ihtilal sonrası değerlenen milliyetçilik, adalet, eşitlik ve özgürlük kavramları ile harmanlanıp günümüz modern dünyasının temellerini oluşturan yapı taşları oldular. 

Kardelen Koçak

Ben insanlığın en büyük fanıyım, ben hümanistim. Belki de son hümanist, 20. asrın benim eserim olmadığını kim iddia edebilir?” 

-John Milton, Şeytanın Avukatı 

“…. Sonra İblis, İsa’yı yükseklere çıkararak bir anda O’na dünyanın bütün ülkelerini gösterdi. O’na “Bütün bunlar yönetimini ve zenginliğini sana vereceğim.” dedi. “Bunlar bana teslim edildi, ben de dilediğim kişiye veririm. Bana taparsan sana verilecek.”

-Luka İncili, 4/5 

Hristiyanlık düşüncesinde şeytan, Tanrı’nın karşıtı hatta yer yer onu yenebilecek güçte olan bir karakterdir. Tanrı tasavvuru durağan bir düzeni temsil eder. Hristiyanlık düşüncesinde Tanrı ve şeytanın neden böyle düşünüldüğünü anlamak için tarihsel arka plana bakmak gerekiyor.

Hristiyanlığın doğduğu ortama baktığımızda Roma’nın uzak bir eyaleti olan Filistin karşımıza çıkıyor. Ünlü Babil sürgününden yaklaşık beş yüz yıl geçmişti. Romalılar Filistin’i işgal etmişti. Yahudiler buna tepki verse de sonuç Roma’nın zaferiydi. Dünya tarihinin ilk toplu intiharı masada bu işgal dönemine aittir. İsa’nın yaşadığı dönemde Yahudilerin, Roma iktidarına ses çıkarmayan din adamlarından rahatsızlık duyduğunu İncillerden anlayabiliyoruz. Hristiyanlık düşüncesine göre Tanrı’nın oğlu İsa, zalim bir yönetim altında yaşayan ve kendi inancından sapmış Yahudiler için gelmişti. Ona inanan 12 Havari halktan ve alt kesim memurlardan oluşuyordu. İncil’de İsa’nın Filistin topraklarında yaptığı gezileri ve başından geçenleri okuduğumuzda yoksul halk kitleleri içinde yaşadığını anlayabiliyoruz. İsa’nın bizzat kendi havarilerinden biri tarafından ihbar edilmesi bundan hareketle de Tanrı’nın oğlunun, dolaylı yoldan Tanrı’nın da, mağdur olması önemlidir. İsa’nın ölümünden sonra Havariler, Filistin’den ayrılıp Anadolu’ya ve Roma dünyasına yayıldılar. İmparator Konstantin’e kadar Hristiyanlar, sayıları artmakla beraber devlet tarafından baskı ve zulüm gördüler. Dini kendi doğasından çıkaran ilk eşik budur. Çünkü o zamana kadar gizlenip zulüm altında yaşayan rahip ve papazlar artık devletle beraber hareket ediyorlardı. Ölümü gayet aşağılayıcı bir şekilde olan İsa, artık bir devletin efendilerinin önünde diz çöktüğü bir sembol hâline gelmişti. Ancak yine de Hristiyanlığın özünde tedirginlik ve her an zarar görme korkusu olduğunu unutmamak gerek. Orta Çağ boyunca Hristiyan Batı, bozkırdan gelen ya da kuzeyden gelen halkların ve kısa süre de olsa İspanya coğrafyasında yaşayan Müslüman Arapların tehdidi altındaydı. Bu tehdit dolu siyasi durum Hristiyan kültüre işlemiştir. Belki de şeytan imgesinin güçlü olmasının sebebi budur. 

“Akıl hiçbir zaman maddeden bağımsızlaşmasa dahi kültür, ancak aklın kendi bağımsızlığını tahayyül etmesiyle gelişebilir.”[1] Bu alıntıyla beraber “Şeytanın Avukatı” filminden bahsetmeye başlayalım.

Kevin Lomax Anglo- Sakson kültürün bağrında yetişmiş, başarıya odaklı bir avukattır. Film, karakterin tacizci bir öğretmeni savunmasıyla başlıyor. Aklının iç yapısını oluşturan sembollerin Tanrı’nın onları özel seçtiğine ve her şeyi yapmaya hakları olduğuna inanan Amerikan kültüründen geldiği barizdir. Serisinin bozulmaması uğruna vicdanının onaylamadığı kişileri kolayca savunmaktadır. Tacizci öğretmeni de başarılı şekilde savunduktan sonra karısı ve arkadaşlarıyla bunu kutlar. Çevresindeki kimsenin vicdani yönden bakmaması da ana karakterin bireysel bir imaj değil de toplumun bir kesiminin realize edilmiş hâli olduğunu bize düşündürüyor. Serisinin bozulmamasını kutlayan Kevin, New York’ta yaşayan John Milton isimli bir iş adamından teklif alır. John Milton, dünyada insanlar içinde yaşayıp dünyadaki kargaşaların hepsinin kaynağı şeytandır. Dünyadaki tüm zevkleri kendisinde toplayan şeytan, Kevin ve eşinin başını döndürmüştür.

Burada filmi anlatmaya biraz ara verip “şeytan” kavramı hakkında konuşmak gerekir. Şeytan, ilk olarak bugünkü anlamıyla Zerdüşt inancında görülmüştür.[2] Düalist yani ikili inanç anlayışlarında şeytan, tüm karanlık ve kötülüğün sembolüdür. Şeytanın diğer özelliği de insanın kendi içindeki arzularını etkileyebilmesidir. Bu yönden şeytan Eski Yunan’daki Dionysus ile özdeşlik gösteriyor. Doğudan batıya gelen Dionysus, esrikliğin ve coşkunun tanrısallaştırılmış hâlidir. 

Şeytan insanları, insanın kendi içindeki arzuları bildiğinden onları sadece açığa çıkarır. Böylece insanı kendisine çizmeye çalıştığı yoldan saptırır. Filmde de John Milton’ın monoloğunda bahsedip kendisini haklı çıkardığı husus budur. Daha da açarsak; insanın Tanrı’ya ya da ideal atfettiği iyilik, huzur genellikle gerçekte var olmayan dileklerdir. İnsan, kendi yaşadığı dünyanın ve kendi içindeki özün vahşi vasatlığından rahatsız olan bir canlıdır. Bu vahşi vasatlıktan kendini kurtarmak ve etrafında değişen doğaya kendini uydurmak için kültürel evrimini başlatmıştır. Bu evrimin sürecinde arzu edilen düzeni, statik huzuru “iyi” yada “Tanrı” temsil ederken; doğanın vahşiliğini, kontrol edemeyen arzuları ise “kötü” yada “şeytan” temsil etmektedir. Bu bağlamda filmde Tanrı’ya bağlılığı en bariz olan kişi Kevin’ın, geçmişte John Milton ile ilişkiye giren, böylece şeytan tarafından bir kez kandırılan annesi olması bize şaşırtıcı gelmemelidir. 

16.asırdan itibaren değişen dünya hâli içinde din, Batı toplumu içinde savunma durumuna geçmiş ve değişen dünya şartlarına göre kendini değiştirmeye başlamıştı. Eski siyasi güçleri olmayan din adamları yeni oluşan sınıflarla mücadele etmeye başladı. Din ile mücadele eden sosyal sınıflardan biri Seküler hukuktur. O zamana kadar din kavramı altında değerlendirilen hukuk, toprağa dayalı “Aristokrasi” gücünü kaybetmeye başlayınca bunla beraber din gücünü de kaybetmeye başladı. Hukuk da dinin gücünü kaybettiği alanlardan biriydi. Kuzey İtalya şehirlerinde papanın hukuk adamlarıyla Kutsal Roma- Cermen İmparatorluğunun atadığı Podestalar çekişme hâlindeydiler[3]. Zaman içinde Seküler hukuk devletin girebildiği her yere girmiştir. Dinî hukuk ise kendi alanına çekilmiştir. Filmin baş karakterlerinden olan John Milton’ın son sahnede sarfettiği “ Lawyers are the Devil’s Ministry ” sözüyle yeni dünyanın, yeni ruhban sınıfının hukukçular olduğunu belirtmesi de bu bağlamda düşünülmelidir.[4]

Kaos ve gizli kalan arzuların efendisi şeytan, dünya üzerinde Tanrı’nın düzenine karşı güçlenmiş olan hukuku kendi düzenini, kendi krallığını kurmak için kullanacaktır. Çünkü hukuk neredeyse üç asırdır kendine özgü bir din gibi büyüyüp kendi esaslarını, yorumlarını ve memurlarını yaratmıştır. 

“ Mutluluk sona ermesin diye/ Şeytanın başından çıkarcılığından korunmak gerekir/ Mutluluğunuzu elinden almak için / Size çok güzel ve iyi görünecektir!/ Ne kadar kutsal görünse de / Gözleri onu ele verecektir.”[5] 

Kevin Lomax, John Milton’ın davetini kabul ettikten sonra bu dizeleri okusaydı sanırım her şey erimeden kurtarıp evine geri dönebilirdi. Ancak onun kazanma ve ün gözünü boyamıştı. Film boyunca eşinin erimesine şahit olsa da tersi için zerre çalışmadı. Nitekim bu Milton tarafından da söylenmiştir. Milton, asla zorla bir şey yaptırmamıştır. O sadece yolu döşemiş Kevin ise yürümüştür. Milton, Kevin’ı oğlu olduğu için senelerdir aramaktadır. Burada Deccal kavramına kısaca girmek gerekiyor: Nasıl Tanrı oğlunu dünyaya gönderip huzur ve düzen getirmeyi amaçlıyorsa şeytan da oğlunu dünyaya gönderip huzursuzluk ve düzensizliği getirmeyi amaçlayabilir. Burada karşımıza bıçak gibi ortadan ikiye ayrılmış simetrik bir inanç çıkıyor. 

Şeytanın her şeyi iyi planlasa da unuttuğu küçük bir ayrıntı vardır; insanı onun eline düşüren kişisel iradenin yine onun yenilgisini getireceği… Kevin her şeye rağmen kendi iradesiyle kafasına sıkar. Böylece şeytan yenilmiş olur. Ancak son sahnede şeytanın yine kendini göstermesi, İnsan- Şeytan mücadelesinin , yani insan ve onun arzuları ile olan mücadelesinin, sonsuza dek devam edeceğinin bir delilidir. 

Berat Şendil

 [1] Camilia Paglia, Cinsel Kimlikler, sayfa 51 

[2] Seçkin Sarpkaya, Türklerin Şeytani Masalları, sayfa 154 

[3] Konu hakkında daha bilgi almak için şu eseri inceleyebilirsiniz; İtalyan Şehir Cumhuriyetleri, Daniel Waley-Trevor Dean, Çeviren: Hamit Çalışkan 

[4] Yukarıda atıf yaptığımız ve yapmaya devam edeceğimiz monolog ve diğer diyaloglar için bakınız: https://www.rottentomatoes.com/m/devils_advocate/quotes/ [5] Friederich Nietzche, Şen Bilim, sayfa 25

Dağ başlarına konuk olur, korkusuzlukla göç ederiz.

Bu zamanlarda durulmadan ölüp tekrar tekrar direniriz.

Bulutlar dostumuz bizim

Ay sevgilimiz,

Bizler uzaktan seslenip uzaktan dirilenleriz.

Ayrılık içselliğiyle yollara düşülür,

Akşamlara veda ederiz.

Alıcı kuşların kokusuyla gülüşür,

Yazgımızın ellerinden birer birer öperiz.

Etik, lojik, dik, dikel, sessiz sakin dinler bizi bu kelimeler.

Çok da önemsiz yüklü gereksiz kelimeler,

Umrumuzda değil ideolojiler, nasyonaller, liberaller…

Sarılmışız dört bir yandan bulutların çehresine,

Güneşi arıyoruz biz delicesine!

Ufak ışıklarda kaybolan yıllar,

Kaybolup gitsin yıllar, yollar,

Yollara dökülmüşken şimdi bizler,

Umrumuzda da değil kaybolanlar, saflar, sıkılaşamayanlar…

Top, tüfek konuşan memleket,

Sadece bizi mi görmeyecek?

Görecek, bizi de görecek,

Umrumuzda değil bizim top, tüfek.

Kalemle vurulan kağıtlar bizden yanayken şimdi,

Umrumuzda değil ölemediğimiz karargâhlar,

Biz bizden yana topluca ve toplumca,

Uçuyoruz gökyüzünde hep birlikte ve baş başa…

Süzülür korkusuz kollarımız bu memleketin üzerinde,

Tek bir kişi değil ve hep berabercesine!

Sessizlik sonumuzu bizden önce getirecekse

Sessizce değil haykırarak ölelim dedik bizler de…

Bulutlarda buluşmakmış en büyük hedefimiz,

Cepten mendillerimiz çıkmadan önce kavuşmak bizim hedefimiz.

Aysız gecelerde kavuşamadan bitecekse bu hikâye,

Silelim hafızalarımızdan yürüdüğümüz yolları,

Silelim baş başa kaldığımız acı sevdaları,

Ölünecekse bu toprakta ve bu gökyüzüne feda edilecekse birileri,

Haykırarak ölelim,

Uzakların yoluna düşüp

Sesimiz daha da uzaklara yükselsin,

Ve bizler düşeceksek,

İşte böyle düşelim…

İrem Yılmaz