Bir Çevirinin Anatomisi

Yabancı bir dilden ana dile şiir çevirmek şiiri yeniden yazmak olmasa bile epey zor bir iş. Evvela şairin zihnine girebilmek için kaynak dili iyi biliyor olmanız gerekiyor fakat asıl mesele hedef dilde yetkin olmak çünkü şiir hedef dile aksettiği zaman anlam dünyası, alegorileri, isimleri, hikâyesi kısacası her yönüyle şiir baştan aşağıya başka coğrafyada yaşayan -ekseriyetle- ve başka bir dilde konuşan insanlara sunuluyor. Dolayısıyla bu geçiş sırasında şiirin kendisine ait mahiyetler dışında gözetmeniz gereken pek çok farklı unsur bulunuyor, bu unsurları göz ardı ettiğiniz müddetçe öyle zannediyorum ki şiirin çevrilmesi mümkün değil, belki yalnızca anlaşılması kolaylaşabilir. Dolayısıyla bir şiir çevirirken tekraren sorduğum iki soru oluyor, çevirdiğim şiirin şairi bu mısraı yazarken ne düşünmüş ve ne hissetmiş olabilir, benim çevirdiğim dilde şiiri okuyacak insanlara nasıl aynı şeyi düşündürtebilir ve aynı şeyi hissettirebilirim.

Taslaklarımı ve zihnimdeki tohumları hesaba katmazsam bugüne kadar İngilizceden Türkçeye yalnızca üç şiir çevirdim. Kipling, Frost ve nihayet Poe’dan. Kipling ve Frost nispeten kolay çevirilerdi zira iki şairde de yukarıda bahsettiğim sorulara cevap bulmak beni zorlamamıştı. Ancak Poe’nun “The Raven”ı bambaşka, mucizevi bir eser zira Poe’da yukarıdaki sorulara cevap vermek âdeta ömür törpüsü. Üniversitedeki hocalarım hiçbir edebî eseri mucizevi görmememiz gerektiğini, kimsenin vahiy almadığını söyler dururlar. Sanırım hocalar ancak Poe’ya kadar haklı çünkü “The Raven” şiirinin bende yarattığı ürpertiyi hâlâ hiçbir şiirde hissedemedim. Türk şiirinde Abdülhak Hamid, Necip Fazıl ve belki şu an ismini hatırlayamadığım birkaç şair dahi bu şiirin yarattığı ürpertinin yarısını hissettiremedi bana. İşin garip tarafı, şiirin bu ürpertisini nasıl yarattığını açıklayabilmem. ‘Mucize’ kelimesi normalde insanı aciz bırakan durumlar için kullanılır lakin Poe’nun şiirini açıklayabildiğim hâlde aynı ürpertiyi hissetmeye devam ediyorum, şiirin formülü ortada olmasına -hatta Poe tarafından bizzat açıklanmasına- rağmen aynı ürpertiyi yakalayan bir başka şiirle karşılaşmamış olmam bana mucizevi geliyor. Poe yalnızca teknik unsurlar üzerine yoğunlaşmış gibi görünürken aslında arka planda bambaşka şeyler işliyor zihnimize, okuyucusunu hipnoz ediyor bile diyebiliriz. Poe’nun kullandığını düşündüğüm bu enteresan metotları başka bir yazımda konu edinmek üzere bugünkü yazımın konusunu açıklayayım. Evet, bu çeviriye nasıl baktığımı paylaştığım ve Poe’yu övdüğüm kısa bir prolog bölümüydü.

Yaklaşık üç aydır The Raven’ı, nam-ı diğer Kuzgun’u çevirmeye çalışıyordum. Bu çabam nihayet geçenlerde çeviriyi tamamlamamla son buldu. Geçtiğimiz günlerde yine 30eksi platformunda yayınlanan çeviriyi okudunuz mu? Eğer çeviriyi okumadıysanız önce çeviriyi okuyup sonra bu yazıyı okumak mantıklı olacaktır zira size bu üç aylık çeviri macerasını anlatacağım.

Her İngilizce şiirde olduğu gibi Kuzgun’u da ilk okuduğumda acaba bu şiiri nasıl çevirebilirim diye düşünmüştüm. Şiirin formuna hükmeden bir ahenk fırtınası vardı ortada, kısaca anlatmam gerekirse eğer Kuzgun’un her mısraını sekizli iki durakla on altı hece üzerinden düşünecek olursak bu on sekiz bentlik şiirin kafiye düzeni şöyle: 

a/a
x/b
c/c
c/b
x/b
b

(x: herhangi bir kafiye)

Yalnızca ikinci bentin ikinci dizesinin ilk durağında ilk dizeye bağlanan bir uyak söz konusu, onun dışında bu düzen şiirin tamamında değişmeksizin mevcut. Bentlerdeki birinci ve üçüncü dizelerin kafiyelenmesi nispeten kolay çünkü bentler arasında kafiye bağlantısı yok bu dizelerde. Ancak ikinci, dördüncü ve beşinci dizelerin kafiyesi olan -or sesi her bentte başka bir kelimeyle sağlanmış. Altıncı dizenin kafiyesi ise sabit ‘more’, bu kafiye ilk başta ‘nothing more’ ve bir yerde ‘evermore’ oluyor, son bentlerde ise ‘nevermore şeklinde. Ufak bir hesapla ‘b’ diye adlandırdığımız kafiyeleri tüm şiir boyunca farklı kelimelerle sağlayabilmek için -bentlerin son dizesinde yalnızca üç kelime kullansak bile- elli yedi tane birbiriyle kafiyeli kelimeye ihtiyaç var. İmkânsız. Öyle olacak ki Poe’da bentlerin son dizesi haricindeki ‘b’ kafiyeli dizelerde kelimelerini seçerken tekrara düşüyor, bunu farklı bentlerde gerçekleştirerek elinden geldiğince tekrarı hissettirmemeye çalışıyor ama şiire kısacık bir bakış bile bu tekrarları görmemiz için yeterli. Çeviriye başlarken en büyük teknik sorun bu karşılıkları nasıl bulacağımdı. Her şeyden önce şiirin kilit taşı ‘nevermore’a bir karşılık bulmalıydım. ‘Nevermore’un makbul sayılabilecek karşılıkları ‘asla’, ‘katiyen’, ‘hiçbir zaman’, ‘zinhar’. Bu kelimeleri tespit ettikten sonra yapılmış çevirilerden kayda değer iki çeviriyi, Ülkü Tamer ve Bahadırhan Dinçaslan’ın Kuzgun çevirilerini okudum. 

