Ciğerdelen’i ilk okuduğum dönem, hayatımın içinden çıkamayacağımı düşündüğüm bir kuyuya düşmüşlüğüne denk gelmişti. Bitkin, bıkmış ve vazgeçmiştim. Küçük Yusuf, daha peygamber olacağını bilmezken sevgisizliğin acısı o kuyuda yüzüne çarpmıştı hani. Epey yalnızdı ve düşünüyordu. Kuyudan çıkmayı değil de o kuyunun taşlarından biri olmayı. Öyleydim ve kitap ruhen beni çok yaralamış, bu yüzden birkaç gün epey hâlsiz gezmiştim. Sonra Safiye Erol’un bu kitabı yazarken defalarca hastalandığını, bayıldığını öğrendim. Hak verdim ve ciğerimi deliveren aşkı görün dedim ben de…

Aradan yıllar geçip zaman zaman bu kitabın sayfaları arasına başımı usulca bıraktığımda ilk okuduğumdan daha farklı düşüncelerle mücadele vermeye başladım. Çünkü ilkinde İbrahim’in iman şövalyesi olması gibi kendimi inandığım değerler üzerinden iman şövalyesi ilan etmiştim. Evet ben de oğlunun kurban olmayacağına emin olan İbrahim gibi olmak istiyor, Türk milliyetçiliği mefkûresine adanmış ömrümü vatanın her köşesinde bu imanı yayarak geçirmek istiyordum. Zaman geçti; içimizden Hürriyet Kasidesi okuyarak denize uzun uzun baktığımız günlerden, ‘’bu vatandır dağıtır aleme ilm-ü edebî, ne bela çektiysek bu vatandır sebebi’’ çizgisine geldik… Buna da şükür.

Ee Mişa Dirahşan, ciğer miğer aşk meşk dedin vatan edebiyatı parçalıyorsun diyecekler için hemen girizgâh yapayım. Ciğerdelen’i okuyan farklı görüşteki arkadaşlarımdan şöyle bir eleştiri aldım. Ciğerdelen’in bir millî mefkûre kitabı olmadığını ve oradan bir Türklük bilinci çıkmayacağını söylediler.

Bakalım neymiş ne değilmiş bu Ciğerdelen meselesi. Sürpriz kaçıran vardır bu yüzden okumayanlar son paragrafa inebilirler…

Kitap, Alman edebiyatında birçok postmodern eserde gördüğümüz akışa sahip. Canzi ve Turhan’ı okuyoruz en başta. Canzi, Haşmet gibi bizlerin “boş çar” olarak tanımadığı bir adamdan kurtulmak üzeredir ve Turhan Canzi’ye deli gibi âşık olmuştur. Gelin görün ki Turhan’ın takıntılı, kıskanç ve benmerkezci tarafları Canzi’nin, Turhan’la zamanında aynı yerde yaşadığını öğrendiği dedelerinden dolayı gösterdiği müsamahayı baltalar ve hikâye içinde hikâyelere geçiş yaparız.

Bir yiğitlik hikâyesi olan Sarı Sipahiler’i okurken büyük Osmanlı’nın küçük neferlerinin ateşten gömlek giyişlerini adeta izleriz. Arkaya “Baş Bir Yana Leş Bir Yana” koyarak okunabilir bu kısım, tavsiyemdir. Dededen kalma bir kılıcım var onu alıp hemen yatağın baş tarafına asmıştım. Kitapta da zaten “Dedelerimin kılıcı başucumda asılıdır” diyordu Canzi. Çünkü o bir yiğitlik destanı içinde büyümüş ve sonrasında Türk Cumhuriyeti’nin kuruluşuna tanıklık etmişti. Yani onun kafasında dedesi Mustafa Durakça ile Mustafa Kemal Atatürk aynı hissiyatla çarpışan iki adaş, iki Türk yiğidiydi.

Ciğerdelen hikâyesinde ise… Evet Ciğerdelen kalesini koruyan Mustafa Durakça ve ailesi yıllarca büyük bir sabırla Türklük ve Müslümanlık üzerine sempatik bir taraf olmuş, sevip sayılmışlardır. Hikâyenin alengirli olması için Mustafa bir “gâvur” kızına âşık olur. Mustafa’yı neredeyse insan-ı kâmil yapacak bu kız eninde sonunda konağa gelir ve adına “Cangüzel” derler. Ölüm döşeğinde bile tek düşünülen kişidir Cangüzel. Buraya kadar klasik Müslüman-Hristiyan aşkı olan kısım, Cangüzel’in hamile kalmasıyla bir çıkmaza girer çünkü Cangüzel hamile kaldığını bilmeden evdeki kurallara isyan eder. Kadınlar rahatça dışarı çıkamamaktadır. Niye? Sürekli bir iş buyrulmaktadır. Neden? İstediği vakit kocasını bulamamaktadır. Saçma? Dolup taşıyordur Cangüzel ve hamile olduğunu öğrenince büyük bir sükûnetle çocuğunu bekler. Bence hikâyenin okuyan herkese “öylesine” geçtiği kısmı da burasıdır. Burada bir Oedipus sendromu görürüz. Anne ve oğul Sinan (çıyan Sinan diyelim) adeta birbirlerine âşık, birbirlerinden kopamaz hâldelerdir. Hele de kocası öldükten sonra Cangüzel oğlunu paylaşamaz hâle gelir. Sinan da annesini avucunda bildiği için onun bu hassasiyetini kullanır ve dedeye karşı bir tutum geliştirir. Bu, sanırım evin otoritesine alınan bir tutum, çünkü babası yerine geçen kişi odur. Cangüzel Sinan’ın büyüdükçe değiştiğini, kendisini görmezden gelip yok saydığını, kadınlarla olan gevşek ilişkilerini gördükçe kahrından hastalanır ve oğluna hasret ölür. Bir aşkın ölümü başka bir aşkı doğurmalıdır ve bu sahnede, Cangüzel’in ruhundan bir parça aldığına inandığım Zühre dahil olur. Zühre ve Sinan gayr-i meşru bir aşk yaşarlar. Zühre güzeldir, küçüktür fakat inanılmaz bir fikir dünyasına sahiptir. Ancak bu genç kız, gittikçe tasavvufa yönelirken bile kendini bu “aşk” diye nitelendirdiği belanın büyülü dünyasından alamaz. Sinan evlendikten sonra bile onu evine almaya devam eder. Hatta bir çocukları bile olur. Sinan’ın karısı ve çocuklarıyla da sık sık karşılaşan Zühre büyük bir sınavdan geçer. Burada bir metres hayatı var sanabiliriz ama bu hikâyede bilinen bir şeyin dillendirilmeden yürütülmesi söz konusu. Burada da şu eleştiriyi yapabiliriz. Toplum ahlaksızca nitelendirilen bir eylem söz konusu olduğunda eylemi gerçekleştiren kişilerin konumuna göre “Bu ahlaksızlıktır” bildirimini yapıyor. Yoksa titreşim gönderemezsiniz diyor.

Hikâye, Zühre’nin Ciğerdelen Kalesi’ni düşmandan korurken, Sinan’ın kaçışını görmemizle suret değiştirip bitiyor. Tekrar Turhan ve Canzi’ye dönüyoruz. Atatürk’ün Kocatepe’deki fotoğrafının önünde konuşan Turhan ve Canzi bu vatanın çocukları için, o kaleyi Zühre’yle beraber koruyanların torunları için çabalamaya ve varlarını yoklarını bu huzurda tüketmeye hazır görünüyorlar. Onların o hâlini tasvir ederken zihnimde minik bir tebessüm oluyor her seferinde. Evet, hikâyede Turhan oldukça sıkıntılı bir karakter fakat kendisi de ne kadar yanlış davrandığını fark edip düzeliyor. Safiye Erol her kitabında, ideal Türk’ün vazifesini en düzgün yapan kişi olduğunu söylüyor. Kendisini de yazdığı eserlere bakarak ideal Türk ilan etme görevi bize düşüyor.

Bu kitap, içinde psikoloji ve sosyoloji alanlarından çok fazla şey barındıran girdap gibi bir konuya sahip. Sanırım bu yüzden de okumak biraz uygun ruh hâli gerektiriyor. Ruh Adam’da Yek’i görünce hissettiğimizi Sinan Zühre’nin kapısına gelince hissediyoruz. Aşk var mı bu ilişkide derseniz sanmıyorum, tutku belki. Sinan öyle megaloman bir karakter ki sadece birine âşık olma fikrine âşık olabilir. Bu hikâyede bir tane âşık var o da “Ben seni ölüm döşeğinde bile taşırım Cangüzel’im” diyen Mustafa Durakça. Sevdiğim ise vicdanımın ta kendisidir, diyor Safiye Erol. Yine Alperen Alparslan Gözen diyor ki: “ekmeği unuttum, ölmeyi unuttum / bakışların hatrımın tümü Leyla” Sevmenin rezilce korkulu olduğu bir çağda yüreğini hissetmek isteyenlerin kitabı şöyle bir köşeye çekilerek bir Keşan güzeli sesinden okunuyormuşçasına Bozdoğan dinleyerek okumalarını tavsiye ediyorum. Bir de Pususu Allah Kadar Tek şiirini okusunlar. İkisi bir arada olunca tadına doyulmaz.

Bahsettiğim gibi zamanla değişen fikirlerim oldu Ciğerdelen’le alakalı ama hâlâ iman etmekten vazgeçmiyorum ki Türk milleti kendi ruhundan, etinden, kanından meydana getirdiği bağımsızlık mücadelesi ve onun transformatörü Mustafa Kemal Atatürk’ü daha yüzyıllarca anlatacak, belki ucunda kıyısında bir gün bizim ismimiz de bu mücadelenin devamı için çabalayanlar arasında parlayacak. Arkadaşlar:

Yıkılmayın Sakın.

Mişa Dirahşan’dan üstünde uzun kaşe mont, elleri, cebindeki muştayı tutarak gezdiği günlere bir hatıra olsun bu yazı. Korkunun nabızlarını sayan Kemal Tahir’e de selam olsun; ezilip kalmak, sefil bir sokak kedisi gibi ölüp gitmek, ufalanmak korkusu. Üstadım, bir şeref madalyası gibi seninle aynı korkuları taşıyorum ve arttırıyorum. Bir gün hesap soramama korkusu…

Mişa Dirahşan

Editör: Ekrem Müftüoğlu

Ben silahlarımı gömdüm. Gömeli de çok olmadı ama ne zaman gömdüğüme dair tam bir tarih veremiyorum çünkü anımsamıyorum. Silahlarımı nereye gömdüğümü de hatırlayamıyorum, oysaki üstünden çok vakit geçmedi ve kanımda da herhangi bir yabancı madde yoktu. Bir çiçek bahçesine mi gömdüm yoksa köpeklerin pislediği bir ağaç dibine mi? Denizin akıntısına mı bıraktım diyeceğim ama hayır, emin değilim. Eve geldiğimde salonda yorgunluktan uyuyakalmışım. Sabah uyandığımda tırnaklarımın arasında kahverengi toprak kalıntıları görür gibi oldum. 

Gömdüklerim ruhsatsız olsa bile bana kendimi güvende hissettiriyordu. Tabii ki onların başıma açabileceği problemler daha yüksek orandaydı ama kendimi güvende hissettiğim o kadar az an vardı ki, bu tehditler benim için önemsizdi. Belki de artık o kadar fazla alışmıştım ki tehdit altında yaşamaya, bu bana zevk vermeye başlamıştı, bundan beslenir olmuştum çünkü tek besinim buydu. Ya doymaya bakacaktım ya da… İkinci bir şansım yoktu.

O dönemde büyük ithamlarda bulunuyorlardı bana karşı. Taşı çok da uzaktan beklememek gerek, samimi olduğunu düşündüğüm insanlardı birçoğu. Gramer yapısı soru cümlesi şeklinde olan ama kendi içinde kesin bir sonuca vardırılmış cümlelerle geliyorlardı bana. İyi niyetle söylüyorlardı ilk başta, bence. 

Hata yapmamam için bana yardımcı oluyorlardı ama benim adıma karar vererek, ne yapmam gerektiğini söyleyerek olmamalıydı bu. Bırakın ne yapmam gerektiğini, ne hissetmem gerektiğini bile söyleme hakkını kendilerinde bulmuşlardı ve bu işler böyle ilerlemiyordu, ilerlememeliydi. Eğer yanınızdaki her kim ise ve ona yardımda bulunmak istiyorsanız ona bir şeyler söylemeyin. Ona kendini sorguda hissettirmeden sorular sorun. Cesareti olmayabilir yüzleşmeye, kendine soru sormak istemez bu yüzden. Hâliyle cevap da bulamaz, sağdan soldan kopya çekerek, belki biraz da kaydırma yaparak kendi kaderine işaretlemeler yapar. Ona, doğru soruları sorup, verdiği cevapları yargılamadan kendi cevaplarını kendi içinde bulmasını sağlayın. Sadece bu şekilde pişman olmayacağı kararlar verip uygulayacaktır.

Ben, bahsettiğim o geçmiş dönemde yaptığım herhangi bir olayla şereflenmeyi, gurur duymayı tercih ederken onlar rezil olduğumu iddia ediyorlardı. Tabii ki tercih meselesi ama ben başkaları sayesinde zirvede olmak yerine kendi ellerimle çukura inmeyi tercih ediyordum hep. Çünkü sonrasında pişman olmak beni daha çok yoruyor. Keşke kendi bildiğimi yapsaydım demek beni acıtıyor. Yahut, “İnsanlık hâlidir, bazen çıkar ağızdan öyle, senin yüzünden oldu.” demek istemem kimseye. He böyle anlatıyorum diye de ketum sanmayın beni. Arkadaşlarım beni çok iyi tanır, her durumumu bilirler. Asla saklamam olanları, duygularımı. Belki de hatayı burada yapmıştım. Her şeyimi bilmelerine gerek var mıydı? 

Silahlarımı gömmeyi öğrendim de kinimi ve sevgimi gömmeyi öğrenemedim. Gidiyorum bir ormana. Derince kazdığım bir deliğe tüm hislerimi kusayım, sonra toprak, kireç her ne varsa örteyim üstünü. Yağmur, sel gibi herhangi bir doğa olayında gün yüzüne çıkmasınlar ya da bir deniz kenarına gideyim. Gerçi ben denizden oldukça uzakta yaşıyorum. Ben de göl kenarına giderim o zaman. Çok büyük olmasa bile dertlerimi dinleyemeyecek kadar da küçük olmayan göletler biliyorum burada. Bana atılan iftiraların hepsini bir bataklığa mı bıraksam acaba? Gerçekten dizilerde gösterildiği gibi üzerine atılan her şeyi içine çekiyor ve içinden çıkartılamıyor mu? Eğer böyleyse işimize yarar. Ben gideyim bir bataklık bulayım. Bir daha buralarda görünmezsem bilin ki tüm kinimi kusmuşumdur bir ormana, toprağa, denize, göle, yok yok… Bataklığa. Eğer geri dönersem bilin ki yazarak kusmaya devam edeceğim bitmek bilmeyen kinimi, hüznümü.

Neslihan Demirel

Editör: Elif Berra Kılıç