Ekrem MüftüoğluLise döneminde 3 sene Doç. Dr. Bahtiyar Aslan, Hüseyin Akın ve Cengizhan Orakçı hocalarımdan yazı ve şiir eğitimleri aldım. Marmara Üniversitesi, Türk Dili ve Edebiyatı bölümü 2. sınıf öğrencisiyim. Türk Edebiyatı Genç Sanat Dergisi’nde şiirlerimi, 30eksi.com’da ise şiir ve yazılarımı yayımlıyorum. Bunun yanında 30eksi.com’da editörlük görevi de yürütmekteyim.

Kırşehirli bir arkadaşımla Neşet Ertaş hakkında konuşurken çok fazla abartıldığını, türkülerde bahsettiği yerlerin hepsini bildiğini ve artık dinlemekten sıkıldığını söylemişti. Bunu, başka İç Anadolulu arkadaşlarımdan da duymuştum. Hayatımda hiç Ankara’nın ötesine gitmedim. Anadolu hakkında bildiklerim; oradan İzmir’e okumaya gelmiş tanıdıklarım, tanıştığım insanlar ve dinlediğim türkülerden ibaret. Aslında doğduğum toprakların Anadolu’dan çok uzak bir konumda olduğunu söyleyemem ancak bunu yıllar sonra anladım. Kendi köyümden on üç yaşında ayrıldığım için doğduğum toprakları ancak yıllar sonra gözlemleme fırsatı kazanabildim. Liseyi okumak için Balıkesir merkeze geldiğimde benden farklı bir kültürün içine düştüğümü hissetmiştim. Kendimden daha kaba Türkçe konuşan ve daha ketum insanların yanında -Yörük ve muhacir- “bir tavşan deliğine düşen Alice” gibi hissediyordum. O günlerden aklımda kalan birkaç anıdan biri şudur: Ertaş öldüğü gün yurtta kahvaltı yapıyorduk. Elinde Türkiye gazetesi tutan kısa boylu aşçımız ağır ağır esneyerek gazeteden kafasını kaldırıp “Gomünist Çetmi’nin tekiydi, geberdi gitti işte.” deyip o ekşi çeşme suyundan yapılan çayından bir yudum aldı. “Çetmi”nin ne olduğunu Tuncel Kurtiz’in ölümünden sonrası sınıfta Cemil Meriç’in “İslamiyet ölülerinizi hayırla yâd edin der, asil bir ihtar. Ölülerinizi yani sizden olanları, aynı mukaddeslere inanan, aynı kavgalara inanan, aynı emel ve hınçları bölüşen insanları” alıntısıyla beraber (bu cümleyi Nurullah Ataç’ın ölümünden sonra söylemiştir) yaptığım mezhepçi ve nefret söylemiyle dolu bir konuşmadan sonra öğretmen masasının önünde oturan esmer kızların rahatsız bakışlarının nedenini araştırmaya başlayınca öğrenmiştim…

“Bir Zamanlar Anadolu”da filmini ilk, lise 3’te izlediğimde doğrusunu söylemek gerekirse çok sıkıcı bulmuştum hatta yarısında kapatmıştım. Aradan yıllar geçti. Ben, Sinema ve Televizyon Bölümü’nü ikinci sınıfta bıraktım, köyüme geri döndüm. İlk defa aralıksız olarak köyümdeydim. İçine düştüğüm şey kendi doğduğum toprakların sıkıcılığıydı. O sıra “Bir Zamanlar Anadolu”da filmini bir kez daha izledim. Bu izleyişimde daha önce fark etmediğim bir şeyi fark etmiştim: Sessizliğin tesiri… “Ne demek bu?” dediğinizi duyar gibiyim. Dinamik bir hikâyeyi çekmek kolaydır ya da aşk, kahramanlık gibi genelin kabul ettiği kavramları işlemek daha çok ilgi çeker. Peki ya sessizliği, bıkmayı çekmek? Şöyle soralım, bir adamın bakkaldan ekmek alıp evine yürümesi izlenir mi? Tabii ki halkın geneli böyle bir sahneyi izlemez. Peki ya size bu sahnenin sessizliğinde dikkate alınacak detayların hayatınızı değiştirebilme ihtimali olduğunu söylesem? İşte sessizliğin tesiri budur. Bunu açıkladıktan sonra konumuza dönelim… Filmi bir kez daha izlediğimde karakterlerin “sadece Kırıkkaleli” olmadığını fark etmiştim. Nuri Bilge Ceylan sadece Orta Anadolu’nun hikâyesini anlatmıyordu, filmin metni bütün Anadolu’dan izler taşıyordu. Film hakkında düşünmeye devam ettikçe aslında filmin içinde yaşadığımı idrak etmiştim. Arap’ın, kavunları içinde ölü olan bagaja koymaya çalışması, uzak ya da yakın akrabalarımı andıran bir davranıştı. Taşrada sıkışıp kalmaktan olacak, Komiser Naci’nin gergin davranışları da bizzat akrabalarımdan gördüğüm şeylerdendi. Taşradan çıkan orta sınıf memurlar eğer büyük şehirde değillerse köklerinden kurtulamazlar ve devlete karşı ilginç bir sorumluluk hissederler. Bu aslında borçlu olma duygusudur. Çünkü memur olmanın zıttı köyde sıkışıp ataların yaptıklarını tekrar yapmaktır. Memur, devletin onu anonim bir köylü olmaktan kurtarmasından son derece memnundur. Memur hâlâ taşralı kimliğini içinde taşıdığı için halkla ilk o temas eder. Hele de Komiser Naci’nin mesleği buna çok müsaittir. Naci mesleğinin getirdiği kimliğe o kadar sarılmıştır ki kendi meslektaşını sırf lojmanın karşısındaki mandıranın manda yoğurdu yapıp yapmadığı gibi basit konuda bile azarlar. Maktulün cesedini bulma yolculuğunun geceye uzaması, çocuğunun hastalığı kafasında bir giyotindir. Kendisinin amiri olan (yani devletin gerçek temsilcisi) savcının onu sürekli baskılaması ise sinirlerini bozar. Bu bozuk sinirinin acısını zanlıdan çıkarır. Karakter iki yerde zanlıyı hırpalar: Birinde, savcının gözünde tüm ekibi gezdirdiği için, ileride göreceğimiz sahnede ise arkadaşını bağlayarak bagaja yerleştirip toprağa öyle gömdüğü için… Bu ayrı iki sahneyi şöyle açıklayabiliriz; birinde, zaten güç savaşı verdiği savcıya karşı küçük düştüğü için zanlı, Kenan’ın kendisini kandırdığını düşündüğü için saatlerdir yoldayken biriktirdiği öfkesini kusar, ikinci bahsettiğimiz sahnede ise zanlının bu kadar vahşileşeceğini tahmin edemediği için öfkelenir. Çünkü insan aciz gördüğünün “vahşileşmesinden” korkar. En dehşet verici katiller, normal hayatlarında sesini bile yükseltemeyenlerden çıkar.

Savcı karakteri üst bürokrasinin bir temsilidir. Ankara’ya gideceği günden önceki gece böyle bir yolculuğun uzaması onu rahatsız eder. O yüzden Naci’yi arada sıkıştırır. Yol boyunca onun insani olarak yaptığı tek eylem -prostatından kaynaklı- aracı durdurup işemesidir. Savcı ortama o kadar yabancıdır ki doktora kendi karısının hikâyesini bir başkasına aitmiş gibi anlatır. Ünlü “muhtar sahnesi”nde yemek yerken muhtarı dinlemeyip oğlunu sorması devletin üst kademesinin taşraya bakışını çok iyi gösteriyor. Doktor Cemil ise asıl hikâyenin (Filme konusu: Muhtar rolünde oynayan Ercan Kesal’ın doktorken başından geçen bir olayın hikâyeleştirilmesidir.) tasvir karakteri olduğu için aslında yönetmenin filmdeki bakışıdır. Arap’la yaptığı konuşmada şöyle der: 

-İğdebeli’ye yağmur yağıyor. Yağsın! Yüzyıllardır yağıyor. Ne fark eder? Fakat bundan sadece yüzyıl sonra bile Arap, ne sen ne ben ne savcı ne komser. Hani şairin dediği gibi: Yine yıllar geçecek ve geride benden bir iz kalmayacak. Yorgun ruhumu karanlık ve soğuk kuşatacak.

Arap ise devamında konuşur, doktora böyle düşünmemesi gerektiğini söyler ve cümlenin sonunda şunları der:

-Bir zamanlar Anadolu’da dersin, ücra bir yerde görev yaparken işte böyle böyle bir gece yaşamıştık dersin. Anlatırsın yani ne biliyim, masal gibi… 

Filmin ana fikrinin, deyim yerindeyse “derdinin” anlatıldığı yer burasıdır. Buradaki diyaloğu, eğer zorlarsak: Yaşamın temelde manasız olduğunu düşünüp bunun ızdırabına düşen modernite kişisiyle ailenin önemsendiği geleneksel yaşamdan gelen başka bir kişinin konuşması olarak görebiliriz. Moderniteyle yetişen akıl, elindeki tüm birikimin bir gün gideceği o ölüm gününden korkar. Ama bedeni ceset, asıl özü ruh olarak gören Anadolu Türkmenliği (Burada gerekli iki açıklama yapayım: Türkmen derken Manav, Yörük, Kızılbaş, Abdal, Avşar, Çetmi yani tüm etnik Türk soylu yerel grupların hepsini kastediyorum. İkinci açıklama ise bu fikrin aslında Türkmenlere özgü olmadığı Neo-Platonculardan beri düşünüldüğüdür. Ancak burada kullanmamın sebebi, olayın olduğu yerin bozkırın ortası olmasıdır.) ölümü değil kendisinden sonra gelecek olan nesilleri düşünür. Şehirler, çok hızlı ve ölüm gibi olguların unutulduğu yerlerdir. Mezarlıklar gözden uzak yerlerdedir. Ancak köy için bunu diyemeyiz, orada mezarlık köyün yanı başındadır. Köylü için ölüm, sünnet gibi, düğün gibi özel bir etkinliktir. Şehirli mezardan korkar, hakkında mitler yaratır; köylü ise mezarlığın üstüne zeytinlik eker, orayı işler. İşini bitirdikten sonra ölüye hayır duası eder, evine döner.

Filmin hikâyesini başlatan karakter Kenan’a gelelim; cinayeti bir kadın için işlemiştir, en yakın arkadaşının karısı olan bir kadın için… Film boyunca bir iki cümle dışında konuşmaz hatta karakterin konuştuğu tek sahne ağlayan arkadaşına iğrenerek baktığı sahnedir. Onun dışında Kenan’ı bakışlarından takip ederiz. Bakışlarıyla konuşur Kenan, gözleri önce donuk ve dondurucu sözleri söyler bize, sadece oğlu ona taş attığı zaman bakışları ısınır. Zaman geçtikçe gözleri bir karaktere sahip olur. Süreç boyunca duygusal bağ kurduğunu söyleyebileceğimiz tek kişi Komiser Naci’dir. Hakikaten Komiser Naci ile ilişkisi bir baba-oğul ilişkisine benzer. Naci, ona babacan davranıp arada bir ilişki kurar. Ancak istediğini yapmayınca aynı bir çocuk gibi ceza verir. Doktordan sigara istediği sahneyi hatırlayın, Komiser Naci araya girer ve doktoru engeller. Çünkü “manevi oğlu” Kenan onun istediklerini yapmamıştır. Kenan da Naci’yi babası gibi gördüğünden olacak ki oğlunu ona emanet eder.

“Ben adamı dövüyorum, adam bana oğlunu emanet ediyor.”

-Komiser Naci

Muhtar karakterine gelelim… Bence bu karakteri, filmin gerçek hikâyesini yaşayıp kaleme alan Ercan Kesal’ın oynaması çok anlamlı bir tercih olmuş. Muhtar hikâyenin dışında bir karakterdir. Aslında Muhtar sahnesi hikâyenin dinlenmesi için de düşünülmüş olabilir. Muhtar, köyüne kırk yılda bir gelmiş devlet görevlilerine köyün sorununu canla başla anlatır. Kimsenin umurunda olmayan mezarlık ihalesi meselesi onun itibarı için gayet mühimdir. Kuzu etinin ve balın övülmesi onu gururlandırır. Muhtarın kendine denk gördüğü tek kişi Arap’tır. Arap ile atışmasını dikkatli izlersek oradaki ses tonu ve alaycı tavrıyla aslında diğerlerine karşı da kendi meşru alanını göstermek istediğini görebiliriz. Arap’la atışmaya giren muhtar kendisini dinlemeyip oğlunu soran savcıya tek bir kelime dahi edemez.

Filmde kullanılan tek müzik “Allı Turnam”dır. Bunun da rastgele bir tercih olmadığını düşünüyorum. Çünkü filmin neredeyse genelinde doğal sesler veya sessizlik kullanılır. Ancak muhtardan sonraki yol sahnesinde “Allı Turnam” türküsü çalar. Bu türkü aslında hikâyeye hizmet edecek en ideal müzik eseri olabilir. Çünkü dikkatli dinlerseniz türküde anlatılan hikâyenin filmin hikâyesine ne kadar çok benzediğini anlamış olursunuz. Türküde allı turnaya yakaran kişi, aynı karakterlerimiz gibi “Bir Zamanlar Anadolu’da” yola çıkıp bu başı sonu belli olmayan bozkırda çaresiz kalmıştır. Türkü çalarken karakterlerin yüzlerine yakın çekim yapılması aslında karakterlerimizin de bu sarı bozkırda yol alırken ne kadar çaresiz olduğunu bize gösterir…

                           Ne olmadık kulumuşsun dünyada?

                            Ağşam oldu Allı Turnam dön geri…

Berat Şendil

Editör: Ekrem Müftüoğlu

Ciğerdelen’i ilk okuduğum dönem, hayatımın içinden çıkamayacağımı düşündüğüm bir kuyuya düşmüşlüğüne denk gelmişti. Bitkin, bıkmış ve vazgeçmiştim. Küçük Yusuf, daha peygamber olacağını bilmezken sevgisizliğin acısı o kuyuda yüzüne çarpmıştı hani. Epey yalnızdı ve düşünüyordu. Kuyudan çıkmayı değil de o kuyunun taşlarından biri olmayı. Öyleydim ve kitap ruhen beni çok yaralamış, bu yüzden birkaç gün epey hâlsiz gezmiştim. Sonra Safiye Erol’un bu kitabı yazarken defalarca hastalandığını, bayıldığını öğrendim. Hak verdim ve ciğerimi deliveren aşkı görün dedim ben de…

Aradan yıllar geçip zaman zaman bu kitabın sayfaları arasına başımı usulca bıraktığımda ilk okuduğumdan daha farklı düşüncelerle mücadele vermeye başladım. Çünkü ilkinde İbrahim’in iman şövalyesi olması gibi kendimi inandığım değerler üzerinden iman şövalyesi ilan etmiştim. Evet ben de oğlunun kurban olmayacağına emin olan İbrahim gibi olmak istiyor, Türk milliyetçiliği mefkûresine adanmış ömrümü vatanın her köşesinde bu imanı yayarak geçirmek istiyordum. Zaman geçti; içimizden Hürriyet Kasidesi okuyarak denize uzun uzun baktığımız günlerden, ‘’bu vatandır dağıtır aleme ilm-ü edebî, ne bela çektiysek bu vatandır sebebi’’ çizgisine geldik… Buna da şükür.

Ee Mişa Dirahşan, ciğer miğer aşk meşk dedin vatan edebiyatı parçalıyorsun diyecekler için hemen girizgâh yapayım. Ciğerdelen’i okuyan farklı görüşteki arkadaşlarımdan şöyle bir eleştiri aldım. Ciğerdelen’in bir millî mefkûre kitabı olmadığını ve oradan bir Türklük bilinci çıkmayacağını söylediler.

Bakalım neymiş ne değilmiş bu Ciğerdelen meselesi. Sürpriz kaçıran vardır bu yüzden okumayanlar son paragrafa inebilirler…

Kitap, Alman edebiyatında birçok postmodern eserde gördüğümüz akışa sahip. Canzi ve Turhan’ı okuyoruz en başta. Canzi, Haşmet gibi bizlerin “boş çar” olarak tanımadığı bir adamdan kurtulmak üzeredir ve Turhan Canzi’ye deli gibi âşık olmuştur. Gelin görün ki Turhan’ın takıntılı, kıskanç ve benmerkezci tarafları Canzi’nin, Turhan’la zamanında aynı yerde yaşadığını öğrendiği dedelerinden dolayı gösterdiği müsamahayı baltalar ve hikâye içinde hikâyelere geçiş yaparız.

Bir yiğitlik hikâyesi olan Sarı Sipahiler’i okurken büyük Osmanlı’nın küçük neferlerinin ateşten gömlek giyişlerini adeta izleriz. Arkaya “Baş Bir Yana Leş Bir Yana” koyarak okunabilir bu kısım, tavsiyemdir. Dededen kalma bir kılıcım var onu alıp hemen yatağın baş tarafına asmıştım. Kitapta da zaten “Dedelerimin kılıcı başucumda asılıdır” diyordu Canzi. Çünkü o bir yiğitlik destanı içinde büyümüş ve sonrasında Türk Cumhuriyeti’nin kuruluşuna tanıklık etmişti. Yani onun kafasında dedesi Mustafa Durakça ile Mustafa Kemal Atatürk aynı hissiyatla çarpışan iki adaş, iki Türk yiğidiydi.

Ciğerdelen hikâyesinde ise… Evet Ciğerdelen kalesini koruyan Mustafa Durakça ve ailesi yıllarca büyük bir sabırla Türklük ve Müslümanlık üzerine sempatik bir taraf olmuş, sevip sayılmışlardır. Hikâyenin alengirli olması için Mustafa bir “gâvur” kızına âşık olur. Mustafa’yı neredeyse insan-ı kâmil yapacak bu kız eninde sonunda konağa gelir ve adına “Cangüzel” derler. Ölüm döşeğinde bile tek düşünülen kişidir Cangüzel. Buraya kadar klasik Müslüman-Hristiyan aşkı olan kısım, Cangüzel’in hamile kalmasıyla bir çıkmaza girer çünkü Cangüzel hamile kaldığını bilmeden evdeki kurallara isyan eder. Kadınlar rahatça dışarı çıkamamaktadır. Niye? Sürekli bir iş buyrulmaktadır. Neden? İstediği vakit kocasını bulamamaktadır. Saçma? Dolup taşıyordur Cangüzel ve hamile olduğunu öğrenince büyük bir sükûnetle çocuğunu bekler. Bence hikâyenin okuyan herkese “öylesine” geçtiği kısmı da burasıdır. Burada bir Oedipus sendromu görürüz. Anne ve oğul Sinan (çıyan Sinan diyelim) adeta birbirlerine âşık, birbirlerinden kopamaz hâldelerdir. Hele de kocası öldükten sonra Cangüzel oğlunu paylaşamaz hâle gelir. Sinan da annesini avucunda bildiği için onun bu hassasiyetini kullanır ve dedeye karşı bir tutum geliştirir. Bu, sanırım evin otoritesine alınan bir tutum, çünkü babası yerine geçen kişi odur. Cangüzel Sinan’ın büyüdükçe değiştiğini, kendisini görmezden gelip yok saydığını, kadınlarla olan gevşek ilişkilerini gördükçe kahrından hastalanır ve oğluna hasret ölür. Bir aşkın ölümü başka bir aşkı doğurmalıdır ve bu sahnede, Cangüzel’in ruhundan bir parça aldığına inandığım Zühre dahil olur. Zühre ve Sinan gayr-i meşru bir aşk yaşarlar. Zühre güzeldir, küçüktür fakat inanılmaz bir fikir dünyasına sahiptir. Ancak bu genç kız, gittikçe tasavvufa yönelirken bile kendini bu “aşk” diye nitelendirdiği belanın büyülü dünyasından alamaz. Sinan evlendikten sonra bile onu evine almaya devam eder. Hatta bir çocukları bile olur. Sinan’ın karısı ve çocuklarıyla da sık sık karşılaşan Zühre büyük bir sınavdan geçer. Burada bir metres hayatı var sanabiliriz ama bu hikâyede bilinen bir şeyin dillendirilmeden yürütülmesi söz konusu. Burada da şu eleştiriyi yapabiliriz. Toplum ahlaksızca nitelendirilen bir eylem söz konusu olduğunda eylemi gerçekleştiren kişilerin konumuna göre “Bu ahlaksızlıktır” bildirimini yapıyor. Yoksa titreşim gönderemezsiniz diyor.

Hikâye, Zühre’nin Ciğerdelen Kalesi’ni düşmandan korurken, Sinan’ın kaçışını görmemizle suret değiştirip bitiyor. Tekrar Turhan ve Canzi’ye dönüyoruz. Atatürk’ün Kocatepe’deki fotoğrafının önünde konuşan Turhan ve Canzi bu vatanın çocukları için, o kaleyi Zühre’yle beraber koruyanların torunları için çabalamaya ve varlarını yoklarını bu huzurda tüketmeye hazır görünüyorlar. Onların o hâlini tasvir ederken zihnimde minik bir tebessüm oluyor her seferinde. Evet, hikâyede Turhan oldukça sıkıntılı bir karakter fakat kendisi de ne kadar yanlış davrandığını fark edip düzeliyor. Safiye Erol her kitabında, ideal Türk’ün vazifesini en düzgün yapan kişi olduğunu söylüyor. Kendisini de yazdığı eserlere bakarak ideal Türk ilan etme görevi bize düşüyor.

Bu kitap, içinde psikoloji ve sosyoloji alanlarından çok fazla şey barındıran girdap gibi bir konuya sahip. Sanırım bu yüzden de okumak biraz uygun ruh hâli gerektiriyor. Ruh Adam’da Yek’i görünce hissettiğimizi Sinan Zühre’nin kapısına gelince hissediyoruz. Aşk var mı bu ilişkide derseniz sanmıyorum, tutku belki. Sinan öyle megaloman bir karakter ki sadece birine âşık olma fikrine âşık olabilir. Bu hikâyede bir tane âşık var o da “Ben seni ölüm döşeğinde bile taşırım Cangüzel’im” diyen Mustafa Durakça. Sevdiğim ise vicdanımın ta kendisidir, diyor Safiye Erol. Yine Alperen Alparslan Gözen diyor ki: “ekmeği unuttum, ölmeyi unuttum / bakışların hatrımın tümü Leyla” Sevmenin rezilce korkulu olduğu bir çağda yüreğini hissetmek isteyenlerin kitabı şöyle bir köşeye çekilerek bir Keşan güzeli sesinden okunuyormuşçasına Bozdoğan dinleyerek okumalarını tavsiye ediyorum. Bir de Pususu Allah Kadar Tek şiirini okusunlar. İkisi bir arada olunca tadına doyulmaz.

Bahsettiğim gibi zamanla değişen fikirlerim oldu Ciğerdelen’le alakalı ama hâlâ iman etmekten vazgeçmiyorum ki Türk milleti kendi ruhundan, etinden, kanından meydana getirdiği bağımsızlık mücadelesi ve onun transformatörü Mustafa Kemal Atatürk’ü daha yüzyıllarca anlatacak, belki ucunda kıyısında bir gün bizim ismimiz de bu mücadelenin devamı için çabalayanlar arasında parlayacak. Arkadaşlar:

Yıkılmayın Sakın.

Mişa Dirahşan’dan üstünde uzun kaşe mont, elleri, cebindeki muştayı tutarak gezdiği günlere bir hatıra olsun bu yazı. Korkunun nabızlarını sayan Kemal Tahir’e de selam olsun; ezilip kalmak, sefil bir sokak kedisi gibi ölüp gitmek, ufalanmak korkusu. Üstadım, bir şeref madalyası gibi seninle aynı korkuları taşıyorum ve arttırıyorum. Bir gün hesap soramama korkusu…

Mişa Dirahşan

Editör: Ekrem Müftüoğlu