Ülkü Tamer, çevirisini sekizli iki durakla on altı hece üzerine kurmuş ve ‘nevermore’ kelimesine karşılık olarak ‘hiçbir zaman’ı kullanmış. Ülkü Tamer’in çevirisi başarısız değil ancak Poe’nun metrik sistemine uyma kaygısıyla uyduğu bu on altı hecelik düzen çeviriyi hantallaştırmış. Türkler on altı hecenin ahengini duyacak kadar sabırlı değiller, bu bir gelenek meselesi. Kaldı ki on dörtlü heceyi aşan her şiir denemesi bugüne kadar edebiyat tarihimizin yalnızca ‘deneyleri’ olarak kalmaya mahkûm hâlde mazinin bir hatırası olarak dururken şiiri bu uzun mısralarla anlatmayı seçmek apaçık bir aymazlık. Ayrıca Ülkü Tamer, şiirde ‘c’ diye adlandırdığımız kafiyelerden dördüncü dizede bulunan kafiyeyi çevirirken göz ardı etmiş. Benim nazarımda bu Kuzgun’un formuna ihanet ve kabul edilemez. Dolayısıyla yeteri kadar memnun olmayarak Ülkü Tamer’in çevirisini bir kenara koyalım. Bahadırhan Dinçaslan’ın Kuzgun çevirisi ise yedili iki duraktan oluşan on dört heceden mürekkep mısralarla ve ‘nevermore’ için ‘asla’ karşılığı verilerek bu asli kafiye ile kurulmuş. Bu çeviride Ülkü Tamer’de olmayan bir şey var. O da şu ki Bahadırhan Dinçaslan’da yazının başında sözünü ettiğim ürpertiyi hissettirme kaygısı fazlasıyla mevcut. Bu işin altından da başarılı bir şekilde kalkmış, hatta bu açıdan tüm Kuzgun çevirilerinden daha başarılı. Ancak Bahadırhan Dinçaslan şiirde sözünü ettiğim ‘b’ kafiyelerini kurarken ikinci, dördüncü ve beşinci dizeleri aynı kafiyelerken bentlerin son dizesini farklı ele almış ve ‘d’ diyebileceğimiz ayrı bir kafiye yaratarak çeviriyi kurmuş. Tüm bentlerde bu ‘d’ kafiyesi başarılı bir şekilde işlese de bu da şiirin formuna ihanet zira Poe’nun Kuzgun’unun en can alıcı noktası bentlerin sonundaki dizenin bent içerisinde biriken o ahenkle birleşmesinden başka bir şey değil. Elbette form her şey değildir ancak Bahadırhan Dinçaslan bana bir keresinde “Form şiirin aslı değildir zannedilir, ama aslıdır” demişti. Bu sözün ışığında şiirin aslından kopmayı benim bir okuyucu olarak kabul etmem mümkün değil. Bu iki çeviriyi Bahadırhan Dinçaslan’ın çevirisini daha çok okumak üzere bir kenara bırakalım ve masasının başında ne yapacağını düşünen bana dönelim.

‘Hiçbir zaman’ ve ‘asla’ daha önce kullanıldığına göre elimizde ‘katiyen’ ve ‘zinhar’ kaldı demektir. Kullanılmış kafiyeleri kullanmam hâlinde çevirim bir kopyadan başka bir şey olmayacaktır. Katiyen ve zinhar. Elli yedi adet, tam kafiyeli kelime…

‘Katiyen’, ihtiyaç duyduğum kafiyeli kelime adedini -en kafiyesi üzerinden bulmam katiyen mümkün değil. Ayrıca şiirin aslına uygun hareket etmek istiyorsam ‘nevermore’ için vereceğim karşılığın son hecesinin okunurken uzatılabilmesi lazım zira ‘nevermore’ kelimesini o şekilde okumak daha dramatik ve şiirin özüne sadık bir atmosfer yaratıyor, ‘katiiyeen’ maalesef bu isteğime uymuyor. ‘Zinhar’, ihtiyaç duyduğum kafiyeli kelime adedini -ar kafiyesi üzerinden bulmam gayet mümkün. Öte yandan, istediğim gibi son hecede bulunan -ar kısmını uzatarak okumam mümkün, hatta ne mümkünü -ar bunun için biçilmiş kaftan. Son olarak bu -ar sesi şiirdeki -or sesini andırmak için gayet uygun. Bunları düşünerek ‘zinhar’ kelimesini seçtim.

Sırada ‘nothing more’ için bir karşılık bulmak vardı ve ‘zinhar’ ile kafiyeli iki ihtimal gözüme çarpmıştı, ‘bu kadar’ ve ‘o kadar’. İkisi arasında büyük bir fark yok gözükse bile aslında var. Kuzgun, anlatıcının anlık olarak anlattığı bir şiir değil. Şiirde geçmişe bir dönüş, uzak bir zamandan bahsetme söz konusu. Şimdi bir örnek üzerinden size hangisini niçin seçtiğimi anlatayım. “Bu kadar sözün üzerine bunu yapman hoş değil.” ve “O kadar sözün üzerine bunu yapman hoş değil.” örneklerine bakalım. İlk örnekteki ‘bu kadar’ ifadesini çözümlediğimizde hepimizin edimsel olarak yapacağı bir çıkarım var, söylenen sözler yakın zamanda hatta belki hoş olmayan davranışın hemen evvelinde söylenmiş. Ancak ikinci örnekteki ‘o kadar’ ifadesini çözümlediğimizde söylenen sözlerin yakın zamanda söylenmiş olması ‘bu kadar’ ifadesindeki kadar açık değil, hatta sözlerin uzak bir zamanda söylendiğini anlamak daha olası, zaten ‘o’ bir işaret sıfatı olarak uzaktakini işaret etmeye daha yatkın ‘bu’ kelimesine göre. Dolayısıyla şair eğer geçmişe dönüyorsa ben de ‘nothing more’ derken uzaklara gitmeye yani ‘o kadar’ demeye mecburum.

Bu kafiyeleri bulduktan sonra bent bent çevirerek ilerlemeye karar verdim zira bentlerde tekrar eden asli kafiyeleri bulmuştum. Bentleri çevirirken önce mısraların kafiyesini bularak bu kafiyeleri doğal akışında bir mısra olarak nasıl yazabilirim diye düşündüm. İlk on iki bent beni zorlamadı ancak on üçüncü bentteki dördüncü ve beşinci dizelerde takıldım. Üç aylık çeviri maceramın iki ayını bu iki mısraı çevirmeye çalışarak harcadım. Bu iki dizeyi bir türlü mantıklı ve ahenkli bir şekilde Türkçeye çeviremiyordum, iki ayın sonunda çeviriyi biraz gevşeterek ve anlamdan biraz feragat ederek nihayet çevirebildim. Tıpkı Poe gibi ben de elli yedi adet birbiriyle kafiyeli kelime bulamadım ve yine tıpkı Poe gibi farklı bentlerde bazı kelimeleri tekrar ederek bu sıkıntıyı aştım. Formla ilgili son olarak bir de Poe’nun yaptığı işin üzerine bir iş yaparak onun üzerine çıkmak istedim. O da şöyle ki her bentte sonda yer alan yedi hecelik kısa dizeleri dört ve üç hece olarak ikiye bölerek bent sonlarındaki bu dizelerin dörtlüsünü ayrı, üçlüsünü ayrı kafiyelemeye çalıştım, şu şekilde:


Bir misafir, o kadar…

Sonsuz zifir, o kadar…

Yalnız tekrir, o kadar…

Ne yazık ki Poe’yu aşmayı amaçladığım bu deneme yalnızca beş bent sürebildi ve şiirin aslında olduğu üzere bentlerin sonundaki mısralarda bulunan yedi heceyi bir bütün olarak kendi içinde kafiyelemeyi tercih ettim ilk beş bentten sonra. Velhasıl, form hakkındaki genel işleyişi bu anlattığım düşüncelerle kurguladım.

Şiirin anlam dünyasına gelecek olursak, elimden geldiğince o ürpertiyi verebilmek adına gotik çağrışımlar yapacak kelimeleri tercih etmeye çalıştım. Bu hususta Bahadırhan Dinçaslan’a yaklaşabildiğimi sanmıyorum, sanırım benim çevirimin pozisyonu daha lirik ve dramatik oldu. Yalnız, en az bu kaygı kadar üzerine düştüğüm bir kaygı daha vardı. Bu kaygı, şiiri Türkçeye çevirirken yazının başında sözünü ettiğim kültürlerarası geçişi başarabilmekti. Bu kaygının bir neticesi olarak özel isimlerde kayda değer üç değişiklik yaptım. İlk özleştirme basit bir özleştirmeydi, ‘Pallas büstü’nü anlatırken ‘Pallas’ lakabıyla anılan Yunan tanrıçasının asıl adı olan ‘Athena’yı kullanmayı tercih ettim. İkinci olarak, Bahadırhan Dinçaslan’ın “Gilead’da merhem var mı” diye çevirdiği, Ülkü Tamer’in ise ‘Gilead’ göndermesini es geçtiği mısrada bir değişiklik yaptım. ‘Gilead’, Eski Ahit’te adı geçen merhemiyle meşhur bir yerdir, burada kastedilen merhem yapımında kullanılan pelesenktir aynı zamanda. Ayrıca pelesenkin tütsü yapımında kullanılan bir madde olarak bu bentte geçmesi bir önceki bentte ellerinde tütsülüklerle geçen meleklerle beraber ele alındığında oldukça manidardır. Neyse, bu başka bir yazının konusuydu. ”Gilead’ derken arka planda kutsal bir kitaptan alınan bir referans hatta bire bir alıntı mevcut (alıntıyı kontrol etmek için Yeremya 8:22). Ancak sorun şu ki bu alıntı Türkçe ve Türkler için anlaşılması oldukça zor bir alıntı. Elbette özüne sadık olarak Bahadırhan Dinçaslan gibi çevirebilirdim, teknik bir engel de yoktu bunu yapmam için. Ancak şairin anlatmak istediği derdine derman bulamadığıydı ve bunu Türkçeye çevirmek, bunu Türkçe anlatmak için başka bir isme ihtiyacım vardı. Ben de Kur’an-ı Kerim’de hiç de öyle bir arka planı olmadığı, adına aldığı sıfat ‘hikmetli’ anlamına geldiği hâlde kültürümüzde bir hekim olarak anılan ve ab-ı hayat ile yani bir iksirle özdeşleştirilen Lokman ismini tercih ettim ve “Lokman’da merhem var mı…” şeklinde çevirdim bu dizenin ilk kısmını. Bir önceki bentte yer alan iksir vurgusu da daha oturaklı bir hâle gelmiş olacaktı böylece. Son ve en radikal değişiklik ise ‘Lenore’ üzerineydi. ‘Lenore’, ‘Athena’nın aksine mitolojik değil yahut ‘Gilead’ın aksine dinî bir referansa sahip değil, idealize edilmiş bir sevgili, ölmüş bir sevgili, eğer aldığım bilgi yanlış değilse ‘tanrının ışığı’ anlamına gelen bir isim. Hâl böyleyken her şeyi Türk düşüncesine ve hissine yaklaştırmaya çalıştığım bir çeviride bu ismin geçmesi fazlasıyla absürt. Eğer şiirimi -ur kafiyesi üzerine kursaydım kesinlikle ‘Nur’ ismini tercih ederdim. Ancak düzenimi -ar sesi üzerine kurduğum ve bu ismi de kafiyelemeye mecbur olacağım için bu isme de bir karşılık bulmalıydım. ‘Şulebar’ ismini seçtim, ‘ışık saçan’ anlamına geliyor. Anlam olarak büyük bir sapma gerçekleşmeden çevriliyor çevrilmesine ancak ideal sevgiliyi anlatan ve Poe’nun kült hâle getirdiği Lenore’un karşısında epey cılız bir isim. Sanırım bu cılızlığın üstesinden de ancak çevirimi okuyacak Türk okuyucular gelebilir, eğer çevirime hak ettiği değer verilirse ‘Şulebar’ da uzun yıllar içerisinde kültleşecektir. Poe’nun ‘Lenore’ adında bir başka şiiri daha var, onu da ‘Şulebar’ adıyla çevirmek farz oldu artık bu kültleşme kaygısı sebebiyle. Velhasıl, bu son radikal değişikliği yapıp yapmamak hakkında epeyce düşündüm ancak sonuçta içime sinen şey ‘Lenore’ ismini ‘Şulebar’ olarak değiştirmek oldu.

Epeyce uzun bir yazı oldu, çeviriyi yaparken aklımdan geçen teknik ve anlamsal birçok detayı paylaştım sanırım. Çeviri macerasına bir nazire olsa gerek bu yazıyı yazmam da yaklaşık üç saatimi aldı, hatta ben bu cümleyi yazarken sabah ezanı okunuyor. Sanırım bu son sözüm olmalı, belki de olmamalı, zinhar.

YAZAR

Mevlüt Kaan Akçatepe

EDİTÖR

Sinem Saka

0 cevaplar

Cevapla

Want to join the discussion?
Feel free to contribute!

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir