Öncelikle yazının konusunu oluşturan soruyu sorarak başlayalım: Sizce kuruluş devrinde Osmanlı Devleti teknolojik olarak Avrupa’dan üstün müydü? Cevabımız genel itibarıyla hayır. Yükseliş devrinde üstün müydü, diye soracak olursak cevabımız genellikle evet.

Peki kuruluş devrinde Osmanlı neden Avrupa’ya üstün geldi, sorusunu daha yakından incelersek cevabımızı bulabiliriz. Kuruluşunda Osmanlı Devleti, Selçukî Devleti’nin Anadolu’daki bakiyesi üzerinde kurulmuş ve kendini, kardeş olarak bilip, kardeş olarak addettiği devletçiklerin ortasında bulmuştur. Kardeşlerine saldırmak yerine köhnemiş ve neredeyse Marmara Bölgesi ile sınırlı kalmış Bizans İmparatorluğu üzerine yürümeyi tercih etmiştir. Bu dönem Avrupası’ndaki yozlaşmayı ve köhnemişliği çok ama çok iyi kullanmıştır. Balkanlar’a yürüdüğünde zaman zaman karşında Haçlı İttifakı bulsa da Avrupa ordusunda elit birliklerin çok az olması ve karşısında neredeyse tamamıyla elit olan ve devşirme olup sadakati sadece padişaha ait olan bir ordu görünce yenilmekten kurtulamamıştır.

Avrupa’nın yenilme sebebi sadece köhnemişliğinden değil aslında skolastik düşünce ve mezhep kavgalarından da gelir. İznik Konsülü’nde, Avrupa adeta kendine bir din yaratmıştır. Her ne kadar “yaratılan” bu dine karşı gelenler bertaraf edilmişse de asla tam manasıyla ortadan kaldırılamamıştır. Meşhur söylentide yer aldığı gibi Türkler, İstanbul kapılarına dayanmışken İstanbul ve Avrupa halkı, meleklerin cinsiyetini tartışmaktadır.

İstanbul’dan bahsederken sorumuzun diğer kısmına gelecek olursak Yükseliş devri Osmanlısı teknolojik olarak Avrupa’dan üstün müdür, cevabımız evet. Osmanlının üstünlüğünü getiren şey ise Ali Kuşçu gibi bilginlerin himaye edilmesinden ve geçmiş bilginlerden olan Biruni, İbni Sina gibi isimlerin bakiyesine sahip çıkılırken Helen, Rum bilim ve sanat bakiyesinin de devam ettirilmeye çalışılıp devletin bilim ve sanatı himaye ettiği gibi çalışma alanı da yaratmasıdır. Neredeyse Fatih’ten itibaren ortaya çıkan Enderun Mektebi, Topkapı Sarayı’na binlerce şair, aşçı, bilim insanı ve şair tipte yetişmiş insan temin ederken mektebin en yüksek mevkisi bizzat sarayın içindedir. Yani devlet başkanı ve vüzera okula bu kadar yakındır. Hatta günümüz modern Müslümanının portresini yüzlerce yıl öncesinden çizen Fatih 2-3 farklı yabancı dil bilmekle kalmayıp yaşadığı zamanın dünyasına tam anlamıyla vâkıf olmaya çalışmış, bunun sonucu olarak Avrupa’dan istediğini bulamayan Macar Urban’ı himayesine alıp İstanbul’un fethinin kapısını açan en önemli adımlardan birini atmıştır. Hatta bununla da kalmayıp bazı rivayetlere göre topun menzilini bizzat Fatih hazırlamıştır. Fatih hakkında Bizans’ın son başveziri olan Grand Dük Loukas Notaras’ın şöyle dediği rivayet edilir “Dinimizi boğmak için dinimizi, dilimizi boğmak için de dilimizi öğrendi.” 4. Haçlı Seferi’ni hiç ama hiç unutmayan Grand Dük, Konstantinopolis’te Latin külahı görmektense Türk sarığı görmeyi tercih etmiştir. Bu söz her ne kadar “modern Müslüman” portresi örneği olsa da aslında Avrupa’daki yozlaşma, cehalet ve çatışmaların abideleşmiş bir simgesidir.

Burada şunu da belirtmek isteriz Devlet-i ‘Aliyye’nin başarısı Avrupa’nın köhnemişliğini kullanmıştır ama sadece bununla açıklanması haksızlık olur. Çünkü Osmanlı, yaklaşık olarak İnebahtı mücadelesine kadar hemen hemen her anlamda Avrupa’dan katbekat üstündür. Ta ki İnebahtı’da Osmanlı’nın yenilebilirliğini anlayan Avrupa’nın 1699’da içindeki tüm ikilikleri ve çatışmaları neredeyse tamamıyla bitirip Osmanlı’ya “biraz da şansının yardımıyla” ilk darbeyi indirene kadar. Bu darbeden sonra Avrupa, sokak lambası gören sivrisinekler edasıyla Osmanlının üstüne çullanmış, önce onu hasta etmiş, sonra tam öldürecekken Türk milletinin direnişiyle bu son saldırısından vazgeçip kaderine razı olmuştur. Fakat İstanbul’un fethini ve Ayasofya’yı, rahmetli Halil İnalcık’ın deyimiyle hiçbir zaman unutmamıştır. Bu sağlam yumruğu çenesinin tam üstünde bulup sendeleyen Osmanlı, rakibinin üstünlüğünü kabul etmiş ve nakavt olmamak gayesiyle 1921 Sakarya’ya kadar devamlı kollarını yüzüne tutup savunma gayesiyle hareket eder olmuştur.


Güneş doğudan doğmuştur fakat gurup vakti gelmiştir ve yüzü artık Batı’ya yani güneşe dönme vaktidir. Bu tarihten itibaren Osmanlı, artık Avrupa’yı yakalamak maksatlı hareket eder olmuştur. Fakat bu yakalama isteği Fransız ve Sovyet İhtilalleri’nde olduğu gibi alttan başlayan bir hareket değil, tepeden inme yani padişah ve vüzeranın isteğiyle yapılmaya çalışılan ve halktan gerekli desteği bulamadığı gibi adeta günümüz Türkiye’sinin de kronikleşmiş bir sorunu hâline gelen yozlaşma kültürünün ilk adımı olmuştur.

Bu yozlaşma kültürünü aslında şöyle açıklayabiliriz: Başlarda sadece askerî alanda ve Avrupa’yı yakalamak gibi masumane bir şekilde başlayan teknoloji transferi, yanında kültürünü de getirdiği için Osmanlı halkı yepyeni bir kültür şokunu ve Avrupa’nın üstün duruma geçmesini kaldıramamıştır. Avrupa’yı yakalamanın en önemli yolu olarak eskiye dönmeyi ve dönerse ancak rakibini tekrardan yenebileceğini düşünmesiyle ve düşündürtülmesiyle her alanda yeniliğin önüne set çeker hâle gelmiştir. Bu set çekmenin en önemli aktörleri bizce dini bilmeyen (“Dinini tilkiden öğrenen kişi, kümesten tavuk çalmanın haram olduğuna asla inanmaz.”) din adamları, yeniliklerin karşılanmasının gereği olarak aşırı vergi yükü altında ezilen halk, yeniliğe ve yenilikçilere her daim “bir şekilde” düşman kesilen ve en ufak bir eksiklikte kazan kaldıran, sayıları artınca yozlaşmanın da etkisiyle maaşı verilemeyen yeniçeri sınıfıdır. Nitekim bu teknoloji transferinin yaratacağı şok hiçbir zaman hesaplanmamıştır.

Yeniliklerin getirilmesinde atlanan bir nokta da insan faktörüdür. Her ne kadar Kont Dö Boneval ve Baron De Tott gibi mühtediler yani sonradan Müslüman olan kişiler de getirilse bu asla yeterli olmamıştır. Burada yakalanması gereken nokta şudur; günümüzde de olduğu gibi 1699’dan 1921’e hatta 2020’ye kadar Avrupa’yı yakalamak adına çalışan Osmanlı ve devamı olan Türkiye Cumhuriyeti, aslında kendini yani eski ihtişamını yakalamaya çalışmaktadır. Bu yüzden konu başlığında da söylediğimiz gibi 1699’dan beri günümüz Türkiye’si de dahil kendini aramaktadır. Fakat bulması hiç olmadığı kadar zordur çünkü Avrupa’da Rönesans denilen dönemden itibaren süre gelen devinimli ve birikimli bir yenilik ve sürekli bir değişim ve gelişim hareketi olmaktan çok bir sabah uyanıp “Biz bunu, bunu yanlış yaptık. Avrupa’da şöyle idi, hadi biz de böyle yapalım.” düşüncesi ve hareketinden ibaret olmuştur. Bunun en güzel örneklerinden biri fes modasıdır.

Fes aslında ilk olarak Yunanistan’da ortaya çıkmıştır. Fakat Avrupaî oluşundan mütevellit yüzyıllardır sarık saran Osmanlı ahalisi, sarığı çıkarıp fesi takınca Avrupalı olacağına inanmıştır ama şunu hiçbir zaman anlamamıştır: Mesele feste değil altındaki kafadadır.

Günümüz Türkiye’sinde de tartışılan konularından biri olan Atatürk devrimleri bu mahiyettedir. Yani “Halka rağmen halk için.” Fakat Atatürk’ün, geçmiş dedelerinden ayrıldığı bir nokta vardır. O, yaptığı devrimi şehir şehir gezerek yaşadığı, yönettiği topluma izah etmeye çalışmıştır. Bunda başarılı da olacaktır çünkü Avrupa’yı yakalatmaya çalıştığı milletine, inkılabını açıklayıp o inkılabı halkının takdirine sunmuştur. Fakat hiçbir Osmanlı padişahı “biraz da şartların getirdiği ölçüde” V. Mehmed Reşad’ın bazı illeri gezisi dışında savaşlar hariç İstanbul dışına çıkmamış hatta bir zaman sonra ordunun başında sefere dahi gitmeyip onların sorunlarını İstanbul harici birinci ağızdan asla dinlememiştir. II. Mahmud’un inkılapları gibi Avrupa’yı yakalama hevesiyle yapılan değişiklikler pantolon ve fes giyme mecburiyeti gibi zorunlu tutulmuştur.


Sonuç olarak derdimiz kimseyi eleştirmek değil bilakis 1699’dan başlayarak süre gelen Avrupa’yı yakalama telaşesinin aslında kendini yakalamak telaşesi olduğunu anlatmaya çalışmaktır. Şunu hiçbir zaman unutmamalıdır ki geçmişi unutan geleceği inşa edemez. Hiçbir millet, geçmişini unutarak ve yok sayarak tarihî olayları yaşandığı zamandan ayırıp, günümüz şartlarında değerlendirip, yapılanları karalayarak bir şey elde edemez.

Günümüz Türkiye’si geçmişiyle hesaplaşma hevesinden vazgeçerek ve bu heveste olanlara asla fırsat vermeyerek, içindeki anlamsız çatışmaları bitirerek, bir nevi geçmişiyle barışarak, güneşi yeniden doğudan doğdurabilir.


GÜNEŞİN TEKRAR ÜSTÜMÜZDE DOĞDUĞU bir Türkiye dileğiyle…

Hakan Gökberk Kuru

                                                                                     
0 cevaplar

Cevapla

Want to join the discussion?
Feel free to contribute!

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir