28.04.2020 tarihinde Bahadırhan Dinçaslan’ın sitemizde eşcinsellik üzerine bir yazısı yayımlandı. Konuya dair yaklaşımı ve yazma tarzı, dikkatimizi konudan daha fazla çekiyor olmasından ötürü değerlendirmeye niyet ettik. Yazı, bu tarz konularda “nasıl yazılamayacağını göstermesi” açısından örnekler sınıfına dahil edilebilir.  Konu, öylesine hassas bir iple bağlanmış ki hangi tarafa çekersek başka bir taraftan yırtılıyor ve aykırı sesler zihnimize hücum ediyordu. Konuya dair kendi düşüncelerimizi ifade etmekten ziyade bu konuda “yazanın” ortaya koymuş olduğu yazının eksik yönlerini ve ne tür bir zihniyet ile kendini ifade etmeye çalıştığını felsefi bir zeminde (bilgi, varlık, etik, dil felsefesi ve mantık, retorik kurallarına göre) irdeleyerek muğlak kalmış ifadelerine açıklık getirmeye, yanlış olanları düzeltmeye, müphem olanları elemeye çalışacağız.

Evvela bu başlığı atarak yazıya başlayan kişiye ait sıfatımız yazar değil, yazandır. Bunu şu şekilde açıklayabiliriz: Ronald Barthes yazan ile yazarı birbirinden ayırmıştır. Yazan dili, bilgiyi iletmek için kullanır. Yazar ortak dilin koruyucusudur ama daha da ileri gider ve malzemesi, göstermeyen ya da bilgiyi çarpıtan olarak kullandığı dildir. O, anlamları araç, anlam göstermeyeni amaç olarak kullanarak, sözcüklerin özdeşlikleri üstünde oynayarak sözel bir nesne üreten bir zanaatçıdır.”[1] Bu anlamda yazan demek, daha doğru olacaktır.

“Doğal” ve “normal” kavramları sıkıntılıdır. Doğal olan nedir? Söz gelimi, fabrika doğal mıdır? Bence doğal: Fabrika, doğada bulunan elementlerden oluşur. Doğada bulunan elementlerle çalışır. Doğanın yarattığı insan zekasıyla inşa edilmiştir. Doğaüstü yahut doğaötesi bir bileşeni yoktur. Normallik de böyle; “normal” olan, zaman ve mekânla sınırlıdır. Dün, insanların kokması normaldi. Bugün buna burun kıvırırız.” Yazanın bu ifadeleri, doğal kavramının anlamına muğlaklık getirmektir. İzah edilen düşünce “benzeşim yanlışlığıdır”. “Doğal” ile “doğal olan” iç içe geçmiş durumdadır. Aynı noktada başka bir kusur ise fabrika kavramının yazana göre doğal olmasıdır. Mantığın işleyişine göre baktığımızda sorun daha net ortaya çıkmaktadır. Klasik mantıkta iki öncülden bir sonuç çıkar. Yani birbirleri ile bağlantılı iki cümleden zorunlu olarak bir sonuç çıkar. 1.önerme: Fabrika, doğada bulunan elementlerle çalışır. 2.önerme: Fabrika doğanın yarattığı insan zekasıyla inşa edilmiştir. Sonuç: O hâlde fabrika doğaldır. (İlk iki öncül içerisinde fabrikayı gizli özne olmasına rağmen açıkça yazarak gösterdik.) Klasik mantıkta en önemli sorun yeni bir şey söylenmemesidir. Yani sonuç, diğer cümleler içerisinde bulunmaktadır. Böyle bir mantık zemininde önceden belirleyeceğimiz iki öncül ile istediğimiz sonucu çıkarabilir, istediğimiz her şeyi de doğal hâle getirebiliriz.

Yazan, ortaya koyduğu dilde kelimelere anlam yüklemekte yetersiz kalarak kısır bir döngüde kendini tekrarlar. Başlangıç olarak seçmiş olduğu “doğal” ve “normal” kavramları üzerinde herhangi bir açıklama yapmadan, “sıkıntılıdır” yüklemini nâ-mebrur olarak kullanır. Nâ-mebrur diyoruz, çünkü herhangi bir anlam bildirmeyen rabıtasız, manasız, anlamsız, saçma sapan cümledir. “Normal olan zaman ve mekânla sınırlı ise” hayat denen serüvende normal olmayan bir şeyi bulabilir miyiz? Bulabiliriz: Sanatta ve insan düşüncelerinde. Düşünüyor olmak zaman ve mekânın ötesine geçebilmeyi mümkün kılar. Sanat eseri de böyledir. Onu sanat yapan, akla rağmen aklın kategorileri olan, zaman ve mekân üstü bir form kazanmasıdır. Yazanın ifadesinin doğruluğu ölçüsünde sanat ve düşünen insan normal değildir. Peki bu şartlarda normal olmak mı daha iyidir, yoksa normal olmamak mı? Dinçaslan metodolojisiyle düşünecek olursak insanlığı olduğu yerden alıp baş aşağı oturtmak gerekir.

Yukarıdaki ifade ile bağlantılı olan ikinci problem: Doğanın yarattığı insan ifadesidir. Bu ifade ile ne söylenmek istendiği ise meçhule giden bir gemi gibi zihin dünyamızda seyre durmaktadır. Yaratma, Spinoza gibi “var kılma” anlamında mı kullanıldı yoksa Darwinci antropologların ifade ettiği gibi bir “dönüşüm” anlamıyla mı ifade ediliyor? Doğanın her iki durumda da yaratmış olduğu insan var ise ve o, doğanın içerisinden meydana geliyorsa doğaldır. İnsan eliyle meydana gelmiş olan her şey hem insanın doğal olmasından hem de doğada bulunan elementlerden meydana gelmiş olmasından dolayı doğaldır. Fabrika doğal ise orada üretilen de doğaldır. Otomobil doğaldır, ilaç fabrikasından çıkan kimyasal ilaçlar da doğaldır. O hâlde doğal olmayan yoktur. Varlık felsefesi bakımından doğal olmayanın kendisi (ontolojik olarak) yoktur. Biz onun sadece bilgisine (epistemolojisine) sahip olabiliriz ve bu bilgiden ancak doğalın dışında kalan yerde bahsedilebilir. Doğal ile doğal olmayanı mantık düzleminde ele aldığımızda yazan ile aynı mantık yürütme bizi aynı çıkmaza götürmüştür. Basit bir dil hatası gibi görünen yukarıdaki cümlenin anlamsızlığı, ontolojik bir çıkmazla sonuçlanmaktadır.

Böyle bir başlık atıp anlamını bile bilmediğimiz doğal kavramı ile giriş yapmak, bu yazıya uygun düşmemektedir. Kavrama baktığımızda doğal olan; varlık kategorisinde mümkün ve mümteni olanı kapsayan, vacip olan için söz konusu olmayan, varlık ve var olmak bakımından dışarıdan herhangi bir etkene bağlı bulunmayan, doğanın işleyişine göre doğa tarafından yoktan yaratılan değil, var kılınan olarak açıklanmalıdır. Örnek vermek gerekirse bir palamudun yetişmesi için hiçbir dış müdahaleye gerek yoktur, doğa yasaları ve doğanın işleyişi gereği tohumunu saçar, yağmur ve rüzgâr ile kendine uygun bir zemin bulursa kök salar. Dinî metafor kullanarak açıklarsanız “Tanrı’nın yaratması ile vücuda gelmiştir” denilebilir fakat burada, doğal süreçlerde var kılma, doğal bir işleyişle gerçekleşir ve yoktan değil, var olan bir tohumdan meydana getirme söz konusudur. Konu başlığı gereği yazan, doğal kelimesine farklı bir anlam yükleme gayretindedir fakat bunu tamamlayabilecek dilden oldukça uzaktır. Yazan burada “Doğal olan nedir?” sorusundan ziyade “Doğal nedir?” diyerek başlamalı ve ortaya koymuş olduğu bilgisini gündelik bilgi olmaktan çıkarmalıydı.

Başka önemli bir nokta ise yazanın Antik Yunan dönemine ait anlattığı rivayetin yer aldığı 2, 3 ve 4. paragraflardır. Bu paragraflarda (Bu konudaki görüşlerimi paylaşmadan evvel, tarihteki ilginç bir motifi paylaşayım. Eski Yunan’ın Thebes şehrinde “Mübarek Tabur” (Hieros Lochos) adında bir askerî birlik vardı. Bu birliğin en önemli özelliği, 150 çift erkek eşcinselden müteşekkil olması. Rivayetlere göre böyle teşekkül etmesinin nedeni, sevgilileriyle birlikte savaşacak askerlerin hem onları korumak hem onların gözüne girmek için daha yiğitçe çarpışacağı fikri. Nitekim öyle de olmuş. Görev yaptığı sürece gözü pekliği ve askeri efektifliğiyle nam salan “Mübarek Tabur”, nihayet meşhur Büyük İskender’in babası II. Philip tarafından yenilgiye uğratıldıklarında, 2 kişiye kadar kırılmalarına rağmen meydanı terk etmemişler. (Bu arada Philippos ismi “at seven” anlamına gelir. Bu Yunanlar hakikaten tuhaf arkadaş, zaten lezbiyen adı da Lesbos Adası’ndan geliyor.) Thebesliler de yıllar boyu ayakta kalan bir anıt diktirmişler bunlar için. Yiğitliklerinin hakkını teslim ederek üzerine de yazmışlar “Bu adamların münasebetsiz olduklarını düşünen kim varsa helak olsun!”. (Bu anıt Yunanistan bağımsızlığını kazandıktan kısa bir süre sonra hazine arayan bir Yunan komutan tarafından yıkılmış.) Bu kesit bize ne anlatıyor? Birincisi, eşcinsellik insan olmaya yahut asker olmaya mâni değildir. İkincisi ve daha önemlisi, bize “Eski Yunan’da eşcinsellik çok yaygındı, Osmanlı’da kol gezerdi” diye anlatılsa da Thebeslilerin diktiği anıtın alt metninde başka bir şey var. Evet, eşcinsellik hiç değilse bugünün Orta Doğusu’na göre daha görünür ama hâlâ “normal” olmayan bir şey. Belki de dalga geçilen bir şey. O yüzden anıta “bu adamlar münasebetsiz değildi” yazma ihtiyacı hissetmişler. Bu yaygınlık meselesine geri döneceğiz, doğallık konusuna girelim şimdi.”) ne anlatılmak isteniyor? Doğallıktan başlayıp normalliğe dair bir hikâye anlatıp sonrasında doğallığa tekrar dönüyoruz. Açıkçası bu anlayış, müphem bir iştiyakı doğurabilir fakat yazı, aynı derece güçlü bir tatminden uzaktır. Deneme tarzı bir yazı yazarken bu tür efsanelere dayanmak yazının yönünü tayin etmek açısından kolay olabilir. Fakat konunun toplumdaki hassasiyeti ve suistimal edilişi göz önüne alındığında ciddi bir üslupla -en azından birkaç kaynak vererek- deneme tarzından uzaklaşabilseydi daha isabetli olabilirdi. Anlatılan rivayetin hem Antik Yunan olması hem de sadece erkekleri kapsıyor olması, sözüm ona eşcinselliğin sadece erkelere has bir tutum olduğunu yansıtıyor. Kaldı ki yazan, yazının başka hiçbir yerinde bu konuda kadınlara değinmeden geçiyor. Eğer tarihin penceresinden eşcinselliğe bakacak olursak rotamız Antik Yunan ise yapacağımız ilk iş “Kadın nedir?” diye sormak olurdu. Batı tarihinde kadın, hiçbir medeniyetin aşağılamadığı kadar hor görülmüş, insanlık sıfatı elinden alınmış vaziyettedir. Aristoteles’e göre kadın, konuşan hayvandır. Platon’un Lysis diyaloğunda “Aferin Hippothales! Gerçekten soylu, güzel bir sevgili bulmuşsun, dedim.”[2] diyor Sokrates. Hippotales’in sevgilisi de soylu Lysis’tir. Erkeğin erkek ile olan münasebeti, ona farklı bir saygınlık kazandırmaktaydı. Antik Yunan döneminde sadece soylular ve erkeklerin oy kullanması, kadınların vatandaş olarak görülmediklerinin bir diğer kanıtıdır. Başka bir nokta ise eşcinsellik asker olmaya engel olmayabilir -yazana göre-. Ancak Hunlar Avrupa kapılarına dayandığında karşılarında savaşacak erkek bulamadı. Çünkü eşcinsel yaşamları cesaret, iffet ve delalet gibi insani hislerine de ket vuruyordu. Demem o ki geçmişin kıstasları ile bugünün sorunlarına çözüm getirebilmek için tek taraflı bakmamak gerekiyor. Yazan, eşcinsellikle insanlık/askerlik bağlarının birlikte ve belki de daha güçlü olabileceğini ifade ediyor. Eğer insana ve eylemlerine dair konuşacak olursak felsefi bir tahlil, tarihî bir zemin ve sosyolojik verilerin desteklediği edebî bir terbiye inşa edilmiş olmalıdır.

Yazıyı okumaya devam ettiğimizde yazan, düşüncesinin temelini henüz bulamamış olmalı ki yazı bitmeye yakın (“İnsana dair her şeyde olduğu gibi iptida, evrimsel sebeplere bakmak gerekir.”) insana dair konuştuğunu fark ediyor ve insan söz konusu olduğunda evrimsel nedenlere bakmamızı tavsiye ediyor. Yazı burada başka bir kördüğüme giriyor. Eğer eşcinsellik konusunu evrimle destekleyeceksek nasıl bir evrim düşüncesine sahip olduğumuzun da açıkça belirtilmesi gereklidir. Yunan efsanesinde anlattığı eril düşüncenin izleri burada da kendini göstererek evrimsel(!) düşüncesinin erkeklere has bir tutum gibi sergilenmesine neden olmaktadır. (Evrimsel sebepler “her şey” değildir zira insanoğlu sosyal bir evrim de geçirmiştir, diyelim ki bir erkek binlerce kadınla birlikte olabilecek “biyolojik donanım”a haizdir ama böyle yapmaz. Yapmak zorunda değildir yahut bunu yapmıyor oluşu evrime karşı gelmek de değildir.) Bu ifadeyi iki yönden değerlendirelim: Birincisi, neden sadece erkeğin donanımı? Ayrıca neden sadece biyolojik etmenler üzerinden insan anlayışı hâkim oluyor da hisseden, seven, üzülen, düşünen, iradesini ortaya koyabilen bir insan profilinde insanlığımız değerlendirilmiyor? İkincisi ise “yazan, evrimi açıklamadan evvel insan eylemlerinin hangilerinin evrime karşı olduğunu veya olmadığını belirliyor?” “Bu belirleme hangi kıstaslara göre yapıldı?” Soruları cevapsız kalıyor.

Evrime dayandırdığı ve onu doğal bir yönelim olarak değerlendirdiği eşcinselliğin temelini açıklamaya çalışan yazanın özellikle “Bilim adamlarının tespitlerine göre birçok hayvan türünde eşcinsellik gözlemleniyor. Türlere göre oran değişiyor zira muhtemelen eşcinselliği türün çiftleşme sistematiği, çevresi, yaşam tarzı vs. belirliyor. Ancak her türde belli oranlarda eşcinsellik “kesin olarak” gözlemleniyorsa diyebiliriz ki eşcinsellik doğaldır.” ifadesinin, indirgemeci ve küçümseyici bir söylem olduğunu anlayabilmesi için literatürdeki evrim kitaplarının yanında felsefe kitaplarını da gözden geçirmesi gerekirdi. Bu konuda birkaç örnek vermek gerekirse Scheler, geist teorisi ile evrim düşüncesine karşı dururken, insanı da parçalara bölerek incelemiş ve insanla hayvan arasına aşılmaz bir duvar eklemiştir. Bunun yanında başka bir bilim insanı olan Gehlen, biyolojik teori ve morfoloji düşüncesiyle insanı bu dünyadaki “özel yeri”nde konumlandırarak anlamlandırmaya çalışır. Bu iki düşünürün dışında Uexküll[3] “çekirdek problemi” olan canlı varlıkların hayat koşullarından kalkarak darwinizmin canlıları basamaklandıran teorisini yadsımıştır. Aydınlanma filozofu Descartes ise “hakiki bir konuşmayı sesleri taklit etmekten ayırmada şu iki ölçütü esas alır: 1. Kullanılan işaretler, belirli bir duruma uygun (a propos) olmalıdır. 2. Sözler veya işaretler, teessürlerden/etkilenimlerden (passions) kaynaklanmamalıdır. Descartes bu ölçütlerden ilkinin hakiki bir konuşmayı, papağan vb. hayvanların ses taklidinden ayırdığını (her ne kadar akla riayet etmeseler de delilerin sözlerini konuşmanın kapsamına dahil ettiğini), ikinci ölçütün de yine hakiki bir konuşmayı, sevinç ve üzüntü çığlıkları gibi hayvanlarda da görülen teessür ifadelerinden ayırdığını öne sürer.”[4] İfade edildiği gibi insanla hayvan arasında aşılamayacak farklar bulunmaktadır. Hissetme konusunda hayvanlarla olan ortaklığımız bulunabilir, bu onların da bizim gibi can taşıyor olmalarından kaynaklanır. Böyle bir ortaklık, ahlakın konusu olmaya layıktır. Bir insanın herhangi bir hayvana davranışı etik ve hukuk başlığı altında değerlendirilmedir. Burada benzerliklerden hareketle evrime dayanan insan veya cinsel yönelim söz konusu olmamalıdır. Sonuç olarak bu örnekleri çoğaltarak varacağımız bir yer var: Hangi bilim adamı? Biyolog mu, psikolog mu, filozof mu yoksa yazanın kaynak gösterdiği veteriner mi? Bizim insanlığımızın doğal ve normal yönelimlerini belirleyenler hangileri olacak?

Bugün, bu bilgi sınıfları bile evrim düşüncesi üzerinde net olarak anlaşamıyorken bütün bir insanlığı bilim verilerine göre evrim temelinde değerlendirme cesaretini nereden buluyoruz? Müphem kalan başka bir nokta da bilimsel bilginin doğruluğunun kriteri nedir? Karl Popper’a göre bir bilginin doğruluğu, yanlışlanabilirliğine bağlıdır. İki cümle düşünelim: “Bugün hava sıcak.” “29 Ekim 2020 saat 15.00’te Ankara’da hava 17 derece olacak.” Yazmış olduğumuz ikinci cümle ilk cümleye göre daha fazla yanlışlanabilir olmasından ötürü doğruluk değeri daha fazladır.[5] Bugün evrim düşüncesine dair ortaya konulmuş olan bütün çalışmalar ister destekleyici ister reddedici olsun bilimsellik taşısa bile doğruluk değerinden uzaktır.[6] Bu bakımdan “bilim adamlarına göre” ibaresini yazmaktansa herhangi bir kaynakça göstererek yazmış olsaydı, en azından gündelik bilgi olmaktan öteye gidebilir ve yanlışlanabilirliğini arttırarak doğruluk değerine biraz daha yakınlaşabilirdi.

Bir diğer önemli sorun şu: Diyelim ki hayvanlardaki eşcinsellik doğal ve normallikten kaynaklanıyor ve insanla hayvanın evrimsel süreçte benzerliği mevcut. Hayvanlarda gözlemlediğimiz diğer normal ve doğal -yazana göre- olan cinsel yaklaşımlar insan için de doğal kabul edilecek mi? Bir köpeğin büyüyüp annesiyle çiftleşmesi normal ve doğal karşılanırken insan için de aynı durum söz konusu olacak mı? Yazanın, mantıksal hataları ve postmodernist (bana göre, bence gibi ifadeleri) yaklaşımlarının varacağı uçurumun son durağındayız. Bu konuda daha fazla devam etmeyeceğim ama tavsiyem odur ki yazan, evrimi değil ahlakı ve insani olan hisleri temel alsaydı sonuçlar bu kadar vahim olmazdı.

Yazanın “Biz daha fetüs evresindeyken, parmaklarımızı birbirine bağlayan hücreler intihar ederek parmaklarımızın ayrılmasını sağlarlar. ‘Canlılığın devamı’, ‘genin bencilliği’, ‘hayatta kalma içgüdüsü’ ve ‘çoğalma içgüdüsü’ büyük resimde anlamlı tespitler ama özele indiğinizde yetersiz kalabiliyor. Hücreler neden intihar etsinler? Hücre, canlılığını devam ettirmeye programlı değil mi? Diğer hücrelerin yaşamaya devam etmesini mümkün kılıyorsa ve genetik materyali buna uygun gelişmişse hücre intihar eder.” ifadesine dair herhangi bir şey söylemiyorum. Bilmediğini bilmenin erdemine sığınarak bu konuda herhangi bir şey yazmamayı tercih ediyorum. Eşcinselliği doğada görünen her şey kadar normal ifade etmesi üzerine yukarıda detaylı bir şekilde açıklama yaptık. Yazının devamında eşcinsellerin hukuki konudaki hakları ve evlenmeleri üzerine düşüncelerini de ifade ediyor. Hukuki konular farklı bir alanı içerisine aldığı için kendi adıma şunu söyleyebilirim: LGBTİ veya feminist grupların kolektif yapılar altında bölücü örgüt mensupları ile bir araya gelerek haklarını mağduriyet üzerinde iddia etmelerine karşıyım. Gelin görün ki ideolojik birliktelikleri gereği onları birbirlerinden ayırabilmek pek de mümkün değildir.

Sonuç olarak yazan, yazmak için yazmış ama ne bir başlangıç yapabilmiş ne de sonuç çıkarabilmiştir. Mantık ve dil hataları ile çıkmaz bir sokaktan ibaret olan yazı, okuyanı zehirlemese de kafasını bulandırmaya yetecektir. Bilgi felsefesi açısından değerlendirdiğimizde, yazıda geçen ifadelerin doğruluğunun kriteri iç tutarlılık kuramına yakındır. “İç tutarlılık kuramında karşılaşılan gücüklerden biri, zaman zaman “doğruluk”ları tanımlanamayan ya da kanıtlanamayan başlangıç koyutlarına (postulate) ya da varsayımlarına dayanmasıdır.”[7] Yazanın, doğal ve normal kavramları ile başlangıç yapmış olması ana düşünceyi (eşcinsellik doğal ve normal) destekliyor olabilir. Fakat nesnel gerçekliğe uygun düşmemesi sonucu kavramların yanlış kullanılması, bedbahtlığa neden olmuştur. Yine de tüm ifadelerin art niyetle yazıldığı kanaatinde değilim.

Bir felsefe talebesi olarak bu yazıda maksadımız, Türk düşüncesinde ve kültüründe eleştirel zemin oluşturmaktır. Türk düşüncesine ve Türk felsefesine hizmet edebilmek dileğiyle…

Vedat Metin

KAYNAKÇA

Altınörs A. Dil Felsefesi Tartışmaları Platon’dan Chomsky’ye, Bilge Kültür Sanat Yayınları, Eylül / 2018

Honer M. Stanley, Felsefe’ye Çağrı, İmge Kitabevi Yayınları, Kasım / 2003

Platon, Diyaloglar, Remzi Kitapevi, Kasım / 2010

Sartre, J.P, Aydınlar Üzerine, Can Yayınları, Şubat / 2019

Takiyettin, M., İnsan Felsefesi, Doğubatı Yayınları, Ekim / 2017


[1] Sartre J. Paul, Aydınlar Üzerine, s.76

[2] Platon, Diyaloglar, s.364

[3] Detaylı bilgi için ayrıca bakınız: Takiyettin, M., İnsan Felsefesi, Doğubatı Yayınları, Ekim 2017

[4] Altınörs, A. Dil Felsefesi Tartışmaları Platon’dan Chomsky’ye, s.40

[5] Detaylı Bilgi için Karl Popper’ın bilim görüşüne bakınız. Kocabaş, Ş., Fizik ve Gerçeklik, Küre Yayınları, 5. Basım / 2017

[6] Detaylı bilgi için bakınız: Leonhard, R., Bilginin Sınırları, Kale Yayınları, 1.basım / 2006

[7] Honer M. Stanley, Felsefe’ye Çağrı, s.124

Sarsıntılı bir yolun ortasında benlik savaşındayım.

Gözlerim dolu ve ürkek şeytanlarla savaşmaktayım.

Sapsarı bir arazi sonsuzluğunun ortasında,

Göz göre göre hayatımı kovalamaktayım.

Uzak iklimlerin yasalarını tazelerken savaşımda,

İçimdeki ahlak savaşıyla kavgaya tutuştum.

İsterseniz tetiği çekin artık kaflı dağlar,

Yasalarımla beni ayrı diyarlara uçurmayın.

Yıldızlı gökleri bana sormayın, bırakın da

Ufak yasalarımı bensizlik dağlarının eteklerine saklayın.

“Kanla kirlenmiş evrak” niyetine solladılar hayatımızı.

Denizler buruşturdu bu yasaları, raporları.

İç benliğimin tasarılarını yok etmeyi bırakın da

Karanlık sözlerle karalayın yaşamımızı.

Ben demir tenli çiçekler aradım.

Omzuna düştü diye tuttum, dizlerine kapandım.

Senin iklimlerin olurdu beni mevsimlerine çağıran,

Gün olur mevsimlerimi karartır,

Kan lekelerine boğardı.

Şu güzelim ırgat beyinlerini satıp

“Kanla kirlenmiş evrak” aramaktayım.

Ben senin güneşli çiçeklerini,

Gönlümün tam ortasında, kanla kirlenmiş evraklarda taşımaktayım.

Bir hayat bahşediyorum Tanrı’m, benden sana.

Yüzyıllık yalnızlıklarından, kucaklarının arasına.

Bir hayat bahşediyorum gökyüzünü kucaklayan en dingin sessizliğiyle,

“Böyle bir mevsim deviririz sensizliğin izafiyetinde.”

“Anne! Burnumu nereye koydun?”

          “Hangi burnunu?”

          “Kırmızı olanı.”

           Annem, bu soruyu her sorduğumda aynı şaşkınlıkla cevap verir. Mutfaktan çıkıp, köpüklü ellerini kazağına silerek yanıma geldi. Elbise dolabımdaki en üst rafın arka taraflarından küçük kırmızı süngeri bulup masamın üstüne koydu. Mutfağa gitmek üzere arkasını dönüp yürümeye hazırlanırken birden durup yüzüme baktı.

        “Makyajını  yapmadın mı sen?”

        “Gittiğimde yapacağım. Baksana dışarıda yağmur yağıyor.” diyerek işaret parmağımla  pencereye vuran yağmuru gösterdim. Annem pencereye yaklaşıp tamamen kapalı olduğuna emin olduktan sonra, alçak bir sesle “Yine de babana gözükme sen.” deyip mutfağa döndü.

      Eşofmanımı çıkarıp kostümün sarı renkli altını bacaklarıma geçirdim. Hava soğuk olduğu için yün içliğimi içimden çıkarmadım. Kostümün üst kısmını giydikten sonra aynanın karşına geçip küçük kırmızı süngeri burnuma yerleştirdim. Uzun zamandır kullandığım için biraz gevşemişti ama yine de burnumdan düşmüyordu. Saçlarımı tepemde sıkı bir topuz yapıp bağladım. Elimle yüzümü yokladıktan sonra tıraş olmaya lüzum görmedim. Sakallarım makyajımı engelleyecek kadar uzamamıştı henüz. Birkaç farklı kostümüm olsa da genellikle hep aynı kostümü giyerim. Yakamdan göğsüme kadar kocaman, mor bir fırfır kıvrılıyor. Turkuaz rengindeki kolları büklüm büklüm inerek avuçlarımın ortasına kadar uzanıyor. Süs olsun diye turuncu renk üst kısmın üzerine iki tane beyaz düğme dikilmiş. Kırmızı süngeri burnumdan alıp cebime koydum. İçinde pompanın, balonların, iplerin, sünger ayakkabıların, peruğun, tel tokaların ve boya kalemlerinin olduğu ufak çantayı alıp ayakkabılarımı giymek üzere kapıya doğru yürümeye başladım. Yürürken olabildiğince ses çıkarmamaya çalışıyordum. Annemin dediği gibi salonda televizyon izleyen babama hiç görünmedim. Ayakkabılarımı giyerken televizyondaki üç kişinin tartışma sesleri geliyordu. Moderatöre ait olduğunu tahmin ettiğim bir ses, araya girip onları sakinleştirmeye çalışsa da pek başarılı olamıyordu. Kapıyı çekip dışarı çıktım.

       Gideceğim yer çok uzakta olmadığı için yürümek istedim. Otobüsteki garip bakışlardan kurtulabilirim böylece. Sokakta yürürken de benzer bakışları hissediyorum, ama insanlar aceleyle koşuşturdukları için bana pek de dikkat etmiyorlar çoğu zaman. Patron; kostümü giyinip gitmemi, müşterinin öyle istediğini söylemişti. Müşterinin makyaj yapmadığım için sorun çıkarmamasını umarak yürümeye devam ettim.

       Biraz yürüdükten sonra önündeki demir raflarda edebiyat dergilerinin ve günlük gazetelerin satıldığı büfenin önünde durdum. Büfeden sokağa doğru bir tente uzandığı için dergiler ve gazeteler ıslanmıyordu. Bazı dergileri jelatinle kaplamışlar. Rastgele, jelatin kaplanmamış olanlardan birini elime alıp sayfalarını karıştırmaya başladım. Sayfanın sol üst köşesindeki resminden henüz epey genç olduğu belli olan bir yazarın yazdığı hikayede karar kılıp okumaya başladım. Büfecinin ters ters bakmasına aldırmadan hikâyeyi bitirip dergiyi yerine geri koydum. Saatime baktığımda eğer koşarak gitmezsem geç kalacağımı fark ettim. Büfeden ayrılıp koşmaya hazırlanırken gözüm günlük gazetelerden birine takıldı. İlk sayfasında iki ülke lideri, iki uzak köşeden birbirine bakıyordu. Tankların ve tüfekle nişan alan askerlerin önündeki manşette, sayfanın yarısını kaplayan harflerle, “ SAVAŞ BAŞLADI!” yazıyordu. Diğer gazetelere baktığımda da buna benzer manşetler gördüm. Liderlerin suratlarında gururlu bir gülümseme vardı. Hayatımın şimdiye kadar yaşadığım kısmında ölümlerde ve cenazelerde ağlandığını görmüştüm hep. Karşımda duran iki kişi gördüklerimle  büyük bir tezat oluşturuyordu. Savaşta kaybedilecek onlarca canı düşündükçe yüzlerindeki ifade gittikçe çirkinleşti, kapkara bir hâl aldı gazetenin üstünde.

        Kapı daha  açılmadan yukarıdan çocukların seslerini duyabiliyordum. Kolundaki altın bilezikleri şıngırdatarak kapıyı açan kırmızı saçlı kadın, beni görünce kafasını yukarı kata çevirerek “Çocuklar! Palyaço geldi!” diye bağırdı. Çocuklar yukarıdan çığlık çığlığa inip meraklı gözlerle beni incelemeye başladı. İçlerinden biri “Senin yüzün niye boyalı değil?” deyince kırmızı saçlı kadın da aynı soruyu sorar gibi suratıma baktı. Lavabonun yerini sordum hemen. Makyajımı yapmak için lavaboya giderken sesimi inceltip, biraz da peltekleştirerek çocuklara beni yukarıda beklemelerini söyledim. Çantamdan birkaç tane yüz boyasını alıp makyajımı yapmaya başladım. Önce beyaz boyayla yüzümü bir çemberle çevirdim, içini yine beyaz renkle doldurdum. Kırmızı kalemle dudaklarımdan çeneme kadar yarım bir daire çizdim. Böylelikle yüzüme kaybolmaz bir gülüş kondurmuş oldum. Gözlerimden birinin etrafını mavi, diğerini turuncu renkle göz kapaklarıma kadar boyadım. Tel tokalarla peruğumu tepede topuz yaptığım saçıma tutturup cebimdeki kırmızı süngeri burnuma yerleştirdim. Gökkuşağının bütün renklerine sahip peruğum, kıvırcık bukleleriyle beni oldukça gülünç gösteriyordu. Kırmızı beyaz damalı sünger ayakkabıları da ayağıma geçirip yukarı kata çıktım.

         Körebe, saklambaç, birdirbir, Ali Baba’nın çiftliği gibi birçok oyun oynadık. Çocuklar; Ali Baba’nın çiftliğini oynadığımız sırada miyavlarken kırmızı saçlı kadın elinde doğum günü pastasıyla içeri girdi. Yanında diğer çocukların anne ve babaları da vardı. Hepsi “İyi ki doğdun Emre!” diyerek neşeyle haykırıyor bir yandan da alkış tutuyorlardı. Onların bu coşkusuna çocuklar da katıldı bir süre sonra. Hediyeler Emre’ye verilirken çokça fotoğraf çekinildi. Birkaç fotoğrafta Emre’nin yanında beni de göstermek istediler, ellerimi açarak poz verdim. Canım çektiği hâlde pastadan yiyemedim. Yüzüme sürdüğüm boyaların berbat tadını ilk işimde yemek yerken tecrübe etmiştim. O günden sonra dudaklarımda boya varken ağzıma bir şey almadım. Anne ve babalar içeri geri gittiklerinde boya kalemlerimi kucağıma serip çocukların yüzlerini boyamaya başladım. Kiminin yüzüne uğur böceğinin kırmızı beyaz renklerini sürdüm, kimine de kedi bıyıkları çizdim. Birkaçını süper kahramanlara dönüştürdüm. Uğur böcekleri odanın dört bir tarafına uçuştu. Kedi bıyıklarına sahip olanlar dört ayakları üzerinde miyavlayarak dolaşıyordu. Süper kahramanlar kendi aralarında kimin daha güçlü olduğunun kavgasına çoktan tutuşmuştu bile.

        Boya kalemlerini çantama kaldırıp balonları ve küçük hava pompasını çıkardım. Önümde sıraya geçen çocuklara vermek için balonları kıvırmaya başladım. Köpekler, kılıçlar, kelebek kanatları, kurbağalar, kuğular, şapkalar… Balonunu alan çocuk hemen başka bir çocuğun yanına balonunu göstermeye gidiyordu. Mavi bir balonu kılıç şekline getirmeye çalışırken büfedeki gazete geldi aklıma: Ellerinde tüfekle nişan alan askerler. Kılıcı bitirdikten sonra elimde tutarken kendimi onlardan biri gibi hissettim. Ha tüfek ha kılıç ne fark eder? İkisi de öldürmüyor mu? İkisi de silah değil mi?  Sonra karşımdaki çocuklara baktım, en büyüğü on yaşında. Biz büyükler, ufacık çocukların ellerine silahların oyuncaklarını vererek ne yapıyorduk ? Büyüdükleri zaman da ellerine gerçeklerini verip öldürmelerini, gerekirse ölmelerini istiyorduk onlardan. Çocuklara fark ettirmeden sağ işaret parmağımın tırnağıyla kılıcı patlatıp yok ettim.

        Önümde yedi sekiz yaşlarında, haki yeşili kıyafetler giydirilmiş, sarışın bir çocuk vardı. Kılıcı yok ettikten sonra poşetten başka bir balon alıp şişirmeye başladım. O sırada sesimi yine peltekleştirip “şirince” konuşmaya dikkat ederek sordum.

       “Senin ismin ne bakalım?””

       “Yavuz.”

        Şişirmem bittiğinde upuzun olan balonu elimde dolaştırırken gülümseyerek “ Sana kelebek kanadı yapmamı ister misin?” dedim. Yavuz çevresine baktı, “Bana kılıç yapar mısın? Kelebek kanatlarını kızlar takıyor hep.” dedi. Gözlerimi odanın geri kalanına çevirdiğimde ellerinde kılıçları olan erkekler, sırtlarına kelebek kanatları taktığım kızları kovalıyordu. Biraz düşündükten sonra “Kelebekler istediği her yere uçabilir. Sen uçmak istemez misin?” dedim tekrar gülümseyerek. Söylediklerim Yavuz’un hoşuna gitmiş olsa gerek hemen sırtını dönüp kanatlarını takmamı bekledi. İkinci bir balonu şişirip ufak bir iple kanatları sırtına bağladım. Yavuz oradan oraya zıplayıp bir koltuğun üzerine bir sandalyenin üzerine kondu. Biraz sonra kanatlarını annesiyle babasına göstermek için aşağı kata, daha uzaklara uçtu. Yüksek bir dağı aşıp zirveye ulaşmış gibi içim rahat bir şekilde gülümsedim kendi kendime. Balondan yapılmış bir kılıcı yok ederek dünya barışını sağlamaya ufak da olsa hizmet ettiğimi düşünmekti beni gülümseten.

        Yavuz, gözyaşlarını silerek babasıyla içeriye girdiğinde pembe tütülü sarışın bir kızın patlayan köpeğinin yenisini yapıyordum.Yavuz’un sırtında kanatları yoktu. Babasının hemen arkasındaydı. Uzun boylu gür kaşlı adam yanıma geldi, parmağıyla Yavuz’u göstererek konuşmaya başladı.

      “Palyaço abisi Yavuz’a kılıç yapar mısın?”

      “Kanatları beğenmedi mi?”

      “Beğenmedi, sen ona kılıç yapıver.”

        Yavuz, babasının arkasından çıkıp “Ben beğendim palyaço abi. Babam beğenmedi, patlattı kanatlarımı.” dedi. Adam gözlerini yuvalarından çıkarcasına büyüterek öfkeyle Yavuz’a bakmaya başladı. Canım sıkılmasına rağmen gülümseyerek “Gel o zaman yeni kanatlar yapalım sana. Hem öncekinden daha büyük kanatların olur.” dedim. Uzun boylu adam parmağını yüzüme doğru sallayarak bağırdı.

      “Erkek çocuğu kanat mı takar? Kılıç yapacaksan yap, başka bir şey istemiyorum.”

      “Yapmıyorum kılıç falan, çocuk kanat istiyor.”

        Sesimde ne incelik vardı ne de pelteklik. Çocukların sesi bir anda kesildi ve korkuyla bana baktılar. Onlara tekrar gülümsemeye çalışırken çenemin sağ tarafında bir şeylerin kırıldığını hissettim. Ayaklarımın yerden kesildiğini, havalandığımı hatırlıyorum… Yavuz’un babası ben yerdeyken hâlâ bağırıyordu.

     “Sen kimsin de bana bağırıyorsun ucube!”

      Ayağa kalktım. Ağzımı açınca azı dişim elime geldi. Anneler ve babalar, çocukların çığlıklarını duyup üst kata, yanımıza koştular. Yavuz’un babası bağırıp tehditler savururken eşyalarımı toplayıp lavaboya elimi yüzümü yıkamaya indim. Dudağımdan akan kan yüzümdeki boyayla birleşmişti. Palyaçoların komik gözükmesi beklenir fakat aynadaki görüntüm gerçekten korkutucuydu. Yüzümü yıkadıktan sonra havluyla kurularken Yavuz, ufak çekingen adımlarıyla yanıma geldi.

    “Palyaço abi özür dilerim.”

    “Sen bir şey yapmadın ki, sıkma canını Yavuz.”

    “Babam benim yüzümden dövdü seni, kanatlarımı da patlattı.”

     Kırılan dişim ağrımasına rağmen gülümsemeye çalışarak Yavuz’un önünde dizlerimin üstüne çöktüm. Ellerimle sırtına lastik balonları bağlıyormuş gibi hareketler yaptım. Yavuz ne yaptığımı anlamaya çalışırken “Artık görünmez kanatların var Yavuz. Baban göremez, o yüzden patlatamaz. İstediğin gibi uçabilirsin, özgürsün!” diyerek ellerimle kanat şekli yapıp havada birkaç kez kanat çırptım. Yavuz, sırtındaki kanatlarına dokunup yokladıktan sonra üstüme uçtu, sarıldı.

     Evden çıkarken yağmur daha da şiddetlenmişti. Yavuz’a taktığım görünmez kanatlardan bir çift de bende olsaydı keşke diye geçirdim içimden. Sonra gülümseyip “En azından elimde kılıç yok.”  diyerek evime giden yolu takip ettim.

Mustafa Çetin

Çığlıklar ve bağırışlar Tanrı Dağı’nın arkasından,
Düşmüş derin bir uykuya Türk obası,
İşitmez olmuş kandaşının yakarışlarını,
Kulaklarını tıkatmıştı çünkü Kızıl Çin’in parası.
 
