Enternasyonel Ahlaksızlığın ve Küresel Dünya İnşaasının Pençesinde Türkiye

Kaçak Göçmenler ve Multikültürel İdeallerin Yaratacağı En Büyük Problem

Komplo teorilerine inanma ama uzağında da kalma derler. Dünyayı yöneten çok gizli aileler olmasa da küreselleşen dünyada sermaye sahiplerinin çatışmalarının ve sermaye transferlerinin hayatımızı etkilediği ve kitlesel değişimlere yol açtığı çok da inkâr edilemez bir gerçek olarak önümüzde duruyor. Evet dünyayı yöneten gizli bir aile ya da aileler olmayabilir, gizli mason ayinleri yapıp kan ve şarap içen tarikatlar da ancak güçleri devleti aşmış; istihbaratları, bilgileri ve diplomatik yahut ticari ilişkileri haddinden büyük grupların, lobilerin, şirketlerin varlığı ulus devletlerin, ulus ve millet kavramlarının silikleştiği bu günlerde kendini çokça belli ediyor. Yani dünyayı bir gizli el yönetmiyorsa da dünya üzerindeki gücünü ve payını arttırmak isteyen devasa boyuttaki çıkar gruplarının çekişmeleri yahut hareketlenmelerinin uluslararası kamuoyunda aynı yahut farklı biçimlerde yansımaları olmakta. Bu bağlamda devletlerin, şirketlerin, büyük ailelerin, ultra zengin güruhların izleri hem silikleşiyor hem de birbirine karışıyor. Ancak şu bir gerçek ki küçük veya büyük otoritelerin hepsi iş kendi otoritesini de sağlamlaştırmak olduğu zaman bu hareketlenmelerin ve planların çizgisinde her daim kendi çıkarlarına olan tarafta yer almak isteyecekler; yani Afrika’da Güney Amerika’da diktatörlükle yönetilen bir devlet istenilen bu düzen değişikliklerinde çok da büyük pay sahibi olmayacak olsa da kendi küçük dikta alanını koruduğu için karşısında durmayacaktır. Peki bu sermaye transferlerinin, küreselci ve evanjelist çekişmelerin, dünyaya “reset” atma kavgasının verildiği noktada ezilen, bu değişimlerin yükünün boynuna basacağı sınıflar kim olacaktır? Her zaman olduğu gibi bir ayrıcalığı bulunmayan, sahip olduğu bir hür teşebbüs ürünü bulunmayan: orta sınıf, işçi sınıfı kısacası düz vatandaşlar. Nitekim bir toplumun kültür ve refah düzeyini ne en alt ne en üst sınıf belirler. Orta direk toplumların temsiliyetini elinde barındırmaktadır. Ekonomik krizin pençesinde boğuşan ülkemizin bir yanı yumuşasın diye ekmeği yoğurta banıp yerken bir tarafının haddinden fazla lükse sahip olması esasında krizlerin de alt ve en üst sınıf için bir konum değişikliğine sebebiyet vermeden aradaki uçurumu arttırarak aradaki sınıfları ezip geçmesi bunun bir örneğidir.

Uzun süredir dünyada bulunan ve düz vatandaşın sahip olduğu ve fazlasını istediği hürriyetin ayrıcalıklılara rahatsızlık verdiği aşikâr. Bu rahatsızlık ise farklı maskelerde kamuoyuna kendi rızalarıyla hürriyet ve haklarını teslim etmeleri yönünde telkinlerde bulunarak aslında neyi amaçladığını da göstermektedir; ultra ayrıcalıklılar dünyası.

Nasıl yani? Pandemiyi hatırlayalım; maske, aşı, sosyal mesafe, dükkan kapatma, evden çalışma… Bunların hangisi zenginleri etkiliyor? Hangi zenginin bilmem kaç dönümlük arazisinde sosyal mesafeye ihtiyacı var? Yahut kenar semtlerin birinde yapılan kaçak okey salonu baskınlarının hangisinin tokadı, cemiyet hayatının ve burjuvanın yaptığı private partilere ulaşır? Zenginlerin uzaktan eğitimde kaybı nedir ki? İsterlerse evlerinin alt katına kendi okullarını kuramazlar mı? Neyden mahrum kaldılar? Hatırlar mısınız bir fotoğraf yayımlanmıştı; Fransa başkanı Macron yanında misafirleriyle bahçede dolanırken arkada da çalışan kimseler görülüyordu ve fotoğraftaki kalabalıkta maske takan tek kişi o işçilerdi. Şimdi bu ayrıcalıklılar dünyası yaratma çalışmasında çok da önemli bir yeri olmayan Macron için bile pandemi yasakları hayat konforundan bir şey eksiltiyor mu? Elbette eksiltmiyor. Aksine evet devletlere bir enflasyon belası yüklense de, ekonomik huzursuzluklar baş gösterse de “Bizi eve kilitleyin” diye bağıran bir kitleyle muhatap olmayı hangi otorite sahibi istemez ki? Normal şartlar da 2020 yılında kime “Evden çıkmak yasak!” diyebilirsiniz?

Pandemiden örnekler verdik ama pandemi bir sonuç ya da bahis değil; bir deneme, bir nokta, sosyolojik bir deney olabilir ancak. Fakat mevzu bundan derin. İç savaşlar, savaşlar bir plan dahilinde çıkmıştır demek çok iddialı olur ancak bu savaş süreçlerinin idealler eşiğinde kullanılması o kadar iddialı değil fazlasıyla gerçek. Dünyaya herkesin her denilene biat ettiği, etmese de tamam demek zorunda kaldığı bir düzen getirilmek isteniyorsa bunu yapmanın en iyi yolu, herkesin birbirine yabancılaştığı, insanların: aileler, kümeler, birliktelikler halinde değil; birbirinden korkarak, uzaklaşarak yaşadığı toplumlar yaratmaktır. Bunun en güzel yolları da yeni kimlikler icat etmek ve bu kimlikler üzerinden çatışmalar yaratmak, ülkelerin demografisiyle oynayarak millet kavramının ve bilincinin yitirildiği yığınlar haline dönüştürmek olacaktır. Bu sebeple Avrupa ve Türkiye’de ulus devletin ancak isminin kalacağı dinamiklerinin tamamen değişeceği yeni normal düzen…

Pandemi, iklim krizi , göç ve mülteci sorunları, bunlar adına çıkan savaşlar yahut savaşların bu uğurda kullanılması aslında benzer bir çekişmenin farklı yansımalarıdır diyebiliriz.

Bir toplumu kendine ve birbirine en rahat nasıl yabancılaştırırsınız? Tabii ki enternasyonalizm ve multikültüralizmle. Türkiye; Avrupa ve Asya’nın ortasında kendi kimliğini bir nebze yaratmış, kendine ait dinamikleri olan bir ülkeyken şimdilerde yukarıda saydığım enternasyonellik ve multikültürellikten çok daha büyük bir belanın içinde bulunuyor. Kimliksiz, hangisinin nereden geldiğinin bilinmediği rastgele yığınların bir arada yaşadığı bir ülke yaratılıyor. Hatta büyük ölçüde yapıldı bile. Bugün Türkiye’nin hangi büyük şehrinde kadınlar ve çocukların rahatlıkla endişelenmeden sokakta yürüyebileceği bir alan kaldı? Komşunla aynı dili konuşmadığın bir toplumda hangi kriz iyi yönetilebilir? Kim kendini nereye nasıl ait hissedecektir belirsiz. Üstüne üstlük Türkiye Cumhuriyeti nüfusunun çok büyük bir bölümü büyük şehirlerde yaşamaktadır. Nüfus dağılımının, iş hayatı dengesinin bu kadar dengesiz ve savruk olduğu bir toplum istenilen yeni bir dünya düzeni planında pilot ülke olması için gereken tüm şartları sağlıyor.

Korku duygusu itaati beraberinde getiriyor. Bir otoritenin yönettiği kitlelerde en çok görmek isteyeceği iki duygu vardır: biri azametine duyulan saygı diğeri ise korku. Bu iki duygu kişileri koşulsuz itaate iten bir çaresizliktir. Hatta bu sebeple gerçekten güçlü olmayan otoriteler azamet illüzyonu yaratmak için bir gün ülke gündemi bambaşka bir atmosferdeyken bir müzeyi ibadete açabilir, başka bir gün de istediği oy oranını alamadığında memleketin dört bir yanında bombaların patlamasına müsaade edebilir. Pandemi döneminde insanları birbirine yabancılaştırmak adına da dünya korkuyu kullandı ve birbirinin elini sıkmaktan endişe eden toplumlar yaratıldı. Bu korku iklim krizi saçmalığında ve yine bambaşka korku pompalanmalarıyla da devam ediyor, edecektir de. Gençlerin ve insanların kendilerine eskiye nazaran neyi hak görüp neyi görmediğini inceleyerek aslında bu korkak ve sinmiş toplum inşaasının ne kadar ölçüde başarılı olduğunu görebilirsiniz. Elleriyle ve söylemleriyle hiçbir şeyi düzeltemeyeceğine ikna olmuş, çok kırılgan kimseler dünyada neyi değiştirebilir? Yahut hangi rezilliğe ve sefilliğe kendini adapte etmeyebilir ki?

Bu sebeple “sığınmacı” sorunu da kayıtsız kaçakların işlediği suçlardan, ekonomik yıkıntıdan daha büyük bir probleme yol açıyor ve açmaktadır. Millet bilincinin yitirildiği bir Türkiye’ye. Vatan ve millet kavramlarına savaş açıp yok etmek imkânsız olduğu için en iyi yolun içini boşaltmak olduğunu gören odaklara muhteşem bir fırsat ve çok iyi bir araç oluyor kaçak göçmenler. Sokağında yürürken tecavüze uğramaktan korktuğun, evini savunmaktan aciz olduğun, “Ekmeğim, aşım nerede?” diyemediğin bir yer midir vatan? Dedelerimiz bunun için mi kanlarıyla sulamıştır bu toprakları? Hayır. Türkiye Türklerindir ve bizler özel jetleriyle seyahat eden zenginler istiyor diye et yemekten ve hayvancılık yapmaktan vazgeçmeyeceğimiz gibi ülkemizin limanlarının, dönüm dönüm arazilerinin ve sermaye kaynaklarının Batılı, Körfezli, Slav yahut Çinli sermayedarlara peşkeş çekilmesini de kabullenmeyeceğiz. Bugün dünyada dolaşan yeni dinlerin, ucube etiklerin, enternasyonel gavatlığın, ayrıcalıklılar dünyasının en büyük düşmanı hür ve müstakil ulus devletlerdir. Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları, Türk milleti uyanık olursa gelecek için bu kavramları kendi ülkemizde büyük ölçüde koruyarak dünya milletlerinin çekeceği rezilliklere rağmen kendimizi koruyabilir ve belki de bir ışık olabiliriz. Önümüzde iki yol var gibi görünüyor; ya istenilen düzenin ilk büyük kurbanı olacağız ya da bu düzenin en büyük düşmanı ve hür dünyanın sembolü olacağız. Bu gerçeklik karşısında atılacak ilk ve en önemli adım ise özellikle önümüzdeki yıllarda daha da görünür hâle gelecek olan suni demografik sorunlara yönelik ciddi önlemler alan bir Türkiye ile şahsiyet ve hürriyet mefhumlarının her zihne bir mıh gibi işlenmiş olduğu Türk milletinin yeniden inşaasıdır.

YAZAR

Ahmet Çakmak

EDİTÖR

Nur Aydoğan

0 cevaplar

Cevapla

Want to join the discussion?
Feel free to contribute!

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir