İsimsiz Mezarların İsyanı

Dünya varlığını sürekli olarak değiştiriyor. Ekolojik olarak, kültürel olarak, coğrafi tanımlar olarak, ekonomik dengeler, iletişim, roller, ideolojiler vesaire… Dünya bu değişimi doğası gereği mi yoksa insanın vazgeçilmez tutkularının sürüklediği bir yolculuğun sonucu mu gerçekleştiriyor tam olarak anlamlandıramasam da çağların değişmeyen temel noktalarından birisi de bu yazının başat unsuru olan: İsmi olmayan mezarlardır.

Görünmemek bir sihir değil, görünememek ya da görünmenin ne olduğunu bilemeden yitip gitmek yaşam formumun bir parçası. Toplumlar bununla doğrudan bağlantılı şekilde ilerliyor. Toprağı ekersen ürün alırsın, ince giyinirsen üşürsün, yaşamın düz bir çizgide başlayıp aynı şekilde ilerliyorsa da görünmezsin. Bu, bu kadar basit algılanabilecek, genelgeçer, bu kadar normal bir durum.

Peki, aklıselim insanlar normale isyan eder mi? Hayır. Aklıselim için normalden daha keyif verecek hiçbir şey de yoktur üstelik. Ancak gerçek bize böyle söylemiyor artık. Dünya kendi içinde sürekli bir hareket halinde, Kavimler Göçünden, endüstriyel devrime, dünya savaşlarından, mülteci krizine…

Dünya sürekli kendi içinde büyük krizler yaşıyor, bu krizler toplumları farklı bir rol alma noktasında birleştiriyor ya da ayrıştırıyor. Bir nüfus patlamasının, kentleşmenin belki de en üst noktalarında, bu piramidin en uçlarında dünyaya ayak basan nesillerin öncüleriyiz. Bizim dışımızda akan hayatın, bizim içimize işleyen noktalarının yarattığı derin dehlizlerinde bu buhranın en ama en ağırını omuzlarımızda hissediyoruz. Bu yaratılan mekanizma bir canavar. Besin kaynağı insanın, bir bütün hâlinde, tam olarak kendisi. Sokakta var olmak, sosyal medya içerisinde var olmak en öncül konumlanma haline gelmiş durumda. Bir yığın yaratıyoruz, yarattığımızdan en büyük pişmanlığı ise biz isimsizler duyuyoruz. Farkında olmanın bir erdem olmadığı, insanın kendine yaptığı en büyük eziyet olduğu artık gün gibi ortada. Olduramadıklarımızın yarattığı hayal kırıklığı her geçen gün -ne ile yazarsak yazalım- ismimizi biraz daha siliyor. Bundan kurtulmanın yolu kabullenmekten geçiyor.

Peki ya bir isyan hakkımız yok mu? Mezarlar sadece ölülerle mi doluyor? Gerçek ölülerin aramızda olduğunu görmek için kaç isimsiz mezara daha ihtiyaç var?

Bizler geçmiş çağların insanlarıyla kaderdaşız, görünmüyoruz. Ama görünebilmek için en çok imkâna sahip olanlar olarak bu arafta, derin bir uyku hâlinde, nefes alırken ölmeyi öğreniyoruz. Bu yaşayış, post-modern bireyci özgür toplumun, kendini başkalarından özgür kılmak isterken kendine olan tutsaklığını fark etmeden inşa eden bir olgu hâlinde ve yıkıcı etkisini kümülatif hâlde daha da şiddetlendirerek yükseltmektedir. Bu, hayatın içinde tamamen kopuk bir hezeyan, ne konusu ne de ana fikri belli olan bir sarhoş narası gibi insanı esir almış, insanlığı yok etme üzerine kurulu çaresizlik hissiyatıdır.

Kurtulamamak için çok etken var, kurtulmak için ise sadece kendimiz. Yaratılan canavar bizi konumlandırdığı noktada bir halkanın en sonuna itmiş durumda. Yükselmek için gerçekten ölmeyi bekleyen, kaderci, bu dünyadan saiklerini dindirmiş tek umudunu başka bir dünyaya endekslemiş Martin Luther’ini bulamayan Katolik Hristiyanlara bir sarkaç gibi geri dönmekteyiz.

İsimsiz mezarlar, ortaya çıkabilmek için Güneş’i bekleyen çaresiz gölgeler gibi aramızda. Gerçek toprak bize sarılmadan, gerçek dünyaya dönmek adına silkinmeliyiz. Bu çağ bize getirileriyle birçok şeyi öğretirken, isimsizliğin normalleşmesi de bildiğimizin, öğrendiğimizin hiçliği ile yok olduğuna da şahit etmekte.

Mezar taşlarımızı onlar dikti. Var olmak için onları yıkmalıyız. Bazen bir kilisenin kapısına çakılan çivi, bazen bir metinde bulduğumuz benliğe yönelttiğimiz soru bunu başarabilir.

YAZAR

Yusuf Ayberk Enişte

EDİTÖR

Ekrem Müftüoğlu

0 cevaplar

Cevapla

Want to join the discussion?
Feel free to contribute!

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir