28.04.2020 tarihinde Bahadırhan Dinçaslan’ın sitemizde eşcinsellik üzerine bir yazısı yayımlandı. Konuya dair yaklaşımı ve yazma tarzı, dikkatimizi konudan daha fazla çekiyor olmasından ötürü değerlendirmeye niyet ettik. Yazı, bu tarz konularda “nasıl yazılamayacağını göstermesi” açısından örnekler sınıfına dahil edilebilir.  Konu, öylesine hassas bir iple bağlanmış ki hangi tarafa çekersek başka bir taraftan yırtılıyor ve aykırı sesler zihnimize hücum ediyordu. Konuya dair kendi düşüncelerimizi ifade etmekten ziyade bu konuda “yazanın” ortaya koymuş olduğu yazının eksik yönlerini ve ne tür bir zihniyet ile kendini ifade etmeye çalıştığını felsefi bir zeminde (bilgi, varlık, etik, dil felsefesi ve mantık, retorik kurallarına göre) irdeleyerek muğlak kalmış ifadelerine açıklık getirmeye, yanlış olanları düzeltmeye, müphem olanları elemeye çalışacağız.

Evvela bu başlığı atarak yazıya başlayan kişiye ait sıfatımız yazar değil, yazandır. Bunu şu şekilde açıklayabiliriz: Ronald Barthes yazan ile yazarı birbirinden ayırmıştır. Yazan dili, bilgiyi iletmek için kullanır. Yazar ortak dilin koruyucusudur ama daha da ileri gider ve malzemesi, göstermeyen ya da bilgiyi çarpıtan olarak kullandığı dildir. O, anlamları araç, anlam göstermeyeni amaç olarak kullanarak, sözcüklerin özdeşlikleri üstünde oynayarak sözel bir nesne üreten bir zanaatçıdır.”[1] Bu anlamda yazan demek, daha doğru olacaktır.

“Doğal” ve “normal” kavramları sıkıntılıdır. Doğal olan nedir? Söz gelimi, fabrika doğal mıdır? Bence doğal: Fabrika, doğada bulunan elementlerden oluşur. Doğada bulunan elementlerle çalışır. Doğanın yarattığı insan zekasıyla inşa edilmiştir. Doğaüstü yahut doğaötesi bir bileşeni yoktur. Normallik de böyle; “normal” olan, zaman ve mekânla sınırlıdır. Dün, insanların kokması normaldi. Bugün buna burun kıvırırız.” Yazanın bu ifadeleri, doğal kavramının anlamına muğlaklık getirmektir. İzah edilen düşünce “benzeşim yanlışlığıdır”. “Doğal” ile “doğal olan” iç içe geçmiş durumdadır. Aynı noktada başka bir kusur ise fabrika kavramının yazana göre doğal olmasıdır. Mantığın işleyişine göre baktığımızda sorun daha net ortaya çıkmaktadır. Klasik mantıkta iki öncülden bir sonuç çıkar. Yani birbirleri ile bağlantılı iki cümleden zorunlu olarak bir sonuç çıkar. 1.önerme: Fabrika, doğada bulunan elementlerle çalışır. 2.önerme: Fabrika doğanın yarattığı insan zekasıyla inşa edilmiştir. Sonuç: O hâlde fabrika doğaldır. (İlk iki öncül içerisinde fabrikayı gizli özne olmasına rağmen açıkça yazarak gösterdik.) Klasik mantıkta en önemli sorun yeni bir şey söylenmemesidir. Yani sonuç, diğer cümleler içerisinde bulunmaktadır. Böyle bir mantık zemininde önceden belirleyeceğimiz iki öncül ile istediğimiz sonucu çıkarabilir, istediğimiz her şeyi de doğal hâle getirebiliriz.

Yazan, ortaya koyduğu dilde kelimelere anlam yüklemekte yetersiz kalarak kısır bir döngüde kendini tekrarlar. Başlangıç olarak seçmiş olduğu “doğal” ve “normal” kavramları üzerinde herhangi bir açıklama yapmadan, “sıkıntılıdır” yüklemini nâ-mebrur olarak kullanır. Nâ-mebrur diyoruz, çünkü herhangi bir anlam bildirmeyen rabıtasız, manasız, anlamsız, saçma sapan cümledir. “Normal olan zaman ve mekânla sınırlı ise” hayat denen serüvende normal olmayan bir şeyi bulabilir miyiz? Bulabiliriz: Sanatta ve insan düşüncelerinde. Düşünüyor olmak zaman ve mekânın ötesine geçebilmeyi mümkün kılar. Sanat eseri de böyledir. Onu sanat yapan, akla rağmen aklın kategorileri olan, zaman ve mekân üstü bir form kazanmasıdır. Yazanın ifadesinin doğruluğu ölçüsünde sanat ve düşünen insan normal değildir. Peki bu şartlarda normal olmak mı daha iyidir, yoksa normal olmamak mı? Dinçaslan metodolojisiyle düşünecek olursak insanlığı olduğu yerden alıp baş aşağı oturtmak gerekir.

Yukarıdaki ifade ile bağlantılı olan ikinci problem: Doğanın yarattığı insan ifadesidir. Bu ifade ile ne söylenmek istendiği ise meçhule giden bir gemi gibi zihin dünyamızda seyre durmaktadır. Yaratma, Spinoza gibi “var kılma” anlamında mı kullanıldı yoksa Darwinci antropologların ifade ettiği gibi bir “dönüşüm” anlamıyla mı ifade ediliyor? Doğanın her iki durumda da yaratmış olduğu insan var ise ve o, doğanın içerisinden meydana geliyorsa doğaldır. İnsan eliyle meydana gelmiş olan her şey hem insanın doğal olmasından hem de doğada bulunan elementlerden meydana gelmiş olmasından dolayı doğaldır. Fabrika doğal ise orada üretilen de doğaldır. Otomobil doğaldır, ilaç fabrikasından çıkan kimyasal ilaçlar da doğaldır. O hâlde doğal olmayan yoktur. Varlık felsefesi bakımından doğal olmayanın kendisi (ontolojik olarak) yoktur. Biz onun sadece bilgisine (epistemolojisine) sahip olabiliriz ve bu bilgiden ancak doğalın dışında kalan yerde bahsedilebilir. Doğal ile doğal olmayanı mantık düzleminde ele aldığımızda yazan ile aynı mantık yürütme bizi aynı çıkmaza götürmüştür. Basit bir dil hatası gibi görünen yukarıdaki cümlenin anlamsızlığı, ontolojik bir çıkmazla sonuçlanmaktadır.

Böyle bir başlık atıp anlamını bile bilmediğimiz doğal kavramı ile giriş yapmak, bu yazıya uygun düşmemektedir. Kavrama baktığımızda doğal olan; varlık kategorisinde mümkün ve mümteni olanı kapsayan, vacip olan için söz konusu olmayan, varlık ve var olmak bakımından dışarıdan herhangi bir etkene bağlı bulunmayan, doğanın işleyişine göre doğa tarafından yoktan yaratılan değil, var kılınan olarak açıklanmalıdır. Örnek vermek gerekirse bir palamudun yetişmesi için hiçbir dış müdahaleye gerek yoktur, doğa yasaları ve doğanın işleyişi gereği tohumunu saçar, yağmur ve rüzgâr ile kendine uygun bir zemin bulursa kök salar. Dinî metafor kullanarak açıklarsanız “Tanrı’nın yaratması ile vücuda gelmiştir” denilebilir fakat burada, doğal süreçlerde var kılma, doğal bir işleyişle gerçekleşir ve yoktan değil, var olan bir tohumdan meydana getirme söz konusudur. Konu başlığı gereği yazan, doğal kelimesine farklı bir anlam yükleme gayretindedir fakat bunu tamamlayabilecek dilden oldukça uzaktır. Yazan burada “Doğal olan nedir?” sorusundan ziyade “Doğal nedir?” diyerek başlamalı ve ortaya koymuş olduğu bilgisini gündelik bilgi olmaktan çıkarmalıydı.

Başka önemli bir nokta ise yazanın Antik Yunan dönemine ait anlattığı rivayetin yer aldığı 2, 3 ve 4. paragraflardır. Bu paragraflarda (Bu konudaki görüşlerimi paylaşmadan evvel, tarihteki ilginç bir motifi paylaşayım. Eski Yunan’ın Thebes şehrinde “Mübarek Tabur” (Hieros Lochos) adında bir askerî birlik vardı. Bu birliğin en önemli özelliği, 150 çift erkek eşcinselden müteşekkil olması. Rivayetlere göre böyle teşekkül etmesinin nedeni, sevgilileriyle birlikte savaşacak askerlerin hem onları korumak hem onların gözüne girmek için daha yiğitçe çarpışacağı fikri. Nitekim öyle de olmuş. Görev yaptığı sürece gözü pekliği ve askeri efektifliğiyle nam salan “Mübarek Tabur”, nihayet meşhur Büyük İskender’in babası II. Philip tarafından yenilgiye uğratıldıklarında, 2 kişiye kadar kırılmalarına rağmen meydanı terk etmemişler. (Bu arada Philippos ismi “at seven” anlamına gelir. Bu Yunanlar hakikaten tuhaf arkadaş, zaten lezbiyen adı da Lesbos Adası’ndan geliyor.) Thebesliler de yıllar boyu ayakta kalan bir anıt diktirmişler bunlar için. Yiğitliklerinin hakkını teslim ederek üzerine de yazmışlar “Bu adamların münasebetsiz olduklarını düşünen kim varsa helak olsun!”. (Bu anıt Yunanistan bağımsızlığını kazandıktan kısa bir süre sonra hazine arayan bir Yunan komutan tarafından yıkılmış.) Bu kesit bize ne anlatıyor? Birincisi, eşcinsellik insan olmaya yahut asker olmaya mâni değildir. İkincisi ve daha önemlisi, bize “Eski Yunan’da eşcinsellik çok yaygındı, Osmanlı’da kol gezerdi” diye anlatılsa da Thebeslilerin diktiği anıtın alt metninde başka bir şey var. Evet, eşcinsellik hiç değilse bugünün Orta Doğusu’na göre daha görünür ama hâlâ “normal” olmayan bir şey. Belki de dalga geçilen bir şey. O yüzden anıta “bu adamlar münasebetsiz değildi” yazma ihtiyacı hissetmişler. Bu yaygınlık meselesine geri döneceğiz, doğallık konusuna girelim şimdi.”) ne anlatılmak isteniyor? Doğallıktan başlayıp normalliğe dair bir hikâye anlatıp sonrasında doğallığa tekrar dönüyoruz. Açıkçası bu anlayış, müphem bir iştiyakı doğurabilir fakat yazı, aynı derece güçlü bir tatminden uzaktır. Deneme tarzı bir yazı yazarken bu tür efsanelere dayanmak yazının yönünü tayin etmek açısından kolay olabilir. Fakat konunun toplumdaki hassasiyeti ve suistimal edilişi göz önüne alındığında ciddi bir üslupla -en azından birkaç kaynak vererek- deneme tarzından uzaklaşabilseydi daha isabetli olabilirdi. Anlatılan rivayetin hem Antik Yunan olması hem de sadece erkekleri kapsıyor olması, sözüm ona eşcinselliğin sadece erkelere has bir tutum olduğunu yansıtıyor. Kaldı ki yazan, yazının başka hiçbir yerinde bu konuda kadınlara değinmeden geçiyor. Eğer tarihin penceresinden eşcinselliğe bakacak olursak rotamız Antik Yunan ise yapacağımız ilk iş “Kadın nedir?” diye sormak olurdu. Batı tarihinde kadın, hiçbir medeniyetin aşağılamadığı kadar hor görülmüş, insanlık sıfatı elinden alınmış vaziyettedir. Aristoteles’e göre kadın, konuşan hayvandır. Platon’un Lysis diyaloğunda “Aferin Hippothales! Gerçekten soylu, güzel bir sevgili bulmuşsun, dedim.”[2] diyor Sokrates. Hippotales’in sevgilisi de soylu Lysis’tir. Erkeğin erkek ile olan münasebeti, ona farklı bir saygınlık kazandırmaktaydı. Antik Yunan döneminde sadece soylular ve erkeklerin oy kullanması, kadınların vatandaş olarak görülmediklerinin bir diğer kanıtıdır. Başka bir nokta ise eşcinsellik asker olmaya engel olmayabilir -yazana göre-. Ancak Hunlar Avrupa kapılarına dayandığında karşılarında savaşacak erkek bulamadı. Çünkü eşcinsel yaşamları cesaret, iffet ve delalet gibi insani hislerine de ket vuruyordu. Demem o ki geçmişin kıstasları ile bugünün sorunlarına çözüm getirebilmek için tek taraflı bakmamak gerekiyor. Yazan, eşcinsellikle insanlık/askerlik bağlarının birlikte ve belki de daha güçlü olabileceğini ifade ediyor. Eğer insana ve eylemlerine dair konuşacak olursak felsefi bir tahlil, tarihî bir zemin ve sosyolojik verilerin desteklediği edebî bir terbiye inşa edilmiş olmalıdır.

Yazıyı okumaya devam ettiğimizde yazan, düşüncesinin temelini henüz bulamamış olmalı ki yazı bitmeye yakın (“İnsana dair her şeyde olduğu gibi iptida, evrimsel sebeplere bakmak gerekir.”) insana dair konuştuğunu fark ediyor ve insan söz konusu olduğunda evrimsel nedenlere bakmamızı tavsiye ediyor. Yazı burada başka bir kördüğüme giriyor. Eğer eşcinsellik konusunu evrimle destekleyeceksek nasıl bir evrim düşüncesine sahip olduğumuzun da açıkça belirtilmesi gereklidir. Yunan efsanesinde anlattığı eril düşüncenin izleri burada da kendini göstererek evrimsel(!) düşüncesinin erkeklere has bir tutum gibi sergilenmesine neden olmaktadır. (Evrimsel sebepler “her şey” değildir zira insanoğlu sosyal bir evrim de geçirmiştir, diyelim ki bir erkek binlerce kadınla birlikte olabilecek “biyolojik donanım”a haizdir ama böyle yapmaz. Yapmak zorunda değildir yahut bunu yapmıyor oluşu evrime karşı gelmek de değildir.) Bu ifadeyi iki yönden değerlendirelim: Birincisi, neden sadece erkeğin donanımı? Ayrıca neden sadece biyolojik etmenler üzerinden insan anlayışı hâkim oluyor da hisseden, seven, üzülen, düşünen, iradesini ortaya koyabilen bir insan profilinde insanlığımız değerlendirilmiyor? İkincisi ise “yazan, evrimi açıklamadan evvel insan eylemlerinin hangilerinin evrime karşı olduğunu veya olmadığını belirliyor?” “Bu belirleme hangi kıstaslara göre yapıldı?” Soruları cevapsız kalıyor.

