Asıl meramı anlatmadan önce “modernite” kavramının doğuşuna gitmek lazım. Bilinenin tersine moderniteyi idealist, renkli kıyafetli bilim adamları değil, tüccarlar ve din adamları doğurdu. Etkisini kaybeden toprak aristokrasisi yerini tüccarlara ve laik hukuk adamlarına bıraktı.

Modernitenin doğuşunda din adamlarının etkisi çoğu kişi tarafından göz ardı edilir. Bu konuda konuşan herkesin dilinde; modernitenin dine karşı bir savaşla doğduğu, deyim yerindeyse Katolik Hristiyanlığın karnını yardığı ezberi vardır. Halbuki modernitenin ilk fikir adamları olan Erasmus, Luther gibi insanlar dindar insanlardı. Söz konusu olan bu yorum ideolojik bakışların bir yorumudur. Gerçek olan; sermaye akışının hızlanması ile değişen sosyal ve siyasi ortamın dinî, ideolojik referanslarını sağlamaktı. Ne Luther ne de Erasmus fabrikaları ya da televizyon şovlarını amaçlıyordu. Tek istedikleri, eskimiş kurumları ortadan kaldırmak ya da düzenlemek ve kendi aralarında birlik sağlamaktı.

Modernitenin babalarının Türk nefreti taşıması bu yüzden tesadüf değildir. Çünkü Türk, “kapıdaki düşman, kabus gibi topraklara çöken”dir. Bu konuda Türkler olarak şunu anlamalıyız: Biz, modernitenin coğrafyasının düşmanıyız ve onlara daimi olarak yabancıyız. Bu referansı dikkate alarak geçtiğimiz iki yüzyılı okumak ve bizim açımızdan değerlendirmek gerekir.
Asıl konuya ara vererek Türklerin son iki yüzyılı hakkında kısa bir değerlendirme yapmak istiyorum: Modernitenin doğal “ötekileri” olan devleti yöneten kadrolar, ilk başta Keçeçizade Fuat Paşa gibi bürokratlar sonra Harbiye’den ve Tıbbiye’den çıkmış gençlerdir. Bu kimseler sayesinde Türkler, modern dünyada yerini alıp bölgesindeki ülkelere kıyasla başarılı bir cumhuriyet kurmuşlardır.

Ancak Türk’ün modern zamanlarında doğan bir çelişkisi vardı: Modern değerler ile yerel değerlerin çatışması. Asırlar boyunca izole yaşayan Anadolu halkı, modernist değerlere bağlı, ulusçu cumhuriyet kadrolarının getirdiği yeni kurallara önce uymuş ancak ne var ki içinde bir garez beslemiştir. İşte Türk muhafazakârlığının kökeni moderniteye ve kurucu iradeye olan nefretine dayanır. Gerçek Türk, cumhuriyetin hayal ettiği Türk kalıbına girmemiştir. Bugün, iktidarın söylemlerinin altında da bu gerçek vardır.


Asıl konuya devam edelim: Modernite, Avrupa fikrine ve coğrafyasına dayanmıştı. İdeolojik olarak kendini dünyanın efendisi gören Avrupalılar “öteki” addetikleri toplumların ülkelerini ve maddi kaynaklarını ele geçirip manevi olarak onlara modernite değerlerini verdiler. Modernite, ilk krizini İkinci Dünya Savaşı sonrası geçirene dek, klasik din yorumlarında olduğu gibi merkeze insanı koymuş, amacını ise Tanrı yerine saf akıl olarak belirlemişti. Tek gerçek, akıl ve modern değerlerdi. Ancak İkinci Cihan Savaşı modernitenin hiç de “masum” olmadığını gözler önüne serdi. Savaş sonrası dönem modernite gerçeğinin kırılmasına neden oldu. Yaşlı Avrupa kendi içinde “öteki” insanlara hem yaşama hem temsil hakkı verdi. Azınlık ve etnik kavramları önem kazandı. Eski İngiliz kolonilerinden meydana gelen ABD, artık Batı’nın patronu olmuştu. Bu, modernitenin kırılıp postmodernin doğuşu demektir.


Bu kadar sıkıcı tarih bilgisi yeter! Bugüne dönelim. Bugün artık gerçek tamamen değersizdir. İşin doğrusu gerçek parçalanmakla kalmamış, değerini de kaybetmiştir. Gerçekliğin kaybolması ile modernitenin başında tesis edilen ülke ve ulus kavramları da değişti. Küreselleşme ulusal sınırları kaldırırken bir yandan da etnik kimlikleri kişinin kendisine indirgedi. Kurduğum cümlenin ne kadar uzun ve tafsilatlı bir konu olduğu biliyorum. O yüzden kısaca açıklamaya çalışacağım: Eskiden uluslar ait oldukları ülke sınırlarında belirli hukuk ölçütlerine bağlıydı ancak gittikçe sınırlar etkisini yitirdi. Bir Afyon/Emirdağ ya da Yozgat/Sorgun doğumlu Avusturya vatandaşı, Şırnak ya da Erbil doğumlu bir PKK sempatizanı ile Viyana’nın göbeğinde kanlı bıçaklı kavga edebiliyor ya da Fransa’da Mağripliler ile Çeçenler savaşabiliyorlar. Bütün bunlardan çıkarmamız gereken, dünyanın yeni bir Kavimler Göçü çağı ya da başka bir adlandırma ile yeni Orta Çağ yaşadığıdır.


Güncel siyaset olarak ise ABD de yorulmuş ve kendi tarihsel iç hesaplaşmasına girmiştir. Bunun yanı sıra eski çağların tanım ve unvanları tekrardan sahiplenildi. Türkiye’nin Osmanlı mirasını sahiplenmesi, Rusya’nın Bizans mirasçısı olduğunu ima etmesi, devrim öncesi İran’ın Persepolis’in kuruluşunu anması, son olarak Çin’in İpek yolunu canlandırma çabası aslında “modernitenin lineer tarih akışı fikrinin çözüldüğünün” bir göstergesidir.


Yazının sonuna gelmeden önce doğa kavramının yeni anlamlandırılmasını konuşmamız lazım: Bugüne dek tüm dinler ve anarşizm harici ideolojiler doğayı insanın elinde bir enstrüman olarak görüyordu ancak gittikçe doğanın kendi bilinci olduğunu kavramaya başlıyoruz. Merkeze insanın alınmasının ne kadar yanıltıcı olduğu artık aşikârdır ve fark edilmelidir ki insan, doğanın içinde diğer canlılarla aynı süreci yaşayan bir canlıdır.

Berat Şendil

İnsan varoluşundan beri evreni sorgulamış ve bir yere ait olma hissiyatına kapılmıştır. Zamanla dinler olgusu çıkmıştır. Dünya tarihinde din olgusu çokça savaşa, krize sebep olmuştur. Dinler arası mücadeleyi göz ardı etmek mümkün olamaz. Orta Doğu’da ortaya çıkan Hristiyanlık, pusulasını zamanla Batı’ya çevirmiştir. 300 yıl kadar Roma İmparatorluğu tarafından zulümlere maruz kalan Hristiyanlar, Milan Fermanı ile serbest kaldı. 380 yılında ise İmparator I. Theodosios tarafından Hristiyanlık, devletin resmî dini hâline geldi.

Hristiyanlığın resmî din hâline gelmesiyle din içi çatışmalar, farklı gruplar ortaya çıktı. “Nasturilik”, “Monofizitler” ve “Diyofizitler” gibi ayrışmalar oluştu. 1054 yılında Katoliklik ve Ortodoksluk mezhepleri meydana geldi. 1517 yılında ise Katolik Kilisesi’ne karşı bir başkaldırı yaşandı. Martin Luther’in bildirisinin Wittenberg Kilisesi’ne asılmasıyla Protestan mezhebi vuku buldu.

Katolikler ana kaynak olarak İncil’e, Protestanlar ise Tevrat’ın 5 kitabına inanırlar. Martin Luther’e göre Yahudiler Hz. İsa’nın katili değildi. Bunun yanı sıra Katolikler, reforma ve Papa’ya karşı dini anlamak gerektiğini ve kurtuluşun yalnızca imanla olabileceğini savunmaya başladılar. Protestan grubun mihenk taşı ise kutsal kitaba bağlanma inancı olmuştur. Bu yüzden de dine (Hristiyanlık) çağrı başlamış ve Evanjelizm vuku bulmuştur.

Evanjelizm “İncil’i yayma” anlamına gelmektedir. Dört İncil’in yazarları olan Matta, Markos, Luka, Yuhanna da 4 büyük evanjelist olarak adlandırılır. Evanjelist kişiler dine çağırım yapan kişilerdir. Sloganları “Hayatını Mesih’in yaşadığı gibi yaşa.”dır. Evanjelizm aynı zamanda “kökten dincilik”tir. Hem dinden uzaklaşmış hem de Hristiyan olmayan insanlara, misyonerlik faaliyetini ulaştırırlar. Misyonerlik; Hristiyan olmayan ülkelerde vuku bulan Hristiyan propagandalarının tümüne denir. Bununla vazifeli kimselere de “misyoner” denir.

Evanjelizmin doğuşunda Luthercilik, Kalvincilik, Anglikan geleneği, Baptistlik etkili oldu. 1632’de Hollanda ve İngiltere’deki Katoliklere “Püriten” denirdi. Protestanlık önce Püritenlik, sonra Evanjelizm olarak anıldı, günümüzde ise Siyonist Hristiyanlık olarak anılıyor. 18.yy.da Amerika’da yükselişe geçen Evanjelistler, her Evanjelik değişimi ve yeniden doğuşu kabul eder ve bu yüzden kendilerini diğer Hristiyanlardan üstün görürler. Etkin müjdecidirler. Evanjelistler Tanrı’yı kıyamete zorlamaya çalışırlar. Hristiyan olmayanlardan çok, Hristiyan olanların kendi iç dünyalarına ve dine yaklaşmalarını ilk gaye edinmişlerdir. Her Evanjelik bir Protestan’dır ama her Protestan, bir Evanjelik değildir.

Evanjelistlerin serüvenleri boyunca inandıkları 7 aşama vardır:

  1. Yahudilerin Filistin’i ele geçirmeleri.
  2. Büyük İsrail devletinin kurulması.
  3. İncil’in tüm dünyada müjde olarak vaaz edilmesi.
  4. Yecüc ve Mecüc ordularının İsrail’i işgal etmesi ve 7 yıl süren felaket dönemi.
  5. İsa’nın dünyaya 2.kez gelmesi.
  6. Armageddon Savaşı’nın gerçekleşmesi.
  7. Kıyametin kopması, İncil’e ve Hz.İsa’ya inananların semaya yükselmesi.

Evanjelizmin yayılmasında en güçlü faktör vaazlardır. Evanjelistler, her pazar vaazlarına ve ayinlerine büyük önem gösterirler. Evanjelizmde ahlak çok önemlidir. Hatta bu mezhebin “Ahlaki Çoğunluk” adında bir kolu da mevcuttur. Bu harekette eş cinsellik, evlilik dışı ilişkiye girme, kâğıt oyunları, kürtaj toplumun edep ve ahlakına aykırı bulunduğundan reddedilmiştir. Evanjelik gençler her toplantısından sonra evlenene kadar temiz kalacaklarına yemin ederler.

Üniversitelerde de yapılanmaya gitmişlerdir. Kendi kurmuş oldukları Bob Jones, Liberty, Oral Roberts üniversitelerinde gerici ve çok katı kuralları bulunmaktadır.

Evanjelist hareketler ve misyonerlik faaliyetleri sadece bir din savaşı değil, aynı zamanda siyasi bir araç olarak kullanılmıştır. Ülkeleri sömürüp himayeleri altına almak ve “Batı’ya bağlı bir tanrı imparatorluğu” kurmak isterler.

Türkiye, jeopolitik ve jeostratejik konumu, yeraltı ve yer üstü kaynaklarının zenginliği, çok kültürlü yapıya sahip olması nedeniyle aç kurtların düşlerini her zaman süslemiştir. Evanjelistler, Türkiye planlarına ilk olarak misyonerlik faaliyetleriyle başladılar.

Misyonerler gittikleri ya da bulundukları toplumda asimile çalışmaları ile o bölgeleri kültürsüzleştirmek ve oradakilerin dinlerini değiştirmek için çaba sarf ederler. Bir toplumu kökten değiştirmek, dinini, dilini yok etmek için ok atılacak en güzel yer eğitim kurumlarıdır. Eğitim kurumlarına yerleşmiş hatta kendi kurumlarını Türkiye’de de açmışlardır. 

1820’de Evanjelistler Osmanlı İmparatorluğuna geldiler. Beyrut, Matta, Gaziantep ve İstanbul’da matbaa kurdular. İstanbul’da Bible House (İncil Evi),  Merzifon’da Amerikan Koleji, Maraş’ta Merkezî Türkiye Maraş Koleji‘ni kurdular. Bunun yanında 1900 civarında misyonerlik okullarını kurup eğitime açtılar. Öğrenciler, okul saatleri dışında cüzi bir ücretle kadınlara okuma yazma öğretip para kazanıyorlardı. Bu da onları bu okullarda okumaya teşvik edici sebeplerden biriydi. Bu okuldan mezun olan, İstanbul Kız Koleji’nde eğitimini tamamlıyordu. Türk-İstiklal Harbi sonrası cennet mekân Mustafa Kemal Atatürk, kurulan 1900 misyonerlik okulundan 1600’ünü kapadı. En sona kalan Bursa Amerikan Koleji de kapanınca bunların uzantısı Robert Koleji oldu. 

Misyonerlik faaliyetleri bölgesel olarak yürütülür. Misyonerler, gittikleri bölgenin coğrafi, siyasi, ekonomik durumuna göre kendilerine bir politika hazırlarlar. Şark Meselesi de bu misyonerlik faaliyetlerinin bir örneği niteliğindedir. Müslüman ve Türkler asıl hedeftir.

Cephede savaş vermek istemiyorlardı; gıda, sosyal medya, para oyunları vb. politikalar yürüttüler. Televanjelistler televizyon programlarını ele geçirdi. Misyonerliği anlatan TV programları, çizgi filmlerde İncil okuyan çocuklar ön plana çıkarıldı. Sosyal medya üzerinde “sanal misyonerlik” başladı. İzmir Protestan Kilisesi’ne hizmet eden bir site, her ay sanal üye toplayıp en geç 2 ay içerisinde “Para ve AB pasaportu vereceğiz.” yalanıyla gençleri tuzağa çekip Hristiyan yaptı. Bunu yaparken maddi durumu kötü gençleri seçip belli bir süre düzenli para yatırıp güzel kızları, yakışıklı erkekleri danışmanları yaptılar. Hristiyan olmaya karar veren gençleri her ay toplayarak bir otelde ayin yapıp onların dinlerini değiştirttiler. Aslında bunların ana amaçları dünyayı Hristiyanlaştırmak değil, sömürmekti. Öyle olsa çok önem verdikleri ahlak(!) konusuna eğilirler, Hristiyan ülkelerdeki ahlaksızlıklara ve sapkınlıklara yönelirlerdi. 

1797 yılında İzmir’e Amerikan ticaret gemisi geldi. 1810’da Board teşkilatı kuruldu, 1811’de de Amerika, İzmir’de “Amerikan Ticaret Evi” kurdu ve burayı konsolosluk olarak gösterdi. 1831 yılında Türkiye’nin her tarafında yoğun bir şekilde Amerikan konsoloslukları açılmaya başlandı. Artık çok net bir şekilde misyonerlik çalışmaları başlamıştı. Tek amaçları ticaret(!) yapmaktı. Amerikan Board, Türkiye’deki misyonerlik adına çalışan Fisk ve Parson’a şu mektubu yazdı “Bu mukaddes ve vaat edilmiş topraklar, silahsız bir Haçlı Seferi ile geri alınacaktır.” Bu toprakları kutsal toprak olarak görüp cephe savaşıyla değil akıl oyunlarıyla geri almak istiyorlar ve Türkleri buraya ait görmüyorlardı. Ayrıca Osmanlıyı bir “günah imparatorluğu” olarak gören Levi Parsons, şu cümleyi sık sık dile getirirdi “Bu günah imparatorluğunu çökertmek yeminim olsun.”

Misyonerliği ile ün salmış Tillman C. Trowbridge, Anadolu’da yaptığı geziden sonra şu cümleleri dile getirir “Türklerin gerek insan olarak kendileri, gerekse tüm toplumsal kurumları ilkeldir. Bunun bir nedeni ırksal, bir nedeni dinseldir. Türkler Hristiyanlaştırılmadıkça ve tüm kurumları Batılılaştırılmadıkça kurtuluş yoktur.” Bu cümlesiyle bariz bir şekilde Türk ve İslam düşmanlığını dile getirirken aynı zamanda algı operasyonu yapıyordu.

Misyonerler Müslümanlığı bir din olarak kabul etmezken aynı zamanda Hristiyanlığın baş rakibi olarak görüyorlar ve bunun için hâlâ tüm İslam ülkelerinde bu çalışmaları sürdürüyorlar. Onlar için en güçlü İslam ülkesi, Asya’nın anahtarı olduğu ve bu topraklara kutsiyet arz ettikleri için Türkiye’dir. Türkiye aynı zamanda ilk hedeftir. 

Türkiye’ye yönelik ilk misyonerlik çalışması da Ermeniler arasında başlatıldı. Yunan, Ermeni, Bulgar isyanlarında bu misyonerlik çalışmaları başrol oldu. Bu süre zarfında misyonerliğe inanmış ve misyoner olan Ermeniler için “Evanjelist Ermeni Kilisesi” inşa edildi. 

Misyonerler, Kitab-ı Mukaddes’e ve Yahudi kitaplarına büyük bir inanç duyarlar. Yahudilere göre Armageddon Savaşı, Magedon tepesi etrafında ve Müslüman ordusunun İsrailoğullarına saldırmasıyla gerçekleşecektir. Siyonist Hristiyanlar bu inancın yanında, Süleyman Tapınağı’nın tekrar inşa edileceğine ve Hz. İsa’nın beyaz atıyla tapınaktan içeri gireceğine inanırlar. Süleyman Tapınağı’nın da inşa edilebilmesi için Müslümanların yenilmesi ve Mescid-i Aksa’nın yıkılması gerekmektedir.

Hristiyanlara göre Armageddon Savaşı’ndan az önce İsa Mesih gelecektir. Bu yüzden de Evanjelistler Tanrı’yı Kıyamet (Armageddon) Savaşı’na zorlamaktadır. Hristiyanlığın yayılmasında Türkler, onlara göre bir tehlike arz eder. Mesih’in gelişinin gecikmesi de Türkler yüzündendir. Mesih’in bir an önce gelmesi için Türkler ortadan kaldırılmalı, Tanrı kıyamete zorlanmalıdır.

Türkler yaşamları boyunca ne mağlubiyeti ne de esareti benimsemişlerdir. Türk denildiğinde İslam, İslam denildiğinde ise Türk akla gelmeye devam edecektir. Kurulan politikaları, oyunları bir bir bozacağız. Türklük ve İslamiyet bölünmez bir bütündür.

Günümüzde ülkemizin sınırları içerisinde hâlâ bu politikaları güden misyonerler vardır. Suriye sınırımızda dönen haince planlar, Güneydoğu sorunumuz hep bu fikriyatın eseridir. 

Elif Gökçe Demez

Millî Mücadele, geniş tarihimizin en büyük ve anlamlı zaferlerinden  biridir. Elbette ki böylesi bir direnişte aynı ölçüde bir dayanışma ve emeğin olması  kaçınılmazdır. Konumuz bu tesanütte Osmanlının son devrine damgasını vurmuş İttihat ve Terakki  Cemiyeti’nin  kadrolarının ne yaptıkları, nasıl bir yol tercih ettikleri soruları üzerine  şekilleniyor.

Her devletin olduğu gibi Osmanlı Devleti’nin de I. Cihan Harbi’nde durumlara göre yürürlüğe sokacağı planları mevcuttu. Bu planları  ilk tetikleyen Çanakkale Muharebeleri oldu. Erik Jan Zürcher, Morgenthau’a atıfta bulunarak adı geçen planı şöyle aktarır “1915 ilkbaharında İtilaf Devletlerinin Çanakkale Boğazı’nı aşması bir an meselesi gibi görünürken (Enver Paşa dışında Türk  liderleri ve Alman danışmanları, Türk askerlerinin İtilaf Kuvvetlerine karşı boğazları koruma yeteneğinden son derece ümitsizdi.), İTC savaşa Anadolu’dan devam etme kararı verdi. Bu plan ayrıntılı olarak geliştirildi ve işgal hâlinde Anadolu’nun çeşitli  yörelerinde yerel savunma örgütleri kurmaları için bazı subaylara talimat yollandı.”(Erik Jan Zürcher  Milli Mücadele’de İttihatçılık  s.159 ,  Morgenthau Secrets of the Bosphorus s.126 , 131). Enver Paşa her ne kadar Çanakkale’nin geçilmeyeceğini düşünmüşse de adı geçen hareket tarzı, 1915 yılında önemli bir konu olmuştu. Burada mühim nokta   mücadeleyi Anadolu’ya taşıma düşüncelerinin, cemiyetin mücadeleyi Anadolu’da yürütecek altyapıya sahip olduğunu bize göstermesidir.

Takvimler 1918’i gösterdiğinde Osmanlının savaştan yenik ayrılacağı mutlak bir hâl almıştı. Böylece 1915’te rafa kaldırılan mukavemeti, Anadolu’ya kaydırmak planı tekrar can buldu. Bazı hatıralara göre Enver Paşa, Vehip Paşa’ya Kastamonu’da bir genel karargâh kurulması planı için emir vermiştir (Cemal Kutay Milli Mücadele Öncekileri ve Sonrakileri s.19-20). Yine Kutay, daha  savaş devam ederken silah depolarının hazırlanmasının düşünüldüğünü ve Ecevit Ormanlarında, Pozantı’da, Toroslar’da, Konya’nın Sille Dağları’nda, Ankara Kalesi’nde, Bozdağ’da, Madran Dağları’nda silah depoları kurulduğunu söyler (Cemal  Kutay a.g.e s.22). Savaş bitiminde Irak’ ta 6. Ordu Komutanı olan Ali İhsan Sabis ise erlerini terhis etmediğinden, valiliklere gönüllü birlikler kurmaları  hâlinde silah yardımı yapacağı yönünde telgraf çektiğinden ve bunları Enver Paşa’nın Kafkasya’daki ordularla mücadeleye devam edeceği ümidiyle yaptığından dem vurur (Ali Ihsan Sabis  Harp Hatıralarım c.5 s.6). Enver Paşa’nın Teşkilat-ı Mahsusa Reisi Hüsamettin Ertürk’e ikinci aşama için hazırlanması gerektiğini iletmesi (Samih Nafiz Tansu İki Devrin Perde Arkası s.175-176), oluşturulması düşünülen direnişe bir başka işarettir. Bazı iddialar Enver Paşa’nın harp anında kendi emriyle Kafkaslara giden zinde (Eric Jan Zürcher Kafkas ordularının diğer ordulara göre çok çok daha uygun pozisyonda olduğunu belirtir, bkz Erik Jan Zürcher  Milli Mücadele’de İttihatçılık s. 145) Kafkas Ordularının başına geçip mukavemete devam edeceği yönündedir. Lakin bahsolunan çizelgeler doğru bile olsa Enver Paşa’nın Kafkaslara intikali sırasında defalarca ölüm tehlikesi geçirip başarısız olması her şeyi farklı bir formata sokmuş, deyim yerindeyse ikinci bir dönemi başlatmıştır.

Bu evrede de İttihatçılar çok büyük  bir rol oynamıştır. Bu yargıyı destekleyen argümanları hem iç hem dış basında bulabiliyoruz. Ali Kemal, Damat Ferit gibi isimlerin yanı sıra (Kansu, Erzurum, c.1 s.218) İngiliz yüksek komiseri Amiral Calthorpe’un Dışişleri Bakanlığına yönelttiği  raporlar da dikkat çekicidir (Bilal Şimşir İngiliz  Belgelerinde Atatürk c.1 s.239). Dış basına da bakmak gerekir: 24 Ocak 1919 tarihli Le Temps şunları yazıyor “Cemiyetin birçok üyesi yoldaşlarını sağlamlaştırmak ve sonunda komiteler örgütlemek için vilayetlere gidiyor.” 5 Şubat 1919’da da aynı gazete şunları yazıyor “İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin örgütü, Jön Türklerin terhis edilen askerlerin silahlarının alınmadığı ve geniş bir  çeteler sisteminin gizlice örgütlenmekte olduğu Küçük Asya’da faaliyetlerini sürdürüyor.” (Erik Jan Zürcher Milli Mücadele’de İttihatçılık s.135-136).

İttihatçılar, İzmir’in işgali sonrası ve Boğazlıyan Kaymakamı Kemal Bey’in şehit edilmesi üzerine yapılan meşhur mitingleri de organize etmişlerdir. Üyeler bununla da kalmamış, İstanbul Hükûmeti aleyhine oluşumlar kurmuş, Milli Mücadele’ye “embriyo döneminden son dönemine kadar” payitahttan silah, insan, ekipman ve istihbarat sağlamışlardır.

A)İTC Kaynaklı Oluşumlar

Karakol Cemiyeti

Karakol Cemiyeti  İTC’nin devamı gibidir (Mesut Aydın Milli Mücadele  Döneminde İstanbul’da Faaliyette Bulunan Gizli Gruplar  c.15 s. 646). Örgüt Enver ve Talat Paşa’nın telkinleriyle Kasım 1918’te kurulmuştur. (Hamit Pehlivanlı , Teşkilat-ı Mahsusa’dan Milli Emniyet  Hizmetlerine s.131). İsmini kurucuları Kara Kemal ve Kara Vasıf’ın lakaplarından almıştır. Örgüt İstanbul dışı da teşkilatlanmaya gitmiş -İTC’nin üzerine  kurulduğu için- ve bu dönemde İstanbul’ da kurulup İstanbul dışı teşkilatlanmaya giden tek örgüt niteliğini taşımıştır (Betül Aslan Yeni Belgeler Işığında  Karakol Cemiyeti , Uşak Kongresi ve Karakol Cemiyetinin Bolşeviklerle Yaptığı Anlaşma Atatürk Dergisi c.4 s.1). Cemiyetin misyonu Anadolu direnişine silah ve insan tedariki yapmak, alınan istihbaratları yine Anadolu’ya bildirmektir, diyebiliriz (Tarık Zafer Tunaya’ya birinci  elden ulaştırılan programa biraz daha geneldir bkz. Tarık Zafer Tunaya Türkiyede Siyasi Partiler s.522). Cemiyetin iki büyük saç ayağı vardır; birincisi-Kara Kemal’in geliştirmeye çok  uğraştığı- “Esnaf Teşkilatı”, ikincisi ise “Teşkilat-ı Mahsusa”dır( Erik Jan Zürcher a.g.e s.130). Örgütün teşkilatlanması da yine aynı şekilde iki yoldan olmuştur, ilkinin görevi  insan kaçırmak -Halide Edip Adıvar kullanılan güzergâhları çok iyi açıklamaktadır-, ikincisininki ise silah nakletmektir (Erik Jan Zürcher a.g.e s.115). Karakol, Anadolu’ya 56.000 mekanizma, 320 makineli tüfek, 1500 tüfek, 1 batarya top, 2000 sandık cephane, 10.000 takım elbise, çok sayıda nal, mıh, matara ve askeri eşya geçirmiştir (Bülent Çukurova, Kurtuluş  Savaşında Haberalma ve Yer Altı Çalışmaları s.87). Anadolu’ya geçirilen insanlara gelecek olursak ilk sıralara Fevzi Çakmak, İsmet İnönü, Celal Bayar, Kazım Orbay, Kazım Özkan gibi isimleri koyabiliriz. Oluşumun daha aktif çalışabilmek  için çeşitli itfaiye ve asker teşkilatlarıyla dirsek temasında olduğunu da biliyoruz (Cemile Yağmur Yüksek Lisans  Tezi Arşiv Belgeleri Işığında Kuvay-ı Milliye  s.63). Cemiyet mücadeleyi bizzat örgütlemek için farklı konumlara adamlarını da gönderdi. İTC müfettişi Nail Batum’a, Filibeli Hilmi ve Miralay Halit Erzurum’a, Fuat Balkan Trakya’ya yollandı -adı geçen şahsa 1919 yılında İstanbul’da Batı Trakya’yı Yunanlara karşı örgütleme görevi verildi ve İsmet İnönü aracılığıyla Harbiye Nezareti bütçesinden 4.000 lira kaynak temin edildi (Erik Jan Zürcher  a.g.e s.135). Hatta Gazi Paşa’nın bazı subayların isimlerini Karakol’a vererek istediği ve Karakol’un da Harbiye Nezareti’nden bu isimlerin atanmalarını istediği yönünde  iddialar bile mevcuttur (Fethi Tevetoğlu Milli Mücadele  Yıllarındaki Kuruluşlar s.9). Karakol, taşra teşkilatlarından bulunulan bölgenin büyüklüğüne bağlı olarak 5-10 ila 40-200 arası mevcutlu milis müfrezeleri kurmalarını ve ayrılıkçı çetelere karşı mücadele etmelerini de istemiştir (Osman Akandere Milli Mücadele Yıllarında Marmara Bölgesindeki Faaliyetler Gösteren Müfrezeler Milis Kuvvetleri  ve Çeteler Selçuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Ensitüsü Dergisi S.9 2008 s.526-528)

Zabitan Grubu

Zabitan Grubu, Karakol Cemiyeti’nin Muğlalı Mustafa Bey tarafından  tekrar teşkilatlandırılıp faaliyete geçirildiği bir devam örgütüdür. Örgüt aynı misyonu yaşatmış fakat bizzat TBMM tarafından kurulan Hamza Grubu ile faaliyetlerinin çakışması ve İngiliz ajanlarının cemiyetin Anadolu’ya referanslı gönderdiği kişiler arasına sızmaları -bkz en büyük örneği Mustafa Sagir-  TBMM Hükûmeti tarafında tekrar bir güvensizlik problemine yol açmıştır ( Erdal İlter Milli İstihbarat Cemiyetinin Tarihçesi s.5). Cemiyet her şeye rağmen silah tedariğine devam etmeye çabalamıştır fakat aradaki uçurumun derinleşmesi ile beraber yine Muğlalı Mustafa Bey yapılanmanın adını “Yavuz” olarak değiştirip icraatlarına devam etmiştir.

Yavuz Grubu

Yavuz Grubu, ismini Osmanlı Sultanı I. Selim’den almıştır. Hüsnü Himmetoğlu, Yavuz Grubu adına tonlarca mühimmatı Anadolu’ya sevk ettiğini ifade eder (Kübra  Kayabaşı Yüksek Lisans Tezi  Milli Mücadele’de  Felah Grubu s.19). Fakat Anadolu’ya geçirilmeye çalışılan 570 adet mavzer, 4 hafif makineli tüfek, 10 sandık cephanenin İngilizlerin  eline geçmesi( Kaya Karan Türk İstihbarat  Tarihi Yıldız İstihbarat Teşkilatı ve Teşkilat-ı Mahsusa’dan Mit’e s.82) ve lider Muğlalı Mustafa Bey’ in tutuklanma tehlikesi olduğu için Anadolu’ya geçmesi bu grubun da sonu olmuştur.

Müdafâa-i Milliye Teşkilatı (Mim Mim)

Nisan-Mayıs 1920’de İstanbul Tophane’de kurulan örgüt “Mim Mim” rumuzunu isminin baş harflerinden almıştır (Kübra Kayabaşı a.g.e s.20). Yine kadrolarının çok önemli  bir kısmı İttihatçılardan oluşan teşkilat diğer İttihatçı cemiyetlerden birçok yönüyle ayrılır. Örneğin Cemiyet, TBMM tarafından tanınan ve kadro verilen( Tarık Zafer Tunaya a.g.e s.525) “ilk ittihatçı merkezli örgüt” olmuştur. Kurucuları bir dönem Karakol Cemiyeti üyesi olan Yüzbaşı  Emin Bey ve Bahriye Yüzbaşısı İsmail Hakkı Bey’ dir. Mim Mim’ in misyonu  hemen hemen aynıdır: Anadolu’ya silah, teçhizat, insan geçirmek ve istihbarat toplamak (Tarık Zafer Tunaya a.g.e 525). Diğerlerinden ayrılan bir diğer özelliği ise Fransız Pake Kumpanyası, La Française Şirketi, Lloyd Triest Vapur Şirketi gibi yabancı menşeli şirketlerle anlaşması ve onlar aracılığıyla Anadolu’ya teçhizat taşımasıdır. La Française Şirketi ile ton başına 25 liradan bir anlaşmaya varılmıştır. Hatta İngiliz Kontrol Heyeti’ne rüşvet bile verilmiştir (Bülent Çukurova a.g.e s.525). Bir diğer mühim işlevi ise çok güçlü bir istihbarat ağına sahip olmasıdır, bu tez İngiliz İşgal Kuvvetleri Komutanı Harrington’ın İngiliz Harbiye Nezaretine Kuvâ-yi Milliye hakkında çektiği telgrafı ele geçirmesiyle tescillenmiştir (Necdet Ekinci Kurtuluş  Savaşında İstanbul ve Anadolu’daki Türk ve Düşman Gizli Faaliyetleri  s.173-175). Örgüt, barış dönemine kadar faaliyette kalmış 5 Ekim 1923’te aktif hayatına son verilmiştir.

Milli Mücadele yıllarında bunlara ek olarak İttihatçıların bulunduğu/kurduğu ve aynı görevi üstlenen birçok cemiyet var olmuştur. Bunları şöyle sıralayabiliriz: Hilal-i Ahmer, Türk Ocakları, Beşler, Ohaf, Felah, Hamza, Mücahit, Muharip, Ferhat-Kerim, Muaveneti Bahriye, Namık, Askeri Polis Tetkik Heyeti Amirlikleri, Geçit Teşkilat. Fakat biz en faal olan ve İttihatçıların doğrudan etkili olduğu belli başlı kuruluşlara göz attık.

Yine kongre: İlk akla gelen Milli İktisat, Erzurum, Balıkesir, Aydın, Kuvâ-yi Milliye, ilk silahlanmalar; ilk akla gelen Çerkez Ethem’in milislerinin Rauf Orbay Kuşçubaşı Eşref’in çiftliğinde daha önce gizlenen ekipmanlarla olması, kamuoyunu bilinçlendirme, Müdâfaa Cemiyetleri gibi Mücadele’nin kilit konumlarının hepsini başlatan ve yürüten İttihatçılar olmuştur. Ordu ise zaten ya hâlen İttihatçı ya da bir dönem İTC’de bulunmuş kişilerin komutasındadır, kabaca Kazım Karabekir İsmet İnönü, Deli Halit Paşa, Ali Fuat Bey, Mustafa Kemal Atatürk.

Erik Jan Zürcher, Rustow’un kaynaklık ettiği yaş ortalamalarıyla ilgili bir argüman sunmuştur. Rustow, padişah hizmetindeki önde gelen askerlerin yaş ortalamasını 58 olarak saptarken milliyetçi davayı destekleyen 25 mühim komutanın yaş ortalamasının 38 olduğunu söyler (Erik Jan Zürcher a.g.e s.147). Bu istatistik de bize gösteriyor ki Milli Mücadele’yi yürüten kadro, İttihat ve Terakki Cemiyeti ile yetişen veya İttihat Terakki  jenerasyonu diyebileceğimiz neslin fertleridirler. Bu teze ulaşmak için birinci hükûmette veya cumhuriyetin ilk yıllarının devlet yapılanmasında görev alan kişilerin siciline bakmak dahi yeterli olacaktır. Özetle İTC Milli Mücadele’de gereken her şeyi yapmış, onlar için -iddia edildiği üzere- savaş 1918 yılında bitmemiş, 1918 yılına kadar umum cephelerin, diplomasinin tamamında var olmuşlardır. Bu aziz insanların aziz ruhları emekleri ile beraber anılmalı ve kendilerine olan vefa borcu ödenmelidir.

Cengizhan Özdemir

Kaynakça

Erik Jan Zürcher,  Milli Mücadele’de İttihatçılık 

Cemal Kutay, Milli Mücadele Öncekileri ve Sonrakileri

Ali İhsan Sabis,  Harp Hatıralarım

Samih Nafiz Tansu, İki Devrin Perde Arkası

Mesut Aydın, Milli Mücadele  Döneminde İstanbul’da Faaliyette Bulunan Gizli Gruplar

Betül Aslan, Yeni Belgeler Işığında  Karakol Cemiyeti , Uşak Kongresi ve Karakol Cemiyetinin Bolşeviklerle Yaptığı Anlaşma, Atatürk Dergisi

Tarık Zafer Tunaya, Türkiyede Siyasi Partiler

Bülent Çukurova, Kurtuluş  Savaşında Haberalma ve Yer Altı Çalışmaları

Cemile Yağmur, Yüksek Lisans  Tezi, Arşiv Belgeleri Işığında Kuvay-ı Milliye

Fethi Tevetoğlu, Milli Mücadele  Yıllarındaki Kuruluşlar

Osman Akandere, Milli Mücadele Yıllarında Marmara Bölgesindeki Faaliyetler Gösteren Müfrezeler Milis Kuvvetleri  ve Çeteler, Selçuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Ensitüsü Dergisi, S.9 2008

Ergun Hiçyılmaz, Bozkurt Yazarı Ajan Amstrong ve Casusluk Örgütleri

Erdal İlter, Milli İstihbarat Cemiyetinin Tarihçesi

Kübra  Kayabaşı, Yüksek Lisans Tezi,  Milli Mücadele’de  Felah Grubu

Kaya Karan, Türk İstihbarat  Tarihi Yıldız İstihbarat Teşkilatı ve Teşkilat-ı Mahsusa’dan Mit’e

Necdet Ekinci, Kurtuluş  Savaşında İstanbul ve Anadolu’daki Türk ve Düşman Gizli Faaliyetleri

1789 Fransız İhtilali sonrası dönem, Modern Dönem olarak adlandırılmaktadır. Amerika kıtasının keşfi ve Westphalia Barışı arasındaki süreç -Erken Modern Dönem- ise modernleşmenin yapı taşlarının oluştuğu zaman aralığı olmuştur. Yine 1500’lerde yaşanan gelişmeler sonucunda 16.yüzyıl, tarihçiler tarafından Teknoloji Çağı olarak adlandırılmıştır. 

Yüzyıl bazında yaptığımız bu giriş sonrasında modern dünyanın oluşum safhasında bilgi, güç ve sermaye kavramlarının etkilerine değinebilmemiz mümkündür. Birbirlerinden farklı görünen bu üç yapı taşı, temelde birbirlerinin tetikleyicisi konumundadır.

Fransız İhtilali’nden çok da uzak olmayan bir geçmiş zaman diliminde yaşanan muhteşem Aydınlanma Çağı; Avrupa’yı sosyal, ekonomik ve dinî açıdan oldukça etkilemişti. Hümanizma düşüncesinin başlattığı bu dönem, ilk başlarda, ortaya çıktığı Kuzey İtalya toprakları da dahil hiçbir siyasi otoritenin tahmin edemeyeceği bir gücü doğurmuştu. Daha sonraki dönemlerde yaşanacak tüm olumlu gelişmelerin de kaynağı olacak olan bu güç, bilgidir. Bilgi, bilme arzusu ve özellikle kilisenin baskısı altında oluşmamış açık fikirleri ortaya koyma arzusu birçok yeniliği beraberinde getirmişti. İnsanlığı eleştirel düşünce ile tanıştıran hümanizma hareketi kiliseyi temelden sarsan bir olgu hâline gelmişti. Zamanla kendi çıkarları doğrultusunda hareket eden Avrupalı prenslerin de desteğini alan bu düşünsel hareket, güç kazanmaya başladı. Ticaretle uğraşan bazı köklü ailelerin (örneğin; yün ticaretiyle uğraşan ve İtalya’nın köklü ailelerinden biri konumunda bulunan “Medici ailesi” gibi) üyeleri dönemin mimarlarına katedraller yaptırıyordu. Gotik Dönem mimarisine karşın bu yeni katedraller kubbeli olarak inşa ediliyor ve bireye yeniden değer kazandırılıyordu. Tam da bu noktada İncil’in el değmemiş ham hâline ulaşan aydınlar ihtiyaç duyulan mutlak bilgiyi elde etmiş, meşruiyet arayışındaki prenslerin desteğiyle gereken güç sağlanmış ve köklü ailelerin yardımıyla sermaye akışı elde edilmişti. Elde edilen bilgiler dönemin değerli sanatçılarının eserlerine yansıyor ve bu da yüzyıllar sonrasında dahi Avrupa’yı Avrupa yapan o aydınlığı beraberinde getiriyordu. Tam anlamıyla Avrupa’nın ve Avrupa insanının yeniden doğuşuna zemin olan Rönesans, oluşan yeni dönemin ilk habercilerindendi.

Hümanizma bir yandan aydınlar arasında yayılıyor bir yandan ortaya konulan eserler ile yeniden doğuşu sağlıyordu. Bu yenilikçi hareket İtalya ve Fransa toprakları arasında yayılırken Almanya kilisenin yobaz öğretileri altındaydı. 1450 yılında Alman bilim insanı Johannes Gutenberg müthiş bir icat olan matbaayı insanlığa hediye etmişti. Eleştirel düşünceyi ve Rönesans’ın etkilerini geniş kitlelere ulaştıran bu icat, Alman toprakları üzerinde yeşeren Reform hareketi ile birlikte Avrupa tarihinin akışını derinden etkilemiştir. 1517 yılında Alman Teolog ve Filozof Martin Luther, Wittenberg Kilisesi kapısına Endüljans satışlarına karşı düşüncelerini (95 Tezi) asmış ve “Protestan Reformu hareketi”ni resmen başlatmıştır. Bu başkaldırı sonrası yobazlaşan Hıristiyanlığın laikleştirilmesinin yanı sıra eğitimde de laiklik savunulmuştur. Eğitim öğretim faaliyetleri kiliseden ayrılmış ve özgür düşünce hız kazanmıştır. Yaşanan bu siyasi ve dinî gelişmeler Avrupa genelinde köklü değişimler için domino etkisi yaratmıştır.

17.yüzyılın önemli düşünürlerinden John Locke, düşünce özgürlüğü fikrini en geniş ölçüde yayan ilk düşünür olmuştur. Akıl Çağı’nın gerçek kurucusu olarak adlandırılan Locke’ın görüşleri, İngiliz Hükûmeti’nin artan ekonomik ve askeri baskısı nedeniyle 13 koloninin Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi’ni yayınlaması açısından eleştirel düşüncenin ilk meyvelerini oluşturuyordu. Fakat Avrupa bu hareketlenmelerin ötesinde daha da büyük bir gelişmeye gebeydi. Artan saray masrafları, ardı arkası kesilmeyen savaşlarda harcanan paralar, kırsal nüfusun kıta şehirlere göç etmesiyle değişen gider tabloları, aksayan vergiler Fransa’yı iflasın eşiğine getirmişti. Parlamento toplantısı sonrasında orta sınıftan kişiler monarşiye karşı ayaklanmış ve anayasal düzenleme talebinde bulunmuşlardı. Kral XVI. Louis talepleri reddetmişti. En nihayetinde tarihler 14 Temmuz 1789’u gösterdiğinde küresel değişimleri de beraberinde getirecek olan Fransız İhtilali patlak vermişti. Özgür düşünce ve birey egemenliğinin beraberinde getirdiği psikolojik temelli güç engellenememiş ve krallık rejimi yıkılarak cumhuriyet ilan edilmişti. “Milliyetçilik ilkesi” siyasi bir karakter kazanarak günümüz Avrupa devletlerinin ortaya çıkmasını sağlamıştır. Eşitlik, özgürlük ve adalet ilkeleri küresel bir etkiye ulaşmıştı. Eleştirel düşünen insanın bildirisi, Fransızlar tarafından küresel çapta bir bildiriye dönüştürülmüştür. Ortaya çıkan fikirlere karşı olan Avusturya ve Prusya, Fransa’ya savaş açmış, sonuçta Napolyon yenilgiye uğramıştı. 1815’te düzenlenen Viyana Kongresi ile Avrupa’nın siyasi durumu yeniden düzenlenmiştir. 

Yüzyıllar öncesinden hümanizma hareketinin ateşlediği eleştirel düşünce isteği, salt bilgiyi beraberinde getirmişti. Meşruiyet arayışındaki dukalık ve prenslikler bu yavaş fakat güçlü değişimi destekleyerek güçlendirmişti. Köklü ailelerin sanata karşı yapmış oldukları sermaye yatırım girişimleri, aydınların kürsülerden haykırışları ile birlikte küresel çapta yayılmayı tetiklemiş ve Avrupa yeni bir döneme doğru ilk adımını atmıştı. Matbaanın icadı sonrası, elde edilen bilgiler halk nezdinde yayılmış ve adeta yeni bir insanlık oluşturulmuştu. Özgürlüğün ve eleştirinin ilk meyvelerinden olan Reform hareketi kiliseye büyük bir darbe indirip eğitim öğretimde yeni bir çağ açmıştı. Büyük düşünür John Locke’ın görüşleri ve Amerika halkının özgürlük istekleri insanlığın, artık mutlak monarşiler ve bunların baskıcı tutumlarına “karşı” olduklarını en net şekilde gösteriyordu. Bu tutumun en güzel sonuçlarından biri de Fransız İhtilali oldu. Bilginin güçlenmesi ve sermaye elde etmesini sağlayan yüzyıllık süreç; ihtilal sonrası değerlenen milliyetçilik, adalet, eşitlik ve özgürlük kavramları ile harmanlanıp günümüz modern dünyasının temellerini oluşturan yapı taşları oldular. 

Kardelen Koçak

Cumhuriyetin yüzü ağır ağır Orta Doğu’ya dönüyor. Katar, en yakın olduğumuz ülke. ”Eurovision’a bu sene Tarkan mı gidecek?” konulu tartışmaların arkasından Avrupa Birliği Uyum Yasaları ya da Kopenhag Kriterleri haberleri gelmiyor artık.

Refah gömleğine çıkartıp laik, sosyal, liberal, batıya dönük muhafazakâr bileşenlerin birlikte kurduğu parti 18 yıldır iktidarda. Zaman içerisinde bu ittifak yapısının bağlayıcı, ortak sesleri önemseyen özneleri geri plana atıldı. İktidarın medya şövalyelerinin yüz hatları gittikçe gerildi ve meymenetsizleşti. Artık çok sinirliler ve öfkeleri, komşularını öldürmek için liste yapacak cinnete kadar evrildi. Radikalleşen düşünceleri ”Mağazalar beni ibne yapmaya çalışıyor!” çağrılarını içerir oldu. (Sanki Sauron dünyasını anlatıyorum.)

Özellikle 2010 sonrası hızla kutuplaşan ülke dinamiklerinden nemalanan ve iktidar için her aracı haklı kılan yapının, mevcut tek sesli ve hoşgörüsüz hâline gelmeden önceki hâliyle şimdiki hâlinin farklarına dair incelemeler ve değerlendirmeler uzun yıllar gündemde kalacaktır.

Yeni bir kuşak… Ellerinde tabletleriyle internet aleminin içine doğan bu insanlar, konuşurken sözlerini sakınmıyorlar. Kendi akranlarıyla oynadıkları oyunlarda uluslararası temaslarda bulunabiliyorlar. Dünyanın çok farklı yerlerinden, hiç görmedikleri dostlar edindiler. Yaşadıkları hayatın kalitesini karşılaştırabiliyorlar. Sosyal medya düzenlemesinin ardından gelecek daha ağır hak ihlallerinin önünü açmak için kullanılacağını da gayet iyi biliyorlar.


Gençlerin karşısına sosyal medya ve Netflix kısıtlamalarıyla gelmek ne sağlar?

Müthiş bir hata var ortada. Gelecek seçimi kazanmak adına kendi içinde safları sıklaştırmak isteyen siyasi gelenek, en az 100 yıllık kuyusunu bizzat kendisi kazıyor. Kısıtlamaların, özgürlüklerin ve pahalılığın partisinin iflas etmiş siyasi geleneği, şimdilerde kırsal-kasaba köklerindeki mukaddesata oynuyor. Ayasofya düzenlemesi ve bugün icra edilecek eylemler de tamamen bu kökle ilgili.

Halkın çözümünü istediği ilk 5 sorun arasında, Ayasofya kaçıncı sırada yer alıyor?

Ortada bir sorun da yoktu…

Ayasofya, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin ”cami” tapu kayıtlı, mirasçısı olduğu devletten devraldığı büyük bir zafer sembolüdür. İçerisinde namaz kılınan bir bölümü de vardır.

İstanbul’un ikinci fatihi olmasaydı sanki ortada Ayasofya kalacakmış gibi, söz konusu düzenleme, her zamanki gibi Mustafa Kemal Atatürk ile bir hesaplaşma aracı olarak kullanıldı. Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu; oy güdümlü, ”anı yaşayanların” hakaretlerine uğradı. ”Zincirler kırıldı!” sloganıyla, Atatürk’ün Ayasofya’yı İslam’dan aldığı düşüncesi(!) sıklıkla vurgulandı.
Ayasofya’nın müzeden camiye çevrilmesi, ülkemizin herhangi bir sorununa herhangi bir çözüm değil. Hâlihazırda tapusu cami olan evrensel bir kültür mirasının ”Zincirler kırıldı.” sloganıyla açılmasının, geçim sıkıntısı altında her gün un ufak olan insanımıza bir merhem olması da zaten mümkün değil.

Gençleriniz AB ülkelerine gitme planları yapıyorsa hayat standartları oradaki akranlarından binlerce kere daha “kötüyse” işte o zaman bir medeniyet mücadelesini kaybetmişsiniz demektir.

Ana vatanın çocuklarını ve onların hayallerini kaybetmemiz, Ayasofya’nın sanki haçlılardan geri alınmış iması ve makyajıyla açılışından çok daha önemli bir sorundur. Gençlerini, insanlarını memnun edemedikten, hak ettikleri gibi yaşatamadıktan sonra Ayasofya’nın camiye çevrilmesi karşılıksız ve çaresiz bir hamle gibi duruyor.

Diğer yandan muhalefet… Mevcut iktidarın ve onun prensiplerinin daimi el freni olan bu partilerin bakışı daha da acınasıydı. ”Aman bizi gayrimüslim görmesinler!” telaşı, ”Ben de Müslümanım, çok şükür!” cümleleriyle başlayan uzun ve gereksiz savunmalara neden oldu.

Ve kadın cinayetleri…
Cezaların ıslah aracı olarak kullanılması ve caydırıcılığının tek başına suçlarını engellemeyeceği ceza hukuku sistematiği ve bakış açısı için artık tartışılamayacak kesinlikte bir konudur. Bununla birlikte, her katilin, katil olmadan önce, kendisiyle eylemsel birlikteliği haiz kişilerin aldığı cezalardan yüz bulması tartışılması gereken bir konu olarak önümüzde duruyor. Özellikle son 20 yılda kültürel kodları gittikçe kabalaşan, mafyalaşan ve zarafetin vasata terk edildiği bu topraklarda, ilk ve acil olarak yapılması gereken şey yaptırımları ağırlaştırmak olmalı.
Uygulamada şiddet mağduru kadın müvekkillerimiz için yaptığımız savcılık şikâyetlerinin kopyala yapıştır ”kovuşturmaya yer olmadığı” kararı ve dilekçemizin dahi düzgün okunmadığını açıkça ele veren gerekçeleri, toplumun hukuk ve adalet anlayışını zedelerken yargı sistemine ve uygulayıcılara karşı duyulan güveni de Cumhuriyet tarihinde hiç olmadığı kadar aşağılara çekiyor.
Kısa bir örnek:
Müvekkilimizin evi boşanma aşamasındaki eşi tarafından uzaklaştırma kararı olmasına rağmen öğle saatlerinde basılıyor; gelen polis ekipleri ”Bir daha olursa ararsın bizi.” diyip gidebiliyor. Çağrımız ve telefondaki kavgaların ardından eve tekrar gelen polis ekipleri artık müvekkilimizin şikâyetini işleme almak zorunda kalıyor. Polisin. ”Kapsına gece gündüz adam mı dikeyim!” şeklindeki vahim ve hukuktan bihaber savunması, kendisini alınan kararların uygulayıcısı değil de sanki karar alıcısı gibi görmesinden kaynaklanıyor. Hoş, savcılık ve mahkeme, yani karar alıcı makamında oturanlardan, 3 günlük zorlama hapsi kararını güç bela alabilince, sorunun sistemin her yerinde olduğunu daha iyi kavrıyorsunuz.
Tartışılması gereken şey kesinlikle “İstanbul Sözleşmesi” değil.

Burak Turan

Güne yine, bir erkek tarafından işlenmiş kadın cinayeti haberi ile başladık.[1] Muğla’nın Ula ilçesi Akyaka Mahallesi’nde 5 gündür kayıp olan genç hanım, bir erkek tarafından cinayete kurban gitmiştir. Bıçak kemiğe ne kadar dayanırsa dayansın, ne kadar “Artık yeter!” denilirse denilsin, “Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu”nun verilerine[2] göre bu yılın ilk 6 ayında 146 kadın cinayeti işlenmiştir. Katledilen kadınlar, birlikte oldukları erkek, evli olduğu erkek, oğlu, kardeşi, babası, eskiden sevgili olduğu erkek, tanıdık biri veya akrabası tarafından silahla, kesici aletle, boğularak, darp edilerek ve yakılarak öldürülmüştür. Bu cinayetlerden sadece 2’si tanımadıkları kişi tarafından gerçekleştiriliyor.[3] Evde, sokakta, arabada, otelde, arazide, iş yerinde ve  ıssız yerde işlenen bu cinayetler dur durak bilmeden var gücüyle artarak devam etmektedir.

Tarif edilmesi mümkün olmayan fiziki, psikolojik ve cinsel şiddete maruz kalan kadınlarımız için uygulanması gereken “Kadınlara Yönelik Şiddet ve Aile İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye İlişkin Avrupa Konseyi Sözleşmesi”nin[4] kadınlarımız için ne kadar önemli olduğu gün yüzündedir. İstanbul Sözleşmesi ile “Ailenin Korunması ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesine Dair Kanun”un uygulanmaması ve kendi lehlerine olacak şekilde değiştirilmesinin hoş görülecek tarafı yoktur.

Türk aile yapısını yıkıyor bahanesi ile zorla evlendirme, psikolojik şiddet, taciz amaçlı takip, fiziksel şiddet, cinsel şiddet, kadın sünneti, kürtaj ve kısırlaştırmaya zorlamak ile cinsel taciz vakalarının önlenmesine yönelik uygulanması gereken kanun karşıtları, bunları destekledikleri için mi Türk aile yapısını bahane etmektedir? Türk örf ve âdetlerinde bunların maruz görülecek yanı yoktur. Kendilerine yapılması hâlinde şiddetle tepki gösterecekleri konularda kadınların her gün maruz kaldığı veya kalabileceği bu eylemler sebebiyle kadınları suçlamak yerine bu suçları işleyenlerin inceleme altına alınması gereklidir. Çocukluktan bu yana erkeğin, cinsel organını yücelten söylemler, genç yaşlarda kaç kızla cinsel ilişkiye girdiğini övünerek anlatması ile çevresinden onun gururunu okşayıcı ve telkin edici sözlerle önceden gerçekleşen eylem, silsile hâlinde pek çok kişiye yönelik şekilde uygulanmaya devam etmektedir. Bu silsile hâlinde gerçekleşen çocuğa karşı yapılan cinsel istimara örnek verecek olursam Melis Alphan’ın haberine[5] bakmanızı öneririm. Cinsel istismar olayını ortaya çıkaran Zeynep öğretmenin yaşadıklarını okuyabilirsiniz. Umarım bu olay tüm yanlarıyla aydınlatılır da daha fazla çocuğun cinsel istismara uğramaması adına nelerin yapılacağı Türkiye Büyük Millet Meclisi başta olmak üzere tüm resmî kurumlarca araştırılır.

Kız kardeşiniz, kız arkadaşınız, sevgiliniz, nişanlınız, eşiniz veya anneniz ömrü boyunca ev içi veya ev dışında[6] yaşadıkları şiddetin kaçta kaçını sizlere anlatmıştır. Bir insan olarak sevdiğiniz kişinin maruz kalacağı bu tür suçlar için “nedenli” öfkeye sahip olabileceğinizi tahmin ediyorum. Bu da demek oluyor ki suç sadece size veya tanıdıklarınıza karşı değil başkalarına karşı yapılınca da suçtur. Şahsi menfaatler uğruna ülkemizde yaşanan 41 milyon 433 bin 861 kadını[7] etkileyecek yanlış adım atmak hatalı olacaktır.

Bugün katledilen Pınar Hanımefendinin acısını en çok ailesi taşıyacaktır. Türk Hukuk Sistemi’nin, Türk aile yapısını yıkmaya alenen teşebbüs eden kadına yönelik suçların failleri hakkında birilerinin haksız serzenişleri yerine, binlerce yıldır süregelen, milletimizin gelecek kuşaklarını korumak adına failler hakkında uygulanacak sert ve indirimsiz önlemleri alması vazgeçilmez olmuşsa Türk Hukuk Sistemi, kadınlarımızın güvenliğini sağlayacak yolda tedbirler almalıdır. Bir kişiye yönelik gerçekleşen suçun, aynı sınıftaki tüm bireylere karşı gerçekleşme ihtimali vardır.

Mağdurun tüm bilgileri, fotoğrafları sosyal medya ve basın yoluyla servis edilirken, failin isminden dahi bahsedilmemesi değiştirilmesi gereken bir konudur. İşlenen suçlarda failin, suçu sabitken ya da suçu itiraf etmesine rağmen isim ve fotoğrafının gizlenmesine devam edilmektedir. Basının yaptığı hatalardan biri de işlenen cinayeti tüm çıplaklığıyla anlatırken etik değerleri ve mağdurun yakınlarının vicdanını göz ardı etmesidir. Bu yapılırken benzer suçları işleyecek kişilere yol gösterildiğinin farkında değildir. Ayrıca işlenen cinayetlerden “aşk veya namus cinayeti” olarak bahsetmek bir başka hatadır. Basına düşen görev, bu işin uzmanlarından ve kadınlar için mücadele eden vakıf ve derneklerden yardım alarak nasıl haber yapabileceklerinin araştırmasıdır. Kadınları ilgilendiren konularda program yapılırken kadınlara söz hakkı verip yayınlara çıkartmalıdır.

Sinema filmi ve dizi çeken yapım şirketleri, yapımcılar kadın ve çocuklara karşı istismar, taciz ve tecavüz görüntülerine yer vermemelidir. Birkaç saniye içinde gözümüzün önünden geçen sahneler kadına ve çocuğa yönelik istismarın ne kadar kötü olduğunu düşündürmeyecektir. Suç işleme kastı olana yol göstermek yerine kadın ve çocuklara nasıl iyi davranılacağı üzerine sahnelere yer verilebilir.

Çocuk, genç ve yetişkin kitleye hitap eden yayınevlerinin, basımına öncülük ettikleri eserlerin seçimine ve yazılanlara dikkat etmesi önemlidir. Her yayımlanan eser herkes tarafından okunamadığı için içerisinde başta çocuk olmak üzere onu istismar edecek yazılardan kaçınmalıdır. Ticari kaygı güden kurumlar bir nebze olsun hassas davranmalıdır.

Kamu kurumlarına gelecek olursak fiziksel, psikolojik ve cinsel istismara maruz kalan vatandaşların psikolojik ve hukuki destek alabilmesi adına belediyeler, valilikler, kaymakamlıklar, barolar bakanlık eliyle her birimin kendi bünyesinde oluşturacağı irtibat büroları ile İstanbul Sözleşmesi’nde yer alan suçlara karşı yardımcı olabilirler. Kadının gece sokağa çıkması tehlikeli ise kolluk kuvveti gece sokağa çıkmanın güvenli olduğu yönde tedbirler almalı, karanlık sokaklar aydınlığa ulaşmalı, iş ve toplumsal yaşamda kadının hakkı gözetilmeli ve her eylemde kadını suçlayıcı kulp bulmak yerine toplumda erkeğin suç işlemesini önleyici yollara başvurulmalıdır. Hiçbir kadın açık olduğu için tecavüz edilmeyi, erkeği reddettiği için şiddet görmeyi, gece gezdiği için sözlü tacize uğramayı hak etmemiştir. Son fail hakkında adalet tecelli edene kadar katledilen mağdurların ruhu huzur bulmayacaktır.

Mahallemizin, köyümüzün, ilçemizin, kurumumuzun adı lekelenmesin, yerel veya ulusal basında kötü haberimiz çıkmasın düşüncesi ile üstü örtülmeye çalışılan her istismar, mağdurun hayatını etkileyecek ve istismarı bilip gizleyen çevrelerce de istismar ayyuka çıkana kadar sürdürülecektir. Her Türk vatandaşı sağlıklı, huzurlu ve güvenli şekilde yaşama hakkına sahiptir.

Son söz olarak Ece S. Doğan’ın kadın cinayetlerinin politikliği hakkında yazısını[8] okumanızı öneririm. Politikacıların kadınlara karşı söylediği sözlerin kitleleri nasıl benzer şekilde yönlendirdiğini, koruma talebi sırasında öldürülen kadınları nasıl da koruyamadığımızı gösteriyor.

*Bu yazımda yer alan fikirler şahsıma aittir ve 30eksi’nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.

Salim Sağ

—Dipnotlar—

[1] Independent Türkçe, “Kayıp üniversite öğrencisi Pınar Gültekin’in cesedi bulundu” (Erişim 21 Temmuz 2020).

[2] Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu, “Veriler” (Erişim 21 Temmuz 2020).

[3] Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu, “Mayıs 2020 Raporu” (Erişim 21 Temmuz 2020).

[4] Council Of Europe, “Kadına Yönelik Şiddet ve Aile İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye Dair Avrupa Konseyi Sözleşmesi” (Erişim 21 Temmuz 2020).

[5] Artı Gerçek, “Anadolu Lisesi’nde istismarın üstü mü kapatıldı?” (Erişim 20 Temmuz 2020).

[6] Aile içinde yaşanan şiddetin dışında tanıdık-tanımadık kişilerce ev içi ve ev dışında maruz kalınabilecek her türlü psikolojik, fiziksel ve cinsel şiddet için bu terim kullanılmıştır.

[7] Türkiye İstatistik Kurumu (TUİK), Adrese Dayalı Nüfus Kayıt Sistemi Sonuçları (2019).

[8] 30eksi, “Kadın Cinayetleri Politiktir” (Erişim 21 Temmuz 2020).

—Kaynakça—

30eksi. “Kadın Cinayetleri Politiktir”. Erişim 21 Temmuz 2020. https://30eksi.com/2019/09/18/kadin-cinayetleri-politiktir/

Artı Gerçek. “Anadolu Lisesi’nde istismarın üstü mü kapatıldı?”. Erişim 20 Temmuz 2020. https://artigercek.com/yazarlar/melis-alphan/anadolu-lisesi-nde-istismarin-ustu-mu-kapatildi

Council Of Europe. “Kadına Yönelik Şiddet ve Aile İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye Dair Avrupa Konseyi Sözleşmesi”. Erişim 21 Temmuz 2020. https://rm.coe.int/1680462545

Independent Türkçe. “Kayıp üniversite öğrencisi Pınar Gültekin’in cesedi bulundu”. Erişim 21 Temmuz 2020. https://indyturk.com/node/214471/haber/kay%C4%B1p-%C3%BCniversite-%C3%B6%C4%9Frencisi-p%C4%B1nar-g%C3%BCltekinin-cesedi-bulundu

Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu. “Veriler”. Erişim 21 Temmuz 2020. http://kadincinayetlerinidurduracagiz.net/kategori/veriler

Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu. “Mayıs 2020 Raporu”. Erişim 21 Temmuz 2020. http://kadincinayetlerinidurduracagiz.net/veriler/2915/kadin-cinayetlerini-durduracagiz-platformu-mayis-2020-raporu

TÜİK, Türkiye İstatistik Kurumu. Adrese Dayalı Nüfus Kayıt Sistemi Sonuçları (2019). http://www.tuik.gov.tr/PreHaberBultenleri.do?id=33705

Eğitim öğretim süreçlerinin tarihsel süre içerisinde var olduğunu göz önünde bulunduracak olursak; pek tabii kültürel gelişmeler, medeniyetlerin kuruluşu ve yaşanan teknolojik gelişmeler eğitimi farklı boyutlara taşımıştır.

Yazı teknolojisinin de birtakım eğitsel süreçler sonucu ortaya çıktığını kabul edecek olursak; medeniyetlerin kuruluşu ve insanların kolektif yaşamaya başlaması eğitim kavramının nitelik ve nicelik olarak gelişmesini sağlamıştır. Kurulan medeniyetlerin zamanla gelişmesi, yapılan savaşlar, ticari faaliyetler medeniyetler arasındaki etkileşimi arttırarak toplumların birbirlerini eğitmenlerini sağlamıştır. Böylelikle bilgi, farklı coğrafyalara yayılma imkânı bulmuş ve insanlar, coğrafi koşulları da göz önünde bulundurarak eğitsel koşulları geliştirmiş ve eğitim kavramı kurumsal bir yapıya bürünmeye başlamıştır.

Nitekim İsa’nın doğuşundan sonra eğitim kurumlarının varlığı ve çeşitliliği artış göstermiş, bu artış günümüze kadar gelmiş ve yarınlarda da devam edecektir.

Uzaktan eğitim tarihini anlamak, uzaktan eğitim için birden fazla tarihsel yolculuk olduğunu ve uzaktan eğitimin evriminin kolayca gerçekleşmediğini gösterir. Günümüzde eğitim yeniliklerinin uygulanması ve kabul edilmesinde karşılaşılan aynı sorunların çoğuyla, insanlık tarihi boyunca uzaktan eğitim nedeniyle karşı karşıya kalınmıştır. Uzaktan eğitimin tarihi “yazışma” şeklinde 1700’lerin başına kadar izlenebiliyor. Daha önceki tarihlerde nispeten buna benzer uygulamalar da görülmektedir. Ancak teknolojiye dayalı uzaktan eğitim, en iyi görsel, işitsel cihazların 1900’lerin başında okullara girişi ile gelişme göstermiştir.

İlk eğitim filmi kataloğu 1910 yılında Reiser tarafından ortaya çıktı ve 1913’te Thomas Edison, filmin icadı nedeniyle okulların önümüzdeki 10 yıl içerisinde tamamen değişeceğini söyledi. Ancak bu öngörünün gerçekleşmesi için ciddi bir zamana ihtiyaç vardı. Eğitim medyası 1920’de, birçok sınıfta olduğu gibi slaytlar ve hareketli görüntüler şeklinde birçok uzatma programı ile tanıtıldı, uzaktan eğitim tarihi izlenmesinde, televizyonun bir öğretim aracı olarak tanıtılması yazışma eğitimi geleneğinin dışındaki teorisyenler ve uygulayıcılar için önemli bir giriş noktası olarak görünür, yazışma çalışması ve öğretim medyası için paralel yollar ortaya çıkar. Bu konuda Iowa Üniversitesi uzaktan eğitim adına çeşitli uygulamalar geliştirmeye çalışır. Bunlardan bir tanesi radyo üzerinden eğitim vermek, diğeri ise uzaktan öğretim kurslarının oluşmasını sağlamaktı. Sonrasında ise kullanılan görsel ve işitsel materyaller, eğitimdeki ilginin artmasına olanak sağladı ve savaştan sonraki 10 yılda uzaktan eğitime dair araştırma programları oluşturulmaya başlandı. Bu çalışmaların çoğu, öğretim ortamlarının sınıf öğrenmesini nasıl etkilediğine ilişkin teoriyi anlamaya ve üretmeye yöneliktir. Ülkemizde ise uzaktan eğitime dair ilk çalışmalar Anadolu Üniversitesi’nin öncülüğü ile başlamış ve günümüze kadar önemli gelişmeler kaydedilmiştir.

Salamon ve Clark, öğretim araçlarının değil, öğretim stratejilerinin etkili öğrenme anahtarı olduğunu, eğitim teknolojilerinin uzaktan öğretime olan etkilerinin yadsınamayacağını ve eğitimin gelişmesi için uzaktan eğitim programlarının da takviye edici ya da eğitim programlarını geliştirici bir rol üstleneceğini belirtmiştir.

Çok yakın bir tarihe kadar eğitim kavramı genellikle tek bir perspektif içerisinde değerlendirilerek yüz yüze eğitim kavramını karşılar hâlde uygulanmıştır ancak teknolojinin gelişmesine bağlı olarak eğitim içerisine teknolojinin dahil edilmesi -ki eğitimde kullanılan ilk teknoloji yazıdır- ile eğitimin daha farklı perspektifler içerisinde gerçekleştirilmesi mümkün olmuştur.

Sanayi devrimi gibi tarihsel gelişmeler neticesinde eğitim ve öğretim süreçlerinin günümüz yapısına doğru evrildiğini görürüz. Fakat eğitim ve öğretim kavramlarının günümüz anlamının altyapısını hazırlayan önem, hiç şüphesiz Orta Çağ İslam uygarlığıdır. Özellikle Karahanlılar ile başlayan bu süreç zamanla Selçuklulara devrolmuş, Selçuklular da çeşitli medreseler yaparak eğitim kurumlarının yapılanma süreçlerine önemli katkıda bulunmuşlardır. Öte yandan Nizamiye Medreseleri o günün dünyasında en önemli eğitim kurumu hâline gelmiştir. Yine Selçuklular döneminde, medreselerde mektup yoluyla uzaktan öğretim yapılmaktaydı. Yaşanan Haçlı Seferleri ile birlikte Doğu, eğitsel yapıda Avrupa’yı etkilemiş ve yine batı dünyası ile İslam dünyasının siyasi etkileşimleri sonucunda yaşanan Coğrafi Keşifler sonrasında, Avrupa’da Aydınlanma Çağı yaşanmıştır. Böylelikle günümüz eğitim kurumları ve eğitim öğretim faaliyetleri oluşmaya başlamıştır. Nitekim teknolojik gelişmeler de bunu tetiklemiştir.

Uzaktan eğitim kavramını doğuran en önemli gelişmeler, Sanayi Devrimi sonrasında ortaya çıkmıştır. Özellikle 1830’ lardan sonra eğitim kurumları günümüz yapılanmalarına doğru yönelmeye başlamış, eğitim ve öğretim faaliyetlerinin farklı bir perspektif çerçevesinde gerçekleştirilmesi mümkün olmuştur. Pek tabi bunun oluşmasında ekonomik faaliyetlerin etken oluşu da eğitime farklı bir boyut kazandırmış, eğitime çok yönlülük vererek gelişmesini sağlamıştır. Eğitim ve öğretimin farklı ortamda yapılabileceği sonucu ortaya çıkmış, sadece binalarda değil her yerde ve her zaman dilimi içerisinde eğitimin mümkün olduğu gösterilmiştir.

Coğrafi koşullar başta olmak üzere insan hayatını etkileyecek birçok olay, başta yaşamsal faaliyetleri sekteye uğrattığı gibi eğitim ve öğretim süreçlerini de aynı orantıda sekteye uğratmaktadır. Nitekim günümüzde CoronaVirus tehlikesiyle yüz yüze kalan insanoğlu, insanlık tarihinin var oluşundan beri böylesi olaylarla karşılaşmıştır ancak günümüzdeki teknolojik gelişmeleri ve imkânları da baz alacak olursak insanoğlu, bugün söz konusu virüsün etkileri ile mücadelede daha şanslıdır. Ayrıca daha çok imkana sahiptir. Eğitim ve öğretimi sekteye uğratan herhangi bir olay ya da süreç aslında eğitim ve öğretim süreçlerine farklı bir perspektif kazandırmıştır. Eğitim ve öğretim kapalı mekanlardan taş duvarlardan kurtulup insanların farklı ortamlarda bilgi edinebilmesini sağlayan bir sürece de kapı aralamıştır. 

Bates, uzaktan eğitimde medya ile bazı dezavantajların teknolojideki son gelişmeler ile ortadan kaldırıldığına inanmaktadır. Bates, yeni teknolojilerin, daha geniş bir öğretim işlevi yelpazesi ve daha yüksek bir öğrenme kalitesi, daha düşük maliyetler, daha fazla öğrenci kontrolü, öğrenciler için daha fazla etkileşim ve geri bildirim vaat ettiğini ileri sürmüştür. Media ve yöntem meselesinin uzaktan eğitim ile ilgili olarak tartışılmaya devam etmesi muhtemeldir ancak uzaktan eğitimin diğer öğretim yaklaşımlarından farklı olduğuna şüphe yoktur. Gehlauf tarafından, öğretmenlerin interaktif televizyona kıyasla geleneksel sınıftaki öğretim dönemine tepkisi üzerine yapılan bir araştırma, daha geleneksel yaklaşımlara bağlı kalmak isteyen bir yöntemdir. Bu yöntem sonucunda, yöntemi etkili bulmadıklarını, öğretmenlerin uzaktan eğitim öğretimde, eğitim taleplerini karşılamak için çeşitli meslek içi eğitimi almaları gerektiğini belirtmiştir.

Mehmet Hakan Öztürk

Değerlendirmemizin ana konusunun “Din ve Özgür Düşünce” olmasına karşın zaman sınırlamamızın “Erken Modern Dönem”de Avrupa olması nedeniyle öncelikle bahsi geçen zaman aralığının değerlendirilmesi yapılmalıdır. Amerika Kıtası’nın keşfedilmesinden (1492) Otuz Yıl Savaşları’nın sona erdiği yıla (1648) kadar geçen süreç, Avrupa için Erken Modern Dönem olarak adlandırılmaktadır.

15.yüzyılın son çeyreğinde Milli Monarşiler ortaya çıkmış, merkezî sistem ve ordu oluşturulmuştu. Modernizm uzmanları, 1789 sonrası Modern Dönem’in izdüşümlerini burada görmüşlerdi. 1789’u hazırlayan 1492-1648 yılları arası “Erken Modern Dönem”, 16.yüzyıl ve sonrası ise “Teknoloji Çağı” olarak isimlendirildi. Hıristiyanlık temelli ve parçalı siyasi yapının yavaş yavaş yerini Milli Monarşiler’e bıraktığı Avrupa’da, teb’a ve ülke kavramları ortaya çıkıyordu. Cemaat yapılanmalarının yerini alan ferdiyetçilik düşüncesi ve bireyin ön plana çıkarılması bir nevi domino taşı etkisi gösterecek, düşünce sistemi tüm dünyayı etkileyecek şekilde değişecekti. İdealizm egemenliğinde ve özellikle de kilise baskısı altında ortaya konulan eserler dinî değerlerin çerçevesinde gelişiyordu. Lakin aydınların baskıcı sisteme karşı duruşları, Hümanizma düşüncesinin yayılması, Milli Monarşiler’in inşası, Coğrafi Keşifler’in küresel etkileri ışığında artık Avrupa, Antik Dönem’den Modern Dönem’e geçişini yani Erken Modern Dönemi’ni yaşıyordu. 

Aklın ve bilimin saf dışı bırakıldığı skolastik düşünce yönteminde, tüm ana güçlerin de üstünde bulunan kilise ve dolayısıyla Papa, düşünmeye, daha doğrusu özgür düşünmeye izin vermiyordu. Halkın okuryazarlığının olmaması, baskıya karşı boyun eğmesi, dogmalarla yetiştirilmesi Avrupayı giderek karanlığa sürüklüyordu. Aforoz ve Enterdi ile korku salan kilise, Endüljans ile giderek güçleniyordu. Krallar da bu gücü kendi meşruiyetlerini temellendirmek için kullanıyorlardı. 

Tüm bu olanların dışında devletçiklerden meydana gelen İtalya’nın Kuzey Floransa toprakları yeni bir düşünceye gebeydi, “Hümanizma”. Bölgede ticaret oldukça gelişmiş vaziyetteydi. Ticaretle uğraşan kesim, farklı coğrafyalara gitme şansına sahipti. Bu durum da zengin kültürler ile tanışmak için güzel bir fırsattı. Özellikle sanata yansıyan bu birikimler eleştirel düşünce için zemin hazırlıyordu. Daha sonraları Hümanizma adını alacak bu hareketlenmenin ilk aşaması, Ruhban adı verilen toplumsal sınıfa mensup aydınların bir araya gelerek kilisenin sorgulanmasına asla müsaade etmediği öğretilerini eleştirmeye başlamasıyla oluşmuştu. Dinî metinleri de eleştirmeye başlayan aydınlar, İncil’in farklı nüshaları ile karşı karşıya gelmişti. Mevcut İncil’in bozulmalarına karşın Antik Dönem’de yazılmış İncil’in daha saf olduğunu anlamışlardı. Artık yapılacak olan şey, mevcut öğretilerin ilk başladığı yere dönmekti. İkinci aşama olarak, Eski Doğu ve Eski Batı Dilleri’ni öğrenmeye başladılar. Ki bu da Linguistik (Dilbilim) çalışmalarının fitilini ateşlemişti. Tarihler 14.yüzyılı gösterdiğinde Alman Mucit Johannes Gutenberg’in müthiş icadı matbaa sayesinde çevirilen İnciller, saf Hıristiyanlık düşüncesiyle çoğaltılıp halka dağıtılmaya başlandı. Bu gelişme de özgür düşünme hareketinin üçüncü evresini oluşturacaktı. Eski nüshalarda yer alan bireyin daha özgür ortamda yaşadığı gerçeği, aydınları Eski Roma insanının ideal insan olduğunu düşünmeye itiyordu. “Kiliseye vergi veren, sadece okuduğunu anlayan ve sorgulamayan insan idealdir.” düşüncesini kırmaya başladılar. Artık birey ön plana çıkarılmış ve değer kazanmaya başlamıştı. Dönemin üniversite kürsülerinde aydınlar, kilisenin durumunu ve yobazlaşan Hıristiyanlığı haykırmaya başlamışlardı. Sürecin ilerleyen safhalarında prensliklerden de destek gördüler. 

Diğer yandan bu muhteşem aydınlanma hareketi, bilim devriminin de temellerini oluşturuyordu. Din sömürüsü altındaki ekonomik baskının da çekilmeye başlamasıyla beraber, günümüz Avrupa’sı artık şekilleniyordu. Bu alenen ve cesurca gerçekleşen hareketlenme, Rönesans’ın doğumunu da hızlandırmıştı. 

Rönesans, bir nevi Hümanizm Düşüncesi’nin sanata yansıması olarak düşünülebilir. Sadece çağının değil günümüzün de aydınları olarak görülen çok değerli isimler, 14. ve 15. yüzyılda ortaya koydukları eserleri ile Rönesans’ın önderleri olmuşlardı. Michelangelo, Leonardo Da Vinci, Petrarch, Erasmus ve William Shakespear’in de aralarında bulunduğu isimler eserlerinde ana tema olarak insanı işlemişlerdi. Bu eserlerde insan her yönüyle ele alınıyordu. Dinin kutsallığından sıyrılan sanat, insanın kutsallığına bürünmüştü. Bahsi geçen aydınlar, insan ön planda bulunduğundan oldukça gerçekçi eserler ortaya koymak adına anatomi, geometri, matematik ve astronomi gibi bilim dallarında eğitim almışlardı. Bu durum da aydınların çok yönlü birer bilim insanı olmalarını sağlamıştı. 

Özgür düşünce, yukarıda bahsettiğimiz aşamalardan geçerek ve temelde dogmatizmi yıkarak var olmuştur. Hümanizma akımının doğuşu; Rönesans, Reform ve bu hareketlerin Coğrafi Keşifler gibi küresel sonuçları daha sonraki dönemlerde de özgür düşünceyi sürdüren unsurlar olmuşlardır. 

Kardelen Koçak

elimize aldığımız kitaplardan mıdır bilmem böyle sıkışmamız 
yoksa yine tekrara mı düştü cümlelerimiz 
diyalogları parantez içinde kurmayı alışkanlık hâline getirdim 
zira konuşmak bir 0 
sınıflarımız yan yana olsun üst üste olursa sınıf atlamak zor bu memlekette 
kast sistemine geçtiğimizden bihaber misin yoksa sen yine 
 
güncelerimizin konusu ayrı (ki benim yok) 
geçelim günceleri günler bizim için mesele 
geceler de olur aynı okun iki başı ikisi de 
 
sitelere sıkışmayalım (rezidans yapılmış karşı mahalleye) 
ne fark eder yapmıyoruz ki biz bale 
hiç fena olmazdı aslında şu papağana bir vale 
          (koy gitsin koylara göçelim otelleri güzel olur diye) 
 
geçmişe bakmak ne fenadır zira sinirlenir kendinden ibaretler 
          (marsta yaşam keşfedilmiş) 
zaten bize bura uygun değil 
Ekrem Müftüoğlu

Av. Burak Turan’ın gündeme dair kısa değerlendirmesi: