Mutfaktan enfes kokular geliyordu. Bu kokular Doğan’ı çok eskiye götürmüştü. Bugüne değin yapmamıştı annesi. Balkona hava almak bahanesiyle çıktı. Annesi sofraya çağırana kadar balkon demirlerine dayanmış hâlde sigaraları birbiri arkasına sıralamıştı. Nihayet yemek masasına oturduğunda annesi ile göz göze gelmiş, ikisi de aynı şeyi düşünüyorlardı. İkisinin de yarısı ikisinin de yarası…

O gün de annesi Azize Hanım yine mutfakta yaprak sarması, kuru fasulye, pilav yapmıştı ve Fırat’ın en sevdiği tatlı olan şekerpareyi. Doğan’ın haftalar sonra babasını görecek olması sevinciyle yaptığı şımarıklığa ve koşuşturmaya aldırmadan sofrayı kuruyordu Azize. Büyüyen karnına bakmadan onca hazırlık yapmıştı, hoş yorulmazdı ya. “Daha dün gibi” diye düşündü Fırat’la evlenmelerini tabakları masaya bırakırken. Babası “Ben asker adama kız vermem.”  diye tuttursa da onların sevgisi ihtiyarın kuru inadını kırmaya yetmişti. Yaşlı adamın sözleri ikisinde de yara açmışsa da bu konu hiç açılmayacaktı. Zaten torunu Doğan’dan sonra yaşlı adam bile unutmuştu olanları. Azize tüm bunları düşünürken kapı zilinin çalmasıyla irkildi. Fırat gelmişti… Doğan hoplaya zıplaya koştu kapıya. Tüm çocuksu sevecenliği ve baba özlemiyle açtı kapıyı. Babasının her gidişinde küser, geldiği vakitse unutuverirdi küslüğünü. Şimdi de öyle olmuştu. Önce eşine, onu bekleyişine sonra da kurulu masaya minnetle baktı Fırat, bu bakışın bin minnet olduğunu ikisi de biliyordu. Doğan’ın çekiştirmeleri ile yemeklerini yemeye başladılar. Babası yine bağlama çalsın, şiir okusun istiyordu. Onun için sandalyeleri üst üste koyup babasının bağlamasını indirmiş koltuğun üstüne çoktan koymuş babasına işaret ediyordu. Onun bu sevecen hâllerine ikisi de uzun uzun gülmüştü. Azize “Tamam oğlum yemeğini bitirsin baban, hem yorgundur.” diye hafiften sitem etti. “Anne, ağzıyla söyleyecek zaten. Hem babam türkü söylemekten bıkmaz ki.” diyerek yerine oturdu Doğan. Fırat bir şey söylemeden ikisini izleyerek gülüyordu. Tamam, dercesine göz kırptı oğluna. 

“Hani bize bir diyeceğin vardı söyle bakalım.” dedi Azize. Doğan sanki on değil de altmış yetmiş yaşındaymış edasıyla ellerini arkadan birleştirerek dikildi karşılarına. Babasının ona aldığı pantolon askılarını takmış, gösterircesine kasılıyor ve ufacık göbeği ile epey komik görünüyordu. Masanın etrafını adımlayarak “Kardeşimin adını ben koymak istiyorum, Aybüke olsun.” diye çırpıverdi minik ellerini. İkisi de bu çıkışı beklemiyordu, hayretle birbirlerine baktılar. Fırat oğlunu yanına oturtarak sordu : 

-Nereden aklına geldi oğlum kardeşinin adını vermek? 

-Geldi işte baba, öğretmenimin adı lütfeen! diye sarıldı boynuna. İsim konusunu konuşacak vakitleri olmamıştı Fırat’la Azize’nin. Bir yandan da iyi olmuştu bu ismi sevmişlerdi de. Fırat ikide bir “Aybüke!” diye nida ediyordu kendi kendine. Eli karnında Azize ise ona gülmekle yetiniyordu. Hep kızı olsun isterdi Fırat. Allah ona bir kız evlat nasip etmişti ve onu kucağına alabilecekti. “Ne güzel bir kız olur kim bilir Aybüke, ne güzel güler, kendisi onu güldürürdü… Herkes heyecan ve büyük bir umutla evlerine ay gibi doğacak Aybüke’yi bekliyordu.

Fırat bağlama çaldı, türküler okudu. Bu gece mıh gibi çakılı kaldı beyinlerinde. Türkü türkü yanıp yankılandı yürekleri. Ertesi sabah Fırat yine göreve gidecekti… Öyle de oldu. Lakin Fırat’ın bu gidişi diğerlerine hiç de benzemiyordu. Bu gidiş dönmeyişin habercisi, ruhu yaralayan sancıların müsebbibi olacaktı. Issız yolda kahpece bir pusuya düştü. Fırat’ın şehadet haberi çok geçmeden evine ulaştı. Azize Fırat’ın acı haberini alır almaz yıkıldı sağır oldu sanki. Yeryüzü ayağının altından kaydı, gök kubbe tepesine geçti âdeta. Öylece yığılıp kaldı. Doğan’ın çocukluğu babası öldüğü gün bitti, birden büyüyüverdi. Öğrendikleri onu büyümeye mecbur kılmıştı. Silahı öğrendi, hainliği, insanları öğrendi. Bir insana kaç kurşun sıkılır, bir beden ne kadar ayakta kalır? Babasının adı mı değişmişti. Fırat değil şehit diyorlardı ona Doğan’a ise “şehit çocuğu”…

Azize aldığı haberin ağırlığı ile hastanede açtı gözlerini. İnanamıyor, inanmak istemiyordu.  Bedenindeki acıyla ruhundakini mukayese edemiyordu. Daha kucağına alamadığı kızını da kurban vermişti o güne. Bir kurşun kaç insan öldürür, kaçını mezara gömer? Aynı el, aynı emel almıştı Aybüke ve Fırat’ı. Bundan sonra hayata nasıl devam edilir bilmiyordu. Evleri dolup taşıran etten duvar içindeki siyasilerin “Vatan sağ olsun” deyişleri batıyordu içine en çok. Ne kadar kolay söyleniyordu “Vatan sağ olsun”. Vatan, Fırat ve Aybüke ile birlikte de sağ olamıyor muydu? Bir eli kalbinde diğeri karnında bir ömür geçirmeyi nereden bilecekti ki bu takım elbiseli siyah gözlüklü adamlar, bu acıyı nereden bileceklerdi? Milyonların ağırlığı eşinin üzerinde, eşininki ise Azize’nin. Ayakları onu taşımasa da dik durmaya zorluyordu kendini. “Vatan sağ olsun” demek ancak sağ kalabilmesi için bedel ödeyenlerde eğreti durmuyordu bir tek. Gerisi hep ağız dolusu riya. Gözyaşını elinin tersiyle silip, başını kaldırıp tümden göğe dikti gözlerini. Bu toprakların kadınca duruşuydu bu bakış…

Yıllar geçmişti. Bir günün bin yıla denk olduğunu kimse anlayacak değildi. Hem herkes çoktan unutmuştu, Azize ve Doğan dışında. Kalmak, kalabilmek de herkesin harcı değil, anlaşılan en büyük gerçek buydu. Bir hafta sonra düğünü olacaktı Doğan’ın. Annesiyle birlikte babasına ve kardeşine gittiler, dua ettiler. Doğan, gözlerini yanı başındaki mezar taşında bulunan al bayrağa dikerek uzun uzun konuştu. Düğünü olacağını anlattı babasına ve kardeşine. Hayatının en güzel yıllarında yaşamı elinden alınan babası ve henüz bir gülüşüne bile izin verilmeyen kardeşi Aybüke’nin küçük mezarı kor gibi yakıyordu içini. Yaşasaydı yirmi üç yaşında olacaktı. “Hainliğin ve zalimliğin insan seçmeyişinin kanıtı gibiydi bir bebek mezarı.” Babasızlığını nişane gibi göğsünde taşıyan Doğan’ın içindeki boşluğu şehit çocuğu olmak bile dolduramamıştı. Oradan güçlükle ayrılırken ilerde bekleyen annesine takıldı gözleri. Azize, tıpkı yıllar önceki gibi bir eli kalbinde bir eli karnında çakılı duruyordu orada. Acıları hariç her şey eskimişti. Saçları, gözleri, elleri… Sessizce birbirlerine dayanarak yürümeye başladılar anne oğul. Hafif bir yağmur başladı, sanki içlerindeki acıyı söndürebilecekmiş gibi. Sonra babasının o son gece söylediği, ondan ilk ve son defa duyduğu türküyü anımsadı. Elindeki şemsiyeyi kapatıp yüzünü yağmura dayayıp söylemeye başladı. Sesi tıpkı babasınınki gibiydi. Azize Hanım gözlerini kapatmış dinliyordu oğlunu. Sanki Fırat’ın sesini duyuyormuş gibi…

Bak bulutlar geçiyor üstünden kaldır başını 

Al, mendilim sende kalsın, sil yaşını of, 

Memleket, sevdana yürek gerek 

Aysız gecelerde kumrular ağlar içimde 

Söz, düşsek de uzakların yoluna of, 

Öleceğiz doğduğumuz toprakta of, 

Memleket, sevdana yürek gerek. 

En çok da “Öleceğiz doğduğumuz toprakta” derken içten çıkıyordu sesi. Herkesin duyduğu ancak çok azının bilip yaşadığı cümlelerdendi. Adımları iyice ağırlaşmıştı artık. Türkü bittikten sonra bir süre susup ardından konuşmaya başladı Doğan. Hücrelerine kadar dağılan hislerini ilk defa cümlelere döküyordu: 

– Bana baba olamayan Fırat, toprağa evlat oldu. Aybüke’nin henüz duyamadığımız sesini, gözlerini, ellerini toprakla örttüler. İsyan değil ettiğim. Fıratlar, Aybükeler toprağa girmek için mi geliyor dünyaya? Yarım, yaram oldu. Acım da benimle birlikte büyüdü. Bedenim toprağa girse de bu acı bu topraklarda baki kalacak. Cerahatim var ancak kabahatim yok…”

Tuğba Şahin

Editör: Elif Berra Kılıç

“Bunlar, gerçekten sahip olduğu şeylere bakılırsa küçük şeyler ve bu eksiklerden rahatsızlık
duyan kimse, büyük şeylerden anlamadığını gösterir sadece.” 352.

Şato (Das Scloß), Kafka ve Haneke için bir kesişimdir. Haneke Şato’yu sinemaya uyarlarken
diyaloglar ve senaryoda tamamen kitaba sadık kalmıştır. Eser genel çerçevede bize bürokrasinin uzlaşımsız yönünü göstermeye çalışır. K. karakteri memur olarak atanır, daha sonrasında ise buradaki işine başlayabilmek için “bürokrasi” ile temasa geçmeye çalışır fakat girişimlerinin sonuçsuz kalması neticesinde olaylar gelişmeye devam eder.

Haneke’nin Kafka’yı ve devamında Şato eserini seçmesi elbette tesadüf değildir. Haneke’nin
filmografisinin ana niteliklerinden birisi “orta sınıf” kavramı üzerinedir. Filmlerinde genel
olarak “tutunabilmiş” orta sınıf eleştirisi yapan Haneke’nin bu seçimi 21. yüzyılla birlikte hem orta sınıfın tüm çağlar içerisindeki önemini daha iyi görebilmemizden hem de bu çağa özgün olarak ayrı bir ayırt edicilik kazanmasıyla ilgilidir. Bugün artık iktidarın anahtarını yani “Das Scloß”unu(anahtar) hükûmetlerin ya da patronların tuttuğu düşüncesi sorgulanmaya başlandı. Bahsedilen iki sınıfın aslında çok soyut ve fiziksel etkileşimi sınırlı birer grup olduğunu
bilirken orta sınıfın, toplumsal düzlemde etkisinin hem iktidarın taşıyıcısı hem de kendi
inisiyatifi anlamında toplumun kültürel ve politik yönlendiricisi konumuna geldiğini görebiliyoruz. Bugün Haneke’nin özellikle son filmlerinde ortaya koyduğu şey postmodern ilişki ve düşünüş biçimleri içerisinde bir kimlik krizi yaşayan orta sınıfın iddia ettiği değerler ve ahlaka karşı pratikte gösterdiği tutarsızlıklardır. Orta sınıf iddiasının tersinde pragmatik bir anlayışla yaşadığı kimlik krizi için ontolojik bir çatışmaya bile girmeden konformist bir tutumdan öteye gidememektedir -yaşadığı bunalımlar ise varoluşsal olmaktan çok tüketim bağlamında gerçekleşmektedir-. Bu tanımlamalar bireysel anlamdan bağımsızken değer yargısı olmaktan ziyade bahsedilen “iddia” nezdinde tutarsızlığın durum tespitidir. Bir krizin içerisinde olan orta sınıf, diğer iki sınıf arasında bir kimlik ve varlık mücadelesi sürdürmektedir.

Haneke’nin Kafka ile kesişmesi de böyle bir duruma nedenlidir. Kafka, Şato’da döneminin toplumsal ilişkilerine yön veren sınıfı (bürokrasiyi) mercek altına almıştır. Diğer bir değişle Kafka, bürokrasi bağlamında sosyo-politik bir iddianın gözlemcisi olmuştur. Tanıtlarsak: “Ama aslına bakılırsa annesinin kimseyle konuşmaya gönlü yokmuş, K.’yı sorması da kuralı bozmuyormuş, aslında, dile getirebilirmiş, ama bunu yapmayarak niyetini zaten açıkça ortaya koymuşmuş annesi.” (Kafka, 2006:173) İnsan ilişkilerindeki kurallar, bu kuralların sofistike, başka düşünüş ve kurallar silsilesi doğurması ve bu döngünün devam etmesi, ifade ve davranışın doğrudan değil de dolaylı yoldan gelişmesi, toplumun alt tabakasına bile sinen bürokratik davranışın bir temsili niteliğindedir. Hans’ın annesinin dileğinden bahsedişi ve onu yerine getirmek üzere ahlaki doğrusuna bürokratik delikler açarak yeni bir doğru yaratmaya çalışması (Kafka, 2006:170-177) da bu bürokratik davranış biçimine başka bir örnek olarak sunulabilir. 

Eser, K.’nın köye memur olarak atanması daha sonrasında işinin tam olarak ne olduğunu öğrenme çabasıyla başlar. Karşısında hiçbir şekilde ulaşamadığı bürokrasinin varlığı ile sarsılır, bu sırada köy içerisindeki insanlarla ilişkiler geliştirir ve var olan bürokrasinin bir sonucu sayılabilecek bu insanlarda da birtakım aşılmaz engeller görmeye devam eder. K. her seferinde cevapsız kalan ulaşma çabaları içerisinde bir zamandan sonra kendi kimliğini sorgulamaya varan ve hayatını geri dönülemez noktalara götürecek olaylar silsilesi içerisinde sürüklenmeye devam eder. Bahsedildiği gibi bürokrasi, toplumu şekillendiren yapıdır. Onun vicdanına bile sirayet etmiştir ki Barnabas ailesi “şato” ile çatışma yaşadığında onun tarafından cezalandırılmadığı hâlde köylüler tarafından dışlanmıştır. Bu durum ulaşılmaz ve soyut gözüken bürokrasinin topluma nasıl etki ettiğinin başka bir tanıtıdır. Şatonun üst düzey yetkililerinden birisi olan Klamm da bunun başka bir yansıması olarak karşımıza çıkar. En az görülen, en az konuşulan kimse olduğu hâlde en çok korkulan ve etki alanına sahip olan kişidir. Klamm (“illüzyon” anlamına da gelir) aslında bürokrasinin yaratmış olduğu illüzyondur.

K. karakterinin durumu, köylülerin söylediği gibi en sefil durumdur. K. mesleğine, statüsüne rağmen en “aşağılık” işlerden birini yapan Pepi’nin gözünde bile acınacak hâldedir. Çünkü Klamm’ı ve Şato’yu henüz idrak edememiştir. Kendisi için tanımlanan imajı yırtmaya çalışarak özerkliğini ve kimliğini ispatlamanın peşine düşer. Bu sonuçsuz çabadan sonra ise  K. baskın olan “kod”u anlamaya başlar ve o kod üzerinden iletişim kurmak üzere harekete geçer fakat toplumsal ilişkilerin emrettiği duruma bir kez daha uymayarak “mimlenmiş” olan Barnabaslar’ın evine gider ve var olan kodu tekrardan hiçe sayar. 

Frieda’nın onu terk edişiyle ise bu mücadelede K. artık çözülür, uykusu gelir, karşısında konuşan Erlanger’in söyledikleri onu heyecanlandırmaz. Hem Pepi’yi kabul eder hem Gerstacker’in peşine takılır. Artık bir irade gösterecek düzeyde değildir ve kodla “uyuşuk” hâle gelmiştir. “-Atların Bakımı için yardımcılık, ödeme istiyorsan ödeme yaparım. –Ben atlardan anlamam ki. –Bu önemli değil, hadi uzatma!.. –Neden seninle gelmemi istediğini biliyorum, Erlanger’den senin için bir şey koparabileceğimi düşünüyorsun. –Tabi yoksa seninle neden ilgileneyim! Ama bunun için hemen fırtına çıkması gerekmez. –Hayır, öyle bir havaya benzemiyor.”(Haneke: 1997: 2:01:30) K., Barnabaslar’dan bile daha aşağılıktır çünkü Barnabaslar yanlışın ne üzerinden tanımlandığının farkındadır (Kafka 2006: 234). Fakat K., köydeki kodla uyuşamamanın oluşturduğu konuma indirgenmiştir: “Yabancılık”.  Dahası bir yabancı olarak sistemin dışarısındadır. 

Kafka’nın Şato’yu tam olarak bitiremediğini ve eserin bir taslak metin olduğunu biliyoruz. Bu durumdan yola çıkarak eserin diline yönelik eleştiriler ise farklı bir boyut kazanmakta. Bana göre Kafka’nın kurduğu dil, bir eksik ya da hata değil bilakis en temel noktalardan birisi. Köylülerin hiçbir zaman kendi dilleriyle ve düşünceleriyle ifade şansı bulamamaları ancak bürokrasinin kodu ile iletişime geçmelerini en önemli noktalardan birisi olarak görüyorum. Ek olarak Frieda ve Kafka arasında dolaysız ve ani gelişen aşk durumu ise bir başka tartışma konusu olabilir. Bürokratik ve dolaylı davranışların yoğun olduğu “aşk, sevgili, flört” ilişkilerini bu durumun aksine doğal ve sıradan biçimde yansıtan Kafka’nın bu davranışını da imlemek istedim.

Son söz, orta sınıfın niteliği üzerine bir başka roman olarak George Orwell, 1984 eserini tavsiye etmek istiyorum. 

Berkay Yöndem

Editör: Elif Berra Kılıç

KAYNAKÇA

KAFKA, Franz(1926) , Das Scloß, 6.Basım, İthaki Yayınevi, İstanbul  

HANEKE, Michael(1997) , Das Scloß (The Castle)

Günümüz Türk milliyetçiliğinin – ki ele alınan kavramın sabit olmayan vaziyeti, kimi veya kimleri tam manasıyla ne şekilde anlattığının meçhul oluşu, bu yazıda mevzubahis edilecek temsiliyet ve meşruiyet meselesinin bariz bir örneğidir – içinde bulunduğu durum bir hastalık hâlini almıştır, ki söz konusu hastalık, Türk milliyetçiliğinin kendisini karşısında bulduğu ayrım noktasında düğümlenmiş durumdadır.

Kendisini geniş anlamda Türk milliyetçisi, dar anlamda ülkücü olarak kabul eden insanlara uzun yıllar yuvalık etmiş MHP’nin AKP ile ittifakı (bu ittifakın hem MHP içinden hem de dışından ciddi eleştirilere tabi tutulduğu unutulmamalıdır, geçmişte cumhurbaşkanı ile Devlet Bahçeli’nin ağır atışmaları, “açılım süreci” gibi MHP’nin var oluş sebebine aykırı politikalar ve “her türlü milliyetçiliğinin ayaklar altına alınması” gibi söylemler söz konusu ittifakın ne denli samimi olduğu hususunda şüpheler doğurmuştur) ve MHP içindeki muhaliflerin kurdukları İYİP’in yüzde onluk seçim muvaffakiyetine rağmen tabanını ve potansiyelini doğru yansıtmayan söylemleri ile beklentileri karşılayamaması Türk milliyetçilerinin düştükleri temsiliyet ve meşruiyet krizini delillendirmektedir.

Türk milliyetçileri siyasi pastada hem nitelik hem de nicelik bakımından ciddi ve ehemmiyetli bir dilim teşkil etse de temsiliyeti ve varlık gücü günümüzde zayıflamıştır. Günlük siyasette seçim kazandırdığı iddia edilen HDP seçmeni kadar bile konuşulmamakta, öne çıkarılmamaktadır. Bir Türk milliyetçisinin bugün bir seçim olsa kendisini gerçekten temsil ettiğine inandığı bir partiye oy vereceğine inanmak güçtür. “Mecbur gene X’e basacağız” ifadesi, son yıllarda Türk siyasetinin fakat bilhassa Türk milliyetçilerinin bulundukları vahim ahvali göstermektedir.

Demokratik sistemlerde siyasi arenada temsil edilmeyen kişi veya gruplar yok hükmündedir. Yalnızca sandığa gidip oy vererek vatandaşlık vazifesini yerine getirmekten başka iş görmeyen bir insan yığını tek kelime bile söz sahibi olmadığı bir siyaset tarafından hayat boyu yönlendirilmektedir. Burada ele almak istediğimiz mesele, Türk milliyetçiliğinin mâkus talihini nasıl yenebileceği üzerinde durmak ile alakalıdır.

Maalesef günümüz siyasetinde Türk milliyetçileri temsil edilemedikleri yani bir temsiliyetten yoksun bulundukları gibi ontolojik olarak bir varoluş sebebinden de yoksun kalmışlardır. MHP’nin AKP ile ittifakı bağlamında “yerli-millî” söyleminin kapsayıcılığı, diğer taraftan İYİP’in yeni, orijinal bir söylem inşa edememesi ile birlikte Türk milliyetçiliği belli belirsiz bir görüşler kümesi hâlinde günümüz Türk siyasetinde savrulmaktadır.

Diğer bir taraftan İslamcı çevreler milliyetçiliği istedikleri biçimde yontup biçerek, kesip doğrayarak kendilerine mal etmeye ve sahiplenmeye çalışmakta, açık bir şekilde söylemek gerekirse Türk milliyetçiliğinin “seküler” taraflarını ayıklayarak kendi anlayışları ve dünya görüşleri çerçevesinde “fason bir milliyetçilik” oluşturmaya çalışmaktadırlar. Ayasofya’nın açılışında Nihal Atsız’a aidiyeti şüpheli bir cümlenin ona atfedilerek paylaşılması, Enver Paşa üzerinden zımnen yürütülen Mustafa Kemal Atatürk düşmanlığı ve alternatif bir tarihî gelişim hikâyesi üretmeye çalışmak, Türklüğün İslam’la müşerref olduğu vurgusu ve İslâmiyet öncesi Türk tarihinin hor görülmesi veya topyekûn görmezden gelinmesi gibi problemler mevcuttur.

Türk milliyetçiliği söz konusu siyasî veya epistomolojik sorunlar haricinde devlet ile arasındaki gerilimli ilişki açısından da zor durumdadır. Günümüz Türk milliyetçiliğinin ciddi meselelerinden birini devlet ile aralarındaki soyut tansiyon oluşturmaktadır. Devletin kutsallık, sorgulanmazlık ve karşı gelin(e)mezlik algısı yavaş yavaş kırılmaktadır fakat bu durum karşısında ciddi bir yersiz-yurtsuzluk/kaçgunluk hüznü milliyetçilerin büyük kısmını kaplamaktadır. Burada söz konusu gerilimin ilk defa yaşanmakta olan bir hadise olduğu düşünülmemelidir. Tarihî örnekleri malumdur.

Reel politik ve ekonomi göz önünde bulundurulduğunda son yıllarda artan adâletsizlik ve hukuksuzluklar, geçim sıkıntıları yanında hükûmete yakın kimselerin torpil, adam kayırma gibi devletin tüm kademelerine sinmiş ahlâksızlıklar ve hak yiyicilik , yine hükûmete yakın çevrelerin müreffeh hayat tarzları ile gençlerin gelecek kaygılarıyla beraber bulundukları durumun içerisindeki mevcudiyetlerini sorgulamaları devlete olan tabiyetin sorgulanmasını doğurmaktadır. Diğer bir deyişle devlet-millet algısı kırılmakta fakat bu ontolojik bir problem doğurmaktadır.

Türk milliyetçiliği günümüz şeraiti göz önünde bulundurulduğunda siyasi bir temsiliyetin ve günlük siyaset pratiklerinin dışında bırakılmış, gelecek kaygısının ve maalesef ümitsizliğin sardığı bir hâlet-i ruhiye içerisinde inandığı her şeyi sorgulamaya itilmiş ancak toplumsal düzlemde var olmaya, ayakta kalmaya çalışan bir toplumsal grup derekesindedir.

Bunların ışığında Türk milliyetçiliği kendine taze, sağlam bir raison d’être teşkil edip epistemolojik ve ontolojik temellerini gözden geçirmelidir. Ayrıca mevcut ana akım siyasetin haricine çıkıp toplumsallaşmalı, bir diğer deyişle sivilleşmelidir, şurası açıktır ki herhangi bir siyasi oluşum toplumda grup veya fert hâlinde mevcut Türk milliyetçilerinin talep, arzu, beklenti ve en önemlisi de umutlarını karşılamaktan fersah fersah uzaktır. Türk milliyetçileri mevcudiyetlerini “biz de buradayız” diyebilecekleri bir biçimde yeniden tanzim etmelidirler.

MHP’nin yüzde 10 oy potansiyeliyle bünyesindeki ağır topların kurduğu İYİP ile beraber aynı seçimde yüzde onar oy alması, AKP ve bilhassa CHP içindeki milliyetçi oylar düşünüldüğünde Türk milliyetçiliğinin siyasi düzlemdeki potansiyelini kanıtlamaktadır. Her söylemde “Kürt oyları seçim kazandırdı” hezeyanı ve mübalağası Türk milliyetçilerinin varlıklarının unutturulması ve bilinçli bir karartma operasyonuyla görmezden gelinmelerinin sağlanması bağlamında hayati önem taşımaktadır.

Ayrıca diğer tüm siyasi cereyanlardan farklı ve kuvvetli olarak bir zamanlar devlet ile aralarında et tırnak ilişkisi olan Türk milliyetçilerinin, politik konjonktür vasıtasıyla aralarındaki tek taraflı bağlılık ilişkisini sorgulamaları Türk milliyetçiliğinin içinde bulunduğumuz katı otoriter siyasi söylemi kırıcı ve demokratik bir siyasete önderlik edecek potansiyelini açığa çıkartabilir. Türk milliyetçiliği en başta fikrî hürriyetine devlet ile arasındaki köhnemiş ve hastalıklı bir vaziyete evrilmiş ilişkisini feshederek ve önce toplumsal sonrasında ise siyasi bağımsızlığını ilan ederek kavuşabilir.

Müstebit bir padişaha karşı dağlarda, zalim düşmanlara karşı evvelden Balkanlar’da ardından Anadolu’nun her tarafında vücut bulmuş bir kurtuluş ve bağımsızlık mücadelesinin hem beyni hem ruhu olan Türk milliyetçiliği, bir an evvel içinde bulunduğu vahim ahvalden halas edilmedikçe ne kendi problemlerini ne de Türk siyasetinin tıkanıklığını açabilecek bir tazelik ve gücü bulacaktır.

Ciddi oy potansiyeli ve toplumsal tabanıyla Türk milliyetçiliği, günümüz Türk siyasetinin tıkanmışlığını, paslanmışlığını ve cansızlığını baştan aşağı yenileyebilecek kapasitededir ancak kendi içindeki ruhu yeniden keşfedip ihya etmeye muhtaçtır. Milliyetçilik, İslamcılığın veya onun bir aygıtı hâline gelen Devletçiliğin ihtiyaç duyduğunda buyurduğu bir vasıta olmadığını anımsamalıdır. Türk milliyetçiliği ancak, Türk’üm diyebilenin modern, zihniyet olarak sağlam ve sağlıklı, kimseye muhtaç olmadan yaşayabilmesinin en asil vasıtası olabilir!

Cem Sili

Editör: Gülçin Kermen

2000′ lere Gelmeden Önceki Durum

Yazıma, Türkiye’nin eskiden bir “tarım cenneti” olduğu görüşünün altındaki sebepleri yazarak başlayacağım. 1965 senesinde Türkiye Cumhuriyeti nüfusu 31.391.421’dir. [1] 1965 senesinde belirlenen nüfusun yüzde 68’i köy ve beldelerde yaşıyordu. Buradan hareketle Anadolu’nun 1990’lara kadar durumunu anlatmak gerekir. Özellikle 1453 sonrası Anadolu’da Bursa, İstanbul, Edirne dışında kendi sanayi ve ticaret ağını kuran istisnalar dışında sancak ya da eyalet yoktu. Bu üç şehir dışında bölgeler, bu şehirlere gıda sağlamakla yükümlüydüler. Osmanlı ekonomisinde en büyük pay tarım sektöründeydi. Has, tımar ve mirî arazi olarak toprakların taksim edildiği toprak sistemi, Osmanlı ekonomisinin fakirleşmeye başlamasıyla bozulmuştu. İlk yıllarında iyi giden toprak düzeni, bozulunca Anadolu’da asırlar boyunca sürecek olan iç kargaşalara neden olacaktır. II.Bayezid’den itibaren küçülmeye başlayan ekonomik düzende devleti temsil eden güçler, kanunsuz yollarla reayanın topraklarını işgal etmiştir. Ünlü iktisat tarihçimiz Mustafa Akdağ Osmanlı’da Dirlik Düzenlik Kavgası kitabında, bozulmuş tımar sistemi sonucu vakıf arazisi olmayan arazilerin devlet adamları tarafından yağma edilir gibi ele geçirilip çiftlik hâline getirilmesini, İstanbul’a giden küçükbaş hayvanlarının bizzat devlet adamları tarafından gasp edilmesini anlatır. Doğrudan devlet adamları tarafından bozulan Osmanlı ekonomisini daha da sarsan şey, bürokrasinin kendi ikbalini düşünmesiydi. Sorumluluk almak yerine cebini düşünen bürokratlar Celâlî isyanlarının zeminini hazırlamıştır. Devlet kadrolarıyla reaya arasında olan bu çekişme, Anadolu topraklarını harap etmiştir. 19.asırdan itibaren en çok yatırım yapılan bölge olan Balkan topraklarının da elden gitmesi sonucu Osmanlı ekonomisi büyük bir darbe almıştır. Cumhuriyete dek Anadolu’nun toprakları yabancı tüccarların, girişimlerin güç gösterdiği bir coğrafya hâline gelmişti. Cumhuriyet, İstanbul, Edirne, Bursa, İzmir ( son asırdaki gelişimine binaen) gibi şehirler dışındaki kırsal nüfusun işlenmesini, modern bir ulus hâline gelmesini amaçlıyordu.
Detaylara girmeyerek 1990’lara gelelim: 1990’lı senelerde Anadolu’da, ilk defa şehirde yaşayan nüfus kırda yaşayan nüfusu geçmiştir. Cumhuriyet, arzu ettiği toprak reformunu gerçekleştiremediği için kır nüfusu akın akın büyük şehirlere göç etmiştir. Böylece Osmanlı’dan beri sağlam olan şehirler aldıkları göç ile yapısal bozulmaya gitmiştir. Kent merkezlerinden uzakta yeni yerleşimler kurulmuştur. Böylece hâlâ etkisi devam eden “arabesk kültür” doğmuştur. Köylerden kentlere olan büyük göçün nedeni: Kalkınmanın köylere inmemesi, ekonominin belirli bölgelerde kısıtlı kalmasıdır. 1934 tarihinde İskân Kanunu ile topraksız çiftçi topraklandırılmaya çalışılmıştır. Bu istek doğrultusunda 1945 senesinde “Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu” çıkarılmıştır. Bu kanunun temel amacı toprak ağalarının gücünü kırmaktı ancak kanun, sadece kamu topraklarının dağıtımıyla hayata geçirilmiştir. [2] 1990’lı yıllara gelindiğinde rejimin istediği insan tipi inşa edilemediği gibi büyük şehirlerin kültürleri büyük tahribata maruz kalmıştır.

2002 Sonrası Türk Tarımı

AKP iktidara geldiğinde TÜFE oranı yüzde 29.7’dir. 2019 yılında ise TÜFE oranı yüzde 11.84’tür. 2000’lerin başında Türkiye’nin yüzde 23’ü köylerde yaşıyorken 2017 senesinde köyde yaşayan nüfus oranı yüzde 7,7’dir ve dahi ekilen tarım alanları 2002 senesinde 41.196 iken 2019 senesinde ise 37.712’dir. İktidar ilk döneminde devlet ile çiftçi arasını dengeleyen kurumları özelleştirmiştir. Buna karşın çiftçiye destekleme ücretlerini arttırmış ve banka kredilerinde kolaylık sağlamıştır. Yıllarca devlet tarafından malı değerlendirilen çiftçi, özellikle fındık veya domates gibi önemli ürünleri ekenler, ilk defa şirketle karşı karşıya kalmıştır. Bunun üzerine köyden kente göç daha da hızlanmıştır. TÜİK verilerine göre 2007 senesinden itibaren köy nüfusu 16.158 azalmıştır. Çiftçi sayısı ise 2008 tarihinden 548 bin 600 azalmıştır. Bununla birlikte gıda fiyatları artmıştır. 2008 senesinde domates fiyatı 0,56 kuruş iken 2019 senesinde 1,35’tir.[3,4,5,6,7,8,9]

Kendi aralarında örgütlenemeyen çiftçiler ya topraklarını satıp tarım sektörünü bırakmıştır ya da mazot türevi diğer giderleri kredilerle ödemeye çalışmıştır. En büyük sıkıntılardan biri de Türkiye’de tarım üretiminin bir sektörden çok “gelenek” olarak algılanmasıdır. Dedesinden gördüğü şekilde üretime devam eden çiftçi, devlet desteği arkasından çekilince bocalamıştır. Bu bocalama ve bilgisizlik onu, alınan krediyi har vurup harman savurmaya itmiştir. Yıllık bilinçsiz üretim ve plansız tüketim çiftçiyi, kederli ve bankaların eline bakar kıldı. Şu anda çoğu tarım nüfusunu oluşturan genç kesim, kendisini şehre atmaya ya da güvenlik ( emniyet-jandarma) personeli olmaya çalışıyor. Tarım nüfusu azaldığı hâlde onun ekonomimizdeki payı azalmıyor. Üstelik birkaç istisna dışında devlet, tarımın modernize edilmesinde yetersiz kalıyor. Tarım mühendisleri çiftçiyi bilinçlendirip çalıştırmak yerine çiftçinin parasını en kolay yoldan almaya çalışıyorlar. 

Sonuç

Türk tarımı hakkında binlerce yazı yazılabilir ancak sizi sıkmamak için kısa bir özet hâlinde yazmak daha faydalı diye düşünüyorum. Türkiye’de tarımdan daha büyük sorun vardır: Köy ve nüfus sorunu. Dört yüz küsur yıldır sadece belirli şehirleri gelişen Anadolu, o şehirler dışında nüfus ve iktisat gelişimi sağlayamamıştır. Tarih boyunca Anadolu’da iki büyük köyden kente göç vardır: 17. asırdaki Büyük Kaçgun ve 1950’lerde başlayıp 2000’lerin başına dek devam eden göç. Bu iki göçte de köyler, şehirler boşalmıştır. Gelinen şehirde kontrolsüz şehir planlamaları gözükmüş ve asayiş sorunları baş göstermiştir. Bu göçler Anadolu şehirlerinin kalkınmasını sağlamamış, Cumhuriyet Dönemi devrimci tedbirler bile kâr etmemiştir. Bugün bakıldığında ne İstanbul ne İzmir ne de Bursa tam anlamıyla nizami bir şehir gibi gözükmektedir. Şehirlerimiz birer büyük kakofoni yurduna dönerken ahaliyi doyurmak köyünde kalan çiftçiye kalmıştır ancak çiftçi de kâr etmeyince ve ürünü devlet tarafından alınmayınca o da çareyi polis, uzman çavuş, şoför, inşaat işçisi olmakta bulmuştur. 

İkinci büyük sorun ise köylümüzün örgütlenme yeteneğinin olmamasıdır. Devlet tarafından şirketle karşı karşıya bırakılan köylü, birkaç örnek proje dışında örgütlenmeyi becerememiştir. Böylece şirket, çiftçiyi elinin içine almış ve mahsulün ücretini “kendi paşa gönlüne” göre belirlemiştir. Bugün Karacabey ovasında domates eken Ali’nin, Mahmut’un kazanacağı para, domates şirketlerinin iki dudağına bakıyor. Üstelik şirketler malı alırken deyim yerindeyse çiftçiye, cehennem azabı çektiriyor. Bu böyle süre gelirse tarım nüfusu daha da azalacak ya da çiftçi bölüne bölüne ekmeye devam ederek yine şirkete muhtaç kalacaktır. Eğer tarımda sorunları çözmek istiyorsak çiftçiyi iyi bir şekilde bilinçlendirmek ve onun yaptığı işin baba mesleği değil ciddi bir iş olduğunu öğretmek gerekir.

Berat Şendil

Editör: Elif Berra Kılıç

Kaynakça

1|  Bu ve ileride alınacak  çoğu veriler, http://www.tuik.gov.tr/Start.do, sitesinden ilgili bölümlerden alınmıştır.

2| Gözde Bal, sayfa  41, Türkiye’de Tarım Desteklerinin Bölgesel Dağılımı, Yüksek Lisans Tezi ,2018

3| NTV Arşiv

4| Enflasyon Oranları

5| Yıllara Göre Türkiye’de Köy ve Şehir Nüfusu – infogram.com

6| CNN Türk Arşiv

7| Tarım Alanları 2001-2019 , TÜİK

8| Euronews Arşiv

9| Sebze Fiyatları tablosu, Tüik

Arif Nihat Asya 7 Şubat 1904 tarihinde Çatalca’ya bağlı İnceğiz köyünde doğdu. Babası Ziver Bey, annesi Fatma Hanım’dır.

Daha 7 günlükken babasını kaybeden küçük Arif, 3 yaşına kadar annesiyle beraber babaannesi ve dedesinin yanında yaşadı. Arif 3 yaşındayken Fatma Hanım, Osmanlı subayı Abdülrezzak Bey ile evlendi. Arif’in 1 yıl boyunca annesi ve üvey babasıyla mutlu bir yaşamı, Necati adında  kardeşi oldu. 1 yılın sonunda üvey babası Abdülrezzak Bey’in tayini Filistin’e çıkınca İstanbul’dan ayrılmak zorunda kalan Fatma Hanım, tüm uğraşlarına rağmen Arif’i dedesinden alamadı. Oğlunun acısına dayanamayan Fatma Hanım’ın sütü kesildi ve ikinci evliliğinin meyvesi Necati oğlunu da kaybetti. Babannesinin ölümüyle halası Gülfem Hanım’ın yanına geçen Arif, Çatalca’nın Örçünlü köyünde ilk öğrenimine başladı. Balkanların huzurunun kaçması, Bulgarların Çatalca’ya yaklaşması ve baskıları üzerine ailecek İstanbul’a göç ettiler. Arif, İstanbul’da da öğrenimine devam edip Kocamustafapaşa ve Haseki mahalle mekteplerine gitti. Hırçın bir çocuk olan Arif zaman zaman halasında, bazen de amcası Recai Bey’in yanında kaldı.

1911 yılında Yusufpaşa Gülşen-i Maarif Rüştiyesi’ne (ilkokul) başladı. 1915’te okulunu bitirdi. 11 yaşında evinden ayrılıp Bolu Sultanisi’ne (ortaokul) gitti. Arif ilk şiirini bu okulda yazdı. 1920’de Bolu Sultanisi’nin lise bölümü kaldırılınca Kastamonu Sultanisi’ne geçti. 1923’te okulundan mezun olup İstanbul’a döndü. Hayat onu, tıpkı ağaçtan kopmuş bir yaprak gibi bir oraya bir buraya savurdu. 1923 yılında İstanbul’da Yüksek Öğretmen Okulu’nda yatılı olarak eğitimine başladı. Son sınıfa geçtiğinde İstanbullu Semiha Hanım ile evlendi. Bu evliliğin sonucu 2 oğlu dünyaya geldi: Reha Uğur ve Kemal Koray. Yaklaşık 14 yıl öğretmenlik yaptı. 1934 yılında Soyadı Kanunu’nun çıkmasıyla Arif Nihat, “Asya” soyadını aldı.

İlk eşi Semiha Hanım ile ayrılan Arif, 1941 yılında Servet Akdoğan ile büyük bir aşkla evlendi. Hayatının bu dönümüne kadar kendisini yarım tanımlayan Asya, mutluluğunu şu dizelerle kaleme aldı:

Ne şiirden ne de şöhrettendir,

Mutluluk Arif’e Servet’tendir.

Mutluluğunun sebebi hanımı Servet olan Asya, en büyük servetini de o olarak görür. Adana Erkek Lisesi Fizik-Kimya öğretmeni Servet Akdoğan, Arif Nihat Asya’yla tanıştığı zaman Asya, eşinden boşanmak üzere olan 2 çocuk babasıydı. Bu durum Servet Akdoğan’ı bir hayli ürküttü. Okul zamanında gizlice dolabına yerleştirilen mektupların yanı sıra Servet Akdoğan, Ankara’ya taşınma mecburiyetinde kalınca Asya’dan gelen mektupların sayısı arttı ve yaklaşık 14 ay sürdü, bununla kalmayıp evlilik dönemlerinde bile Asya eşine mektup yazmak için yüreğini kaleme döktü.

Asya bu ayrılığa dayanamıyordu, Servet’ini istiyor, kokusunu özlüyordu. Servet Akdoğan’ın Ankara’da kalma kararını duyan Arif Nihat Asya 16 Temmuz 1940’ta mektubunda şunları yazdı ” …Belki de her şey oldu bitti ve sen Ankara’da kalmak kararına beni alıştırmak istiyorsun. Yapma Servet. Sevginin sevgi ile karşılanmasını bilen büyük gönlün bu kararı nasıl verebildi? Bu kararı muhakkak gönlüne sormadan vermişsinizdir. 30 Temmuz 1940/ Ankara’da kalmak arzunu Ankara’da daha çok lüzumum var manasına alıyorum. Nerede daha çok lüzumun olduğunu gönlüm sana anlatamadıysa, hangi dili kullanayım şaşırdım kaldım.” Sevdiğine sitem ederken bile çok nahif ve zarifti Asya. Onu kırmaktan, üzmekten çekiniyordu. Onun çekeceği cefaları kendi sırtına yüklemek istiyordu. “İyi ol Servet. İyi et Servet. İyilik et Servet. Fakat yuvamıza bir hastalık mukadderse seni bıraksın bana gelsin Servet; hastalığın, imkansızlıkların, ümitsizliğin ne olduğunu ben bilirim fakat sen bilme, hayatım.” Servet Akdoğan verem olduğu zaman Asya’nın da yüreği verem oldu. Servet’inin hastalık döneminde yanında olamayan Asya, kendine kızgın ve kadere kırgındı. “Kendine iyi bak Servet. Bunu sana kaç kere yalvararak söyledim. Üzerine titreyen ağabeyler, kardeşler, ablalar var. Ve sana onlardan daha yakın olmak için yemin etmiş, senin duyacağın küçük bir acıyı senden ve bütün akrabalarından daha derin duyan biri var ki tanırsın.

Asya zaman zaman gönlünü teslim ettiği Servet’in, kendisinin ona âşık olduğu kadar âşık olmadığını düşünürdü. Hiçbir sevginin ona olan sevgisine denk olamayacağından onu suçlamadı aslında, sadece korktu. Korkularını 30 Temmuz 1940’da şöyle özetledi “Ben senin tek başına Ankara’yı Adana’ya tercihinden, Ankara’dakileri Adana’dakine tercih ediyor şeklinde bir korkuda duyuyorum… Bunları yazarken, gelen mektubunda ciddi bir teklif karşısında kalmış olmanı söylemen ne kadar haklı olduğumu gösteriyor. Senin bir zayıf anını bulurlar Servet.” Bir başka mektubunda ise “Sen beni sevmiyorsun fakat belki sadece benim tarafından bu kadar sevilmek sana fena gelmiyor, işte o kadar.” diyordu. Asya, Servet’inin kendisinden gitmesinden çok korkuyordu. Çünkü kendini ona layık bulmuyor, onun kadar iyi biri olduğunu düşünmüyordu. Ama onunla iyi biri olacağına inanıyordu. Kendisini Servet Asya’nın iyi edeceğine çok emindi. “Seni kaybetmek korkumu, bir an unuttuğumu kabul edelim. O zaman da seni Ankara’nın parıltısından ve kalabalığından ve –neticesiz kalacak olsa bile- tekliflerinden kıskandığımı söyleyebilirim.

Bir türlü aynı şehrin havasını teneffüs edemeyen bu çift, uzaktan nişan yapmak mecburiyetinde kaldı. Asya nişan konusunda çok ısrar etti. 30 Temmuz 1940’ta yazılan bir mektupta “Düğün için istediğin şeyleri temin edebileceğim günü bekleyeceğim. Fakat serbestliğin çabuk başladığı takdirde derhal nişan ve nikâh teşebbüsüne girişmek kararındayım.’’ Sözleri ile ciddiyetini ortaya koydu. Servet’inden uzaktayken sadece eline ulaşan mektuplar Asya’yı tatmin etmiyordu, parmağında bulunacak olan bir halkayla gönüllerini daha yakından bağlayacağını düşündü. “Parmağının ölçüsünü gönder, ölürsem Servet’imin nişanlısı olarak öleyim.” diye yazdı. Vuslat mahşere kalırsa eğer onun ulaşacağı en büyük mertebe Servet’in nişanlısı olmak olacaktı. Servet’inin bu mektubuna cevabının “Sen orada yaptır, ben burada yaptırayım.” olmasına çok kırıldı Arif. Arif için gönülleri daha sıkı bağlayan bu iki halkanın, desen ve incelikte eş olması lazımdı.

Servet Akdoğan’ın ağabeyi Fikri Akdoğan’a da defalarca mektup yazdı Asya. Fikri Bey kendisinden küçük olmasına rağmen, ona sevdiğinin ağabeyi olduğu için ağabey, Fikri Bey, aziz kardeşim diye hitap etti. Bir mektubunda Servet’i isteyip, bir mektubunda yüzükleri ayrı ayrı takacak olmalarının müsaadesini istedi Fikri Bey’den. Nişan halkalarının takan çift, evliliklerini Arif Nihat Asya’nın ölümüne kadar tam 34 yıl mutlu bir beraberlik ile sürdürdüler. Bir kızları ve bir oğulları oldu. Fırat ve Murat. Arif Nihat Asya daha doğmadan çocuklarına şiirlerini yazmıştı zaten. Servet Asya’nın ailesini kendi ailesi gibi benimseyen Arif Nihat Asya, defalarca mektuplarında “Safiye kardeşimin gözlerinden öperim, ağabeyime, ablama selamlarımı ilet, beni bu aileye kabul gördükleri için çok mutluyum.” diye dile getirdiHer bayram tüm aileyi kendi evinde toplayıp gelmediklerinde “Servet, nerede bizimkiler?” dedi. Yıllarca özlemini kalbinin en derinliğinde hissettiği “aile” kavramıyla tanışmıştı Asya. Bunun için Servet Asya’ya minnettardı. Ona sadece sevgisini değil ailesini, mutluluğu bahşetmişti.

Arif Nihat Asya, Adana Erkek Lisesi’nde eşine yazdığı mektupların kendisinin vefatından sonra Sevgi Mektupları adında basılmasını vasiyet etti. Asya, Servet’ine kavuşmak için beklediği süre zarfı boyunca yaşadığı heyecanı ve sevgiyi hiçbir zaman eksiltmedi. Eşine ilk günkü gibi âşıktı. Onu bir sevgili, eş, dost, arkadaş en çok da anne gibi gördü “Ondan doğmak isterdim. Ona, bu dünyaya ayak bastığım günün hatırasını acılı bir hatıra yapmazdım. Göğsü iyilik ve güzellik emzirirdi bana. İyi bir çocuk olurdum. ‘Onun çocuğu’ derlerdi. Bu, benim gördüğüm en saf, en temiz istek ve duygudur. Bu, eşini öyle bir sevmektir ki onda anne şefkatini bulmaktır. Yıllarca hasreti çekilen anne unsurunun vuslatına sebep olmaktır. Mektuplarında Servet Hanım’a hep “kızım, güzel kızım, Servet’im, S.A (Servet Asya), Bn. Servet (Benim Servet), mert kadınım, yuvam Servet” diye hitap ederdi.

Arif Nihat Asya 5 Ocak 1975’te vefat etti. Çocukları babasının vasiyetini yerine getirmek istedi lakin anneleri Servet Asya izin vermedi. Ancak kendi ölümünden sonra basabilecek olduklarını söyledi. Servet Asya 25 Kasım 1992’de vefat etti. Çocukları 66’sı evlenmeden önce yazılmış olan mektuplara, evlendikten sonra yazılan mektupları da ekledi ve toplam sayı 97’ye ulaşmış bu mektupları bir kitap hâline getirdi.

Ne yapsalar, ne söyleseler,

Dokunuyor.

Benim ne olacağım artık,

Alnımdan okunuyor.

Boşa gitti bütün,

Elimin, gönlümün,

Gözümün emeği…

Bir yaramaz tırtıla öğretemedim,

Koza örmeyi.

Geceler dolusu emek,

Gözler dolusu yaş…

Ve ayların batışı,

Yavaş yavaş.

Ne yapsalar, ne söyleseler,

Dokunuyor.

Benim ne olacağım artık,

Alnımdan okunuyor.

Sayılıydı günlerim, bitti.

Başka dileğim yok:

Arılarla bal yap çiçek mevsiminde,

Çiçeklerle kok.

-Ne söylüyorsun çocuk, sana ne oldu?

-Ellerin toprağına gömdüm Servet’imi;

Hazineydi, define oldu.

Ne yapsalar, ne söyleseler,

Dokunuyor.

Benim ne olacağım artık,

Alnımdan okunuyor.

Elif Gökçe Demez

Editör: Gülçin Kermen

Kötüler sevinirken her yerde
şairler ve bilgeler sadece
düşlerinde dünyanın.
Son kalıntısı yakılırken
dolunayda sevdanın,
bir ben miyim
Oluk oluk akan sana.
Bu kaçıncı şiir sana yazılmış?
Bu kaçıncı şair sana tutulmuş?
Ama bir benim
Kalubeladan yangın sana.

Ömründe sevmeyenlerle dolarken
Cehennemin en alt katı,
Güller küstürülmüş,
Elimizde hazan yaprakları,
Bir ben miyim koşan
Sana çıkan tüm yollara.
Bir ben miyim hapsolan
dudaklarına giden fincana.

Ya evinde ölmek açlıktan
Ya sınırlarda kurşunla
Bu dertli başların yazgısı,
Krallar makamında otururken soytarı
Bir tek sensin
Benim bildiğim lisan
Bir tek sensin
satırlara düşen saçları.

Ya sen ya ben ölmedikçe,
Gonca gülün dermedikçe
Bitmez bu eski zamanın sevdası,
Bir ben değilim
tüfeksiz vurulmuş sana,
Şen bir mezardır gönlün
genç âşıkların yattığı.

Osman Sefa Yalçın

Editör : Elif Berra Kılıç

Küresel bir salgına rağmen 2020, teknolojinin gelişimini durduramadı. Son açıklanan şey ise beyne takılacak bir çip. Yapay zekâ geliştirmelerinin yapabilecekleri hakkında izlenimlerimiz kadar büyüleyici olmasa da bir gün transhümanizm noktasında atılması gereken bir adımdı. Şimdi sırada ne var, diye düşünürken bundan sonrasının daha heyecanlı olacağına inanıyorum. 21. yüzyıl felaketlerle, katliamlarla her seferinde daha da sefilleşen insan toplumuyla anıldığı kadar küçük odalarında tüm dinamikleri değiştirecek yeni kavramları kurgulayan ve uygulayan basit insanlarla dolu. Onlar bizim süper kahramanlarımız, biz geleceği hayal etmeye çalışırken, daha iyilerimiz geleceği hesaplarken onlar sırada neyin olduğunu biliyor. Geleceğin tohumları üniversite kulüplerinin çatılarında, internetin derin forumlarında atıldı. Meyvelerini almak için şartların biraz daha olgunlaşması gerekiyor. Roma bir günde kurulmadı. Ağacın dibinde bekleyen sadece biz değiliz. Toprakların kendilerine ait olduğunu söyleyenler de yanımızda, cennetin yasak elmasını paylaşmak istemeyenlere karşı bu ağaç derin köklerinden yükselerek bize merkeziyetsizliğin, aracısızlığın, efendisizliğin, ortak aklın hikâyesini anlatıyor. Prometheus’un tanrılardan çaldığı ateşle aynı potadan. Bizim zamanımıza kadar tüm medeniyet tarihi boyunca onu yükselten mücadelelerden daha şiddetli bir zamana ilerliyoruz. Nesilleri, mutlu bir köleliğin yokuşundan kurtarmak için son bir şans belki de…  Para, bilgi ve kaynak üzerinde iktidarını kurmak isteyen her fraksiyon artık biliyor ki bilgi, yeni dünyanın kapılarını açacak tek geçerli akçe.

“Geleneksel para biriminin temel sorunu, çalışması için gereken güvene ihtiyaç duymasıdır. […] Bize asıl gereken şey güven yerine kriptografik kanıtlara dayanan bir elektronik ödeme sistemidir.”

– Satoshi Nakamoto

Türk lirası tarihin en büyük değer kaybını yaşadığı şu günlere kısa sürede gelmedi. Yapılan kötü yatırımlar, normalleşmiş yolsuzluk, iş bilmezlik ve liyakatsiz tercihlerin bedelini 82 milyon ödemek zorunda kalacak. Türk halkının kendi parasına olan güveni hızla kaybolurken maaşını dolara çevirenlerin sayısı artıyor. Kripto paralar merkezî otoritenin sorgulandığı geleneksel para birimlerinin kötü günlerine göz kırpıyor. Tüm bunları düşünürken iki tehlikenin farkında olmalıyız: ICO dönemlerinde bir coinin büyük yüzdelerini ellerinde tutanlar ile madencilik ve konsensüs alanında hash rate havuzlarını ellerinde bulunduranlar… Bu, hem karar hem piyasa üstünde yeni elitlerin varlık göstermesinin iki yolu. Türkiye bu iki tehlikeyi atlatarak kendi içinde kendi değerini bulacak kriptografik prensiplere sadık yeni bir para birimine geçiş yapabilir mi? Tüm bunlara başaramasak da düşünmeye değmez mi?

Bitcoin, dünya yeni bir ekonomik krize gebeyken doğdu. Kim ya da kimler tarafından yapıldığını bilmiyoruz. Açıkçası bilmemizin bir önemi de yok. Aradan geçen 12 yılda #bitcoin ve #blockchain hakkında çok şey öğrendik. Peki bize ne anlattı, peşi sıra getirdiği kavramlar ne kadar önemli?

Byzantine Generals Problem

Blockchainin en büyük öğretisi, bilgi ve iletişim ağlarını elitlerin kontrol edemeyeceğidir. Bu matbaanın icadı kadar kıymetli! Peki buraya nasıl geldik? Neyi sorguladık, her zaman soruların cevaplardan daha önemli olduğunu söyleriz. Güven önemli bir sorundu, bir veri ve para değişim aracı olarak blockchaini bugünkü noktasına getiren şey üzerinde çok düşünülmese de “Bizans Generalleri Problemi”ne yönelik çözümlerdir.

Dünya hayalperest zihinlerde tekrar kurgulanıyor, çağın neresinde duracağını bilemeyenler ise doğal bir seçilimden geçiyor. Medeniyetin inanç, siyaset, para ve dünya ile olan ilişkisi tekrar ve tekrar sorgulanıyor. Direnç çizgisini yoklayıp her düşüşünde umutsuzluk artarken radikal toplumsal dönüşümler de bu anlarda parlıyor. Yıkıcı her şey gibi “kendinden kendini doğuran zamanı” tasavvur etmeye çalışırken heyecanlanmamak elde değil. Öyle ki 21. yüzyıla damgasını vuracak kavramlardan biri merkeziyetsizlik. Sadece Türkiye’nin değil tüm dünyanın muhtaç olduğu şey, doğrudan muhalefet etmenin kudreti olabilir. İhtiyaç duyduğumuz şeyin kendimizden başkası olmadığını öğrendiğimizde diğer herkesin yarattığı hayal kırıklığı ve bezginliği söküp atabileceğiz. Zamanın ruhu, onu anlayamayanları acımazsızca elekten geçirirken, bilgi teknolojileri sarsılmaz sınırları belirsizleştirirken, olup bitenleri anlamaktan uzak eski kafalar, her şeyi değiştirecek meteorun sadece gölgesini görüyor olacaklar. Kendi yüzyılımızı öngördüğümüz şekilde değiştirmek, başkalarının merhametine bırakmamak, Cioran’ın “halkların kaderi” dediği sürüklenmeyi sonlandırmak bizim neslimize nasip olur mu?

Bilgi teknolojileri gelişirken onu, dünya ile paylaşmanın ya da elitlerin elinde bırakmanın sonucunda medeniyeti iki şey bekliyor: Dijital diktatorya ya da ütopya! Büyük Birader’in sizi izlediği değil, hesapladığı bir sürecin arifesindeyken umut etmek için sebeplere sahibiz. Çılgın hayaller kuruyor ve gerçek alternatifler yaratıyoruz. Medeniyet; savaştan, ekonomik krizden, global bir iklim değişiminden ya da daha doğal felaketlerden kurtulursa ve süreci merkeziyetsiz medya, merkeziyetsiz finans, merkeziyetsiz siyaset, merkeziyetsiz ağdan yana seçerse hayal ettiğimizin ötesinde bir ütopyaya uyanırız.

Gelecek üzerine kurulan her tartışma nihayetinde komplo teorileri ve beyne takılacak çiplerle bitiyor. Sokaktaki insanlar kendilerine bir çipin takılmasıyla köleleştirileceklerine inanıyorlar. Bunun zorla yapılacağına, kendi iradeleri dışında olacağına o kadar çok eminler ki! Filmlerde gizli mesajlar arayarak bulabileceğine inanan tiplerin yarattıkları “yarı tanrı elitler” hakkında komplo teorilerini bir telefondan ya da sosyal medyadan okuyorsanız geçmiş olsun, çoktan çipi taktılar. İnsan gruplarının ne kadar kolay manipüle edilebildiğini hepimiz az çok biliyoruz. Masada olup bitenlerin farkında olmayan tek kişiye neyin doğru olduğunu söyleyen üç kişinin olması yeterli. Medya kuruluşlarının çoğunun görevi, halkın olup bitenlere alışmasını sağlamaktır. Amerika’nın daha özgür olduğu dönemlerde savaş karşıtlığı daha yüksekken şimdi milyonlarca insanın yok edilmesinin altyapısı kolayca, sistemli olarak televizyon ve filmler ile açıklanabiliyor. Kullanışlı sanatçılar ve yetenekler, işleri olduğu ve önemli oldukları sürece gerçekleri dert etmiyor. Merkeziyetsiz, ipsiz gerçeklerin medyasının toplumun zihninde yaratacağı karmaşa bile emperyal konseptlerin fetretini kurmak için yeterli.

Özgür ve bağımsız insanı yaratmak yerine sadece üç nesil önce girdikleri bir sistem çarkının dişlisi olmak için yaşamlarının ¼’ünü kolaylıkla harcayabilenler cinnet ve arzu günlerinde hiçbir zaman kendilerinin olmayan çıkarlar için yabancı topraklarda öldürülüyor yahut katil oluyorlar.

Yarım asır öncesine takılıp kalmadıysak bu, geleceği tasavvur etme cüretini göstermiş o duru akılların sayesindedir. Bizler küçük kentlerden daha iyi bir gelecek umuduyla büyük kentlere gelmiş babaların çocuklarıyız. Çalışarak doğru yatırımlarla ekonomik bağımsızlığını ilan etmiş, alt sınıftan orta-üst sınıfa çıkmaya cesaret edebilmiş bu adamların çocukları, bugün emeklerinin ve zekâlarının karşılığını kendilerinden daha az puan almalarına rağmen birilerinin referansıyla öne çıkmış insanların arkasında işsiz kalarak ödüyorlar. Uluslar korkaklıklarının ve acziyetlerinin bedelini ne kadar ağır ödeyeceklerini bilselerdi şimdi oturdukları kadar rahat olabilirler miydi?

Kendi kendimize fark etmediğimiz bir hakikat bizim şirazemizi bozamaz. Bir başkasının değil kendi zihnimizin keşfine muhtacız. Keşif gerçekleştiğinde, bedenin değil aklın dengesi kaydığında sonsuz olasılıklar dünyasında ihtimaller belirginleşir, her seferinde kaybettiği oyunu oynayan kişi kazanmak için bu sefer hiç denenmemişi deneyebilir. “Köy tarafından hiç sevilmemiş çocuk, bir gün sadece ısınmak için köyü yakacaktır.” Çünkü yeni nesil buna haizdir. Yeteneklerinin ve kudretinin gücü hayalleriyle sınırlı bir nesil ne kadar köşeye sıkıştırılabilir?

Hector’un Truva surlarının önünde gösterdiği kahramanlıklar bir ozanın destanına konu olmuştu. Bizim kahramanlarımız mızrak ve kalkanla insanlarını korumuyor. Her şeyin ötesinde bu bir kavram/konsept kavgası. Dünyayı kendi doğalarınca güzelleştiren insanlara söylemek gerekir ki yalnız değiller. İktidar ilişkilerini, medeniyetin köklü kurumlarını, insan doğasının zaaflarını aşan ve dönüştüren bu süreci, kaderin kuyruğuna bağlayanların ve yıkan insanların hikâyesi dünya döndükçe söylensin.

Cengizhan Selçuk

Editör : Gülçin Kermen

-Bilge Ağabeyim Emrah Birgül’ün Büyük Katkılarıyla-

Kısa giyineni gözüyle taciz eden,
Geceleri ite köpeğe tecavüz eden,
Alkolü haram bulup her haltı yiyen,
Sen değil misin bu arsız anadolulu?
Ezilen görünce ses çıkarmayan
Zulmedene zulme alkış tutan,
Şeyhin, dervişin elin eteğin öpen,
Sen değil misin bu arsız anadolulu?
Erkek adamdır aldatır diyen,
Kadının hakkı kötektir diyen,
Şark kurnazı İblis gibi gülümseyen,
Sen değil misin bu arsız anadolulu?
 
Kendi dilinde dua etmeye çekinen,
Daha çok sevap sanıp Arapça şükreden,
Kirli çoraplarıyla ibadete giden,
Sen değil misin bu arsız anadolulu?
 
Her gördüğü çimenlikte ateş yakan,
Lama gibi tükürmediği yer bırakmayan,
Edebe gelince en çok laf atan,
Sen değil misin bu arsız anadolulu?
 
Herkesin arkasından boş atıp tutan,
Yüz yüze gelince utanmadan sırıtan,
İzlediği diziyi salt gerçek sanan,
Sen değil misin bu arsız anadolulu?
 
Kibar insan görünce hep zayıf sanan,
Yaşına güvenip hürmet arayan,
Sadece kaba güçten anlayan,
Sen değil misin bu arsız anadolulu?
Her hakikati bilirim diyen,
İşin aslı hiçbir haltı bilmeyen,
Cahil ama her lafa bir cevap veren,
Sen değil misin bu arsız anadolulu?
Başlık uğruna kızını ellere veren,
Kızı üzülünce dizini döven,
Acırsan arkandan hırt hırt laf eden
Sen değil misin bu arsız anadolulu?
Kurunun yanında yaş da yanmasın
Güzel Anadolu'm bana hiç kızmasın
Ben acı söylerim, dost bal anlasın
Edremit'i Haktan Deyiş Söylerken
Tanrı'ya dileği gönül kırmasın,
Sözü olan varsa anda söylesin,
Bilen konuşsun âlim sanalım,
Bilmeyen  sussun insan sanalım,
Gel el ele verelim canım gardaşım,
Kurtaralım güzel Anadolu’yu!

Emin Haktan Altın

Editör: Elif Berra Kılıç 
 

o namlunun ucunda her gece ölümü kucaklayacağım
tetiğe bütün bedenim arsız bir sarmaşık gibi dolanacak
bazen Tanrı ile konuşup kendimi mutlak hatırlatacağım
yaşamak, zincirini çoktan koparmış öfkeli kurda döndü
herkes evine dönsün, uykumu vuracağım
benim adım savaşlara gebedir

ihtilale bulaşmış şanlı, son bir şiir yazacağım
kerpiç duvarların gölgesinde duracak atlılar
vaktin yelkovanını uyuz itin boynuna asacağım
adımı ve atımı soysuz ihtimale bırakamam
herkes evine dönsün, uykumu vuracağım
benim adım savaşlara gebedir

beni azgın bir ırmağa vurur gibi, batırıp çıkardılar
tüm kaburgalarıma adımı sayıklıyordum
nasırlı avuçlarımın içinde kalbim kaynıyordu
görmek ile bakmak arasında bir yerde çarmıha gerildim
kurdumun, kudretini gözlerime kazıdığı şanlı hâkimiyetim
boynu vurulmaktan son anda kurtulmuş kuzuya teslim edildi
herkes evine dönsün, uykumu vuracağım
benim adım savaşlara gebedir

atımı beş kere dünyanın etrafında sürdüm
havsalamda, yüzleri namlunun ucuna getirdim
bıçak kesmez uykulardan geçip gelmiştim
bana bakan birkaç savaşın yenilgisini görür
kapı önlerinde kılıç yüzlü güzelleri görmezden geldim
herkes evine dönsün, uykumu vuracağım
benim adım savaşlara gebedir

mahrur bestenin çaldığı her yere kesik bakışlar taşıyorum
kurşundan yapılma aşlar pişiyor zihnimde
mağlubiyete tok devler birleşmeye duruyor
parmaklarımdan taşan bu ihtilal pıhtısını
demirden barajların göğsüne muhakkak saplayacağım
herkes evine dönsün, uykumu vuracağım
benim adım savaşlara gebedir

bir bey kızının damağa aheste çarpan dilinin ucundan
yahut bizim diye sahiplenen gecenin köşesinden
hiç çarpışmamış saray fatihlerinin kılıcından
bozguncu değilim, muhakkak üstesinden gelirim
herkes evine dönsün, uykumu vuracağım
benim adım savaşlara gebedir

çobanın kuzuyu
kurdun intikamını unuttuğu
evvela enine uzayan şiirlerde
bir kurşun sesi patlıyor göğsümde
benim adım savaşlara gebedir

Şaman Kadın – Demir Yabgu

Alperen Alparslan Gözen

Editör : Elif Berra Kılıç

bana dünyamı unutturdun neredeyim?
kara kuzguna vurulmuş ak kelebeğim.
durmak bilmez yağmurların doldurduğu deredeyim,
kayalara çarpa çarpa boğulmak geleneğim.
bir şiir de adının geçtiği her keredeyim,
yıkıldım gözlerine lakin serpe sere değil.
intihar kuşandım elini ver edeyim,
çamura battı şairliğim tırnağımdan sere değin.
ya bu yârdan geçerim, ya bu yardan atlarım!
toprağın tadını ezbere bilir tırnaklarım.
derdimi dünyanın ötesine götürse de rahvan atlarım,
dermanıma ulaştıracak kadar güçlü değil kanatlarım.
bugüne dek tek bir çiçeği dahi kanatmadım,
hâlâ gönlümün çocuk parkında ip atlarım.
sanat olmamaya gayret gösterirken sanatlarım,
inatla sesini cızırtılı çalıyor pikaplarım.
Bahadır Çakan

Düzenleyen: Elif Berra Kılıç