Evrime dayandırdığı ve onu doğal bir yönelim olarak değerlendirdiği eşcinselliğin temelini açıklamaya çalışan yazanın özellikle “Bilim adamlarının tespitlerine göre birçok hayvan türünde eşcinsellik gözlemleniyor. Türlere göre oran değişiyor zira muhtemelen eşcinselliği türün çiftleşme sistematiği, çevresi, yaşam tarzı vs. belirliyor. Ancak her türde belli oranlarda eşcinsellik “kesin olarak” gözlemleniyorsa diyebiliriz ki eşcinsellik doğaldır.” ifadesinin, indirgemeci ve küçümseyici bir söylem olduğunu anlayabilmesi için literatürdeki evrim kitaplarının yanında felsefe kitaplarını da gözden geçirmesi gerekirdi. Bu konuda birkaç örnek vermek gerekirse Scheler, geist teorisi ile evrim düşüncesine karşı dururken, insanı da parçalara bölerek incelemiş ve insanla hayvan arasına aşılmaz bir duvar eklemiştir. Bunun yanında başka bir bilim insanı olan Gehlen, biyolojik teori ve morfoloji düşüncesiyle insanı bu dünyadaki “özel yeri”nde konumlandırarak anlamlandırmaya çalışır. Bu iki düşünürün dışında Uexküll[3] “çekirdek problemi” olan canlı varlıkların hayat koşullarından kalkarak darwinizmin canlıları basamaklandıran teorisini yadsımıştır. Aydınlanma filozofu Descartes ise “hakiki bir konuşmayı sesleri taklit etmekten ayırmada şu iki ölçütü esas alır: 1. Kullanılan işaretler, belirli bir duruma uygun (a propos) olmalıdır. 2. Sözler veya işaretler, teessürlerden/etkilenimlerden (passions) kaynaklanmamalıdır. Descartes bu ölçütlerden ilkinin hakiki bir konuşmayı, papağan vb. hayvanların ses taklidinden ayırdığını (her ne kadar akla riayet etmeseler de delilerin sözlerini konuşmanın kapsamına dahil ettiğini), ikinci ölçütün de yine hakiki bir konuşmayı, sevinç ve üzüntü çığlıkları gibi hayvanlarda da görülen teessür ifadelerinden ayırdığını öne sürer.”[4] İfade edildiği gibi insanla hayvan arasında aşılamayacak farklar bulunmaktadır. Hissetme konusunda hayvanlarla olan ortaklığımız bulunabilir, bu onların da bizim gibi can taşıyor olmalarından kaynaklanır. Böyle bir ortaklık, ahlakın konusu olmaya layıktır. Bir insanın herhangi bir hayvana davranışı etik ve hukuk başlığı altında değerlendirilmedir. Burada benzerliklerden hareketle evrime dayanan insan veya cinsel yönelim söz konusu olmamalıdır. Sonuç olarak bu örnekleri çoğaltarak varacağımız bir yer var: Hangi bilim adamı? Biyolog mu, psikolog mu, filozof mu yoksa yazanın kaynak gösterdiği veteriner mi? Bizim insanlığımızın doğal ve normal yönelimlerini belirleyenler hangileri olacak?

Bugün, bu bilgi sınıfları bile evrim düşüncesi üzerinde net olarak anlaşamıyorken bütün bir insanlığı bilim verilerine göre evrim temelinde değerlendirme cesaretini nereden buluyoruz? Müphem kalan başka bir nokta da bilimsel bilginin doğruluğunun kriteri nedir? Karl Popper’a göre bir bilginin doğruluğu, yanlışlanabilirliğine bağlıdır. İki cümle düşünelim: “Bugün hava sıcak.” “29 Ekim 2020 saat 15.00’te Ankara’da hava 17 derece olacak.” Yazmış olduğumuz ikinci cümle ilk cümleye göre daha fazla yanlışlanabilir olmasından ötürü doğruluk değeri daha fazladır.[5] Bugün evrim düşüncesine dair ortaya konulmuş olan bütün çalışmalar ister destekleyici ister reddedici olsun bilimsellik taşısa bile doğruluk değerinden uzaktır.[6] Bu bakımdan “bilim adamlarına göre” ibaresini yazmaktansa herhangi bir kaynakça göstererek yazmış olsaydı, en azından gündelik bilgi olmaktan öteye gidebilir ve yanlışlanabilirliğini arttırarak doğruluk değerine biraz daha yakınlaşabilirdi.

Bir diğer önemli sorun şu: Diyelim ki hayvanlardaki eşcinsellik doğal ve normallikten kaynaklanıyor ve insanla hayvanın evrimsel süreçte benzerliği mevcut. Hayvanlarda gözlemlediğimiz diğer normal ve doğal -yazana göre- olan cinsel yaklaşımlar insan için de doğal kabul edilecek mi? Bir köpeğin büyüyüp annesiyle çiftleşmesi normal ve doğal karşılanırken insan için de aynı durum söz konusu olacak mı? Yazanın, mantıksal hataları ve postmodernist (bana göre, bence gibi ifadeleri) yaklaşımlarının varacağı uçurumun son durağındayız. Bu konuda daha fazla devam etmeyeceğim ama tavsiyem odur ki yazan, evrimi değil ahlakı ve insani olan hisleri temel alsaydı sonuçlar bu kadar vahim olmazdı.

Yazanın “Biz daha fetüs evresindeyken, parmaklarımızı birbirine bağlayan hücreler intihar ederek parmaklarımızın ayrılmasını sağlarlar. ‘Canlılığın devamı’, ‘genin bencilliği’, ‘hayatta kalma içgüdüsü’ ve ‘çoğalma içgüdüsü’ büyük resimde anlamlı tespitler ama özele indiğinizde yetersiz kalabiliyor. Hücreler neden intihar etsinler? Hücre, canlılığını devam ettirmeye programlı değil mi? Diğer hücrelerin yaşamaya devam etmesini mümkün kılıyorsa ve genetik materyali buna uygun gelişmişse hücre intihar eder.” ifadesine dair herhangi bir şey söylemiyorum. Bilmediğini bilmenin erdemine sığınarak bu konuda herhangi bir şey yazmamayı tercih ediyorum. Eşcinselliği doğada görünen her şey kadar normal ifade etmesi üzerine yukarıda detaylı bir şekilde açıklama yaptık. Yazının devamında eşcinsellerin hukuki konudaki hakları ve evlenmeleri üzerine düşüncelerini de ifade ediyor. Hukuki konular farklı bir alanı içerisine aldığı için kendi adıma şunu söyleyebilirim: LGBTİ veya feminist grupların kolektif yapılar altında bölücü örgüt mensupları ile bir araya gelerek haklarını mağduriyet üzerinde iddia etmelerine karşıyım. Gelin görün ki ideolojik birliktelikleri gereği onları birbirlerinden ayırabilmek pek de mümkün değildir.

Sonuç olarak yazan, yazmak için yazmış ama ne bir başlangıç yapabilmiş ne de sonuç çıkarabilmiştir. Mantık ve dil hataları ile çıkmaz bir sokaktan ibaret olan yazı, okuyanı zehirlemese de kafasını bulandırmaya yetecektir. Bilgi felsefesi açısından değerlendirdiğimizde, yazıda geçen ifadelerin doğruluğunun kriteri iç tutarlılık kuramına yakındır. “İç tutarlılık kuramında karşılaşılan gücüklerden biri, zaman zaman “doğruluk”ları tanımlanamayan ya da kanıtlanamayan başlangıç koyutlarına (postulate) ya da varsayımlarına dayanmasıdır.”[7] Yazanın, doğal ve normal kavramları ile başlangıç yapmış olması ana düşünceyi (eşcinsellik doğal ve normal) destekliyor olabilir. Fakat nesnel gerçekliğe uygun düşmemesi sonucu kavramların yanlış kullanılması, bedbahtlığa neden olmuştur. Yine de tüm ifadelerin art niyetle yazıldığı kanaatinde değilim.

Bir felsefe talebesi olarak bu yazıda maksadımız, Türk düşüncesinde ve kültüründe eleştirel zemin oluşturmaktır. Türk düşüncesine ve Türk felsefesine hizmet edebilmek dileğiyle…

Vedat Metin

KAYNAKÇA

Altınörs A. Dil Felsefesi Tartışmaları Platon’dan Chomsky’ye, Bilge Kültür Sanat Yayınları, Eylül / 2018

Honer M. Stanley, Felsefe’ye Çağrı, İmge Kitabevi Yayınları, Kasım / 2003

Platon, Diyaloglar, Remzi Kitapevi, Kasım / 2010

Sartre, J.P, Aydınlar Üzerine, Can Yayınları, Şubat / 2019

Takiyettin, M., İnsan Felsefesi, Doğubatı Yayınları, Ekim / 2017


[1] Sartre J. Paul, Aydınlar Üzerine, s.76

[2] Platon, Diyaloglar, s.364

[3] Detaylı bilgi için ayrıca bakınız: Takiyettin, M., İnsan Felsefesi, Doğubatı Yayınları, Ekim 2017

[4] Altınörs, A. Dil Felsefesi Tartışmaları Platon’dan Chomsky’ye, s.40

[5] Detaylı Bilgi için Karl Popper’ın bilim görüşüne bakınız. Kocabaş, Ş., Fizik ve Gerçeklik, Küre Yayınları, 5. Basım / 2017

[6] Detaylı bilgi için bakınız: Leonhard, R., Bilginin Sınırları, Kale Yayınları, 1.basım / 2006

[7] Honer M. Stanley, Felsefe’ye Çağrı, s.124

0 cevaplar

Cevapla

Want to join the discussion?
Feel free to contribute!

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir