İsmail Gaspıralı Bey Üzerinden Çokkültürlülüğe Modern Bir Bakış
Bir zamandır insanların hapsedildiğini düşünüyorum. Siyasi sınırlara değil, fikrî ayrımcılığın yarattığı tesire laf söylüyorum. Öyle bir iklimin kurbanı olduk ki çeşitliliğe, farklı düşüncelere hürriyet malzemesi olarak bakmaktan alıkonulduk; onları fitnenin, bozgunculuğun sesi saydık. Hâl böyleyken insan biraz hayal ediyor. “Tarihte her devlet eşittir ama Roma ile Osmanlı daha eşittir.” lafzına konu olmuş bir imparatorluğun bakiyesi olarak şu an içinde bulunduğumuz ortamın bol bol nefret, öfke ve saldırganlık içermesini nasıl yorumlamalıyız?
19. yüzyılda ipuçlarını, 20. yüzyılda da artık büyük savaşlar neticesinde emperyal devletlere ve uşaklarına vurulan sillelerde kendini gösteren Türk milliyetçiliğinin korumacı refleksi belleklerde nüfuzunu bir nebze yitirmiştir. Baktığımızda esasen bu tehlikeli bir durum da oluşturabilme potansiyeline sahiptir. Ancak milletimizin bu korumacı reaksiyon güdüsünün ne zaman, nerede, nasıl kendini göstereceği iyi analiz edilmeli ve başka patlamalara sebebiyet vermeyecek bir ortamın yaratılması zaruri görülmelidir. Demem o ki yanlış insanlara yanlış insanların öncülüğünde beslenen nefret, günü geldiğinde yanlış eylemlere dönüşür ve bu da en çok bizi yaralar.
Girizgâhımızı böyle yaptıktan sonra nelerden bahsedeceğimi açıklamaya çalışayım. Beynelmilelciliği tahlil ederken birtakım özel mensubiyetlerin varlığını ve bunları gerek siyasi gerekse de sosyolojik kurumlara kaydetmenin lüzumunu ve bu kurumların da toplum nezdinde bir ve beraber olmayı bilecek bir şuur ortaya koyma mesuliyetlerini önemsiyorum. Ancak -burada bir ‘ancak’ eklemeliyim çünkü yanlış anlaşılmam kastımın çok farklı noktalara çekilebilmesine neden olacaktır- meseleyi sığlaşmış küreselcilik ve liberalizm gibi kavramlara çekmemek gerektiğini düşünüyorum. Çünkü bazı kavramların, belirli güç odaklarının ellerinde tekelleştirildiğini görüyoruz. Örneğin küreselcilik dediğimiz olgunun ABD’nin yeni yüzyıl projesini oluşturmak için kullandıkları ve belirlenmiş bir dünya düzeni temin etmek maksadıyla bazı teorisyenler tarafından tasarlanmış temel enstrüman olduğunu kabul etmemiz lazım gelir, biliyoruz. İzahatımı şöyle açmak isterim: Aynı devletin altında, aynı toprakların üzerinde yaşamayı becerebilmiş ve farklılıkları zenginlik saymayı görev edinmiş bir ortak kültürün mirasçıları olarak işte bu küreselciler tarafından “milliyetçileştirildik”. Kavramları deyim yerindeyse alelade kullanıyorum, bizi onlar milliyetçi kılmadı bunu da biliyorum ancak biraz mübalağadan da zarar gelmez sanıyorum.
Bu küreselcilerin sadece kendilerini küresel emeller uğrunda çalışmaya namzet görmeleri, bu mefhumun onlar tarafından sahiplenildiği ve paylaşılmadığının bir kanıtıdır fakat biz, hayalet düşman yaratmak yerine kendi iç muhasebemizi yapacak ve gelişmeyi bu şekilde yaratacağız. Daha açık konuşayım. Türk milleti yıllardır Yunanlara karşı nefretle dolduruluyor, Yunanlar da parlamentolarında Türk bayrağı yakacak kadar öfkenin esiri olabiliyor. Zaten iki taraflı bir çarkta düşmanlık bu kadar ateşliyken kuvvetlenmesi de daha kolay gerçekleşir. Hâl böyle olunca Türk kültürü Yunan tesirinden yavaş yavaş temizlenmeye başlıyor, çok sesliliğimizi ve farklılıktan doğan gücümüzü yitiriyoruz. Yani işin özünde, affınıza sığınarak söylüyorum: Türkçülük için Yunancılık yapmalıyız diyorum. Tabii ki Yunanlardan da Türkçülük bekleyerek… Türk-Yunan ilişkilerinin şu sıra biraz gündemde olmasından dolayı da bu örneği vererek beklentilerimi ve daha önemlisi temennilerimi anlatabildim sanıyorum. Daha anlaşılabilir bir örnek vermeye çalışayım. Siyasi Kürtçülük… Ele aldığımız bu olgunun esasen devleti ne bölmeye, ne de topluluklar arasında ayrımcılık çıkarmaya gücü yetecek kadar kuvvetli bir muhtevası yoktur yani buna güçleri de müktesebatları da yetmez fakat günümüzde etkisinin büyük olması ise siyasi Türkçülüğün kusurudur. Yani bölücülüğe karşı kaba saba ses üretmekten sıyrılıp çözümcü, ilerlemeci bir yaklaşımı temsil etmeyen Türkçülüğün içeriksizliği bizi Kürtçülüğün batağına sürüklemiştir. Duruma bu gözle bakınca yeni bir kabiliyet arenası inşa etmenin, bu arenayı oluştururken de kullandığımız dilin nezaketine önem vermenin değeri daha sarih oluyor.
Gaspıralıya gelecek olursak… Bütün bu kozmopolitvari milliyetçiliğin yani bir bakıma küreselci ulusçuluğun dayanağını oluşturacak ya da buna şiddetle karşı çıkacak ne olabilir diye düşünürken aklıma geldi “Dilde, Fikirde, İşte Birlik”. Tabii anlayabilmek için bu sloganlaşmış cümleden değil de biraz Gaspıralının hayatından ilham almak gerekir. Gaspıralı, döneminde zulüm gören Kırım Türklerinin sözcüsü olmuş ve onun milleti yer yer Kırım’ı, Kırım Müslümanlarını, dünya Türklerini oluşturmuş; fikirlerini ve arzularını kendine mihmandarlık yapan bu topluluklara yaslanarak ifade etme sorumluluğunu taşımıştır. Hatta fark edebiliyoruz ki bazen bunlardan birini bazen de hepsini kastetmiştir. Zaten onun fikrî temelini de bu toplulukların fıtri olarak birbirinin parçası ya da toplamı olduğu kanısı oluşturmaktadır. İşte üzerinde durmamız gereken nokta da budur. Gaspıralı, içerisinde reformist Müslümanları da Ortodoks İslamcıları da barındıran ve uluslararası olmasını gaye edinen bir “Dünya Müslümanları Kongresi”ni tertiplemeye çalışmış, büyük ölçüde başarılı da olmuştur. Ya da önemli bir başka husus “Tercüman” gazetesi Türk dünyasında İstanbul’dan Kazan’a, Kırım’a ve hatta Buhara’ya kadar uzanan yelpazede insanların sesini duyurmayı başarabilmiştir. Eminim bu gazete Türkçe ve Rusça dışında başka bir dille beraber yayımlansaydı dünyayı, belki de 20. yüzyılın genel sosyolojik profilini etkileyebilecek bir nüfuza sahip olacaktı. Çünkü o Türk dilli halkların hepsine hitap etmeyi başarabilmiş, bununla da kalmamış Rus coğrafyasında bile kolay silinemeyecek kudretli bir tesir bırakmıştır.
Esas eksenimizden ayrılmadan meselemizi tekrar ele alalım. Gaspıralı öyle bir “birlik” öyle bir “ittihat” oluşturmuştur ki bu birlik, bozguncuları bile kapsayacak büyüklüktedir. Dilde birlik demiştir çünkü biliyordur ki lisanı bir olmayan uluslar kendi aralarında dayanışmadan mahrum kalırlar, diğer uluslara açılamazlar.
Fikir konusunda ise bakış biraz değişiyor diyebiliriz ki burada esasen onun güç aldığı noktayı göreceğiz sanıyorum. Gaspıralı pek tabii bir aydın olarak hatta en temelde bir insan olarak bir görüşü temsil ediyor, kendi argümanlarını sunuyor, buna dayanarak da taraftar bulabiliyordu. Fakat o, kurtuluşu sadece kendi düşüncelerinde değil birlik oluşturabilecek diğer yabancı fikirler silsilesinden doğacak ortak bir müessesede görüyordu. Yani o malum noktaya çıkıyoruz yine: Farklılıkları zenginlik sayan bir irade gerçekten kuvvetleniyor, âdeta bir surete kavuşup şahikalaşıyor. İşte bütün meseleyi gene bu noktaya getirdiğimizde Terakkiperver Fırkası’na ilerlemeciliğini miras bırakan İttihat ve Terakki, ittihat bilincini de Gaspıralıdan almış ve gerçekten heterojen bir yapının aynı nihai ideal doğrultusunda nasıl ortak davranacağını gösteren bir örnek olarak karşımıza çıkmıştır. Şimdi onların siyasi emellerinin ne olduğunu konuşmayacağız ama farklılıklardan birlik yaratmayı başarabildikleri hususunu kabul edip devam edeceğiz.
Bütün bu modelleri incelediğimizde mikroorganizmalara ayrılmanın gerekliliğini görüyoruz. Ancak bu küçük yapılanmalar birlik bilincini geliştirmeye hizmet etmiş ve başına buyruk davranmaktan ziyade bağımsız ama sadık bir görüntü çizmeyi başarmıştır. İşin özünde Gaspıralı da kendi mücadelesinde bu tarz bir birliği inşa etmiş fakat yıllar sonra yanlış anlaşılması amacıyla o ünlü mottosu art niyetlilerce sloganlaştırılmış ve bağlamından kopartılarak içi boşaltılmıştır. Bu noktada bizlere düşen gücünü maziden alan ve birliği önceleyen ayrılıkçı bir yapıyı oluşturmak için yeni söylemler bulmak, bu söylemleri çağın kaynaklarıyla desteklemektir. Yeni bir söylem diyorum çünkü imparatorluklar da yıkıldı, ulus devletler de zora girdi. Artık kan değişikliği lazım. Ulus devletleri korumak için de daha çok enternasyonel olan ama temel vasıflarından taviz vermeyen bir iklim yaratılmalıdır. Yeni bir yapı, farklı bir söylem diyerek cüretkârlık yaptığıma bakmayın, aslında tek dileğim hoşgörüye daha yatkın bir zihniyetin dillendirilmesidir. Siyasi ya da politik bir meseleden daha ötesi… Fakat bazı bürokratik ya da mesleki camialardan da örnek verebiliriz. Daha yenile baroların bölünmesi mesela. Teorik olarak her ne kadar küçük yapılanmalar büyük mekanizmaların işleyişini kuvvetlendirecek olsa da bu tarz hamlelerin iyi düşünülmüş halis bir niyetle yapılması gerekmektedir. Maalesef gündelik siyasi faydalar devşirebilmek için yapılan bazı faaliyetler, umduğumuz sonucu yani
hoşgörüyü, birliği, özgürlüğü, demokrasiyi getiremeyecek hatta bunların var olanlarını götürecektir. Meseleyi bu yörüngeye çektiğimizde elimizde taze beyinler olarak güzel bir fırsat olduğunu belirtmek gerekiyor. Özellikle milliyetçi camiadaki bu bölünmüşlük ortamı her ne kadar kötü bir vaziyette cereyan ediyor olsa bile, partiler üstü yeni bir yapının önderliği üstlenmesi yahut farklı bir dil bina etmesi hayırlı olacaktır sanıyorum. İşte bütün mücadelemiz, bu yeni söylemlerin mimarı olmak ve bölünenleri kapsayıcı bir zihniyetin temel sütunlarını oluşturmak mücadelesidir.
O kadar enternasyonel, global, beynelmilelci intibası uyandırdıktan sonra çözümü yine milliyetçi felsefede buldum çünkü değindiğim her şey küçükten büyüğe, azdan çoğa gitmenin önemini ortaya koydu. Bahsettiğim üzere Gaspıralının fikirlerinin sloganlaştırılması ve Pantürkizm çerçevesine sokulup bağlamından koparılması ortaya kusurlu bir anlayış çıkarıyor. Onun eserlerinde vuku bulan olağanüstü derecede hümanist kavramlar ve uluslararası konsensüs tabirleri nedense göz ardı ediliyor. Hatta ileri gideyim, bu yanlışı sadece bizimkiler yapmıyor. Rus araştırmacılarda da İsmail Bey Gasprinskiy’nin millî yanını duymazdan gelip onu adeta kendi adamları olarak tanıtma çabasına rastlıyoruz. İşte bütün bu çekişmelerin temel sebebi olarak “ya o ya bu” şeklinde sonuçlanan tasnifçi iklimi görüyorum. Diyor ya Cahit Zarifoğlu “Ben bu çağdan nefret ettim. Etimle, kemiğimle, hücrelerimle nefret ettim.” Bu cümlelere konu olabilecek mahiyette gerçekten ayrıştırıcı, ötekileştirici bir ortamda yaşıyoruz. Yüz yıl önce de bunları dillendiren Gaspıralı bile şu an insanları kategorize edebilmek için araç olarak kullanılıyor. O yüzden yepyeni bir vizyonun, dillendirilmeye cesaret edilmemiş kültürel bir revizyonun gerekliliğini savunuyoruz. Bir seçim yapmak zorunda bırakıldığımız bu kirli âlemde hem küreci hem ulusçu olabilecek yeni bir zeminin teminini müdafaa ediyoruz. Şiddetle haykırdığımız ve kuracağımız hatta hâkim kılacağımız bu iradenin ne bir alternatif ne yeni bir kanal olacağını söylüyoruz. Vallahi de inanıyorum ki doğrudan doğruya her birimizin gönlünde yer bulan demokrasi, millet, insan hakları gibi kavramlar ete kemiğe büründüğünde kurtuluşun tek yolu olacak ve bir daha inanıyorum ki memleketi
koruyan, kollayan, yerlerden alıp göklere çıkaran biz olacağız.
Zamanınızı çaldım, selam ve muhabbetle…
YAZAR
Enes Ertan
EDİTÖR
Elif Berra Kılıç
Ellerine sağlık kardeşim, bazı kesimlerin soktukları kalıplara rağmen “Dilde, fikirde, işte birlik” anlayışını en doğru şekilde sürdürmek boynumuzun borcudur. Eline, yüreğine sağlık…