Kamplar, kanlar ve katliamlar,
Dilini ve dinini meneden yaratıklar,
Osman Baturlar ve Kürşatlar,
Elbet bir gün tekrar gelecek atlarıyla şen bahadırlar.


Kızıl hilal bayrağıyla Gökbörünün yanında,
Kabart kulaklarını o zaman Bilge Kağan'ın dediklerine
Söyle senin ilini ve töreni kim bozabilir?
Emin Haktan Altın

Erkeğinin yaklaşan dudağını elleriyle durdurarak konuştu “Yoruldum artık, duralım.” Semra, vücudu örtüyle kaplı hâldeyken Mithat’a bakıyordu. Kesik kesik öksürdükten sonra bir kez daha konuştu “Saat kaç?” Mithat, Semra’nın sorusunu cevaplamak için elini çekmecenin üstündeki telefona uzattı.

-İki buçuk…

-Oo baya olmuş (bir kez daha öksürerek), uyuyalım mı?

-Olur.

Telefonu bırakıp arkasına yaslandı. Semra ince kollarıyla gövdesini sarıyordu. Küçük ellerinin sıcaklığı ruhunda meçhul bir yerlere iyi geliyordu. Derin bir nefes aldı. Kollarındaki kız kendisini uykuya bırakınca onu izlemeye koyuldu. Semra’yla on yıldır tanışıyorlardı. Onunla hiçbir zaman yakın olmamıştı. Sadece mezuniyette belge almak için kürsüye çıkarken bakışmışlardı. Bu kısa bakışmadan iki gün öncesine dek birbirlerinden haberleri bile yoktu hatta hâlâ neden onunla seviştiğini bile bilmiyordu. Eğilip kızın alnını öptü. Alnında sıcaklık hisseden kız, sağ elinin avucunu erkeğinin boynuna bastırarak okşadı. Saat Kulesi’nin sesi odaya rüzgâr gibi girmiş ve kulaklarını okşuyordu. Semra, Mithat’ın kulağına eğildi “Sen de uyu artık, yarın zombi gibi olacaksın.” Mithat duyduğu cümleye kafasıyla cevap verdi. “Uyu sen, ben uyurum.” Semra bir kez daha gözlerini kapattı. Yastığın tamamına dağılmış saçlarını elinde topladı. Mithat bunları izlerken canının sigara istediğini fark etti. Bir eliyle kadının göğüslerini okşarken bir eliyle çekmecenin üstünde sigara paketini aradı ancak bulamadı. Yavaşça yataktan kalktı. Semra kollarından giden erkeğinin gidişine anlam verememiş olacak ki kafasını kaldırmış, merakla Mithat’a bakıyordu. Mithat yarım gülümseme ile ona baktı “Salondayım, sigara paketimi bulucam.” Semra kafasını salladı. Tekrardan yatağa yığıldı. Salon çok dağınıktı. Tezgâhta yarım kalmış bir bira şişesi ve açılmamış çiğköfte vardı. Elini onların arasına atıp sigarayı aradı, bulamadı. Bir kez daha etrafa bakarken aklına kanepe geldi, elini kanepenin üstüne atıp ararken sigarayı yastığın altında ezilmiş hâlde buldu. İçinden bir dal alıp hemen yaktı. Üstünde dumanı dağılmış oda yine dumana bulandı. İçine, daha derinine çekti. Dışarıdan gelen köpek sesleri laptopta çalan meçhul yabancı şarkıyla sanki düet ediyordu. Bu kadar gür sesle havlayıp kavga eden köpekleri izlemek için ayağa kalkıp camın arkasından sokağı izlemeye koyuldu. Her taraf sessiz… Sadece arabalar ve köpekler konuşuyor… İki tane tekinsiz adam parkın içinde bir görünüp kayboluyor… Bu sessizliğin getirdiği rahatsızlık onu cezbetmişti. Lisedeyken kaldığı yurttan kaçıp amaçsızca gezerdi sokaklarda. Kulağında kulaklık, elinde sarma sigara, etrafında sarhoşlar, köpekler, işten dönen işçiler, araba bekleyen eskortlar… Hepsi sanki kendilerini ona göstermek ister gibi yanından geçerdi. “İnsan sergisi tiyatrosu” diyordu onlara. “Her gece on ikide TTM’de Deli Sarhoş Dayı’nın narasıyla sahnelenmeye başlayıp Şeyh Lütfullah’ın aslen Kara Bigalı olan imamın sabah ezanını göğe salmasıyla gösterimini bitirirler. Hep aynı kişiler oynamaz, bazen şehrin uzağındaki inşaatta çalışan işçiler daha çok olur ya da ergen irisi sarhoş gençler, hepsi Allah’ın bize sunduğu bir tiyatroda!” Bunları düşünürken kafasını geriye döndürüp kapıya baktı. Kapıya doğru ilerledikten sonra yatak odasına göz attı. Semra hâlâ uyuyor, dudakları hafif açık,  bir anda konuşacakmış gibi… Onun bu davetkâr ama nahif hâline bakarken sigarayı içine çekip külleri yere attı. Yaptığından pişman olurken “Siktir et” dedi içinden “Sabah temizleriz.”

Yatak odasının önünden ayrılıp dairenin kapısını açıp dışarıya çıktı. Apartmanın sessizliğini ayaklarıyla yararak merdivenlerden aşağıya doğru ilerledi. Apartman kapısının önüne gelince soğuk havanın yüzüne vurmasıyla öksürmek zorunda kaldı. Boğazını, içindeki ağrıdan ötürü okşayarak apartmandan çıktı. Üst taraftan yaşlı bir kadın elindeki kurt köpeği ile geliyordu. Durup onların gelişini izledi. Köpek, kadının elindeki tasmayı yok sayarcasına Mithat’ın ayağının dibine dek geldi. Mithat köpeğin kendisine saldığı nefesi içine çekerek öylece durdu. Sonunda sahibi tasmasını çekerek yönünü değiştirdi. Köpek biraz ciyaklayarak yürümeye devam etti. Mithat sol köşeden saparak ana caddeye giriş yaptı. Caddede birkaç büfe dışında tüm dükkânlar kapalıydı. Yürümeye devam etti. Uzaktan polise mi yoksa ambulansa mı ait olduğu bilinmeyen bir siren sesi geliyordu. Caddeyi tepeden tırnağa taradı. İlerde iki sütunla çevrelenmiş bir ara yol vardı. Mithat yürümeye devam etti. Karşı caddenin sağında sarhoş bir çift kavga ediyordu. Onları izleyen bir çift daha vardı. Yüksek ihtimalle arkadaşlarıydı. Tartışan çiftten erkek, kıza elini kaldırınca öbür ikili hemen ayağa kalkıp araya girdi. Onları izlerken hep hissettiği şeyi hissetti, vahşi bir hayvan belgeselini izlerken hissettiği şeyle aynıydı.

Hiçbir zaman böyle sosyal bir ortamı olmamıştı. İlköğretimde yaban derlerdi, lisede deli, üniversitede ise sadece bağlı bulunduğu teşkilatla görüşüyordu. En iyi arkadaşlarını orada kazanmıştı: Yozgatlı Yahya, orta boylu, sivri burunlu bir çocuktu. İlk başta hiç hoşuna gitmese de sonra sıkı dost oldular. Yahya o zamana dek tek normal arkadaşıydı. Mithat her şeyi karmaşık ele alırken Yahya yalın bir mantıkla her şeyi çözümlerdi. Bu huyu hoşuna gitmese de sayesinde hayatı daha iyi anlıyordu. Sonra Erzincanlı Kağan… İpince bir çocuktu, çok fazla sigara içiyordu. O kadar fazla içerdi ki bir keresinde paketi sakladı diye Mithat’a küsmüştü. Sonra başka kim vardı? Yürümeye devam ederken kafasını okşayarak hatırlamaya çalıştı: Keskinli Olcay, esmer bir çocuktu. Çok güzel sesi vardı. Ne zaman içseler ona türkü söyletirlerdi. Bu üç kişinin nerelerde olduğunu düşündü. Kaşlarını çattı, zor da olsa hatırladı. Yahya  bir kızla evlenip Avusturya’ya, akrabalarının yanına gitmişti. Kağan bölümü bitirdikten sonra üç yıl işsiz kalmıştı. En son partiden birinin aracılığıyla Dış İşleri Bakanlığına girmişti. Bunu iyi hatırlıyordu çünkü geçen ay telefonla konuşmuşlardı. Olcay ise…Kafasını biraz daha kaşıyıp onu hatırlayacak şeyler buldu, Olcay ondan beş yaş büyüktü. Her şey bitip üniversite değiştirince gittiği şehirde birkaç mekânda çıkıp şansını denemiş ancak yeterli popülerliği kazanamayınca bölümüne odaklanıp öğretmen olmuştu. 

“Hatta geçen Instagram’da gördüm.” diye konuştu kendi kendine “Öğrencileriyle fotoğraf atmıştı.” Onları hatırlamak iyi gelmişti, gülümsedi. Karşı caddedekiler gözden kaybolmuştu.

Caddenin yarısına gelince az önce gördüğü iki sütunla çevrelenmiş yolun önünde olduğunu fark etti. İleriye bakarak yola girdi. Huzursuz bir yer olduğu anlaşılan yolda, bir miktar yalnız ilerledikten sonra önünde bir arkadaş grubu olduğunu fark etti. Refleks olarak bıçağını aradı. Olmayan bıçağını ararken kalabalığı inceliyordu. Kendi hâllerinde oldukları belliydi. Yanlarına yaklaştıkça sesleri daha da berrak geliyordu. Bir yere gideceklerinden bahsediyorlardı. Arkalarındaki kısa boylu olan sigaralarının olup olmadığını sorunca sağdaki çocuk sırt çantasında tütün olduğunu söyledi. Tam olarak yanlarına gelince durup onlara laf attı.

-Selam gençler!

Hepsi durup kendilerine selam veren bu tuhaf adamın etrafını sardılar. Aralarında kirli sakallı olan öne çıkıp konuştu.

-Aleyküm Selam birader, hayırdır? 

Çocukların bu hâli hoşuna gitmişti. İç cebinden iki sigara çıkarıp birini ona verdi. Önce kendisinin sonra onun sigarasını yaktı.

-Hayır birader, hayır.

-Hayırsa (sigarayı içine sert çekerek) neden bizi durdurdun aga?

-Gezginim, öyle çıkıp yürüyeyim dedim. Gidecek bir yerim yok (konuşmasından alkollü olduğu belli oluyordu). Bir yere gidecekmişsiniz, size katılmak istiyorum.

-(Sigaradan bir yudum daha çekti) Anladım.

Arkadan bir çocuk kafasını uzattı.

-Salih, bırak gezgin bizle gelsin. Baksana lan, yerim yok diyor.

Mithat konuşmanın uzamasına sinir olmuştu. Gülen yüzü ciddi hâle döndü. “Birader sizi s.kmicem, korkmayın a… k…..m!”

Salih bu küfrü duyduğunda normalde sinirlenmesi gerekirken kendisini etkilenmiş buldu. “Tamam abi, katıl ne olacak, zaten yakın bir yer. “Kalabalık Mithat’ı da alarak yürümeye devam etti. Az önce araya giren çocuk Mithat’ın yanına gelip elini uzattı.

 -İsmin ne abi?

 -Mithat kardeşim, senin ?

 -Bedri abi, Şamlılıyım.

 -Şamlı’dan çok iyi arkadaşım vardı. 

 -İsmi neydi abi? Belki tanırım.

 -Şuan hatırlamıyorum kardeşim ama soyadı Tekinoğluydu.

 -Serhat mı abi? Senin yaşlarındaydı.

-Evet Serhat, görürsen Mithat’ın selamı var dersin.

 -Derim abi tamam. Sen nerelisin bu arada?

 -Bandırmalı kardeşim.

 -Aa hangi köyünden?

 -Sığırcı’dan.

 -Abi orayı bilmiyorum ama her sene ailecek geliyoruz Erdek’e, seviyom Bandırmayı.

-(Sahte bir gülümseme ile) Öyledir kardeşim.

Yürümeye devam ettiler. Aydınlık bir sokağa çıktılar. Bedri hâlâ yanındaydı. Önden biri telefondan şarkı açtı. Sansar çalıyordu.

“Hep söylerim on tane, dikiş var sağ elde”

Çocuklar şarkının sözlerine eşlik ederek yürümeye devam ettiler. Birkaçı şarkıdan etkilenip sigaralarını daha sert çekti. Mithat, Bedri’ye döndü:

-Söyle arkadaşlarına sesi açsınlar.

-(Bedri gülümseyip arkadaşlarına döndü) Beyler Gezgin abi sesi açın diyor. (Yine Mithat’a dönerek) Seviyor musun abi rap?

-Sevmez miyim kardeşim, lise sonda bir arkadaşımla beat meat yapıp kovalardık.

-Helal olsun abi.

-Bu arada biz nereye gidiyoruz kardeşim?

-Tuğberk abinin kahvesi var abi, oraya. Geceleri açık oluyor. Hem alkol falan da veriyor. Kıyak adamdır. 

– İyi bakalım.

Aydınlık sokağın sonuna geldiler. Şarkı sona gelmişti.

Bir parıltıya bakar moruk gözlerimin içinde” 

Sokağın ilerisinde ara sokağa girdiler. Orda da biraz yürüdükten sonra kahvehanenin önünde durdular. Önce cama vurdular. Orta yaşlı bir adam çıkıp gençleri tek tek içeriye aldı. Sıra Mithat’a gelince Salih “O da bizle abi” dedi. Adam selam vererek geri çekildi. İçeri girdiler. İçerisi sigara dumanından görülmez olmuştu. Arkada sesi Azer Bülbül’e benzeyen birinin şarkısı çalıyordu. Sağ duvara yakın bir yere oturdular. Mithat, kasanın arkasındaki tabloları inceledi. Bir tane tozlu bir Atatürk tablosu vardı, yanında Balıkesir haritası, son olarak bir avcı derneğine ait olduğu anlaşılan Tavşan fotoğrafı vardı. Kahveci geldi “Oyun oynayacak mısınız? Ona göre kartları ayarlayalım.” Salih sakalını kaşıdı:

-Olur abi (Mithat’a baktı) aga sen anlar mısın Poker moker?

-Yok kardeşim hiç anlamam, tavla bile beceremem.

-Hadi ya…

Salih’in yüzünün aldığı hâl ona Tahsin Başkan’ı hatırlattı. Karamanlıydı Tahsin Başkan, tekvandocuydu. Mithat’ı  çok severdi. Bir gün böyle oyun oynarken “Ulan Mithat en azından tavlayı bil a… k…” demişti . Sırf onun için tavla öğrenmişti. Her okul çıkışında oynarlardı. “Abi ne içeceksin? Kahveci soruyor.” Eskileri hatırlaması Bedri’nin araya girmesiyle kesilmişti. Kahveci başında bekliyordu. Ona doğru baktı. “Ben bir maden suyu alayım, ama bardak da getir. İçinde Limon olsun.” Kahveci huzursuz huzursuz kafasını sallayarak gitti. Oyuna başladılar. Mithat etrafı izliyordu. Herkesin yüzü soluk ve esmerdi. Arada hayvan anırmasına benzeyen kahkahalar yükseliyordu. Siparişler geldi. Mithat, kahveciye teşekkür edip önüne döndü. Çocukları dinledi. Oyunla ilgili konuşuyorlardı.  Buna biraz dayansa da çok çabuk sıkılmıştı. Yine etrafı izlemeye başladı. Sonra onu gördü… Uzakta, solda bir masada arkadaşıyla oturup bira gömüyordu. Gözlerini oraya doğru biraz yaklaştırdı. Evet oydu, neydi bu çocuğun adı? Bedirhan? Cihan? Zor da olsa hatırladı, İsmi Sinandı. Okulda sol örgüt üyesiydi. Onu “Apo afişi” asarken hatırladı. Yüzü ekşidi, dudaklarını kitledi. Bir şey daha hatırladı, İzmir’in işgalden kurtuluşunu anarken bir grup onları taşlamıştı. Sinan’ın yüzü kapalıydı. “Ama gözleri hiç değişmemiş piçin.” diye sayıkladı. Bedri “Efendim abi?” dedi. Mithat cevap vermeden bir şey yok anlamında hareket yaptı. Bedri önüne dönünce ayağa kalktı. Maden suyu şisesini kavradı, Sinan’a doğru yürümeye başladı. Uzaklaşınca Salih, Bedri’ye sordu:

-Bedri nereye gidiyor oğlum bu?

-Ne bilim kalktı gitti.

-Başımıza bela olacak bu herif. 

-Baksana deli a… k…..m.

Aralarında konuşurlarken Mithat yürümeye devam etti. Elinde maden suyu vardı. Etraftaki hiçbir şeyi duymuyordu. Sinan’a kitlenmişti. Sinan ise onu fark etmeden içmeye devam ediyordu. İyice yaklaştı. Gözlerini gözlerine dikti. Sinan aniden yanında biten bu adamı görünce şaşırdı.

-Sen Sinan mısın?

-(Arkasına yaslanarak ) Evet birader benim ne olmuş?

Maden suyunu Sinan’ın dudağında patlattı.

-Bir de benim diyor vatan haini pezevenk! (boğazını tutup yere attı) Senin ananı s…..m  a… k….n Pkk’lısı! 

Sinan yerden doğruldu. Kanayan ağzını kapattı.

-Ne diyorsun lan sen piç! 

Mithat’a yumruk attı ama Mithat’a etki etmedi. Mithat, Sinan’ın boğazını bir daha tutup tokat attı.”Beni hatırladın mı lan i..e! Ben Mithat, üniversiteden!” Sinan’ın gözleri büyüdü. “Mithat, faşist Mithat! Hatırladım, (bir yumruk daha attı) kaç arkadaşımı dövdün sen!” Mithat “Siz de abimi bıçakladınız.” diye karşılık verdi. Sinan, bira şisesini alıp Mithat’a doğru attı. Bir anlık yüzünü çevirmesiyle kurtulmuştu ama çenesi kanıyordu. Sinan, Mithat’ın üzerine yürüdü.

-Hala aynı  muhabbet mi? Ulan senin abinin elinde pala vardı pala!

-Ne olmuş a… k…..m? Siz Apo posteri asarken iyiydi! A…k herifler!

-Evet asıyorduk, devletin izin veriyordu. (Genişçe gülümsedi) Hem bizi hem seni kandıran devletin.

Mithat, Sinan’a sert bir tokat attı. Sinan duvara gidip geldi. Son gücüyle Mithat’ın boğazını sıktı.

– S…..m  Apo’yu! Kendine gel Mithat aradan sekiz sene geçti.

-Geçti de ne oldu? Gidenler gelmiyor! Canımızı yaktınız!

-Siz hiç yakmadınız di mi?  Seçim sonrası hepiniz PÖH olup anasını s……z bölgenin!

-Kodumun adamı, siz de isyan edip masum öldürmeseydiniz!

Salihler sesi duydukları gibi yanlarına gitmişti. Bir anlık soluktan cesaret alan Bedri Mithat’ı geri çekti.

-Tamam abi bırak hadi, hadi.

Mithat Bedri’ye rağmen ileriye gidiyordu. Çenesi feci kanıyordu. Sinan’ın da dudağı aynı durumdaydı. Birbirlerine vahşi hayvan gibi bakıyorlardı. Yaşlı ve cüsseli kahveci aceleyle yanlarına geldi. İkisini de tuttu.

-Ne oluyor lan burada! Çıkın gidin! Polis mi getircekseniz buraya!

Polisi duyan herkes ayaklanıp kavga edenlerin üzerine yürüdüler. Sinan bir sandalyeye oturup yığılıp kaldı. İki üç kişi gereksiz bir sinirle ona vurmaya başladı. Mithat ise biraz daha hızlı hareket ederek kapıya kadar gelmişti. Kapıdan çıkacakken Bedri elini tuttu. “Abi ilerde, sağda taksi dükkânı var. Bizim Reşat abiye selamımı söyle arabaya bin. Böyle eve yürüme.” Mithat gözleriyle onu onayladı. Kendisine doğru gelen kalabalığın, kendisine yaklaşmasına izin vermeden kapıdan çıktı. Dışarıda etkisini tüm ışığıyla hâlâ sürdüren bir ay vardı. Bedri’nin dediğini hatırlamaya çalışıyordu. “Sağda, ilerde” içinde bir mutluluk vardı. Sinan piçini öldüremese de kanını akıtmıştı. Topallayarak taksi durağını buldu. Taksiciler onu görünce rahatsız olmuşlardı. Göbekli olan Mithat’a yaklaştı.

-Selamün Aleyküm kardeş, taksi mi lazım? (Kelimeler ağzından zor çıkarır hâlde konuşarak) Reşat, Reşat diye biri varmış.

Yandaki  otuzlarında olduğu anlaşılan adam Mithat’a döndü.

-Reşat benim birader, ne oldu?

-Bedri’nin arkadaşıyım, az önce biriyle kavga ettim. 

-Bedri’yle miydin?

-Evet

-Onda bir şey var mı?

-Hayır

-(Derin bir nefes aldı.) İyi, nereye gitcen?

-Mağara Apart 5. 

-Tamam bekle arabayı getireyim.

Reşat yanından gitti. İlerdeki arabaya binip geldi. Mithat arabaya bindi. 

-Çok fena olmuşun istersen hastaneye gidelim?

-Yok sağ ol, bir an önce eve gideyim.

 -İyi sen biliyon, niye kavga ettin bea bu saatte?

 -Özel mevzu

 -İyi bakam öyle olsun

Araba hareket etti. Mithat kafasını cama yasladı. Çenesindeki kan yanağına yapışmıştı. Aklına eskilerden bir şarkı geldi.

“ Bir meltem eser gelir kızgın yara  üstüne, acılar diner gelir gül yarınlar üstüne”

Bu şarkıyı ne zaman dinlediğini hatırlamaya çalıştı. Yahya’nın evindeydi galiba. Yahya, Olcay, Yaşar ağabey sigara içip konuşurken Yaşar ağabey açmıştı. Hepsi nedensiz biçimde hüzünlenmişti. Olcay ağabey şarkıya eşlik etmişti. Arkada biri daha vardı, Berkay ya da Berk’ti adı, sigara sarıyordu. Hepsi tüm olanlara sinirliydiler. Yapmak istedikleri onlarca şey vardı. Ondan önce bir eylem vardı. Ona pankart hazırlamak için beraberlerdi.

Derdimiz anlaşılıp türküler söylenecek,canım yurdum Türkistan ne de güzel denilecek!”

Saat Kulesi bir kez daha yarattığı gürültüyle tüm şehre hâkim olurken apartın olduğu sokağın önüne gelmişlerdi. Taksi durdu. Mithat cüzdanını aradı ama almadığını hatırladı. Reşat’a döndü.

-Cüzdan yanımda yok, rehin versem olur mu?

Reşat sanki eski bir şeyi hatırlar gibi kısık sesle konuştu. Sesinin rengi hüzündü.

-Sayıkladığın şarkı, Ali Aksoy di mi? (İç çekti) Bu seferlik benden olsun. Kendine iyi bak gardaşım.

Mithat gülümsedi. Reşat’ın gözlerine baktı. Gözü yaşlıydı. “Allah’a emanet ol” diyip taksiden indi.

Dost dosta kavuşanda gözlerin sulanacak, öz yurdunda paryalık elbette  son bulacak” 

Mağara Apart’a yürürken taksicinin dediklerini düşündü. “Gardaşım” demişti. Bunu en son teşkilatta bir arkadaşından duymuştu. Son olarak onu hatırlamaya çalıştı, Özgür ya da Şerefti ismi. Tıknaz, iri, esmer bir çocuktu. Yanlış hatırlamıyorsa Maraşlıydı. Boksördü, onu da çok severdi.

Apartın içine girdi. Daireye yürümemek için asansöre bindi. Üçüncü katta durdu. Katta yürüyerek dairesinin önüne geldi. Anahtarla kapıyı açtı. Semra hâlâ uyuyordu. Kapı sesiyle gözlerini açmıştı. Mithat kapıyı kapatıp yatak odasına doğru ilerledi. Semra çıplak hâlde yürüyerek Mithat’ın yanına geldi. Ojeli  parmaklarını yüzünde gezdirdi. Kanı görünce şaşırdı.

-Nerdesin oğlum sen? Bunlar ne?

-Biraz gezdim, sigara aldım.

-E bu kan ne? 

-Köpek ısırdı yolda.

-Lan köpek yüzünü niye ısırsın?

-Düştüm, o zaman ısırdı. 

-Dalga  geçme lan benle! Ne oldu anlat.

Sinirli bir şekilde Semra’nın el bileklerini sıktı. 

-Semra ! Yarın anlatırım, yat yatağa!

-Bağırma lan bana! Tamam anlatma “ağır abi”! Kim bilir hangi siktiri boktan mesele için kavga ettin!

Semra ellerini kurtarıp yatağa tekrar uzandı. Mithat gülümsedi. “Aferin” deyip lavaboya girdi. Yüzünü yıkadı. Boynunda da bir kesik olduğunu fark etti. Tamamen temizlendikten sonra lavabodan çıktı. Semra’nın yanına yarı çıplak şekilde uzandı. Semra’yla neden seviştiğini anladı. Kız sevimli ve ilgiliydi ve bunlar, içine düştüğü kaosta ona iyi gelmesi için yeterli sebeplerdi…

Berat Şendil

bu sahici bir kargaşa
türkü güzel değil
türkü kırmızı renk bırakıyor
kurşunun söyleyeceği toprakla alakalı
bu sahici bir kargaşa
mahşerden benim olanları çekip almaya çalışıyorum
elimde kılıç var ama dengede
ne yana sallasam şiir bulaşıyor
herkes ölüsünü yüzümde görmüş gibi bana bakıyor
bir çizgi çekiyor Allah göğe
bir tarafında yaşam raks ediyor
herkese susarak bağırıyorum
bu sahici bir kargaşa
dans etmeyi öğrenin ciğerlerim
yoksa bizden en değerli şeyi
duvardan çiviyi sökercesine çekip alacaklar
kurtlar asma yapraklarının altında görünüyor
bir kurtla ve kurşunla en iyi ben konuşurum
aklıma dili damağına değdikçe şiir sıçrayan
bir güzelin gece gibi saçları geliyor
bu sahici bir kargaşa
benim sayım bir parmaktan daha az
susmaktan ihtilal yapmak üzere hürriyet yanım
bir kördüğümün
kahpe bir pusunun ağırlığı bulaşmış yüzüme
ayağa kalkarken
benimle birkaç yüz ayak sesi
darp ediyor geceyi
yukarıda Allah tek
bu sahici bir kargaşa
çıkartabilirim herkesi
ama önce kulaklarına saplamak için
bir cümle arıyorum
kalabalık esasen Allah’ın kalabalığı değil
fakat en çok onun adı geçiyor
bir okun ucuna geceyi çalıyorum
Allah’ı onun da sesi hatırlatır
bu sahici bir kargaşa

Alperen Alparslan Gözen

Bütün erkekler nereye gitti? Geçen yaz babamla birlikte portakal ağacına kurduğumuz salıncakta sallanırken soruyorum kendime. Kuzenime doğru salınırken üstündeki beyaz yakalı mavi önlüğe takılıyor gözlerim. Durmadan okuldaki arkadaşlarını, derslerini, öğretmenlerini , bakkalda satılan horoz şekerlerini anlatıyordu bana. Birkaç yıl sonra benim de okula başlayacağımı söylemişti annem, okuldan dönenleri ağlayarak pencereden izlediğim bir akşamüstü. Ancak şu an ne yerden kesilen ayaklarımı ne de beyaz yakalı mavi önlüğü düşünebiliyorum. Sessiz geçen bir kahvaltıdan sonra evdeki bütün erkekler ayakkabılarını giyip, üstlerine paltolarını çekip gitmişlerdi. Hâlâ gelmediler. Sadece onların gidişlerine değil, dün geceden beri olan hiçbir şeye anlam veremiyorum.

Gece yarısı saat dördü geçerken çekmeceden yağlı bir kağıt ve iki tarafı tıraşlanmış kurşun kalemimi alıp olabildiğince sessiz, mutfak penceresinin önüne gitmiştim. Perdeyi aralayıp kara geceye baktığımda yıldızların arasında cılız ışığıyla hilal şeklindeki ay görünüyordu. Kağıdı karalamaya başladım. Öğretmenim olmadığı için bana bu ödevi yan komşumuz Leman teyze vermişti. Her gece kalkıp her seferinde farklı bir şekle bürünen ayın resimlerini çiziyordum kağıtlara. İlk günler hevesle kalkıp pencereye koşarken şimdi sıcak yatağımdan kalkmak biraz zor geliyor aslında. Olsun, eğer resim çizmeye bile üşenirsem birkaç yıl sonra okuma yazmayı nasıl öğreneceğim? Öğretmenlerim “Bu da ne tembel kızmış!” demez mi sonra bana?                

Ayın üstündeki ufak benekleri karalarken dedemle babaannemin kaldığı odanın kapısının açıldığını duydum. Dedemin uyumadığım için bana kızmasından korkup buzdolabının arkasına saklandım hemen. Neyse ki mutfağa hiç uğramadı, tuvalete gitmek için kalkmıştı herhâlde. Olduğum yerde ses çıkarmadan dedemin odasına gitmesini beklerken bu sefer başka bir kapının açıldığını duydum. Birkaç saniye sonra dedemle birlikte babam, iki kara gölge hâlinde mutfağın önünden geçti.

Gölgelerin sayısı zamanla arttı. Annem, Mümtaz ağabeyim ve Asu ablam, koşar adım geçtiler koridordan. Çok geçmeden babamın sesini duydum “İrem’in aynasını getirin.”. Sesi titriyordu nedense. Yatağımı boş görüp telaşlanmasınlar diye kalbim ine kalka koridordan odama doğru ilerleyen annemin karşısına çıktım. Kızmasını bekledim ama o, daha çok korkmuş bir hâlde yüzümü okşadıktan sonra elimden tutarak beni odama götürdü, yatağıma yatırıp üstümü örttü. Masamın üstündeki ufak aynayı alıp dışarı çıktı, ardından kapımı iki  kez kilitledi. Gözlerimi açık tutmakta zorlandığım için annemin kapıyı neden kilitlediğini, evdekilerin neden ayakta olduğunu, aynamla ne yapacaklarını sorgulamadan uykuya daldım. Babamın içini çekerek ağladığını anımsıyorum. Rüya mı görmüştüm yoksa gerçek miydi? Ayrımına varamadım.

Erkekler gitmişti ama eve sürekli birileri geliyordu. Gelenlerin içinde tanıdıklarım da vardı tanımadıklarım da. Her gelen yanında bir şeyler getirmişti. Bazısı tencerede sıcak yemekler bazısı da taş çömleklerde yoğurt getirmişti. Neler olduğunu anlamasam da evin içindeki gitgide büyüyen kalabalık hoşuma gidiyordu. Bahçedeki taşlı yoldan eve yürüyenler, yanıma gelip saçlarımı okşadıktan sonra adımı, yaşımı, büyüyünce ne olmak istediğimi soruyorlardı. Ne olmak istediğimi sordukları zaman her defasında farklı cevap veriyordum. Henüz ben de emin değilim ne olmak istediğimden. Cerrah, öğretmen, pilot, hemşire,terzi, bakkal… Hepsini aynı anda olabilir miyim acaba? Gelenler o kadar çoktu ki eve sığamadıklarından dış kapıyı açıp oraya bile sandalye koymuşlardı. Evden bazen ağlama, bazen de gülme sesleri geliyordu. Beni gördükleri zaman, ağlayanlar bile gülümsemeye çalışıyordu. Ben de onlara gülümsedim hep.

Akşamüstünü biraz geçerken birkaç araba bahçe kapısının önünde durdu. Babam, dedemin koltuk altına girmiş, yürümesine yardım ediyordu. Arkalarında küçüğünden büyüğüne birçok insan vardı. Kimisi bizimkilerle tokalaşıp mahalleye doğru yollandı, kimisi de dedem, babam ve ağabeyimin arkasından eve girdi.

Kalabalık birkaç gün daha sürdü. İlk kez gelenler de vardı, her gün gelenler de. Her gelen bizimkilere “Başınız sağ olsun.” diyordu. “Ölenle ölünmez”, “Geride kalanlar sağ olsun.” “Mekanı cennet olsun.”… Cennet neresi, anlayamıyorum. Kadınların toplaştığı odadan ne anlama geldiğini bilmediğim ezgili sesler yükseliyordu. Başlarında renk renk örtüler…

 Kuzenimle kahvaltıdan sonra bahçeye çıkmıştık.

“Yarın babaannemizin mezarına gidecekmişiz.” dedi.

“Mezar? Babaannem sizin evde değil mi? Annem öyle dedi.”

“Babaannem öldü. Söylemediler mi sana””

“Öldü mü? Birisi ölünce ne olur ki?”

Sustu sadece, hiç konuşmadan topraktaki kanatlı bir karıncayla oynamaya başladı. Neden sonra öğlen güneşinin altında yanakları parladı.

İlk defa gittiğim, upuzun ağaçlarına ve mermer çevrelediği toprakların üstündeki renk renk çiçeklerine hayran kaldığım “mezarlık” dediklere yere girerken annem ve ablam başlarına beyaz örtü geçirdi. Ben de istedim ama vermediler, daha küçükmüşüm. Parke taşlı yolda biraz ilerledikten sonra mermerlerin arasından yürümeye başladık. Bazısının önünde birkaç kişi durmuş, elleri havaya doğru açık, mırıldanıyordu. Mırıldanması biten elleriyle bütün yüzünü avuçladı. Bir tümseğin önünde durduk. Tıpkı o insanlar gibi aynı hareketi yaptılar bizimkiler de. Ben de ellerimi onlar gibi yapıp radyodan yeni öğrendiğim türküyü mırıldandım.

Ellerimi yüzüme götürdükten sonra toprağın üstündeki tahta parçasına sarılmış siyah örtüyü fark ettim. Babaannemin örtüsüydü, yarısı tahtaya sarılı yarısı toprağın üstünde. Hiçbir deseni olmayan, yalnızca kenarlarında ince işlemeleriyle gece kadar siyah bir örtü. Eğilip kokladım. Beni öperken teninden yayılan ihtiyarlık kokusu hâlâ üstündeydi.

Babama “Babaannem nereye gitti?” diye sordum. Babam, aceleyle gözlerini silip yamuk bir tebessümle “Uzaklara gitti kızım.” dedi. Ağlıyordu yine.

“Geri gelmeyecek mi?”

“Gelmeyecek.”

Göğsümde bir yumru hissettiğim anda gözlerimden yanaklarıma sıcak birkaç damla yaş indi. Bir vakit öylece baktım babama. Aklıma bir anda çarpan düşünceyle gülümsemeye başladım heyecanla. Göğsümdeki yumrunun biraz hafiflediğini hissettim. Aceleyle gözlerimi silip babamın elini çekiştirerek sordum, “Madem babaannem geri gelmeyecek, biz ona gideriz. Gideriz değil mi baba?” Babam bu sefer gözyaşlarını benden saklayamadı, babaannemin örtüsünü elinde gezdirdi, her ağzını açtığında gözlerinden daha fazla yaş aktı. Hiçbir şey söyleyemedi.

Siyah örtü, her gittiğimizde tahtada bağlı duruyordu.

Bir zaman sonra o da kayboldu, babaannem gibi.

Mustafa Çetin

Ey güftekâr çal ki tanrıyadır sitem
Sazın sesi arş-ı âlâyı aşsın
Ervahı geçsin mukaddes merhem
Azrail ölüm değil yaşam saçsın
 
Zümrüdüanka yanmak mıdır elzem
Âb-ı hayât İsrafil’in surundan aksın
Azrail, pençenden dökülen kanı sil
Gözlerin kanatlarından aksın
Bu hayatının sonudur bil
Seni seven ölümü tatsın
Emir Aykar
Bir sükûtta sana sundum gönlümü,
Susma demeni beklerdim bir mehtap gecesi.
Belki kelimeler bizim dillerimizde yorulsun,
Bizim nefesimizde yükselsin göğe diye seslenmeni.
Bir harpte sana sundum vücudumu,
Ölme demeni beklerdim idam edilirken göz bebeklerinde.
Kirpiklerin güllerden kefen dikerken o zaman,
Giyme demeni beklerdim uzanırken çehrende sonsuzluğa.
Nağmeleri tüketirken duydum seni,
Hangi insan besteler bu kusursuz besteleri Asuman
Susma artık!
Nefesin karışırken şiirlerime ben susamam.
Ruhun ile birleşirken bir mürekkep boncuk boncuk
Sen... Sen susma artık!

Abdullah Budak

Pınar Gültekin, Nadira Kadivora, Fatma Makas, Gülistan Doku, Emine Bulut, Şule Çet, Özgecan Aslan… Bu isimleri herkes gibi siz de duymuşsunuzdur. Maalesef başarıları, yetenekleri ile değil ölümleriyle tanıdığımız pek çok kadından sadece birkaç tanesi. Peki ya bütün bu kadınların şu an mutlu bir şekilde hayatlarına devam etmesi mümkün müydü, hiç düşündünüz mü? Yahut böyle bir durum nasıl mümkün olurdu? Cezalar caydırıcı olsa, adını özellikle son dönemde çokça duyduğumuz İstanbul Sözleşmesi ülkemizde gerçekten uygulansa nasıl olurdu? Kadın düşmanı yobazların şiddetle karşı çıktığı İstanbul Sözleşmesi’ni bir de bir kadından dinleyin, diyerek âcizane anlatmaya çalışmakla yükümlü olduğumu hissediyorum. En azından yazının başında adını geçirdiğim kadınların anısına… 

Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi’nin 121. toplanlantısında, İstanbul’da imzaya açılan sözleşme, ilk imzalayan Türkiye olmak üzere, 2011’de imzalandı. 1 Ağustos 2014’te de ülkemizde yürürlüğe girdi. Kadına şiddet olgusunu bir “insan hakları ihlali” olarak beyan eden, uluslararası kapsamda bağlayıcı olan ilk sözleşme olarak da tarihe geçti. Dört temel ilke üzerine kurulu olduğunu söyleyebileceğimiz İstanbul Sözleşmesi; kadına yönelik her türlü şiddetin önlenmesi, şiddet mağduru kadınların koruma altına alınması, suçluların cezalandırılması ve kadına yönelik şiddetle mücadele içeren politikaların hızla hayata geçirilmesi gibi şiddet mağduru kadınları koruyan maddeleri kapsar. Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu verilerine göre Türkiye’de kadın cinayetlerinin en az olduğu yıl 121 cinayetle sözleşmenin imzalandığı 2011 yılı olmakla beraber, bu yıldan sonra da maalesef durmamış bilakis artarak devam etmiş ve 2010-2019 yılları arasında toplamda 2296 kadın, cinayete kurban gitmiştir…Kadına yönelik cinayet, cinsel istismar, şiddet gibi fizikî kötülüklerin yanı sıra psikolojik ve ekonomik şiddeti de kapsayan İstanbul Sözleşmesi, bu bakımdan oldukça önemli bir durumda. Kadınların, erkeklere nazaran aile içinde ve dışında çok daha fazla şiddete maruz kaldığını ifade eden sözleşme, doğal olarak kadınlar için daha fazla kaynak aktarılması gerektiği ve bunun erkeklere yönelik ayrımcılık olmayacağı hususunda da son derece haklıdır. Bununla beraber İstanbul Sözleşmesi yalnızca kadınları değil aile içi tüm üyeleri ve özellikle çocukları da kapsamaktadır. Kur’an kursunda istismara uğrayan çocuklar için “Bir kereden bir şey olmaz.” denmesini de engelleyecek niteliktedir. İstanbul Sözleşmesi, “Kadın herkesin içinde kahkaha atmayacak.”, “Kadın ve erkek eşit değildir, tavuğa horozluk yaptıramazsın.”,”Kadın erkek eşitliğine inanmıyorum. Fıtrata terstir.”, “O saatte orada ne işi varmış?” benzeri söylemler sarf edilemesin diye imzalanmışsa da maalesef irtica ve yobazlık nedeniyle uygulanamamaktadır ve bu durum her yıl yüzlerce kadın ve çocuğun canına kast etmektedir…

Canice katledilmiş bütün kadın ve çocuklarımız hiç değilse rahat uyusun diye bir kez daha bağırmalıyız: İstanbul Sözleşmesi yaşatır! Ölümüyle bile dünyayı sallayabilecek güçte kadınlarımızın anısına…

Gülçin Kermen