Editöryonetim

Editöryonetim

Ciğerdelen’i ilk okuduğum dönem, hayatımın içinden çıkamayacağımı düşündüğüm bir kuyuya düşmüşlüğüne denk gelmişti. Bitkin, bıkmış ve vazgeçmiştim. Küçük Yusuf, daha peygamber olacağını bilmezken sevgisizliğin acısı o kuyuda yüzüne çarpmıştı hani. Epey yalnızdı ve düşünüyordu. Kuyudan çıkmayı değil de o kuyunun taşlarından biri olmayı. Öyleydim ve kitap ruhen beni çok yaralamış, bu yüzden birkaç gün epey hâlsiz gezmiştim. Sonra Safiye Erol’un bu kitabı yazarken defalarca hastalandığını, bayıldığını öğrendim. Hak verdim ve ciğerimi deliveren aşkı görün dedim ben de…

Aradan yıllar geçip zaman zaman bu kitabın sayfaları arasına başımı usulca bıraktığımda ilk okuduğumdan daha farklı düşüncelerle mücadele vermeye başladım. Çünkü ilkinde İbrahim’in iman şövalyesi olması gibi kendimi inandığım değerler üzerinden iman şövalyesi ilan etmiştim. Evet ben de oğlunun kurban olmayacağına emin olan İbrahim gibi olmak istiyor, Türk milliyetçiliği mefkûresine adanmış ömrümü vatanın her köşesinde bu imanı yayarak geçirmek istiyordum. Zaman geçti; içimizden Hürriyet Kasidesi okuyarak denize uzun uzun baktığımız günlerden, ‘’bu vatandır dağıtır aleme ilm-ü edebî, ne bela çektiysek bu vatandır sebebi’’ çizgisine geldik… Buna da şükür.

Ee Mişa Dirahşan, ciğer miğer aşk meşk dedin vatan edebiyatı parçalıyorsun diyecekler için hemen girizgâh yapayım. Ciğerdelen’i okuyan farklı görüşteki arkadaşlarımdan şöyle bir eleştiri aldım. Ciğerdelen’in bir millî mefkûre kitabı olmadığını ve oradan bir Türklük bilinci çıkmayacağını söylediler.

Bakalım neymiş ne değilmiş bu Ciğerdelen meselesi. Sürpriz kaçıran vardır bu yüzden okumayanlar son paragrafa inebilirler…

Kitap, Alman edebiyatında birçok postmodern eserde gördüğümüz akışa sahip. Canzi ve Turhan’ı okuyoruz en başta. Canzi, Haşmet gibi bizlerin “boş çar” olarak tanımadığı bir adamdan kurtulmak üzeredir ve Turhan Canzi’ye deli gibi âşık olmuştur. Gelin görün ki Turhan’ın takıntılı, kıskanç ve benmerkezci tarafları Canzi’nin, Turhan’la zamanında aynı yerde yaşadığını öğrendiği dedelerinden dolayı gösterdiği müsamahayı baltalar ve hikâye içinde hikâyelere geçiş yaparız.

Bir yiğitlik hikâyesi olan Sarı Sipahiler’i okurken büyük Osmanlı’nın küçük neferlerinin ateşten gömlek giyişlerini adeta izleriz. Arkaya “Baş Bir Yana Leş Bir Yana” koyarak okunabilir bu kısım, tavsiyemdir. Dededen kalma bir kılıcım var onu alıp hemen yatağın baş tarafına asmıştım. Kitapta da zaten “Dedelerimin kılıcı başucumda asılıdır” diyordu Canzi. Çünkü o bir yiğitlik destanı içinde büyümüş ve sonrasında Türk Cumhuriyeti’nin kuruluşuna tanıklık etmişti. Yani onun kafasında dedesi Mustafa Durakça ile Mustafa Kemal Atatürk aynı hissiyatla çarpışan iki adaş, iki Türk yiğidiydi.

Ciğerdelen hikâyesinde ise… Evet Ciğerdelen kalesini koruyan Mustafa Durakça ve ailesi yıllarca büyük bir sabırla Türklük ve Müslümanlık üzerine sempatik bir taraf olmuş, sevip sayılmışlardır. Hikâyenin alengirli olması için Mustafa bir “gâvur” kızına âşık olur. Mustafa’yı neredeyse insan-ı kâmil yapacak bu kız eninde sonunda konağa gelir ve adına “Cangüzel” derler. Ölüm döşeğinde bile tek düşünülen kişidir Cangüzel. Buraya kadar klasik Müslüman-Hristiyan aşkı olan kısım, Cangüzel’in hamile kalmasıyla bir çıkmaza girer çünkü Cangüzel hamile kaldığını bilmeden evdeki kurallara isyan eder. Kadınlar rahatça dışarı çıkamamaktadır. Niye? Sürekli bir iş buyrulmaktadır. Neden? İstediği vakit kocasını bulamamaktadır. Saçma? Dolup taşıyordur Cangüzel ve hamile olduğunu öğrenince büyük bir sükûnetle çocuğunu bekler. Bence hikâyenin okuyan herkese “öylesine” geçtiği kısmı da burasıdır. Burada bir Oedipus sendromu görürüz. Anne ve oğul Sinan (çıyan Sinan diyelim) adeta birbirlerine âşık, birbirlerinden kopamaz hâldelerdir. Hele de kocası öldükten sonra Cangüzel oğlunu paylaşamaz hâle gelir. Sinan da annesini avucunda bildiği için onun bu hassasiyetini kullanır ve dedeye karşı bir tutum geliştirir. Bu, sanırım evin otoritesine alınan bir tutum, çünkü babası yerine geçen kişi odur. Cangüzel Sinan’ın büyüdükçe değiştiğini, kendisini görmezden gelip yok saydığını, kadınlarla olan gevşek ilişkilerini gördükçe kahrından hastalanır ve oğluna hasret ölür. Bir aşkın ölümü başka bir aşkı doğurmalıdır ve bu sahnede, Cangüzel’in ruhundan bir parça aldığına inandığım Zühre dahil olur. Zühre ve Sinan gayr-i meşru bir aşk yaşarlar. Zühre güzeldir, küçüktür fakat inanılmaz bir fikir dünyasına sahiptir. Ancak bu genç kız, gittikçe tasavvufa yönelirken bile kendini bu “aşk” diye nitelendirdiği belanın büyülü dünyasından alamaz. Sinan evlendikten sonra bile onu evine almaya devam eder. Hatta bir çocukları bile olur. Sinan’ın karısı ve çocuklarıyla da sık sık karşılaşan Zühre büyük bir sınavdan geçer. Burada bir metres hayatı var sanabiliriz ama bu hikâyede bilinen bir şeyin dillendirilmeden yürütülmesi söz konusu. Burada da şu eleştiriyi yapabiliriz. Toplum ahlaksızca nitelendirilen bir eylem söz konusu olduğunda eylemi gerçekleştiren kişilerin konumuna göre “Bu ahlaksızlıktır” bildirimini yapıyor. Yoksa titreşim gönderemezsiniz diyor.

Hikâye, Zühre’nin Ciğerdelen Kalesi’ni düşmandan korurken, Sinan’ın kaçışını görmemizle suret değiştirip bitiyor. Tekrar Turhan ve Canzi’ye dönüyoruz. Atatürk’ün Kocatepe’deki fotoğrafının önünde konuşan Turhan ve Canzi bu vatanın çocukları için, o kaleyi Zühre’yle beraber koruyanların torunları için çabalamaya ve varlarını yoklarını bu huzurda tüketmeye hazır görünüyorlar. Onların o hâlini tasvir ederken zihnimde minik bir tebessüm oluyor her seferinde. Evet, hikâyede Turhan oldukça sıkıntılı bir karakter fakat kendisi de ne kadar yanlış davrandığını fark edip düzeliyor. Safiye Erol her kitabında, ideal Türk’ün vazifesini en düzgün yapan kişi olduğunu söylüyor. Kendisini de yazdığı eserlere bakarak ideal Türk ilan etme görevi bize düşüyor.

Bu kitap, içinde psikoloji ve sosyoloji alanlarından çok fazla şey barındıran girdap gibi bir konuya sahip. Sanırım bu yüzden de okumak biraz uygun ruh hâli gerektiriyor. Ruh Adam’da Yek’i görünce hissettiğimizi Sinan Zühre’nin kapısına gelince hissediyoruz. Aşk var mı bu ilişkide derseniz sanmıyorum, tutku belki. Sinan öyle megaloman bir karakter ki sadece birine âşık olma fikrine âşık olabilir. Bu hikâyede bir tane âşık var o da “Ben seni ölüm döşeğinde bile taşırım Cangüzel’im” diyen Mustafa Durakça. Sevdiğim ise vicdanımın ta kendisidir, diyor Safiye Erol. Yine Alperen Alparslan Gözen diyor ki: “ekmeği unuttum, ölmeyi unuttum / bakışların hatrımın tümü Leyla” Sevmenin rezilce korkulu olduğu bir çağda yüreğini hissetmek isteyenlerin kitabı şöyle bir köşeye çekilerek bir Keşan güzeli sesinden okunuyormuşçasına Bozdoğan dinleyerek okumalarını tavsiye ediyorum. Bir de Pususu Allah Kadar Tek şiirini okusunlar. İkisi bir arada olunca tadına doyulmaz.

Bahsettiğim gibi zamanla değişen fikirlerim oldu Ciğerdelen’le alakalı ama hâlâ iman etmekten vazgeçmiyorum ki Türk milleti kendi ruhundan, etinden, kanından meydana getirdiği bağımsızlık mücadelesi ve onun transformatörü Mustafa Kemal Atatürk’ü daha yüzyıllarca anlatacak, belki ucunda kıyısında bir gün bizim ismimiz de bu mücadelenin devamı için çabalayanlar arasında parlayacak. Arkadaşlar:

Yıkılmayın Sakın.

Mişa Dirahşan’dan üstünde uzun kaşe mont, elleri, cebindeki muştayı tutarak gezdiği günlere bir hatıra olsun bu yazı. Korkunun nabızlarını sayan Kemal Tahir’e de selam olsun; ezilip kalmak, sefil bir sokak kedisi gibi ölüp gitmek, ufalanmak korkusu. Üstadım, bir şeref madalyası gibi seninle aynı korkuları taşıyorum ve arttırıyorum. Bir gün hesap soramama korkusu…

Mişa Dirahşan

Editör: Ekrem Müftüoğlu

“Bunlar, gerçekten sahip olduğu şeylere bakılırsa küçük şeyler ve bu eksiklerden rahatsızlık
duyan kimse, büyük şeylerden anlamadığını gösterir sadece.” 352.

Şato (Das Scloß), Kafka ve Haneke için bir kesişimdir. Haneke Şato’yu sinemaya uyarlarken
diyaloglar ve senaryoda tamamen kitaba sadık kalmıştır. Eser genel çerçevede bize bürokrasinin uzlaşımsız yönünü göstermeye çalışır. K. karakteri memur olarak atanır, daha sonrasında ise buradaki işine başlayabilmek için “bürokrasi” ile temasa geçmeye çalışır fakat girişimlerinin sonuçsuz kalması neticesinde olaylar gelişmeye devam eder.

Haneke’nin Kafka’yı ve devamında Şato eserini seçmesi elbette tesadüf değildir. Haneke’nin
filmografisinin ana niteliklerinden birisi “orta sınıf” kavramı üzerinedir. Filmlerinde genel
olarak “tutunabilmiş” orta sınıf eleştirisi yapan Haneke’nin bu seçimi 21. yüzyılla birlikte hem orta sınıfın tüm çağlar içerisindeki önemini daha iyi görebilmemizden hem de bu çağa özgün olarak ayrı bir ayırt edicilik kazanmasıyla ilgilidir. Bugün artık iktidarın anahtarını yani “Das Scloß”unu(anahtar) hükûmetlerin ya da patronların tuttuğu düşüncesi sorgulanmaya başlandı. Bahsedilen iki sınıfın aslında çok soyut ve fiziksel etkileşimi sınırlı birer grup olduğunu
bilirken orta sınıfın, toplumsal düzlemde etkisinin hem iktidarın taşıyıcısı hem de kendi
inisiyatifi anlamında toplumun kültürel ve politik yönlendiricisi konumuna geldiğini görebiliyoruz. Bugün Haneke’nin özellikle son filmlerinde ortaya koyduğu şey postmodern ilişki ve düşünüş biçimleri içerisinde bir kimlik krizi yaşayan orta sınıfın iddia ettiği değerler ve ahlaka karşı pratikte gösterdiği tutarsızlıklardır. Orta sınıf iddiasının tersinde pragmatik bir anlayışla yaşadığı kimlik krizi için ontolojik bir çatışmaya bile girmeden konformist bir tutumdan öteye gidememektedir -yaşadığı bunalımlar ise varoluşsal olmaktan çok tüketim bağlamında gerçekleşmektedir-. Bu tanımlamalar bireysel anlamdan bağımsızken değer yargısı olmaktan ziyade bahsedilen “iddia” nezdinde tutarsızlığın durum tespitidir. Bir krizin içerisinde olan orta sınıf, diğer iki sınıf arasında bir kimlik ve varlık mücadelesi sürdürmektedir.

Haneke’nin Kafka ile kesişmesi de böyle bir duruma nedenlidir. Kafka, Şato’da döneminin toplumsal ilişkilerine yön veren sınıfı (bürokrasiyi) mercek altına almıştır. Diğer bir değişle Kafka, bürokrasi bağlamında sosyo-politik bir iddianın gözlemcisi olmuştur. Tanıtlarsak: “Ama aslına bakılırsa annesinin kimseyle konuşmaya gönlü yokmuş, K.’yı sorması da kuralı bozmuyormuş, aslında, dile getirebilirmiş, ama bunu yapmayarak niyetini zaten açıkça ortaya koymuşmuş annesi.” (Kafka, 2006:173) İnsan ilişkilerindeki kurallar, bu kuralların sofistike, başka düşünüş ve kurallar silsilesi doğurması ve bu döngünün devam etmesi, ifade ve davranışın doğrudan değil de dolaylı yoldan gelişmesi, toplumun alt tabakasına bile sinen bürokratik davranışın bir temsili niteliğindedir. Hans’ın annesinin dileğinden bahsedişi ve onu yerine getirmek üzere ahlaki doğrusuna bürokratik delikler açarak yeni bir doğru yaratmaya çalışması (Kafka, 2006:170-177) da bu bürokratik davranış biçimine başka bir örnek olarak sunulabilir. 

Eser, K.’nın köye memur olarak atanması daha sonrasında işinin tam olarak ne olduğunu öğrenme çabasıyla başlar. Karşısında hiçbir şekilde ulaşamadığı bürokrasinin varlığı ile sarsılır, bu sırada köy içerisindeki insanlarla ilişkiler geliştirir ve var olan bürokrasinin bir sonucu sayılabilecek bu insanlarda da birtakım aşılmaz engeller görmeye devam eder. K. her seferinde cevapsız kalan ulaşma çabaları içerisinde bir zamandan sonra kendi kimliğini sorgulamaya varan ve hayatını geri dönülemez noktalara götürecek olaylar silsilesi içerisinde sürüklenmeye devam eder. Bahsedildiği gibi bürokrasi, toplumu şekillendiren yapıdır. Onun vicdanına bile sirayet etmiştir ki Barnabas ailesi “şato” ile çatışma yaşadığında onun tarafından cezalandırılmadığı hâlde köylüler tarafından dışlanmıştır. Bu durum ulaşılmaz ve soyut gözüken bürokrasinin topluma nasıl etki ettiğinin başka bir tanıtıdır. Şatonun üst düzey yetkililerinden birisi olan Klamm da bunun başka bir yansıması olarak karşımıza çıkar. En az görülen, en az konuşulan kimse olduğu hâlde en çok korkulan ve etki alanına sahip olan kişidir. Klamm (“illüzyon” anlamına da gelir) aslında bürokrasinin yaratmış olduğu illüzyondur.

K. karakterinin durumu, köylülerin söylediği gibi en sefil durumdur. K. mesleğine, statüsüne rağmen en “aşağılık” işlerden birini yapan Pepi’nin gözünde bile acınacak hâldedir. Çünkü Klamm’ı ve Şato’yu henüz idrak edememiştir. Kendisi için tanımlanan imajı yırtmaya çalışarak özerkliğini ve kimliğini ispatlamanın peşine düşer. Bu sonuçsuz çabadan sonra ise  K. baskın olan “kod”u anlamaya başlar ve o kod üzerinden iletişim kurmak üzere harekete geçer fakat toplumsal ilişkilerin emrettiği duruma bir kez daha uymayarak “mimlenmiş” olan Barnabaslar’ın evine gider ve var olan kodu tekrardan hiçe sayar. 

Frieda’nın onu terk edişiyle ise bu mücadelede K. artık çözülür, uykusu gelir, karşısında konuşan Erlanger’in söyledikleri onu heyecanlandırmaz. Hem Pepi’yi kabul eder hem Gerstacker’in peşine takılır. Artık bir irade gösterecek düzeyde değildir ve kodla “uyuşuk” hâle gelmiştir. “-Atların Bakımı için yardımcılık, ödeme istiyorsan ödeme yaparım. –Ben atlardan anlamam ki. –Bu önemli değil, hadi uzatma!.. –Neden seninle gelmemi istediğini biliyorum, Erlanger’den senin için bir şey koparabileceğimi düşünüyorsun. –Tabi yoksa seninle neden ilgileneyim! Ama bunun için hemen fırtına çıkması gerekmez. –Hayır, öyle bir havaya benzemiyor.”(Haneke: 1997: 2:01:30) K., Barnabaslar’dan bile daha aşağılıktır çünkü Barnabaslar yanlışın ne üzerinden tanımlandığının farkındadır (Kafka 2006: 234). Fakat K., köydeki kodla uyuşamamanın oluşturduğu konuma indirgenmiştir: “Yabancılık”.  Dahası bir yabancı olarak sistemin dışarısındadır. 

Kafka’nın Şato’yu tam olarak bitiremediğini ve eserin bir taslak metin olduğunu biliyoruz. Bu durumdan yola çıkarak eserin diline yönelik eleştiriler ise farklı bir boyut kazanmakta. Bana göre Kafka’nın kurduğu dil, bir eksik ya da hata değil bilakis en temel noktalardan birisi. Köylülerin hiçbir zaman kendi dilleriyle ve düşünceleriyle ifade şansı bulamamaları ancak bürokrasinin kodu ile iletişime geçmelerini en önemli noktalardan birisi olarak görüyorum. Ek olarak Frieda ve Kafka arasında dolaysız ve ani gelişen aşk durumu ise bir başka tartışma konusu olabilir. Bürokratik ve dolaylı davranışların yoğun olduğu “aşk, sevgili, flört” ilişkilerini bu durumun aksine doğal ve sıradan biçimde yansıtan Kafka’nın bu davranışını da imlemek istedim.

Son söz, orta sınıfın niteliği üzerine bir başka roman olarak George Orwell, 1984 eserini tavsiye etmek istiyorum. 

Berkay Yöndem

Editör: Elif Berra Kılıç

KAYNAKÇA

KAFKA, Franz(1926) , Das Scloß, 6.Basım, İthaki Yayınevi, İstanbul  

HANEKE, Michael(1997) , Das Scloß (The Castle)

Arif Nihat Asya 7 Şubat 1904 tarihinde Çatalca’ya bağlı İnceğiz köyünde doğdu. Babası Ziver Bey, annesi Fatma Hanım’dır.

Daha 7 günlükken babasını kaybeden küçük Arif, 3 yaşına kadar annesiyle beraber babaannesi ve dedesinin yanında yaşadı. Arif 3 yaşındayken Fatma Hanım, Osmanlı subayı Abdülrezzak Bey ile evlendi. Arif’in 1 yıl boyunca annesi ve üvey babasıyla mutlu bir yaşamı, Necati adında  kardeşi oldu. 1 yılın sonunda üvey babası Abdülrezzak Bey’in tayini Filistin’e çıkınca İstanbul’dan ayrılmak zorunda kalan Fatma Hanım, tüm uğraşlarına rağmen Arif’i dedesinden alamadı. Oğlunun acısına dayanamayan Fatma Hanım’ın sütü kesildi ve ikinci evliliğinin meyvesi Necati oğlunu da kaybetti. Babannesinin ölümüyle halası Gülfem Hanım’ın yanına geçen Arif, Çatalca’nın Örçünlü köyünde ilk öğrenimine başladı. Balkanların huzurunun kaçması, Bulgarların Çatalca’ya yaklaşması ve baskıları üzerine ailecek İstanbul’a göç ettiler. Arif, İstanbul’da da öğrenimine devam edip Kocamustafapaşa ve Haseki mahalle mekteplerine gitti. Hırçın bir çocuk olan Arif zaman zaman halasında, bazen de amcası Recai Bey’in yanında kaldı.

1911 yılında Yusufpaşa Gülşen-i Maarif Rüştiyesi’ne (ilkokul) başladı. 1915’te okulunu bitirdi. 11 yaşında evinden ayrılıp Bolu Sultanisi’ne (ortaokul) gitti. Arif ilk şiirini bu okulda yazdı. 1920’de Bolu Sultanisi’nin lise bölümü kaldırılınca Kastamonu Sultanisi’ne geçti. 1923’te okulundan mezun olup İstanbul’a döndü. Hayat onu, tıpkı ağaçtan kopmuş bir yaprak gibi bir oraya bir buraya savurdu. 1923 yılında İstanbul’da Yüksek Öğretmen Okulu’nda yatılı olarak eğitimine başladı. Son sınıfa geçtiğinde İstanbullu Semiha Hanım ile evlendi. Bu evliliğin sonucu 2 oğlu dünyaya geldi: Reha Uğur ve Kemal Koray. Yaklaşık 14 yıl öğretmenlik yaptı. 1934 yılında Soyadı Kanunu’nun çıkmasıyla Arif Nihat, “Asya” soyadını aldı.

İlk eşi Semiha Hanım ile ayrılan Arif, 1941 yılında Servet Akdoğan ile büyük bir aşkla evlendi. Hayatının bu dönümüne kadar kendisini yarım tanımlayan Asya, mutluluğunu şu dizelerle kaleme aldı:

Ne şiirden ne de şöhrettendir,

Mutluluk Arif’e Servet’tendir.

Mutluluğunun sebebi hanımı Servet olan Asya, en büyük servetini de o olarak görür. Adana Erkek Lisesi Fizik-Kimya öğretmeni Servet Akdoğan, Arif Nihat Asya’yla tanıştığı zaman Asya, eşinden boşanmak üzere olan 2 çocuk babasıydı. Bu durum Servet Akdoğan’ı bir hayli ürküttü. Okul zamanında gizlice dolabına yerleştirilen mektupların yanı sıra Servet Akdoğan, Ankara’ya taşınma mecburiyetinde kalınca Asya’dan gelen mektupların sayısı arttı ve yaklaşık 14 ay sürdü, bununla kalmayıp evlilik dönemlerinde bile Asya eşine mektup yazmak için yüreğini kaleme döktü.

Asya bu ayrılığa dayanamıyordu, Servet’ini istiyor, kokusunu özlüyordu. Servet Akdoğan’ın Ankara’da kalma kararını duyan Arif Nihat Asya 16 Temmuz 1940’ta mektubunda şunları yazdı ” …Belki de her şey oldu bitti ve sen Ankara’da kalmak kararına beni alıştırmak istiyorsun. Yapma Servet. Sevginin sevgi ile karşılanmasını bilen büyük gönlün bu kararı nasıl verebildi? Bu kararı muhakkak gönlüne sormadan vermişsinizdir. 30 Temmuz 1940/ Ankara’da kalmak arzunu Ankara’da daha çok lüzumum var manasına alıyorum. Nerede daha çok lüzumun olduğunu gönlüm sana anlatamadıysa, hangi dili kullanayım şaşırdım kaldım.” Sevdiğine sitem ederken bile çok nahif ve zarifti Asya. Onu kırmaktan, üzmekten çekiniyordu. Onun çekeceği cefaları kendi sırtına yüklemek istiyordu. “İyi ol Servet. İyi et Servet. İyilik et Servet. Fakat yuvamıza bir hastalık mukadderse seni bıraksın bana gelsin Servet; hastalığın, imkansızlıkların, ümitsizliğin ne olduğunu ben bilirim fakat sen bilme, hayatım.” Servet Akdoğan verem olduğu zaman Asya’nın da yüreği verem oldu. Servet’inin hastalık döneminde yanında olamayan Asya, kendine kızgın ve kadere kırgındı. “Kendine iyi bak Servet. Bunu sana kaç kere yalvararak söyledim. Üzerine titreyen ağabeyler, kardeşler, ablalar var. Ve sana onlardan daha yakın olmak için yemin etmiş, senin duyacağın küçük bir acıyı senden ve bütün akrabalarından daha derin duyan biri var ki tanırsın.

Asya zaman zaman gönlünü teslim ettiği Servet’in, kendisinin ona âşık olduğu kadar âşık olmadığını düşünürdü. Hiçbir sevginin ona olan sevgisine denk olamayacağından onu suçlamadı aslında, sadece korktu. Korkularını 30 Temmuz 1940’da şöyle özetledi “Ben senin tek başına Ankara’yı Adana’ya tercihinden, Ankara’dakileri Adana’dakine tercih ediyor şeklinde bir korkuda duyuyorum… Bunları yazarken, gelen mektubunda ciddi bir teklif karşısında kalmış olmanı söylemen ne kadar haklı olduğumu gösteriyor. Senin bir zayıf anını bulurlar Servet.” Bir başka mektubunda ise “Sen beni sevmiyorsun fakat belki sadece benim tarafından bu kadar sevilmek sana fena gelmiyor, işte o kadar.” diyordu. Asya, Servet’inin kendisinden gitmesinden çok korkuyordu. Çünkü kendini ona layık bulmuyor, onun kadar iyi biri olduğunu düşünmüyordu. Ama onunla iyi biri olacağına inanıyordu. Kendisini Servet Asya’nın iyi edeceğine çok emindi. “Seni kaybetmek korkumu, bir an unuttuğumu kabul edelim. O zaman da seni Ankara’nın parıltısından ve kalabalığından ve –neticesiz kalacak olsa bile- tekliflerinden kıskandığımı söyleyebilirim.

Bir türlü aynı şehrin havasını teneffüs edemeyen bu çift, uzaktan nişan yapmak mecburiyetinde kaldı. Asya nişan konusunda çok ısrar etti. 30 Temmuz 1940’ta yazılan bir mektupta “Düğün için istediğin şeyleri temin edebileceğim günü bekleyeceğim. Fakat serbestliğin çabuk başladığı takdirde derhal nişan ve nikâh teşebbüsüne girişmek kararındayım.’’ Sözleri ile ciddiyetini ortaya koydu. Servet’inden uzaktayken sadece eline ulaşan mektuplar Asya’yı tatmin etmiyordu, parmağında bulunacak olan bir halkayla gönüllerini daha yakından bağlayacağını düşündü. “Parmağının ölçüsünü gönder, ölürsem Servet’imin nişanlısı olarak öleyim.” diye yazdı. Vuslat mahşere kalırsa eğer onun ulaşacağı en büyük mertebe Servet’in nişanlısı olmak olacaktı. Servet’inin bu mektubuna cevabının “Sen orada yaptır, ben burada yaptırayım.” olmasına çok kırıldı Arif. Arif için gönülleri daha sıkı bağlayan bu iki halkanın, desen ve incelikte eş olması lazımdı.

Servet Akdoğan’ın ağabeyi Fikri Akdoğan’a da defalarca mektup yazdı Asya. Fikri Bey kendisinden küçük olmasına rağmen, ona sevdiğinin ağabeyi olduğu için ağabey, Fikri Bey, aziz kardeşim diye hitap etti. Bir mektubunda Servet’i isteyip, bir mektubunda yüzükleri ayrı ayrı takacak olmalarının müsaadesini istedi Fikri Bey’den. Nişan halkalarının takan çift, evliliklerini Arif Nihat Asya’nın ölümüne kadar tam 34 yıl mutlu bir beraberlik ile sürdürdüler. Bir kızları ve bir oğulları oldu. Fırat ve Murat. Arif Nihat Asya daha doğmadan çocuklarına şiirlerini yazmıştı zaten. Servet Asya’nın ailesini kendi ailesi gibi benimseyen Arif Nihat Asya, defalarca mektuplarında “Safiye kardeşimin gözlerinden öperim, ağabeyime, ablama selamlarımı ilet, beni bu aileye kabul gördükleri için çok mutluyum.” diye dile getirdiHer bayram tüm aileyi kendi evinde toplayıp gelmediklerinde “Servet, nerede bizimkiler?” dedi. Yıllarca özlemini kalbinin en derinliğinde hissettiği “aile” kavramıyla tanışmıştı Asya. Bunun için Servet Asya’ya minnettardı. Ona sadece sevgisini değil ailesini, mutluluğu bahşetmişti.

Arif Nihat Asya, Adana Erkek Lisesi’nde eşine yazdığı mektupların kendisinin vefatından sonra Sevgi Mektupları adında basılmasını vasiyet etti. Asya, Servet’ine kavuşmak için beklediği süre zarfı boyunca yaşadığı heyecanı ve sevgiyi hiçbir zaman eksiltmedi. Eşine ilk günkü gibi âşıktı. Onu bir sevgili, eş, dost, arkadaş en çok da anne gibi gördü “Ondan doğmak isterdim. Ona, bu dünyaya ayak bastığım günün hatırasını acılı bir hatıra yapmazdım. Göğsü iyilik ve güzellik emzirirdi bana. İyi bir çocuk olurdum. ‘Onun çocuğu’ derlerdi. Bu, benim gördüğüm en saf, en temiz istek ve duygudur. Bu, eşini öyle bir sevmektir ki onda anne şefkatini bulmaktır. Yıllarca hasreti çekilen anne unsurunun vuslatına sebep olmaktır. Mektuplarında Servet Hanım’a hep “kızım, güzel kızım, Servet’im, S.A (Servet Asya), Bn. Servet (Benim Servet), mert kadınım, yuvam Servet” diye hitap ederdi.

Arif Nihat Asya 5 Ocak 1975’te vefat etti. Çocukları babasının vasiyetini yerine getirmek istedi lakin anneleri Servet Asya izin vermedi. Ancak kendi ölümünden sonra basabilecek olduklarını söyledi. Servet Asya 25 Kasım 1992’de vefat etti. Çocukları 66’sı evlenmeden önce yazılmış olan mektuplara, evlendikten sonra yazılan mektupları da ekledi ve toplam sayı 97’ye ulaşmış bu mektupları bir kitap hâline getirdi.

Ne yapsalar, ne söyleseler,

Dokunuyor.

Benim ne olacağım artık,

Alnımdan okunuyor.

Boşa gitti bütün,

Elimin, gönlümün,

Gözümün emeği…

Bir yaramaz tırtıla öğretemedim,

Koza örmeyi.

Geceler dolusu emek,

Gözler dolusu yaş…

Ve ayların batışı,

Yavaş yavaş.

Ne yapsalar, ne söyleseler,

Dokunuyor.

Benim ne olacağım artık,

Alnımdan okunuyor.

Sayılıydı günlerim, bitti.

Başka dileğim yok:

Arılarla bal yap çiçek mevsiminde,

Çiçeklerle kok.

-Ne söylüyorsun çocuk, sana ne oldu?

-Ellerin toprağına gömdüm Servet’imi;

Hazineydi, define oldu.

Ne yapsalar, ne söyleseler,

Dokunuyor.

Benim ne olacağım artık,

Alnımdan okunuyor.

Elif Gökçe Demez

Editör: Gülçin Kermen

“Fikret, bütün hayatında, tahakküme, her türlü istibdada, dinî, siyasî, dünyevî, uhrevî, esaretlere isyan etmiş bir şairimizdir. Doksan Beşe Doğru ile Tarih-i Kadim, yerdeki taçla gökteki tahtın mütecaviz tahakkümüne başkaldıran bir tuğyandır.”
                                                Hasan Âli Yücel

Fikret kimdir ve niye büyüktür? Kim olduğu, edebiyat tarihçilerinin işi fakat niçin büyük olduğu onun sesine, daha doğrusu kesilmeksizin yükselttiği haykırışına en üstünkörü bir kulak verişte bile kendini ortaya koyar. Zira o bir şairden çok, Türk toplumunun “Promete”sidir.

Zincirlendiği Aşiyan’da o kadar tahammül edemediği yolsuzluklar, haksızlıklar, harpler ve kıtaller her gün ciğerinden bir parça yemiş, o da zaman zaman puslu ve boğuk, zaman zaman ise tiz ve yüksek perdeden haykırışlar koparmıştır. Bize bıraktığı en nihayetinde bir “Rübâb-ı Şikeste”den ibarettir fakat bu isim salt şairane bir imaj olmasa gerek. Fikret’in rübâbını kıran cemiyetin ta kendisi olmuş ve o, bu kırık sazından çıkardığı nağmeleri yine cemiyete sunarak ondan bir aksiseda beklemiştir. Fakat eyvah, hemen her sanatçı gibi sanatı yazgısını koyulamış ve “çorak yerde akıp gitmiş”tir.

Fikret’in hayatı -farkında olsa da olmasa da bu yalnızca bireysel hayatı değil, şahitlik etmek zorunda olduğu çağın ve çağdaşlarının da hayatıdır- onu, “Sabah Ezanında” şiirinin dinî tahassüsünden, “Târih-i Kadim”in tüm kutsalları karşısına alan modern bir put kırıcı olma rolüne sürüklemiştir. Gerçi Fikret’in asıl büyüklüğü de tam bu dönüşümde yatmaktadır. O, yaşadığı cemiyetin bütün mukaddeslerine karşı göğüs göğse mücadele etmesini bilmiş, buna teşebbüs edebilmiş adamdır. Gün gelir padişahla, gün gelir devlet ricaliyle, gün gelir yolsuzluklarla, gün gelir savaşla hatta gün gelir Tanrı’yla hesaplaşmaya doğru koşar adım ilerler. En nihayetinde bütün bir tarihi karşısına almaya da cesaret edecektir. Fikret bu yüzden büyüktür. En söylenemez olduğunu zannettiklerimizi yıkılmaz bir salabetle dile getirmekten çekinmemiştir. 

Fikret’in İstanbul’un şahsında tahammül edilemez hâle gelmiş, devasa bir ahlak sefaletine isyan ettiği “Sis” şiiri, hakikaten Yahya Kemal’in nitelediği gibi “Vicdan ve ruh elemlerinin en zehirlisi” midir? O, gerçekten de “Bir devri lanetiyle boğan şair” midir? Hiç sanmam. Fikret, bu toprakları sevmemiz için onun üzerinde gerçekleşen ve gerçekleşmeye devam eden iğrençlikleri görmemiz gerektiğini sezmişe benzer. Fikret’in çabası, akranlarından bazılarının tahammül edilemez buldukları ısrarlı söylenişi ve şikâyet edişi, “Vatanlarını yaşanmaz bulanlar, vatanlarını yaşanmazlaştıranlardır.” beylik lafına on yıllar öncesinden gelmiş bir cevabı andırır. Fikret, vatanını yaşanmaz hâle getirenlerin, onun artık yaşanmaz bir yere dönüştüğünü ısrarla reddedenler olduğunu kavramıştır. Bu vatanı yaşanır kılmak için onun yaşanmaz bir yer olduğunun kabulüne gereksindiğimizi tüm varlığıyla duymuştur. İstanbul’un güzelliğine en az Yahya Kemal kadar aşina olduğunu biliriz çünkü ona tiksintiyle bakarken bile “Hüsnünde henüz tazeliğin sihri hüveyda” demekten kendini alamaz. Fakat o, İstanbul’un aksi yöndeki tüm çabalara rağmen hâlâ tazeliğin sihrini açığa vuran güzelliğiyle tatmin olacak adam değildir. Boğazın o canım sularında riyadan, hasetten, çıkarcılıktan dalgalar gezindiğini görür ve bir kez daha bütün bir tarihi karşısına alır. Bu eski başkentin katil kuleleri, zindanlı sarayları, çatısı çökmüş medreseleri, toz toprak içindeki sokakları, gürültülü türbeleriyle kavgaya tutuşur. Çünkü bütün bunların karşısında tütmeyi unutmuş ocaklar, sefil aile evleri, öksüzler, dullar vardır ve İstanbul, bu insanlara bir lokma için bile göklere el açmaktan başka çare sunmamaktadır. Fikret, elinde olsa tevekkül denen şeyi kendi elleriyle parçalayacak adamdır.

Fikret bu kavgasından asla vazgeçmez. Aksine, her geçen gün kavganın şiddetini arttırmaya kararlıdır. Târih-i Kadim’i, bu kavgayı vardırdığı en uç noktayı temsil eder. Gerçi Refik Halit, “olmuş, olan ve olacak her şeye muhalefet” etmeyi kendi payına ayıracaktır fakat bu muhalefetin eksiksiz bir yansıması bir tek Fikret’te tecelli eder. Bütün bir Târih-i Kadim boyunca yaptığı, zaman zaman kendi toplumunun da sınırlarını aşarak bütün bir dünya tarihiyle olanca gücüyle savaşmaktan ibarettir. Tarihin bir gölge gibi cemiyeti takip etmesinden, cemiyetin de sürekli tarihteki güzel günlerin hatırasıyla yaşama isteğinden bunalmıştır. Fikret, bütün bu tarihî mirastan sıyrılıp yeni bir hayat doğurma arzusunun gebelik sancılarını çeker. Fakat niçin tarihle kavgalıdır? Çünkü onda karşı olduğu her şeyi görür. Tarih boyunca din, şehit; gökler, kurban istemiştir. Güçlü olan güçsüzü ezmiştir, kahra alkış tutulmuş, gurura secde edilmiştir. “Kahramanlık! Esası kan, vahşet!” diye acı acı haykırır. Sonunda tarihteki bütün muzaffer kumandanlara bir bakış atar ve “Ey cihangir! Utan şu makbereden!” demekten geri durmaz. Fikret, bütün bu vahşet silsilesini ve kandan ırmakları tarihin koynuna terk ederek “tagallüpsüz”, kimsenin birbiri üstünde zorla hüküm sürmediği bir geleceğin özlemini çeker. O, savaşanın ve savaşın, sultanın ve saltanatın, tapanın ve tapılanın olmadığı bir dünyanın hasretini duyan şairdir. Bu hasretini, savaşın bir asalet, saltanat sahibine hürmetin bir fazilet ve nihayet Tanrı’nın da bütün mukaddeslerin en mukaddesi olduğuna tüm zerreleriyle inanan bir cemiyette dile getirir.

Bugünden bakınca Fikret’in söylediklerini aydınlanmacılığın yalın katlığıyla, pozitivizmin ezberleriyle açıklamak her zaman için başvurulabilecek kolaycı bir çözümdür fakat Fikret bu yalın katlıkla izah edilemeyecek denli şairane bir tahassüsle konuşmaktadır. Bu şiiri Hasan Âli Yücel’in öve öve bitirememesi ve nihayet Atatürk’ün, yapılması lazım gelen bütün inkılapları bu şiirde bulduğunu söylemesi, sonraki nesillere tesiri hakkında da yeterli miktarda söz söyler.

Fikret’in Târih-i Kadim’i, Âkif’ten Ahmed Avni’ye kadar geniş bir kitle tarafından kendisine hücum edilmesine yol açar. Bunları ne kadar ciddiye almıştır, meçhul. Bir tek kendisine “zangoç” dediği için Âkif’e cevap verir. Onun kitabında bir şaire zangoç diye hitap etmek yoktur. Üstelik “Harb-i Mukaddes” şiirinde fikirlerinden geri adım atmadığına bir kez daha şahit oluruz. Bu sefer daha sert konuşmaktan da çekinmez. Dünyayı savaşa götüren herkese lanet eder: Milletlerin kumandanlarından ayet ve hadislerle milleti savaşa teşvik eden vaizlere kadar… En söylenemez bulunanları söyleme huyu yine nüksetmiştir. Bir savaşın ortasında topluma, şehitlerin boş yere öldüklerini söylemekten içtinap etmez. Şehitlerin cennette değil, Moskof Ovası’nda olduğunu haykırır. Durmaz: “Cennette değil, parçalamış na’şını itler.”

Fikret’in bugüne düşen imgesi, -yazık, çok yazık ki- birtakım “Abdülhamid dizilerinin” ve onları izlemekten keyif alan köşe yazarlarının çizdiğine bir hayli yakınsıyor. Bunda şaşılacak bir şey de yok. Fikret hayatı boyunca toplumda varlığını sürdüren o kadar çok şeye karşı savaşmıştır ki saldırdıklarından nasibini almayan, yani onu müdafaa etmeye koşacak insan kolay kolay bulunmuyor. Artık Fikret’in misyonunu devam ettiren, gördüğü her haksızlığın üstüne giden şair tipi de cemiyetimizde yok olmaya yüz tutmuş durumda. Kitap çıkarma hevesleri ve belediye etkinliklerine davet almanın cazibesi fakat her şeyden önce şiirin ulviyetine dair saplantılı fikirlere kapılıp onu asla gerçekliğe temas etmeyen bir fanusta saklama merakı bizi, Fikret’i hiç olmazsa andıracak bir şair tipinden mahrum bırakmıştır.  

Tevfik Fikret’in henüz kırk yedi yaşında, Aşiyan’daki inziva evinde gözlerini fani hayata kapatmasının üzerinden yüz beş yıl geçti. Demek oluyor ki ömrünün son yıllarında tepeden tırnağa cisimleşmiş bir kırgınlık ve kızgınlıktan ibaret olan bu büyük şairin sesi artık duyulmaz olalı bir asırdan fazla oluyor.

Onun ölümü, şairler arasından çıkacak bir Promete bulma ümidimizi kaybetmemizle hemen hemen aynı günlere rastlar. Bizim için aradan geçen yıllar aksini imkânsız kılsa da Gazi’nin şu tahassürünü paylaşmakta ne kadar mazuruz “Ben Fikret’e yetişemedim, kendimi bedbaht sayarım.” Fakat bir tesellimiz var. Fikret, -manidar ki “Promete” şiirinde- feyze ve nura müştak olan milletin meçhul elektrikçisini aradığını söylemişti. O meçhul elektrikçi Fikret’e değilse bile bu milletin imdadına yetişti. Fakat eyvah… Bir tahassürden bir teselliye geçtikten sonra yine yazıklanmaya mecburuz. O da Fikret gibi çorak yerde akıp gitti. 

Doğukan Oruç

Yeni Lisan makalesi, 11 Nisan 1911’de, 15 günde bir çıkan ve Milli Edebiyatın başlangıç noktası olarak kabul edilen Genç Kalemler Dergisi’nin ilk sayısında bizzat Ömer Seyfettin tarafından kaleme alınmış, Selanik’te yayımlanmıştır. Makalenin yazılması ve okuyucuya sunulmasıyla birlikte büyük tartışmalar çıkmış, insanlar, dilde öze dönmeyi ve sadeleşmeyi savunan bu hareketi eleştiri yağmuruna tutmuştur. Yeni Lisan makalesi, “Eski Lisan”, “Edebiyatımız”, “Milli Edebiyatımız”, “Şarka Doğru”, “Garba Doğru”, “Bugünküler”, “Hastalıklar”, “Tasfiye”, “Nasıl?”, “Milliyete Doğru”, “Tasfiyet Sarfı”, “İsimler ve Sıfatlar”, “İmlâ”, “Gâye”, “Ey Gençler” adlı 15 alt başlıktan oluşmaktadır. Makalenin temel yapısı şöyledir: Ömer Seyfettin önce bir durum tespiti yapmıştır, konu ile ilgili yanlışları, eksiklikleri belirlemiştir. Ardından bu tespitleri ile ilgili yapılması ve yapılmaması gerekenleri anlatmış, sonrasında yapılması gerekli olanların nasıl yapılacağı üzerinde durmuştur. En sonunda da çok mühim olan bu meselede, yapılması gerekenlerin kim tarafından yapılacağını anlatmıştır.

Ömer Seyfettin makaleye eski lisanın ne olduğunu anlatarak başlar. Eski dilin, artık konuşulmayan ve yalnızca kendisini düşünenlerin zevk ve idrâkine hizmet eden bir “külüstür” olduğunu söyler. Bu eski dilin tarihi, Türkler’in Anadolu’ya göç etmeleri ve bununla birlikte farklı kültürlerle ilişkiye girmeleri ile başlar. Bu göç sırasında Arapça ve Farsça birçok kelime Türkçe’ye dahil olmuş, bu durum İslamiyeti kabul etmemizle beraber artmıştır. Ömer Seyfettin bu cihetten bir gelişmenin dile çok zararı olmadığını düşünür fakat buna karşılık olarak, edebiyat ve sanat dünyasının süslenme arzusu, yabancı dillerden kuralları da Türkçeye getirmiş, dilimizin kendine özgü dengesini bozmuştur. İşte bu derginin ve makalenin yegâne amacı, dengesi bozulmayan eski Türkçeye geri dönebilmektir.
“Edebiyatımız” başlığında, bizim edebiyatımızın birbirinden farklı devreler geçirmediğini, bu devrelerin hepsinin birbirleri ile bağlantılı olduğunu söyleyen Ömer Seyfettin, bu bağlantılı devreler arasındaki ortaklığın “tabiata muhalif olma” olduğunu belirtir. Edebiyat tarihini yazanların mecburiyetten ve taklit duygusuna yenik düşmelerinden dolayı farklı adlandırmalar yaptığını söyler. Edebiyat tarihini çok genel olarak ikiye ayırır:
1- Şarka Doğru: İran
2- Garba Doğru: Fransa
Ömer Seyfettin bu iki yöne doğru gidenleri birbiri ile denk bulur. Çünkü herkesin bu taraflara yönelmelerinin temelinde şöhret olma ve iktidarlarını teyit etme vardır. Eskiden Türkçe divana sahip şairlerin mutlaka Farsça divan yazmalarını ihmal etmemeleriyle, şimdiki gençlerin Fransızca öğrenip manzumeler ve piyesler çevirmesini, bunlara rehabet göstermesini bir tutar. Bununla birlikte ona göre milli bir edebiyatımız da yoktur, oluşamamıştır. Bunun büyük nedeni içtimaî hayatımız ve “tesettür”dür. Çünkü edebiyatın temelinde şiir ve hayal sanatı vardır ve şiir dediğimiz şey çoğu zaman aşka ve sevişmeye dayanır. Araplar kadınlarla daha kolay iletişime girmiş, daha kolay muaşaka etmişlerdir. Onlara nazaran bizim İslamiyet anlayışımız kadınlarla erkekleri birbirinden katı kurallarla ayırmıştır. Hakiki aşklar yaşayamayan şairlerimiz, hayalleri ile sevişmeye başlamışlardır. Bu da beraberinde yapaylığı getirmiştir. Yazar, “eskiler” olarak nitelendirdiği ve temelini İran taklitçiliğine dayandırdığı bu grubun son temsilcisi olarak Muallim Naci’yi görür. Batı’ya ve Fransa’ya yönelen ve onları taklit edenleri “dünküler” olarak nitelendiren yazar, bunların artık taklidin ötesinde Fransız yazarların eserlerinden aşırmalar, birebir kopyalamalar yaptığını söyler. Bu isimler bizim milletimize, milli zevk ve hissimize tamamen ters düşen Fransızca şiirler yazmışlardır. Ömer Seyfettin bu aşırmaya örnek olarak da Tevfik Fikret’in Rübab-ı Şikeste isimli şiir kitabını verir:

“ … yalnız çalmışlar, çalmışlar, çalmışlar, eserlerinin isimlerini bile Fransızcadan aynen aşırmışlardır. Zira bir gün elinize Emile Bergerac imzalı bir kitap geçer ve isminin Lyre Brisee (bu kitabın ismi Kırık Saz mânâsına gelir) olduğunu hayretle görürseniz o vakte kadar zihninizde büyüttüğünüz Fikret’in meşhur kitabına kendiliğinden bir isim bulamayarak şu ufacık terkibi bile Fransızcadan aşırmağa mecbur kaldığına müteessir ve müteessif olursunuz.”[1]

Yazara göre Servet-i Fünuncular, Tanzimat’la birlikte başlayan sadeliği öldürmüşlerdir, konuşma dili ile yazı dilini birleştirmek bir yana dursun, bu ikisini birbirinden kilometrecelerce uzağa ayırmışlardır. Eski dildeki hiçbir sorunu gidermemişler, yalnızca tür adlarını –kaside, gazel, müsemmes vb.- değiştirip yerine soneleri kullanmışlar ve ortaya dağınık bir “salon edebiyatı” çıkarmışlardır. Yazar tespitlerine Bugünküler başlığı altında Fecr-i Âti topluluğunu da dahil eder. Ona göre bu topluluk da dünkülerin bir devamı olmuş, onları taklitten öteye gidememişlerdir. Fakat yine de bu kısmı okuduğumuzda Ömer Seyfettin’in umudunu bu yazarlardan koparmadığı görülmektedir. Ne zamanki bugünküler eski dili taklit etmeyi bırakacaklardır, işte o zaman bize ait yeni bir dille milli edebiyat doğacaktır.

Ömer Seyfettin genel bir kroki çizdikten ve durum tespitini yaptıktan sonra bugüne kadar millî bir edebiyat oluşturamadığımızı söyler. Çünkü millî bir edebiyat için yerli ve millî bir lisan gereklidir. Ömer Seyfettin’in bu tespiti gerçekten de doğrudur. Eğer millî bir edebiyat ortaya koymak istiyorsak bunu asırlardır var olan kendi dil, kültür ve geleneklerimizden beslenerek yapmamız gereklidir. Eski lisan hastadır, hastalıklarıysa içindeki gereksiz Arapça ve Farsça kaidelerdir. Bu hastalıklardan kurtulmadan da yerli ve millî bir edebiyat yapmak, kitaplar basıp bunları satmak da oldukça zordur. Yazar bu hastalıklardan nasıl kurtulacağımızı da söyler. Bu hastalıklardan kurtulmamızın yolunun tasfiye yapmaktan geçtiğini belirtir. Ömer Seyfettin bu tasfiyede alışılmış olan Arapça ve Farsça kelimeleri dışarda tutmamız gerektiğini söyler. Klişe olmuş, dilimize yerleşmiş kelime ve terkipler dışında gereksiz olan her şeyi dilimizden çıkarmamız gerektiğini ve yazı diliyle konuşma dilini birleştirmemiz gerektir. Ancak bunu başarabilirsek edebiyatımızı ihya etmiş oluruz. Bu tasfiyenin nasıl olacağının cevabını da verir Ömer Seyfettin, sadece biraz fedakârlıkla… Arapça ve Farsça terkiplerin sadece süs için yapıldığını söyleyen yazar, Türkçe terkip yapabileceğimizi de söyler. Bu süsten vazgeçmek gereklidir. Bu süsten vazgeçebilecek olanın ise bugünkü gençler olacağını ekleyen yazar şöyle der:
Eserlerimiz yaldızlı mukavvadan bir heykel olmasın, fikre, hisse ehemmiyet verelim. Yazılarım sâde, beyaz, muhteşem, kavî, ebediyete namzet, mermerden âbideler olsun!”

Ömer Seyfettin tüm bunlardan sonra “Tasfiye Sarfı” başlığında neler yapmamız gerektiğini anlatır. Bunları maddeler halinde sıralar:

1) Dilimize yerleşmiş olan, artık Türkçenin mahsülü olmuş olanlar hariç Arapça ve Farsça tüm terkipler atılacak.
2) Arapça ve Farsça tüm cem’ edatları atılacak ve sadece Türkçe cem’ edatları kullanılacak. İhtimâlat, mekâtib vb. yerine ihtimaller, mektepler yazılacak. Fakat yine dilimizde tabii hale gelmiş olanlar –kâinat, ahlâk, müslüman- ayrı tutulacak ve kullanılmaya devam edilecek.
3) Diğer Arapça ve Farsça edatlar da atılacak. Yine Türkçeleşmiş olan ama, şayet, şey, keşke, lâkin, nâşi, hem, hemen, bari, yani gibileri müstesna olacak ve kullanılmaya devam edilecek.

Genel hatlarıyla sade olan bu maddeleri sıralayan Ömer Seyfettin, bunları yaptığımız taktirde edebiyatımızın ve dilimizin millî olacağını belirtir. “İsimler ve Sıfatlar” ve “İmlâ” başlığı altında ise maddeleştirmemiş olsa da yapmamız gerekenleri metnin içine dağıtarak bize sunar. Biz bunları da daha kolay anlaşılması açısından maddeler haline getirelim:

4) Arapça ve Farsça nispet mânâsına sahip olan sözcüklere genellikle sıfat demek gerekir.
5) Arapça ve Farsça sözcüklerin imlâları kesinlikle olduğu gibi korunacak; Türkçe sözcüklerin imlâsında ise şimdilik “imlâ harfleri” kullanılanılacaktır ve bu konunun kesin çözümü zamana bırakılmalıdır.
6) Bu hareketi ve millî bir lisanı yaratmak için bahsedilen bu beyaz, tertemiz lisanla makaleler yazılmalı, çeviriler yapılmalı ve çok çalışılmalıdır.

Ömer Seyfettin yapılacakları dile getirdikten sonra bunları kimin yapacağı konusuna da değinir. Ona göre böyle önemli ve köklü bir değişim ancak yeniliğe açık olan beyinlerce yapılabilir. Bunu “eskiler” yapamaz çünkü hiçbir “ihtiyar” kendi mezarını kazmak istemez. Bu eskiler diye nitelendirdiği grup kesin olmamakla birlikte Servet-i Fünunculardır. Bu yenilikleri yapması için Hükûmet ve Maarif Nezaretine bırakmak büyük hata olacaktır. Siyasette yeterli olsalar da bilim ve fen konusunda oldukça geri olan bu kişiler beklenirse bu iş çok uzun sürecektir. Ömer Seyfettin bu görüşlerini yedinci Yeni Lisan makalesinde değiştirmiştir. Herkesin bu konuda yapabileceği bir şeyler olduğunu düşünür. Bu yazının başlığı ise “Yeni Lisan ve Hüseyin Cahit”tir. Ayrıca bu yazıda Maarif Nezaretinden bazı istekleri de bulunmaktadır. Bence Ömer Seyfettini ilk makalede çok kesin ve sert olan tenkitlerine bağlı kalmamıştır. Bununla birlikte incelediğimiz Yeni Lisan makalesinde yapılması gerekenleri ancak gençlerin, yani “bugünküler” olarak adlandırdığı kişilerin yapabileceğini söyler. Ömer Seyfettin, bütün  dünya tarafından siyasi ve içtimaî varlığı silinmek istenen bir milletin kurtarılması gerektiğini ve bunun ancak gençler tarafından yapabileceğine inanır. Milli bir lisan olmazsa ilim, fen ve edebiyat bugünkü gibi muammada kalacaktır. Bu muammayı bugünkü gençler, eskilerin yaptığı gibi taklitle değil özgün bir şekilde yapacaktır. Bunu yaptıkları taktirde herkes yazdıklarını okuyacak, kitapları çok satılacak ve zengin olacaklardır.

Tüm bunlardan anlıyoruz ki Ömer Seyfettin tasfiye konusunda çok katı değildir. Onu önceki muadillerinden ayıran da bu katı olmayışıdır. Çünkü Ömer Seyfettin bazı kelimelerin artık bizim mahsülümüz olduğunu, bu kelimelerle birçok deyim ve atasözü oluşturduğumuzu, onların bizim kültürümüzle bağdaştığını biliyordur. Mehmet Kaplan’ın da örnek verdiği akıl kelimesi buna en güzel örnektir. Dilimize oturmuş, artık Türkçeleşmiş kelimeleri muhafaza etme ve sadece lüzumsuz olanları, iğreti duranları, yalnız süs ve taklit için kullanılanları kaldırmak fikri oldukça mantıklıdır. Nitekim bu hareket meyvelerini yavaş yavaş vermiş ve millî edebiyatın başlangıç basamağını oluşturmuştur. Burada önemli konulardan birisi bu makalede, millî edebiyat ve sade lisan kavramları üzerinde sıkı sıkıya durulmasıdır. Ömer Seyfettin’in bu yazısı, millî edebiyat için adeta bir çağrıdır ve bu edebiyatın doğuşu için bir kıvılcım niteliğindedir.


[1] Ömer Seyfettin, Genç Kalemler, c. II, nr. 1, 11 Nisan 1911, s. 1-3

Biz eski zamanlarda yaşamalıydık,
Hem değeri vardı o zamanlar sevdanın.
Soylular eğiliyorken önünde kirli esvaplarımızın,
Coşkusunu anlatmalıydık Paris’teki o anların.
Bize bakarken mutsuzlar, imparator ve yağmalanan köşkler,
Dilimize dökülmeliydi yasaklanmış tüm kelimeler
Ya da bir serseri olmalıydım Bastille’in zindanında
Yahut bir burjuva, talan edilmiş bulvarlarda.

Biz eski zamanlarda yaşamalıydık,
Değeri bilinen zamanlarda aşkların,
Kol gezdiği günlerde bile vebaların
Tutulmalıydık en karasına sevdaların.
Evinde beraber uyurken bir Cenevizlinin,
Anahtarını bulup zincirini çözmeliydik denizin,
Meşke dalarken Beyoğlu’nun konağında,
Azgın köpeklerden kaçmalıydık Pera’nın sokaklarında.

Biz eski zamanlarda yaşamalıydık,
Değeri bilinen zamanlarda sevdanın.
İki seyyah olmalıydık ilhamını veren Polo’ya,
Amacımız yolculuk olmalıydı Hindistan’dan Burun’a,
Acısı ağırlaştırırken bedenini yorgun Dante’nin,
Şahidi olmalıydık serpilişinin maşuku Beatrice’nin.

Ben eski zamanlarda yaşamalıydım.
Sevda bir cıvıltı,
Zamanın korularına yabancı.
Yabancı bir ses yadırgıyor çağını,
Anlattığım o kadınlar da masalsı,
İnce ince dallar gerçeklerin ormanında,
Artık birer resen kadınların saçları.

Meftunum sana ecem!
Yalnız eski zamanlardan ateşimin harı,
Sen tuttursan da şimdiki zamanların şarkısını.

Bizler; milletçe eleştirenleri görmezden gelen, övenleri ise göklere çıkaran bir yapıya sahibiz. Belki de buna milletçe demek yanlış olur, çünkü insan; yapısı gereği ferdiyetçidir, övgüden hoşlanır, en hoşgörülü olanın dahi tahammülü bir raddede son bulur. Peki ya bu hoşgörüsüzlük insana ne
yaptırabilir? Mesela eleştireni öldürtebilir mi? Günümüzde münekkitler yalnızca hapis cezasıyla kurtulabiliyorsa da(!) Nef’î o kadar talihli değildi. Bir hiciv ustası olan Nef’î, aynı zamanda da kaside üstadı olarak anılırdı. Yani aynı kişinin tek sözü hem sizi göklere çıkarabiliyor, hem de yerin dibine sokabiliyordu. Ve bu tamamen onların yaptıklarına bağlıydı. Gözünü budaktan sakınmayan, haksızlıklar karşısında susmanın ne olduğunu bilmeyen Nef’î; padişahtan devlet adamlarına, feleğinden babasına kadar her şeyi hedef almıştı ve korkusuzca eleştirmişti. Hasankale’de doğup
sefalet içinde büyüyen Nef’î, kendisini ve ailesini terk edip Kırım Hânı’nın yanında bolluk içinde yaşayan babasına şu mısraları yazmıştı:

“Saâdet ile nedim olalı peder Hân’e
Ne mercimek görür oldu gözüm ne tarhâne
Peder değil bu belâ-yı siyâhtır başa
Sözüm yerinde nola güç gelir ise Hân’a”

Son mısrasında söylediği gibi “Sözü Hân’ın gücüne gitse de yerindedir.”
Bu mısrayı onun şiirinin temel ilkesi olarak addetsek yeridir. Çocukluğu hakkında başka bilgiye sahip olmadığımız Nef’î, İstanbul’a gelip katiplik yaptı. Şiire olan istidâdı sayesinde saraya yakın olan Nef’î, 17.yüzyıl gibi, Osmanlı’da sanat anlayışının gayet yüksek olduğu bir dönemde en önde gelen şairler arasındaydı. Müthiş kasideleri sayesinde müthiş takdirler gören ve ihsanlar alan Nef’î, neredeyse bütün çağdaşları gibi İranlı şairlerden etkilenmişti. Namık Kemal’in: “İran kervanlarımızı soyanların en cesurudur.” dediği Nef’î, kendini İran şairlerinden üstün görürdü:

“Benimle hemzebân olmaz ne Firdevsî ne Hakânî”

Türk şairlerden de “şairlerin sultanı” olarak bildiğimiz Bâkî’nin gazellerine hayrandır. Buna karşın gazelde o kadar başarılı değildir.

Nef’î ile ilgili bu yazıda değineceklerimiz ne kasidesi ne de gazelidir. Başta belirttiğim gibi edebiyatımızda gereken değeri görmediğini düşündüğüm hiciv, konumuzun temel unsurudur. ‘Kaza Okları’ manasına gelen Sihâm-ı Kazâ adlı şu anda önümde duran eseri, eskiyip sararmış yapraklarını
çevirirken bana bir şeyler yapabilecekmişim hissi veriyor. Fakat eserdeki şiirlerin her bir kelimesi o kadar güçlü ki, Nef’î dahi bunlarla bir şeyi değiştiremediyse ben nasıl yapabilirim demekten de alıkoyamıyorum kendimi.

Bu büyük şairin, bu dürüstlük şehidinin günümüzde hâlâ çokça kişi tarafından bilinen hicivleri mevcuttur. Bunlardan Şeyhülislam Yahyâ ile olanı en meşhurudur diyebiliriz:

“Şimdi hayli sühan veran içre
Nef’i mânendi var mı bir şâir?
Sözleri sebâ-i muallakadır
İmrulkays kendidür kâfir”

Bu dört mısrada kâfirlikle itham edilen Nef’î’nin cevabı ise şöyledir:

“Bize kafir demiş Müfti Efendi
Tutalım ben ana diyem Müselman
Varıldıkta yarın rûz-ı cezâya
İkimiz de çıkarız anda yalan”

Bu ikili arasında buna benzer mülâtefeler sürüp gider. Nef’î’nin ölümüne müsebbib şiiri ise Gürcü Mehmed Paşa’ya yazdığı “a köpek” redifli hicivdir:

“Ehl-i dil düşmanı din yoksulu bir mel’unsun
Öldürürlerse seni can be cehennem a köpek”

“İ’tikadımca gaza eyledim inşaallah
Hak bilir yok yere ben kimseye söğmem a köpek”

gibi beyitler içeren bu şiirden sonra onun yanında kalan tek hâmisi IV. Murat da daha fazla tahammül edememiş ve ölüm emrini vermişti. Büyük üstadı Tevfik Fikret’in kendisi için yazdığı mısralarla anıyorum:

“Öyle bir nehr-i muazzam gibi cûş etmişsin
Fakat, eyvâh, çorak yerde akıp gitmişsin!
Sana bir başka zemîn, bir başka zamân lâzımdı,
Sana bir âlem-i lahut nişan lazımdı”

Mehmet Ali DEMİR