İyi dinlemeler dileriz.

Kavramsal Açıdan Manipülasyon Nedir?

Manipülasyonun kelime anlamı, bilinmekte olan bir bilgiyi değiştirmek amaçlı yönlendirme, kesme, ekleme, çıkarma yapmaktır. Bilinen bu bilgiyi, kendi düşünceleri ya da çıkarları uğruna değiştirme anlamı da taşır.

Psikolojik manipülasyon ise insanları çoğunlukla istemedikleri hâlde etkileme ve yönlendirme anlamına gelmektedir. Bu şekilde insanlar etkilendikleri düşünceler ve hareketler doğrultusunda, manipülasyonu yapan kişi nedeniyle davranış değişikliğine ya da fikir değişikliğine yönelebilirler.

Siyaset Psikolojisinde Manipüle ve Propaganda

Siyasette insanları manipüle etmenin birçok yolu vardır. Şiddet, tehdit etme, zor kullanma, kısıtlama, engelleme gibi seçenekleri politikacılar ilerledikleri yolda tercih etmezler. Bu durumda belirli manipülasyon teknikleri devreye girer. Bu tekniklerde özellikle iletişim araçları kullanılır. Politikacılar seçmeni kendilerine çekmek için politik reklamlarını yaparlar. Kitlelere hitap edebilmek ve kendilerine çekebilmek için de propagandaya yönelirler. Bu tekniklerle kitlenin ve seçmen bireyin oyunu alabilmek adına politikacılar bir nevi bir yarış alanına girerler. Bu yarış alanında politikacılar, seçmen kitlesini etkileyebilmek için belirli manevralar uygularlar, bu manevralar siyasette manipülasyon alanına girer. Kısacası politik manipülasyon, şiddet ve zor kullanma seçeneği yerine kişileri ikna etmek adına belirli manipüle tekniklerini gerçekleştirmeyi amaçlamaktadır.

Schiller’e göre politik manipülasyon öncelikle mitlere ve bu mitlerin insan zihnine ustaca yerleştirilmesine bağlıdır.[1] Zihnin menajerleri bu yolla kitleleri yönlendirmektedirler. Bu yolla kitleler yönlendirilirken politik manipülasyonda kullanılan olumlu pekiştirme, olumsuz pekiştirme, cezalandırma, travmatik yaklaşım gibi birçok teknik ve yöntem oluşmuştur.

Bunlarla beraber birey ya da kitleleri etkilerken en çok kullanılan yöntemlerden biri de propagandadır. Propaganda, manipülasyon teknikleri ve yöntemlerinde olduğu gibi kendi içinde sınıflandırılmaktadır. Propaganda “beyaz, gri ve siyah” olarak kesimlere ayrılır. Hem konusu hem hem de kaynakları bakımından sınıflandırılan propagandada ortak amaç, hedef kitle ya da hedef grupları, bireyleri ikna ve manipüle etmektir. “Beyaz propaganda” adından da anlaşıldığı gibi açık, net bir yöntemle hedef kitleye yönelmektir. Herkes tarafından kolayca bilinebilecek temiz propagandadır. “Siyah propaganda” ise beyaz propagandanın tam tersidir. Kaynak belirsiz ya da asılsız, verilen bilgiler ise güvenilmezdir. Kaynak ne kadar belirsizse propagandanın yalan ve manipüle edici olma ihtimali o kadar yüksektir. Yalan, hile, karalama, aldatmaca bu kapsamda değerlendirilebilir. “Gri (bulanık) propaganda” beyaz ile siyah propaganda arasında kalan yöntemdir. Ana malzemesi ise çoğunlukla söylentiler ve rivayetlerdir. Bu alanda yaşanan dezenformasyon gri propagandanın çoğunlukla siyah propaganda ile karıştırılmasına neden olabilir fakat medya bu noktada tarafsız olmalı, kitlelere ve kitleleri oluşturan bireylere farklı kanallarla temiz bilgi aktarmalı ve insanlar kendi iradelerinin yönlendirdiği yolu tercih etmelidir.

Medya, “politikada manipüle ve provokasyon” gibi konularda bu kadar önemli misyonlar üretirken taraflı olmasından ötürü seçmen kitlesini manipüle etmemelidir. Seçmen kitlesi kitle iletişim araçlarından tarafsızca ve korkusuzca yararlanmalıdır. Bu noktada belirli düzenlemelere başvurulmalı ve halk manipülasyon altında kalmamak adına kendi hür iradesiyle harekete geçmelidir.

İrem Yılmaz

Kaynakça

[1] Ahmet Akın, Eyüp Çelik ve Ümran Akın, Psikolojide Güncel Kavramlar Politik Psikoloji, Mobel Yayıncılık, 2019, syf 22.

“Yapacağımız konuşma avukatlardan çok halkımızı ilgilendiriyor.”
Avukat Burak Turan

Savunma hakkı bir hukuk devletinde vazgeçilmesi düşünülemeyecek temel haklardan biridir ve en önemlilerindendir. Zira bir suçlama karşısında kendi istediği şekilde, özgürce kendini savunamayan hiç kimsenin hiçbir hakkı güvende değildir. Her şeyin belirlenimi suçu ve savı ortaya atan yetkeye devredilmiştir. Hiç kimsenin hiçbir hakkını savunamayacağı böyle bir dizge içerisinde, insan zihninin üretebileceği en distopik sistem var edilmiş demektir. Bundan mütevellit herkesin haklarını özgürce savunmasını güvence altına almak, rasyonel insan zihninin var ettiği ve adil olma çabası içerisindeki her sistemde zorunludur.

Bu hakkın kullanımını tesis etmek için var edilen ve gerçekliğin ortaya çıkması için bulunması zorunlu olan meslek, herkesin bildiği üzere avukatlık mesleğidir. Avukatlık mesleğinin ve avukatların hak savunusunun önüne konulan engeller hukuk devletine vurulan en ölümcül darbelerdir. Bu darbeleri vurarak yargılama işlemini kendi yetkesi altına almak isteyenler her ne kadar kendi mutlaklaştırmak istedikleri otoritelerinin önündeki en mühim fren mekanizmasını yok ettiklerini düşünseler de bu, yalnızca bir yanılsamadır. Çünkü insanın topluluk hâlinde yaşadığı her yerde otorite, meşru olduğunu hissettirmek durumundadır. Bu sebepten her otorite kendisini bir açıklamaya (bazen Tanrı, bazen soy, bazen ulus) dayandırmak zorunda kalmıştır. Yine birçok otorite en büyük iddia olarak adalet ve azamet ikilisini ortaya sürmüştür . Adaletin kolunu kanadını kırarak azametini tahkim çabasına girmek isteyenlerin ise ellerine geçen şey meşruluğunu yitirmektir. Meşruluğun yitiminin ve otorite kaybının ardından ise en fazla ihtiyaç duyulan şey yine adil yargılama ve özgür savunma hakkıdır.

Ülkemizde mevcut baro sistemi değiştirilmek istenmektedir ve bunun için baro seçimlerinin usulünü değiştirmekten baroları bölmeye kadar birçok yöntem düşünülmektedir. Avukatların örgütlü biçimde kendi haklarını ve savunma hakkını muhafaza ettikleri baroların etkisiz hâle getirilmesi yahut yetkilendirilmiş “sarı barolar” ile baroların fiilen yok edilmesi hamlesi, avukatlığın ve savunma hakkının tahrip edilmesidir. Bu tahrip herkesin daimi ihtiyacı olan adil yargılanmanın telafisi mümkün olmayacak şekilde zarar görmesidir.

Bugün baro başkanlarımız, baroların bölünmesini engellemek ve özgür savunma hakkımızı müdafaa etmek için gerçekleştirdikleri yürüyüşü tamamlayarak Ankara’ya ulaştılar. Fakat hukuksuzluk sistemini sistematize etmek hevesinde olanlar tarafından açık bir hukuksuzlukla Ankara’ya alınmadılar.

Bizler, savunma hakkını, hukuk devletini ve adil yargılanma hakkını muhafaza etmek isteyen vatandaşlar olarak bizim hakkımızı savunan baro başkanlarının yanındayız. Baro başkanlarımızın savunma hakkı için yürüyüşünü destekliyoruz ve son olarak ‘savunma durdurulamaz’ diyoruz.

Yunusemre Işık

Avrupa’da, 16.yy.da siyasal erkin merkezîleşmesi eğilimi gelişmeye başlamıştır ve bunun en belirgin örneklerinden birisi de Fransa’dır. Daha önce kent devletleri, prenslikler ve kilise gibi çeşitli birimler arasında bölünmüş siyasal iktidar, tek merkezde toplanmaya başlamıştır. İktidarın merkezîleşmesi sürecinde Fransa’da kilisenin yetkileri, kentlerin özerklikleri, soyluların sahip olduğu hak ve ayrıcalıklar; merkezi yönetimin karşısında çözülmeye başlamış ve devletin gücünde sınırsız bir artış meydana gelmiştir. Fransa’da kralın iktidarına rakip olabilecek bütün güçlerin ve yerel iktidarların bastırılması politikası, XIV. Louis döneminde de hızla devam etmiştir. Soyluların siyasal ve yönetsel işlevleri, yerel yönetimlerin özerklikleri kaldırılarak yürütme organı içinden atanan mahkemeler kurularak -bağımsız yargı ortadan kaldırılarak- États Généraux işlevsizleştirilerek tüm erklerin tek elde toplandığı bir süreç başlamıştır. XIV. Louis’in “L’État, c’est moi” sözü gelinen noktanın özetidir. İşte Monstesquieu, Yasaların Ruhu Üzerine’yi özetlenmeye çalışılan bu koşullarda yazmıştır.

Montesquieu, erkler ayrılığını sistematik bir biçimde işleyen ilk düşünürdür. Montesquieu, siyasal özgürlüğün var olabilmesi için ılımlı bir yönetimin olması ve siyasal iktidarın ara erkler tarafından denetlenmesi ve sınırlandırılması gerektiğini söyler. Geçmişten gelen siyasal deneyimlere göre kişiler ele geçirdikleri iktidarı, kurumsal bir sınırlama ile karşılaşmadıkça kötüye kullanma eğiliminde olabilirler. Montesquieu bunu “İktidarın kötüye kullanılmasını engellemek için şeylerin doğası gereğince iktidarın bizzat iktidarı durdurması gerekir.” sözü ile ifade eder. 

Montesquieu, İngiliz Anayasası’ndaki erkler ayrımını, özgürlüğün korunabilmesi için gerekli bir koşul olarak görmüştür. Yasama, yürütme ve yargı erkleri arasında kesin bir görev ayrımının bulunması ve her bir erkin ayrı ellere verilmesi, siyasal özgürlüklerin korunması için vazgeçilmezdir. Montesquieu yasama ve yürütme erklerinin ayrı olması gerektiğini “Aynı hükümdarın ya da aynı senatonun, yasaları despotça uygulamak için despotik yasalar yapmasından korkulur.” şeklinde ifade etmiştir. Yargı erkinin de yurttaşlar hakkında keyfî kararlar verilmesini önlemek ve özgürlüğü sağlamak için mutlaka yasama ve yürütme erklerinden ayrı olması gerektiğini belirtmiştir. 

Montesquieu yargı erkini diğer ikisine göre daha az önemsemiş, hakimlerin, kararlarını tamamen bağımsız olarak yasalara uygun bir şekilde almaları gerektiğini söylemiştir. Yasama erkini, biri halktan diğeri seçkinlerden olmak üzere iki kanatlı olarak öngörmüştür. Yürütme erkinin, yasamadan tamamen bağımsız, siyasal bir erkte ve tek kişinin elinde olması gerektiğini belirtmiştir. Bu erkler, birbirlerini denetleyecek ve dengeleyecek bir biçimde düzenlenmiştir. 

Montesquieu, kitabında “erkler ayrımı” kavramını kullanmamıştır hatta erklerin kaynaşabileceğini, birbirine müdahale edebileceğini öngörmüştür. Yasama ve yürütme erkleri farklı ellere verilmiş olsa da yürütmeyi temsil eden kral, sahip olduğu veto hakkıyla mecliste bakanları yargılama yetkisini kullanarak ve yasaların ne ölçüde uygulandığını denetleyerek belli bir denetim yetkisi kullanmaktadır. Yasamanın da iki kanatlı olması öngörülerek birbirini karşılıklı denetleme ve dengeleme mekanizmaları kurulmuştur. Montesquieu’nün, erkleri kesin çizgilerle birbirinden ayırmadığı, erkler arası denge ve fren sistemi kurduğu, bunların karşılıklı olarak birbirini engellediği ve sınırlandırdığı bir erkler kuramını öne sürdüğü söylenebilir. Montesquieu için yasama, yürütme ve yargı erklerinin farklı ellerde toplanması elzemdir. Bunun önemi, özgürlüklerin güvence altına alınması için iktidarın kötüye kullanımını önlemenin yanında toplumsal güçler arasında bir denge sağlamaktır. Bunun için de mutlaka kurumsal düzenlemeler yapılmalıdır. Montesquieu’ye göre iktidar ancak iktidar tarafından sınırlandırılabilir. Antik Yunan düşüncesinden bu yana, yasalara bağlı, özgürlüklerin korunduğu bir yönetim biçiminin nasıl sağlanabileceği temel meselelerden biri olmuştur. Bunun için zaman zaman toplumsal güçlerin ve siyasal kurumların birbirlerini karşılıklı olarak denetledikleri karma yönetim biçimi öngörülmüştür. Montesquieu’nün tam olarak karma yönetim kavramını kullanmasa da erkler arasında bir denge ve fren mekanizmasının olduğu ve toplumsal güçler arasında uyumun bulunduğu bir siyasal rejim öngördüğünden karma yönetim kavramını kendi döneminin bulunduğu koşullar içinde tekrar yorumladığı söylenebilir. 

Aristoteles, anayasaları sınıflandırırken yasama, yürütme ve yargı erklerini tanımlamış ve iyi bir yasa koyucunun bu üç erkin uyumlu bir düzen içinde olmasını amaçlaması gerektiğini belirtmiştir. Aristoteles, sınıflar arası bir denge yönetimi amaçlamış ve bunu karma yönetim şeklinde ifade etmiştir. Aristoteles’in öngördüğü karma anayasa anlayışı, sınırsız ve keyfî iktidarın kullanımını engelleme amacının yanında, bununla doğrudan ilgili olarak belli bir sınıfın sınırsız egemenliğinin eninde sonunda rejimi yıkıma götüreceği düşüncesi ile sınıflar arası bir denge sistemini içerir. Aristoteles, bir anayasanın ne kadar iyi bir karma modeli olursa o kadar uzun ömürlü olacağını düşünür.

Polybios da iyi olarak nitelendirdiği yönetim biçimlerinin (aristokrasi, monarşi ve demokrasi) temel alındığı karma yönetim ile ancak istikrar kazanmış, iyi ve kalıcı bir yönetim biçimine ulaşılabileceğini belirtmiştir. Polybios, karma anayasa için Lykurgos’un yaptığı Sparta Anayasası’nı örnek göstermiştir. Polybios’a göre birbirini dengeleyecek kuvvetlerin bulunduğu karma bir yönetim olmadığında, tek bir kuvvete dayanan yönetim eninde sonunda aşırılığa, dengesizliğe ve sonuç olarak yozlaşmaya doğru gidecektir. Bir ülkede özgürlüklerin korunması ancak denetleme ve denge sisteminin bulunduğu bir anayasa ile sağlanabilir. Bu anayasa, modern güçler ayrılığı ilkesinin temelini oluşturacaktır. 

Polybios’a göre Lykurgos, karma anayasa modelini aklın ışığında, yani doğal olayların ve doğa yasasının gelişimini dikkate alarak yapmıştır. Roma ise bu anayasaya, yaşadığı iç savaştan ve acı bir deneyimden dersler çıkararak ulaşmıştır. Konsüller, senato ve tribünler; bu üç güç arasında kurulan birbirini sınırlandırma, denetleme ve hesap verme uygulamaları, Roma’daki karma yönetimin özünü oluşturur. Polybios, bu üç gücün tek tek yetkilerine bakıldığında her birinin büyük yetki ve sorumluluklarla donatılmış olduğunu, ancak güç dağılımının başarılı bir şekilde sağlanmasından dolayı hiçbirinin tek başına egemen olma olanağının kalmadığını vurgular. Bu güç dağılımı, hem birbirine karşıt hem de birbirini bütünler niteliktedir. Birinin egemenlik alanının genişlemesi ve yayılması, bir öteki tarafından dengelenir ve frenlenir. Polybios, Tarihler adlı yapıtında bunu şöyle açıklar: Tanımladığımız üç sınıftan herhangi birisinin kendisini fazlasıyla büyük görmeğe başlaması, gereğinden fazla şişkin ve saldırgan olması hâlinde, her üçünün karşılıklı bağımlılığı ve birinin isteklerinin birbirlerince denetlenmesi ya da önlenmesi olasılığı, bu isteklerin genişleme eğilimini gemleyecektir. Böylece bir tarafta belirebilecek aşırı istekler, ötekilerin sert tepkisinden duyulan korkuyla frenlenecek, unsurlar arası denge sağlanacaktır.

Locke da yasama ve yürütme erklerinin ayrı ellerde toplanması gerektiği görüşünü öne sürer ancak bu görüşü siyasal iktidarı, benzer ağırlıklar taşıyan erklere böldüğü ve aralarında belli bir denge sistemi yaratmaya çalıştığı anlamına gelmez. Locke, yasamanın daha üstün olduğu görüşünü savunur. Kralın onayından geçmeyen yasalar, yürürlüğe girmeyecek ancak krala duyulan sadakat, yasalara itaat ettiği sürece devam edecektir. Dolayısıyla bu iktidar, kaynağını yasalardan almakta ve yasalarca sınırlanmaktadır. “Otoriteyi elinde bulunduran her kim olursa olsun kendisine yasalarca tanınan iktidarın sınırlarını aştığı ve buyruğu altında tuttuğu gücü yasaların izin vermediği şekilde uyrukları üstünde kullandığı yerde, hükümran olma durumu sona erer (…) ve başkasının hakkını ihlal eden bir kişiye karşı konulduğu gibi ona karşı da konabilir.”

Şüphesiz modern karma yönetimin temel unsurlarından biri hukukun üstünlüğü ve yargı bağımsızlığıdır. Günümüzde güçler ayrılığı, özgürlükler için vazgeçilmez temel kurumsal bir düzenlemedir. Siyasal iktidarın belli bir kesimin elinde toplanması sınırsız ve keyfî bir yönetime doğru gidildiğini gösterir. Böyle bir yönetim, çıkardığı yasalar ve uygulamalarıyla kamu yararını ortadan kaldıracak veya zedeleyecektir. Bu yüzden kurumsal düzenlemeler yoluyla iktidarın sınırsız ve keyfî, yani yasasız ve kamu yararına aykırı bir patikaya girmesini önleyici mekanizmaların düşünülmesi bu anlamda çok eski ve çok önemlidir. İktidarın sınırlanmadığı ve denetleyici mekanizmaların bulunmadığı bir durumda özgürlüklerin korunması son derece zorlaşır hatta özgürlüklerin yasalar ile ortadan kaldırıldığı bir düzene gidilir. 

ABD Anayasası’nı yazan kurucu babalar -dolayısıyla başkanlık sisteminin kurucuları- anayasayı hazırlarken Polybios’u ve Roma tarihini okumuşlar, klasik karma yönetim düşüncesinden yararlanmışlar, kendilerine karma yönetimi model almışlardır. Bu anayasanın temel ilkesi denge ve denetleme sistemidir. Tocqueville de Amerikan Anayasası’nın temel özelliğinin “check and balance” olduğunu ve bu sistemin güçler arasındaki farklılık ve karşılıklı denetleme, sınırlandırma ve dengeleme mekanizması, yani güçler ayrılığı olduğunu dile getirmiştir. Modern hukuk anlayışının gereği olarak yargının bağımsızlığı ve hukukun üstünlüğü de bu modele eklenmiştir. Mustafa Kemal Atatürk de daha Samsun’a çıkmadan önce kafasında oluşturduğu devlet modelini şekillendirirken Rousseau ve Montesquieu’den önemli ölçüde etkilenmiştir ve Montesquieu’nün tanımladığı yönetim şekillerinden cumhuriyeti benimsemiştir. Rousseau’nun “halkın egemenliği” (bu ifade “millet” olacak geçecektir), Montesquieu’nün “erkler ayrılığı” görüşleri doğrultusunda Aydınlanma Felsefesi prensiplerine dayanan, Avrupa’nın ilk modern sistemli ve yazılı anayasası olan 1791 Fransız Anayasası; 1924 yılında Modern Türkiye Cumhuriyeti’nin Anayasası’na da örnek teşkil edecektir. Atatürk, Türk Kurtuluş Savaşı’nın başarıya ulaşmasının yolunu; devamında yapılacak olan inkılaplarda görmüştür. Bu da ancak millet egemenliğine dayalı bir sistem ile gerçekleşecektir. Bizim geçen yıllarda geçtiğimiz Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’nde ise elzem olan bu ilkelerin gözetilmediği ve tarihten dersler çıkarılmadığı görülmektedir. Bu süreçte Cumhuriyet’in önemli kazanımları yitirilmeye, kamu yararı göz ardı edilmeye ve erkler tek elde toplanmaya başlanmıştır. 

B. Caner Şafak

KAYNAKÇA

AĞAOĞULLARI, M.A. (2018), Sokrates’ten Jakobenlere Batı’da Siyasal Düşünceler, İstanbul: İletişim.

ZABCI, F. (2018), Antik Cumhuriyet Düşüncesinde Siyasal Yozlaşma ve Karma Yönetim: Aristoteles ve Polybios Üzerinden Bir Tartışma, Felsefelogos, 69(2), 7-24.

Fikirlerin suç olmadığı duyurusuyla yaşadığım dünyamda fikirlerimin büyük suçlar teşkil ettiğini öğreneli, buna ve hayattan koparılmaya mahkum edileli tam 12 yıl olmuştu. Hükümlü iznimin bitmesine 20 gün vardı. Hücreme dönmek üzere yaşamdan hikâyelerimi koltuk altındaki defterime saklamaya çalışıyordum. Pazar kokulu mahalle patlıcanlarının yerlerde süründüğü sokaklardan iz bırakarak geçiyordum, her insan hikâyesine mutlaka bir iz bırakır diyerek. Önünden geçtiğim gecekondunun pervasız bakışları, perde arkasındaki süzülmüş gözleriyle bana bakan gözlerin dikkatimi çektiğini fark ettim. Önünden geçmek istediğim yerin bana huzur kattığını o saniye anlamış olsam da içimdeki rahatsızlığın tarifini yapabilecek durumda değildim. Muhtemelen de bu dakika yıllarca yollarında süründüğüm bu sokaklarda bu gecekondunun hiç dikkatimi çekmediğini fark etmiştim, ayrıca bu durumda kendimi teselli etmeye hakkım olmadığını düşünüyordum. O simsiyah gözlerin içine bakarak fark etmemiş olmama bahane üretip kendimi teselli edemezdim. Dönüp dolaşıp kendimi o inşaat halindeki bina önünde buldum. Kırık cam parçalarını saatlerce inceleyip kendi etrafımda dünyanın dönüşüne dalmış bulundum. Tuhaf gözlerin çekimine kapıldığımı ve bundan her an etkilendiğimi, kurtulmak isterken nasıl da o çukura düştüğümü an be an takip ettim. Binadan çıkıp hafif karanlık sokakların çevresinde dört dönmeye başladım. Gecekondunun eşiğine gitmeye çalışan ayaklarımı geri geri sürümek için çok direniyordum. İşte bu anda kendime tonlarca mazeret üretme hakkına sahiptim. Arkamı dönüp kapı önündeki sokağı dışarıya kavuştuğumdan beri her gün incelerim, bir kez daha incelemek, acı tatlı anılarımı içimde yeşertmek isteyerek kafamı çevirmiş bulundum. O an cılız bir adamın bana keskin bakışlar attığını gözlerime saplanırcasına, yaralanarak gördüm. Usul usul yürüyordu fakat bana doğru yürüdüğüne ihtimal vermedim. Belki yarım dakikayı bile doldurmayacak bir süre zarfının içerisinde adam kulağıma ufak bir cümle fısıldadı:
“O gözlerin hikâyesini anlatmamı ister misin?” Olur tabii diyemedim, gözlerinin içine keskin bakışlarımı yerleştirdim. Bu hikâyeyi duymak istemediğime çok emindim. Korkunun içimi kapladığını her an, her saniye hissedebiliyordum, içimdeki iyi ve derin gözlerin yerini kötülükler, umutsuz hikâyeler kaplasın istemiyordum. Ben hücreme döndüğümde o gözlerle hülyalara dalmaya devam edecektim. Kekeleyerek teşekkür ettim ve o an orada buharlaşmak istedim, etrafın kararmasını göz ardı edemedim ve o adamı dinleme zorunluluğumu içimden atamıyordum. Sanki onu dinlemeye mahkûmmuşum gibi saatlerce dinledim. Dinledim ve sessizce izledim. Hararetli ve tumturaklı söyleşilerini bir çırpıda kötümser tavırlarıyla anlatırken ben o gözleri gönlümün altına saklayıp kapıları kilitleyip ütopik dünyamda uzak bir yola koyulmuştum. Sadece ben ve o gözler, onun gözleri. Hem karşımdaki adam varsa yoksa o saçmalıkları konuşur olmuştu. Dinlemedim, dinlemeye devam edemedim. Dinlersem o gözlerin beni bırakıp gideceğine korkar olmuştum. İnanılır gibi değildi, kendimi kaybetmiştim biliyordum. O ütopik dünyadan hücreme dönmeyi bir an olsun bile istemiyordum. O gecekondu eşiğinde hücremde çekeceğim cezanın müebbetini bile çekerdim. Her gün kendi dünyamda yolculuk yaparken gecekondu eşiğini ziyaret etmeyi unutmuyorum. Her Allah’ın günü bunu yapmaktan vazgeçmemek canımı sıksa da bunu yapıyorum. O hücrede o gözlerle yaşamaya, hülyalara uğurlanmaya ant içmiş gibiyim sanki. Ezbere biliyorum o gözleri, gözlerin her detayını ezbere biliyorum. O gözlerle yaşamaya kendimi mahkûm ediyorum.

Ozan Arif’e ithafen

Avrupa zekanın vatanı, Asya gönlün. Zekanın dili nesir; gönlün şiir. Biz de Asyalıyız. 

(Cemil Meriç)

İnsanın kuvveti aklı ve lisanı iledir.    

(Arap Atasözü)

                                                                                                     

                                                              

                                                                                       

İnsan için tarih boyunca birçok tanımlama yapılmıştır. Bu tanımlamalardan en meşhuru ise ‘hayvan-ı natık’tır. Yani ‘nutkeden (konuşan) hayvan’. Fakat konuşmak alelade bir konuşmak değil. ‘Nutuk’ hem sözdür hem de akıl. Mantık kelimesi de ‘nutuk’ kökünden gelir. İnsan nedir yahut ne değildir, değil yazımızın konusu. Amacımız insan açısından sözün ve konuşmanın ne kadar önemli olduğunu ifade etmek.

Sözün insan için ehemmiyetini “hayvan-ı natık” formülüyle kadim ulema ifade etmişler. Modern ulema da genel olarak sözün ve konuşmanın ne kadar önemli olduğunu ifade ediyor ancak toplumsal bazda öneminin altını çiziyor. Mesela Yuval Noah Harari, insanın bilinçsel gelişiminde etkili en temel saiklerden birinin “dedikodu edebilmesi ve hayal gücünün gelişmiş olması” olduğunu söylüyor. Bu kısımlar bilimsel ve üzerine tartışılası yerler. Bizim asıl konumuz ise “toplumda söz-lisan-edebiyat ve ozan”. Bu durumda milletler için lisanın ehemmiyetini incelememiz gerekmekte.

Milletler, topluluklar; ortak kültür, ortak geçmiş ve ortak gelecek ümitleriyle oluşur. Daha doğrusu millet nazariyeleri arasında en fazla kabul gören teori bu. Milletin teşekkülü için gereken bu özellikler ancak bir aktarım (tevarüs) ile mümkün olabilir. Bu aktarımın biricik aracısı ise dildir. Hatta Ernest Gellner’e göre “Lisan kültürün bir aleti değildir. Lisan kültürdür.” Bu, üzerinde düşünüldüğünde oldukça haklı bir önerme. Çünkü insanların muhayyilelerinde nesneleri ve dış dünyayı kelimeler tasvir eder. Bir nesneyi tasvir edecek herhangi bir kelime yoksa, dış dünyadaki herhangi bir nesne kelimelerle zihnî soyutlama yaşamamışsa o lisanı konuşanların zihninde o nesne de yoktur. Onun için bazı diller iptidaidir. Bazı dillerde felsefe ve bilim olmaz. Çünkü dilin gelişmişliği buna müsait değildir.

Millet hafızasının temel mirasçısı olan lisanla alakalı olarak Nicholas Ostler, ‘Kelime İmparatorluğu’ kitabında “İnsan gruplarının bayrakları ve markaları olmanın dışında diller, hatıralarımızın da bekçisidir. Yazılmadıkları zaman bile geçmişe ait bilgileri koruyan ve ezelden beri onları gelecek nesillere aktaran dillerdir” demektedir.

Millet hafızası, yazının olmadığı dönemlerde temel olarak sözlü kültürle muhafaza edilmiştir. Hatta yazılı kültüre geçildiğinde dahi sözlü kültür etkisini kaybetmemiştir. Yazılı kültürün en ileri safhasının yaşandığı dönemlerden birinde romantizm akımı ortaya çıkmıştır.

“Romantizm akımını romantik yapan özellik geçmişe ve halk kültürüne duyulan ilgidir.”  (Walter J. Ong)

Sözlü kültürün gerekli tevarüsü oluşturabilmesi birtakım kavramları ve meslekleri mecburi kılmıştır. Milletlerin teşekkülünü bu meslekler ve kavramlar mümkün kılmıştır.

Walter J. Ong, ‘Sözlü ve Yazılı Kültür’ isimli kitabında sözlü kültürün aktarım işlevini nasıl yerine getirdiğini şöyle anlatmıştır: “Düşüncenin ritmik, dengeli tekrarlarıyla ya da antitezleriyle kelimelerdeki ünsüz ve ünlü seslerin uyumuyla, sıfatlar ve kalıpsal ifadelerin akması, herkesin sık duyup kolay hatırladığı, kolay hatırlanacak şekilde biçimlenmiş atasözlerinin oluşması ve belli izleklere yerleştirilmesi (örneğin toplantı, yemek, düello vb.) gerekir.”

Toplumlar için de insanlar için de anımsayabildikleri vardır yalnızca. Anımsanmayan şeyler pek bir şey ifade etmez. Bu durumda Ong’un bahsettiği sözlü tevarüs mekanizmasının Türk milleti için nasıl işlediğiyle alakalı olarak Prof. Dr. İskender Öksüz’ün ‘Millet ve Milliyetçilik’ kitabında şöyle bir pasaja rastlıyoruz “Sözlü gelenekte mesajın fazla çarpıtılmaması için bazı hafıza yöntemleri kullanılıyordu. Mesajın her satırı aynı boyda ve yapıda parçalara ayrılıyor, her satırın sonunda veya başında aynı sesler yerleştiriliyordu. Bu yöntemlerin birincisine vezin, ikincisine kafiye diyoruz. Mısra sonlarını kafiyeli söylemek hâkim metot. Türk şiirinin mısra başlarında da kafiye kullanılmış.”

Yani Türk milletinin oluşumunda ve kültürel tevarüsünde, bizim biz olmamızda en ziyade müessir kişiler ozanlardır. Zira Türk edebiyatı -buz gibi Asyalı olan bir milletin edebiyatı- Cemil Meriç’in de dediği gibi şiirdi.
Türk millî kimliğini ve karakterini oluşturan en esaslı şey destanlardır. Destanlar, bir bütün hâlinde Türk geçmişinin ve millî kimliğin gelecek kuşaklara aktarılmasının yegâne vasıtasıdır. Türk kimliği ve Türk algısının oluşmasında destanlar o kadar büyük rol oynamıştır ki Bozkurt, Türeyiş vb. destanlar ile “Etnoloji ilmine göre kurt motifi Türkler için tipiktir. Eski Türk kaynaklarında Türk olmayanlar için ‘kurttan türeyenlerden değildir’.” der Prof. Dr. İbrahim Kafesoğlu.

Prof. Dr. İbrahim Kafesoğlu, ‘Türk Milli Kültürü’ isimli eserinde de der ki “Destanlar, kahramanlık menkıbeleri, aşk türküleri, acı tatlı hatıralar saz şairleri tarafından kopuz çalınarak söylenirdi.”

Zelimhan Yakub’un yazdığı, Nevid Müsmir’in muhteşem sesiyle yorumladığı o eşsiz şiirde de dendiği gibi:

  “Tanrı sesi, sözden evvel yarattı

    Tabiatın yağışı ses, karı ses

                        …..

    Neler yoktu lehçesinde insanın

    Kamanı ses, kavalı ses, tarı ses”

Destanlarda ve şiirlerde de sözden evvel ses duyulurdu. Önce kopuz çalar sonra destan, ilahi başlardı. Bu adet günümüze kadar sürmüş ve hâlâ devam etmektedir. Prof. Dr. Yusuf Ziya Yörükan, ‘Müslümanlıktan Evvel Türk Dinleri Şamanizm’ isimli kitabında bu konuda “Mülga tekkelerde gördüğümüz raks, zil def ve saz hep bu kadim Türk adetlerinin devamıdır.” demektedir.

Devam eden bu âdet genel olarak âşıklık geleneğidir. Bu geleneğin eski köklerinden gelen bir mistik tarafı vardır. Mesela Aşır Özek’in mest eden yorumuyla dinlediğimiz Alevi deyişinde sazdan bahsedilirken

     “Bana Hakk’ı soran oğul

       Haber al aşık sazından

       Göğsü Peygamber ağacı

       Kılıfı Ali bezinden

                ……..

       Cevri bunda dilli Kur’an

       Hem erkanlı yollu Kur’an

       Elimizde telli Kur’an

       Yürürüz Hakk’ın izinde” denmektedir. 

    

     

Sazın telli Kur’an oluşu keyfî bir yorum değildir. Deyişlerin çoğunda görebileceğimiz gibi bir tarihî kaydı ve hikmeti saklamaktadır. Hikmeti pirlere, erenlere havale edelim ve tarihî kaydın peşine düşelim.

      “Sonra ateş etrafında döner, davulu hızla vurur, Ülgen için konulan armağanı davulu ve tokmağıyla beraber kucaklar; mütemadiyen manzum ilahiler söyler. Ülgen için hazırlanan armağanı alıp göklere doğru yükselmeye başlandığını temsile girişir. Birinci kat göğe çıkıyor. Orada yıldırım, şimşek, gök gürültüsüyle karşılaşıyor. İkinci kat göğe çıkıyor.

      Bundan sonra Kam havanın ilerideki durumu hakkında kehanette bulunur. Göklerin her katında neler bulunduğunu anlatır. İlahiler söyleye söyleye dördüncü kat göğe çıkar. Davulu yine gök gürlemesini temsil eder. Beşinci kat göğe çıkar. Gök gürültüsü şiddetlenir.”

Prof. Dr. Abdulkadir İnan’ın, ‘Eski Türk Dini Tarihi’ kitabından alıntıladığım yukarıdaki bölüm, bir şaman ayinini anlatmakta. Şaman ayininde Kam, adeta göğün katlarını şiirle çıkmakta, şiirle ve ilahiyle gök katmanlarını zorlamakta.

      “Eski Türk inancında Kam, Tanrılarla insanlar arasında aracılığa malik, Tanrıların seçtiği kişidir. Kam’ın hayali geniştir, mistiktir ve yaratılıştan zekidir. Kam’ın vakit vakit canı sıkkındır.” En önemlisiyse Kam ‘tab’an şairdir, irticalen şiirler ilahiler söyler.’ Türk toplumunun en mühim, en mistik ve en Tanrısal kişileri Kamlardır. Yani bugün ki ozanlar, âşıklar.

Walter J. Ong’un ‘Sözlü ve Yazılı Kültür’ kitabında “Sözlü geleneğe bağlı ya da izini taşıyan çoğu sözel edim ve yaşam tarzı mücadeleci havasıyla okuryazarları çarpar” der. Ozanlar ve şairler her daim havadan, sudan, aşktan bahsetmezler. Çoğu zaman serttirler ve topluma yol gösterirler. Çünkü toplumu onlar inşa ederler. Bunun için Hz. Muhammed döneminde İslam aleyhine toplumu kışkırtan şairler, Şuara Suresi’nin 224-227. Ayetlerinde sert bir dille kınanmışlardır. Çünkü yalnızca şiir yazmamışlardır. Şiirleriyle topluma olumsuz yön vermişlerdir.  Bunun karşısında ise Hz. Muhammed, Müslüman Şair Hassân b. Sâbit’e dua etmiş ve İslam’ı savunmasını istemiştir.

Çünkü politika, geçmiş, toplum hepsi şairi ilgilendirir ve şair çoğu zaman hepsiyle ilgilenir. Eleştiri de zaten bir şair mesleğidir. Atsız’ın ‘Bozkurtlar’ında Kara Ozan söyler, Çinli katun sıkılır; gök çöker, yer yarılır. Osmanlı saraylarında Nef’i müebbeten haykırır. Başka türlü durmaz çünkü zulüm. Ses ve sözdür, şair ve ozandır zulme dur diyen.

Gelgelelim bu yazının yazılış sebebine. Türk milletinin varoluşuna katkı sağlayan son asrın büyük destancısı, asrımızın Dede Korkut’u, Ozan Arif (Arif Şirin) 13 Şubat 2019’da Hakk’ın rahmetine kavuştu.

Her şeyiyle destancıydı. Ozandı. İlk mesele tevarüs ve anımsayabilmek demiştik. Şairane bir üslupla destan destan aktarımdı ilk şart. Yaşadığı ve gördüğü her şeyi hiç noksansız aktardı. 12 Eylül’ e giden yolda çekilenleri anlattı “Unutamam.” diyerek. Bizi yaralayan Kara Eylül’ü anlattı “C5” diyerek. Cumhuriyet’i anlattı. “Vay Babo!” dedi, yüzünü şarka dönerek. ‘Muhasebe’ tuttu yakın geçmişe. Önce sordu “Müslümanlar Neden Böyle?” diye, sonra cevap verdi ozanca “Ülküsüne kavuşamadan gitti.”, “Çin Seddi’nde sabah namazı kılamadığına yandı.”

Ne demişti Zelimhan Yakup?

       “Sesin varsa bil kişisen, bil ersen

         Sessizlerin gözyaşını silersen”

Sesi vardı, kişiydi, erdi. “Mümkün Değildir!” diye haykırdı, sessizlerin gözyaşını sildi.

Tanrısal bir yankıydı zihinlerimizde, ‘ercesine’ haykırdı bir ömür. Lanetli şuaraya karşı Hassân bin Sâbit gibi dik ve sabit durdu. Kara Ozan gibi haykırdı hain katunlara, töreyi bozan kağanlara. “O mezarda, sen zindanda, ben sürgün” dedi. Ev, bark, ocak, mal hepsinden geçti ama sürgünde bile susmadı. Sesi oldu, ozanlığıyla var etti milletini.

Her kıtasında ve her mısrasında göğü arşınlayan bir Kam’dı. Göğün ve sonsuzluğun sahibine uzandı.

“Ozan nedir?” “Şair kimdir?” “Ne iş yapar?” “Niçin önemlidir?” Tüm bu sorulara cevap vermeye çalıştığım bu yazıda aslında sadece “Neden Ozan Arif’i rahmetle anmalıyız? Ozanın ölümü neden önemlidir?” sorusuna cevap vermeye çalıştım. Gerçi benim vereceğim cevaplara çok da ihtiyacı yoktu ya ozanın…Kim onunla ve ülküsüyle alakalı bir soru sorsa cevabını ondan ve destanlarından alacak. Çünkü ozan o, kam o, lisanı tevarüs ettiren o, milleti var eden o. Rahmet, minnet ve saygıyla…

Yazımı, Ozan Arif’in ardından ozanlık geleneklerine uygun bir şekilde M. Bahadırhan Dinçaslan tarafından irticalen yakılmış bir ağıtla bitiriyorum.

     “Şi’rinle açtığın o izi süren

       Tabutluktan çıkıp, Mamak’a giren

       Nal bıyıklı tam on milyon alperen

       Vallahi… Billahi… Seninle şimdi”

Yunusemre Işık

KAYNAKÇA

Walter J. Ong – Sözlü ve Yazılı Kültür, Metis Yayınları, çev. Sema Postacıoğlu Banon

Prof. Dr. İskender Öksüz – Millet ve Milliyetçilik, Panama Yayınları

Prof. Dr. İbrahim Kafesoğlu – Türk Milli Kültürü, Ötüken Neşriyat

Prof. Dr. Abdulkadir İnan – Eski Türk Dini Tarihi, Kültür Bakanlığı Kültür Eserleri

Prof. Dr. Yusuf Ziya Yörükan – Müslümanlıktan Evvel Türk Dinleri Şamanizm, Ötüken Neşriyat

Ömer Nasuhi Bilmen – Kur’an-ı Kerim’in Türkçe Meal-i Alisi ve Tefsiri, Cilt 5, Kahraman Yayıncılık

     

 “Gencim, ne fark eder?” deyip geçmemek gerek!

Bir Yunan efsanesine göre Yunanlar bir gün yeni bir yurt bulmak amacıyla keşfe çıkmışlar. Keşif sırasında mabetteki kâhine “Biz yeni yurt arıyoruz. En uygun yer neresidir?” diye sormuşlar. Kahin de bunlara bir yer tavsiye etmiş fakat açıkça işaret etmeyerek manidar ve üstü kapalı biçimde “körlerin karşısında” demiş. Gerisi gidip o yurdu alacakların yorumlamasına kalmış.[1]

Efsane tek başına okunduğunda okuyucunun zihninde “Kültür ve Türk gençliğinin kendini geliştirmesi ile ne alakası var?” şeklinde bir soru oluşabilir lakin yazı bütün olarak incelendiğinde hak verilecektir. Esasen gayemiz gerçek olup olmadığını bilmediğimiz efsanelerde dahi cehalete nasıl bakıldığını ispatlamaktır.

Peki körlerin karşısında bir Türk gençliği yetiştirmek ne ile mümkündür? Kuvvetle muhtemel ki bu sorunun cevabı ‘kültür’ dür. Kültür kelimesinin bir anlamı da ‘ekin’ dir. Biz ne ekersek onu biçeceğiz. Her birimiz, alanımıza ait bilgilere en üst seviyede sahip olduğumuz zaman milletimiz asıl ulaşmak istediği medeniyetler seviyesine ulaşabilir. Bu kültür eğitimini de ikinci yuvamız olan okullarda sürdüreceğiz.

Okullar devlet müesseseleridir. Yetişen nesiller; içinde yaşadıkları toplumun resmî dilini, kültürünü, kıymet hükümlerini okullarda öğrenirler. “Vicdanın görevi; toplumsal çekiciliği bulunan kıymetleri değerlendirmek, aklın görevi ise varlıklarla ilgili objektif gerçekleri iyice incelemektir. Vicdan bizim,  ‘Niçin yaşamak?’ sorumuza: ‘Mefkure için.’ cevabını verir. Akıl, ‘Nasıl yaşamalı?’ sorumuza: ‘Akla uygun bir şekilde.’ cevabını verir.”[2]  Bu sebeple Türk eğitimcileri, aydınları çağa uygun eğitimler ve yorumlar yapmak zorundadırlar.

Peki körlerin karşısında bir Türk gençliği yetiştirmek için gerekli olan ‘kültür’, ne kültürüdür?

Mehmet Kaplan, ‘Kültür ve Dil’ adlı eserinde Türk milletinin bütün fertlerini; kültürel değerlerini benimseyen, koruyan ve geliştiren yurttaşlar olarak yetiştirmek için açıklamak, öğretmek ve öğrenmek ile yükümlü oldukları alanları; Türk dili, Türk edebiyatı, Türk tarihi, Türk musikisi, Türk plastik sanatları, Türk şehirleri, Türkiye’nin tabii güzellikleri ve servet hazineleri, Türklük ve İslamiyet, çağdaş Türk kültür ve medeniyeti risaleleriyle sıralar.(ss. 35-78) Yazımızı bu risalelerden yola çıkaracak şekillendireceğiz.

Öncelikle  kültürel değerlerimizin omurgasını oluşturan Türk dilini ele almak gerek. Dil, insan topluluklarının millet hâline gelmesini ve başka milletlerle ilişkiler kurmasını sağlayan sosyal bir varlıktır. Bu sebeple dile verilmesi gereken dikkat ve ehemmiyet büyüktür. Prof. Dr. Ahmet Bican Ercilasun’un dediği gibi “Dil bir milletin bütün bir tarihi, kültürü ve edebiyatıdır. Daha somut söyleyeyim. Türkçe, Yahya Kemal’dir; Türkçe, Yakup Kadri’dir; Türkçe Sait Faik’tir; Türkçe annemizin ağzındaki ninnidir; Türkçe dedelerimizin dillerinden dökülen öğütlerdir, atasözleridir. İşte dili bütün bu görünüşleriyle bilirsek o zaman hiç korkmayalım, dile hiçbir şey olmaz. Eksik olan insanlarımızda bu bilgi, birikim ve kültürün olmayışıdır. Bu da eğitim işidir. Türk millî eğitimi belki 50-60 yıldan beri adeta “hiçbir şey öğretmeme” ilkesine dayanır. Demek ki işe eğitimden başlamak gerekiyor. Bunun için de yöneticilerin, eğitimin öneminin farkına varması ve eğitim sistemini “bir şeyler öğretir” hâle getirmesi gerekiyor.”

Öyleyse dilimizi ilk hâlinden itibaren öğrenmeli, çağa uygun biçimde tatbik etmeli, dilimize yerleşmiş olan kavramlara karşı gereksiz tavırlar sergilemeden öğretmeliyiz ki dokunmak istediğimiz kitlelere ulaşabilelim.

Nitekim Türk dilindeki her yabancı kelimeye bir karşılık uydurmaya kalkacak değiliz. Bu kadar ileri vardırılan bir pürizmin karşısına dikilen gerçek şudur: Aydın ve halk dilinde ifade enerjilerini kaybetmemiş canlı kelimeler yabancı olsalar da atılamazlar. “Kitap” ve “Lamba” gibi. Bunlara karşı savaş açmak dil Donkişot’luğudur.[3]

Dil, sosyal bir varlıktır, dedik. Dilin işlenmesi ise edebiyatla mümkündür. Malzemesi dil olan edebiyat da insan hayatının bütün safhalarını içine alır. O zaman esas olan edebiyatın da bir bütün olarak incelenmesidir. Türk edebiyatını bir bütün olarak ele almamak, bir dönemini biz yaratmamışçasına kadim edebiyatı yok saymak körlüktür. “Kendi dilinin  eserlerini bilmeyen, onların hiç olmazsa bir kısmını okuyup sindirmeyen, zevkine varmayan bir insanda dil hassasiyeti bekleyemezsiniz.”[4] Edebiyat milli olmanın yanında moderniteden de uzak kalmamalıdır. Modern usuller esas alınarak yapılan edebiyat da görmezden gelinmemelidir. Zira bu, çağdaş Türk ruhunun hummalı yaratma faaliyetine yabancı kalmaktır.

Dil ve edebiyatımız hakkında bilgi sahibi olmamıza asıl yarar sağlayan kaynak tarihtir. Tarih geçmişi ele aldığı gibi milletlerin geleceğine de yön verir. Fakat yazılan tarih; yaşanılan tarihin önüne geçmemelidir, gerisinde de kalmamalıdır. “Tehlike ve harp anlarında daima Türk milletinin mucizeler göstermesini bekleyebiliriz. Ve Türklerin hiçbir millette görülmeyen fedakarlıkları yapacağından emin olabiliriz. Türk milletinin daima güvenebileceğimiz en esaslı kuvveti budur.”[5] Lakin bu noktada yapılması gereken soyu ve tarihi hamasi olarak yüceltmek değil -“Milliyetçiliğin bir bakıma tarihin milletler mücadelesi olduğu, üstünlüğün verilen mücadeleyle, dünyaya sunulan katkı ile ölçüldüğü, yani dönemlere bağlı olarak milletlerarası üstünlüğün değişebileceği anlatılmalıdır.”- tarih şuurunu aşılamak ve Türk tarihine bakış tarzımızı geliştirmektir. 21. yüzyılda ifade vasıtalarının değiştiği gerçeğini göz önünde bulunduracak olursak belki de mevzuya entelektüel Türk milliyetçisi bir gözle bakmak gereklidir. Bu da felsefe, sosyoloji, psikoloji ve tarih kültürü gibi aydınlatıcı vesikalarla mümkündür. Bu metotlar uygulanmadığı takdirde “Türk’ün üstün ırk olduğu gibi kabullerle yetişen kişi günün birinde tarihte okuduklarıyla bugün gördükleri arasındaki uçurumu fark ettiğinde ya hisleri sönecektir ya da kendini tatmin edebilecek yalancı cevaplar bulup hayatını devam ettirecektir.”[6]

Musiki de dil, edebiyat ve tarih gibi kültür değerlerindendir. Musiki kültürümüz; kaybedilenler üzerine kopuz eşliğinde söylenen sagular, uzaklardan gelenler için çalınan davullar, düğünlerde söylenen türküler, âşıkların yanık havaları, cenge giderken çalınan mehterler, ruh sağlığı için icra edilmiş tasavvufi ezgilerle doludur ve üzerinden çağlar geçmesine rağmen Türk musikisi hâlâ birleştirici gücünü korumaktadır.

Fakat  tüm bunların yanında Türk musikisinin okul dışı bırakılışı ve kovuluşu da görülmektedir. Yetişen nesillere kendi dil, edebiyat, tarih ve musikisi öğretilmez; bunlarla uğraşanlar teşvik edilmez ve korunmazsa onlar nasıl gelişirler?

Bu noktada “Biz eskiye bakmayız.” diyenler ne kadar haksız ise “Biz yeni bir sanat ve musiki istemeyiz, eskiden kalma eserler bize yeter.” diyenler de bir o kadar haksızlardır.

Türk musikisini; Türk dili gibi bir bütün olarak ele alan, inceleyen ve değerlendiren bir müesseseye ihtiyaç vardır. Bu müessese bütün Türk dünyası musiki eserlerini toplamalı ve onları en güzel şekilde icra edecek sanatçılar yetiştirmelidir.

Son olarak Türk mimarisine de değinmek istediğimizde karşımıza bir soru çıkıyor: Okullar, devlet daireleri, müzeler hatta evler inşa olunurken neden taşranın ruhuna minnetsizlik edilerek kente yönelme çabasına giriliyor ve medeniyetin ölçütü gökdelenlermişçesine kadim Türk sanat eserlerinden istifade edilmiyor?

Bunun sebebi mimarinin bilinmemesi, yapacak ustaların bulunmaması, inşaatların müteahhitlerin tekelinde olması, liyakat sahibi kişilerin bu Türk mimari modelleri üzerine çalışması için istihdam oluşturulmaması ve gereken ehemmiyetin verilmemesidir. Ne yazık ki “Servet gibi liyakat da burjuva sınıfının inhisarındadır.”[7]

Öğrencilere ilkokuldan itibaren  Türk sanat ve mimari eserleri öğretilmiş olsaydı; onlar bunun zevkine varırlar, hayatta da onları ararlar, korurlar, değerlendirip çağa tatbik etmeye çalışırlardı.

Türk milletinin bir ferdi olan genç arkadaşımız bu alanlarda bilinçlendirildiğinde gerek ailevi gerek psikolojik gerekse sosyal nedenlerle yöneldiği ya da yönelmek zorunda bırakıldığı dış veya iç unsurlara -terör örgütleri, anarşist gençlik hareketleri, kuruluş amacından sapan ve vazifesini yerine getiremeyip ilkel eğitim yöntemleriyle zaman aşımına uğramış yıpratıcı kuruluşlar ve ayrıştırıcı ideolojilere- bağımlılıktan kurtulup kendi özüne dönecektir.

Aksi takdirde bugüne has modern, kuvvetli  bir skolastikten bahsolunabilir. Bu kuvvetli itimatla insanlar daha yaman surette aldatılabilirler. Başkasının tecrübelerine inanmanın sadece söze itimat olduğunu kabul edelim ve Descartes’in şüpheci tavrını elden bırakmayalım.  Ziya Gökalp’in deyimiyle “Türklerde tebessümü getirecek şey mefkûreli hürriyettir(…) İnsanın en kudretli silahı olan tebessümü dudaklarımızdan çalan hangi kuvvettir?”

Bu tavrı takınmakta ciddiyetimizi korursak “Yel kayadan ne aparır?”

Tanpınar’ın “Bir zafer müjdesi burda her isim” dediği isimlerden olmak ve ‘yeni vatanda görüşmek’ dileğiyle…

Merve VURAL

Kaynakça

Derin Tarih Dergisi, İstanbul Özel Sayısı. (2016).

Gökalp, Z. (2016).  Çınaraltı yazıları. Ötüken: İstanbul

Gökalp, Z. (2018).  Türkleşmek İslamlaşmak Muasırlaşmak. İstanbul: Bilge Oğuz

Kaplan, M. (1999). Kültür ve dil. İstanbul: Dergah

Safa, P. (1976). Kızıl çocuğa mektuplar. Milli Ülkü: Konya

Türk Dili dergisi. (1951).  C.1. sayı 12

Ercilasun, A. Yeni Şafak.  “https://www.yenisafak.com/hayat/dilin-estetigi-siir-ve-atasozlerinde-3539698 20.05.2020”

İnce, A. 30eksi. “ https://30eksi.com/2020/05/14/bir-siyasal-arac-olarak-serseri-asik-liseli/ 18.05.2020”


[1] Derin Tarih Dergisi, 2016 İstanbul Özel Sayısı, s.13

[2] Ziya Gökalp, Türkleşmek İslamlaşmak Muasırlaşmak, Bilge Oğuz, Temmuz 2018, İstanbul, s.38

[3] Türk Dili dergisi , C.1, sayı 12, s.17, 1951

[4] https://www.yenisafak.com/hayat/dilin-estetigi-siir-ve-atasozlerinde-3539698

[5] Ziya Gökalp, Çınaraltı Yazıları, s.34, Ötüken, 2016

[6]https://30eksi.com/2020/05/14/bir-siyasal-arac-olarak-serseri-asik-liseli/

[7] Peyami Safa, Kızıl Çocuğa Mektuplar, Milli Ülkü, 1976, 2. Baskı, s.11

BM Göç Ajansı (IOM), göçmeni; kişinin yasal statüsü ne olursa olsun, uluslararası bir sınırda veya bir devlet içinde kendi ikamet ettiği yerden uzakta hareket eden bir kişi veya hareket eden herhangi bir kişi olarak tanımlar.

2017’de dünya çapında 258 milyon olan göçmen sayısı, 2019 yılında 272 milyona ulaştı. Kadın göçmenler bu uluslararası göçmen stokunun yüzde 48’ini oluşturuyor. Tahmini olarak 38 milyon göçmen çocuk var. Dört uluslararası göçmenden üçü 20 yaş ile 64 yaş arasında. 164 milyon ise göçmen işçi mevcut. Dünya çapında uluslararası göçmenlerin yaklaşık %31’i Asya’da,%30’u Avrupa’da,%26’sı Amerika’da,%10’u Afrika’da ve %3’ü Okyanusya’da yaşamaktadır.

Dünyadaki uluslararası çocuk göçmenlerin yaklaşık 13 milyonu Asya’da yaşıyor. Bu, aslında tüm göçmen çocukların yaklaşık yüzde 40’ını temsil ediyor ancak tüm çocukların yüzde 56’sı Asya’nın küresel çocuk nüfusu oranından çok daha düşük. Afrika’nın çocuk göçmen oranı ise küresel çocuk nüfusu içindeki paya en yakın (sırasıyla yüzde 20 ve 26). Afrika ile Asya her beş çocuk göçmenden üçüne ev sahipliği yapıyor.

Çocukların eğitsel durumları şüphesiz birçok faktörden etkilenmektedir. Bunlar doğal kaynaklı olmakla birlikte insan eliyle de gerçekleşmektedir. Dünya genelinde yaşanmış ve hâli hazırda yaşanan felaket olarak nitelendirilebilecek birçok olay, canlı ve cansız birçok unsuru etkilemektedir. Beşeri unsurlardan olan çocuklar ise söz konusu felaketler karşısında en korumasız grup. Çocuklar, yaşamlarını sürdürebilmek adına bulundukları bölgeden daha güvenli bölgelere göç etmek zorunda kalıyorlar. Böylelikle “göçmen çocuklar” kavramı ortaya çıkıyor. Sayıları milyonlarla ifade edilen bu çocuklar, güvenli bölgelere göçleri sırasında ve güvenli bölgede yeni bir yaşama başladıktan sonra da çeşitli sorunlarla karşı karşıya kalmaktadırlar.

​Göç öncesi başlayan sorunların başında yaşamsal faaliyetlerini sürdürebilmeleri gelmektedir. Göçmen çocukların barınma ve güvenlik ihtiyaçlarının karşılanması kadar dünyadaki diğer yaşıtları gibi eğitim öğretim süreçlerine dahil olmaları da önemlidir. Okul çağında olan çocuklar, göç ettikleri yerde bu ihtiyaçlarına erişme konusunda çeşitli problemlerle karşılaşmaktadırlar. Göç edilen bölgenin altyapı imkanları çocukların eğitimi açısından yeterli olduğu takdirde çocuklar ilerleyen yaşamlarında göç ettikleri ülkeye katkılar sunabilmektedir. Altyapı yetersiz ise göç edilen bölgede yeni sorunlar doğabileceği gibi çocuklar eğitim faaliyetlerinden de yoksun kalarak suça itilecektir.

​Gelişmişlik seviyesi açısından refah düzeyi yüksek ülkeler göç bağlamında hedeflenen noktalar olmaktadırlar. Avrupa sınırları içerisinde; Almanya, Birleşik Krallık, Fransa göç eden insanlar için tercih rotasını oluştururken ABD, Kanada gibi refah düzeyi yüksek ülkeler de yüz binlerce göçmen ağırlamaktadır. Tabi ki bu ülkeler dünya üzerindeki tüm göçmenlere ev sahipliği yapmamaktadır. Yakın dönem tarihi ele alındığında Suriye İç Savaşı sonrası yaşanan göçlerde, başta Türkiye olmak üzere bölge ülkeler, sayıları milyonlarla tabir edilen göçmene ev sahipliği yapmaktadır.

​Göç sürecinde sağlık hizmetleri önem taşımaktadır zira yaşamsal faaliyetler ön plandadır. Sağlık bağlamında en dezavantajlı grup yine göç eden çocuklardır, bünyesel olarak zayıftırlar ve olası bir salgından da en fazla etkilenecek olan gruptur. Sağlık hizmetlerinde yaşanan koordinasyon sonrasında olumsuz koşulların ortadan kalkmasıyla eğitim alan göç etmiş çocuklar, ülkeleri ya da yaşamak istedikleri coğrafyanın olumsuzluklarına karşın psikolojik ve sosyolojik açıdan daha iyi analizler yapabileceklerdir.

Göçmen çocuklar için yeni bir ülkeye taşınmak heyecan, endişe ve pratik zorluklarla doludur. Çocukların bir kısmı ailesiyle göç ederken diğer bir kısmı ise ebeveynlerinden ayrı durumda göçe maruz kalıyor. Göç edilen bölgedeki tercih faktörleri değişkenlik gösterirken öncelikli faktörün güvenlik olduğu açıktır. Güvenlik faktörünün sağlanması sonrasında barınma ve gıda ihtiyaçlarının karşılanması önem arz etmektedir.

Göç eden bir çocuk, var olan değerlerinin yanında farklı bir kültür ve sosyolojik yapı ile karşı karşıya kaldığında kültürel bir şok, bir karmaşa yaşamaktadır. Söz konusu bu karmaşa çocuğun psikolojik bir buhran geçirmesine de neden olabilir. Göçmen çocuk kendi kültürel değerlerinden kopmalar yaşar, asimile olur ya da kültürleşme sürecine olanak tanır. Öte yandan göç edilen ülke şartlarında yaşama dahil olur.

Göç edilen ülke Almanya ya da Birleşik Krallık gibi refah düzeyi yüksek bir ülke, göç eden çocuklara kendi dillerinde de eğitim olanağı tanırken Pakistan gibi yoğun göç alan ve gelişmişlik düzeyi açısından daha sorunlu ülkeler, bu çocukların eğitim ihtiyaçlarına cevap vermeyebilir. Göçe uğramış olan kimseler, özellikle de çocuklar Birleşmiş Milletler yardımları alabilirler. Bu yardımın içerisinde gıda, güvenlik gibi yardımlar sayesinde de göçe dair olumsuz etkiler bir nebze olsun kırılabilir. Çocuklar için çeşitli sivil toplum kuruluşları tarafından yapılan yardımlar da belirli bir düzeyde kalmaktadır. Ancak çocukların yarınlarına uzanan elleri olan “eğitim” adına yapılan faaliyetler oldukça sınırlı kalmaktadır. Çünkü yapılan yardımlar daha çok yaşamsal faaliyetlere cevap vermekte, eğitim ise bu durumda göz ardı edilmektedir. 

​Göçmen çocukların eğitim faaliyetlerini gerçekleştiren ülkeler özellikle çocuklara gelecek vaat etmektedirler. Ancak her ülkede eşit şartlara sahip olmayan göçmen çocukların, başta eğitim olmak üzere her alanda eşit standartlara ulaşmaları gerekmektedir. Bu konuda geniş çaplı organizasyon yeteneğine sahip olan Birleşmiş Milletler (BM), siyasi sebeplerden ötürü fazla bir faaliyet göstermemektedir. Ayrıca uluslararası bir vizyona sahip olan BM’nin bölgesel sorunlara da yeterince müdahil olmadığı açıktır. Zira dünya siyasetinde söz sahibi olan ülkeler BM’yi ve onun yapıcı politikalarını etkisiz kılmaktadır. Ayrıca global sermaye piyasası da söz konusu göç sorunlarının çözüme ulaşmasını, bu sorunları yaşayan bir yapıda olduğu ve BM’nin bazı projelerinde aktif bir rol üstlenmeleri sebebiyle engellemektedirler.

​BM Genel Sekteri, savaşlar sonrası yaşanan göç sorunları karşısında genellikle çözümsüzlükleri ile tarihe geçmişlerdir. Bu tavrı takınmalarında elbette yukarıda sayılan sebepler ve daha fazlası etken olmaktadır. Göç ile ortaya çıkan sosyolojik ve psikolojik sorunlar hükûmetlerce de siyasi manevra olarak kullanılmakta, göç bir baskı unsuru hâline dönüşmektedir. Öte yandan göçe karşı çok sert tavır alan bazı ülkeler de göçün olumsuz etkilerini daha da arttırmaktadır. Göçe neden olan siyasi politikalar yürüten ülkeler de göçün olumsuz sonuçlarına karşın diğer ülkeleri suçlayarak günah çıkarmaktadırlar. Göç üzerinden politika yürüten ülkeler ise göç eden insanların özellikle de çocukların yaşayacağı sorunlar karşısında herhangi bir tavır takınmamaktadırlar.

​Göç edilen ülkede kendi ülkelerinden farklı bir dilin ve kültürün oluşu göç eden insanları olumsuz etkilemektedir. Söz konusu olumsuz etkiyi en fazla hisseden çocuklar ise göçün olumsuz şartlarına karşı en savunmasız ve en çaresiz gruptur. Göç ettikleri yerlerde ihtiyaçlarının karşılanması da o ülkenin politikalarına bağlıdır. Göç edilen ülke, birçok AB ülkesi gibi farklı kültürlere karşı kapalı ve korumacı bir tavır takınıyorsa bu, göçün olumsuz etkilerini körüklerken Türkiye ve Pakistan gibi göçmenlere karşı daha ılımlı politikalar ile yaklaşan ülkeler ise onların ihtiyaçlarını karşılama konusunda daha istekli olmaktadırlar.

​Göç edenler, göç ettikleri yerde barınma ve gıda ihtiyaçlarının karşılanması sonrasında eğer imkanlar da yeterli olursa eğitim haklarına ulaşabiliyorlar. Özellikle barınma, sağlık gibi çıkış ülkesinin kendisine sunamadığı, varış ülkesinde de sağlanmayan koşullar neticesinde, göç eden insanların kendi içine kapandıkları, bu psikoloji içerisinde de sorunlarını dile getirirken sahip oldukları ve kendilerinden sökülüp alınamayacağını düşündükleri değerlere daha fazla sarılma eğiliminde oldukları görülmektedir. Bu değerler; kendi etnik kimlikleri, dinî değerleri, kültürleri veya gelenekleri olabilir. Bulundukları yerlerin kültürel özelliklerini görmezden gelip kendi kültürlerine bağlı yaşamaya devam etmeleri durumunda yaşadıkları yere uyum sağlamaları zorlaşır.

​Göç alan ülkelerin göçe dair bir yasal zemin oluşturmaları da gerekmektedir. Eğer yasal önlemler alınmazsa daha büyük sorunlar söz konusu olacaktır.  Söz konusu yasal düzenlemeler hükûmetlerce yapılacak olsa da göçmenlerin uyumu konusunda yerel yönetimlere büyük görevler düşmektedir. Yasal zeminde bu roller çok göz önünde tutulmamıştır. Yerelleşmenin temel ilkelerinden biri de soruna en yakın olanın sorunun çözümü noktasında en etkin olacağının düşünülmesidir. Yabancıların gittikleri yerlere getirdikleri fayda ya da sorunlar, bu durumdan ilk etkilenecek olan yerel yönetimlerin alanına girmektedir. Dolayısıyla bu konuda geliştirilecek politikalarla yerel yönetimlere yetki alanı oluşturulmalı ve hatta bu politikalar belirlenirken yerelin karar alma sürecine katılımı sağlanmalıdır.

​Göç edilen bölgenin yerleşimcisi olan halk ile göç eden insanlar arasında uyum çalışmaları yapılması oldukça önemlidir. Yetişkinlerin alacağı her tavır hiç şüphesiz çocukların birbirlerine tavırlarını etkileyecektir. Eğer uyum sağlanırsa eğitim açısından akran eğitimi daha etkili olacaktır. Böylelikle eğitim süreci daha kolaylaşacak ve çocuklar arasındaki uyum birçok sorunun ortadan kalkmasında rol oynayacaktır.

​Göç sonrası eğitim sadece çocuklarla sınırlı kalmamalı, her yaş grubunu kapsayacak kadar genişletilmeli ve mesleki eğitimlerle de güçlendirilmelidir. Çocuklar ise okul öncesi eğitimle birlikte eğitim sürecine dahil olmalıdır. Böylelikle eğitim bağıyla yaşama daha sıkı tutunurlar. Göçmen çocukların eğitim almaları sadece kendi menfaatlerine fayda etmez, daha barışçıl bir dünyaya inanan nesil ortaya çıkar. Bu da gelecekteki dünya politikalarına yön verecektir. 

​Çocukların eğitim alması o ülkelerin vicdani sorumluluğuna terk edilmemiştir. Söz konusu ülkeler göç konusuna dair uluslararası anlaşmalara imza atmışlardır. Ancak bu imzalar hükûmetlerin tavırları sebebiyle uygulanamamaktadır. Anlaşmaların uygulanmaması konusunda hükûmetlerin istekli oluşu göç ve göçe bağlı sorunları ortaya çıkarmakta, bu sorunların çözümünde ciddi engeller oluşturmaktadır.

Göç sonrası yaşanan eğitim sorunlarına hükûmetlerin isteksiz davranması bazı STK ve uluslararası örgütlerle giderilmeye çalışılmakta ancak sistematik bir politika yoksunluğu nedeniyle bu yardımların etkisi oldukça sınırlı olmaktadır. Ayrıca hükûmetler böylesi yardım kuruluşlarına destek vermek yerine onların faaliyetlerini sınırlayıcı kararlar almaktadır. Bu tavırlara yönelik tepkiler ise sadece kınama boyutuyla sınırlı kalmaktadır.

Göç eden çocuklar eğitime dahil olmazlarsa çalışmaya mahkûm olmaktadırlar. Çocuk işçiliği, çocukların sağlığını olumsuz etkilemenin yanı sıra eğitime ve sosyal hayata katılımlarını da önemli ölçüde engellemektedir. Çocuk işçiliği bugün sadece yoksul kesimi tehdit eden bir sorun değil, göçmen çocukları içine alan bir girdap olarak da karşımızda ve göz önündedir. Çalışan çocuklar; kötü beslenme, çeşitli kazalar, şiddet eğilimi, sokak yaşamına veya suça karışmaya kadar uzanan çeşitli risklerle karşılaşabilmektedirler. Bu nedenle çalışan çocukların sosyal, kültürel ve sportif açıdan kendilerini geliştirmelerine fırsat vererek bu eşitsizliği giderecek düzenlemelere ihtiyaç duyulmaktadır.

BM Çocuk Hakları Sözleşmesi, Birleşmiş Milletler Genel Kurulu tarafından 20 Kasım 1989 tarihinde kabul edilmiştir. Bu sözleşmeye taraf devletler, Birleşmiş Milletler Antlaşmasında ilan edilen ilkeler uyarınca insanlık ailesinin tüm üyelerine, doğuştan varlıklarına özgü bulunan haysiyetle birlikte eşit ve devredilemez haklara sahip olmalarının tanınmasının, dünyada özgürlük, adalet ve barışın temeli olduğunu düşünmüşlerdir. Ayrıca bu ülkeler herkesin, Birleşmiş Milletlerin İnsan Hakları Evrensel Beyannamesinde ve Uluslararası İnsan Hakları Sözleşmelerinde yer alan hak ve özgürlüklerden ırk, renk, cinsiyet, dil, din, siyasal ya da başka görüş, ulusal ya da toplumsal köken, mülkiyet, doğuştan veya başka durumdan kaynaklanan ayırımlar dahil, hiçbir ayrım gözetmeksizin yararlanma hakkına sahip olduğunu benimsediklerini ilan etmişlerdir. Uluslararası İnsan Hakları Evrensel Beyannamesinde Birleşmiş Milletlerin, çocukların özel ilgi ve yardım hakkı olduğunu ilan ettiğini anımsayarak toplumun temel birimi olan ailenin, kendisinden beklenen sorumlulukları tam olarak yerine getirebilmesi için gerekli koruma ve yardımı görmesinin zorunluluğuna inanmışlardır. Toplumda bireysel bir yaşantı sürdürebilmesi için çocuğa özel bir ilgi gösterme gerekliliği, 1924 tarihli Cenevre Çocuk Hakları Bildirisinde ve 20 Kasım 1959 tarihinde Birleşmiş Milletler Teşkilatı Genel Kurulunca kabul edilen Çocuk Hakları Bildirisinde belirtilmiştir. İnsan Hakları Evrensel Beyannamesinde, Medeni ve Siyasi Haklar Uluslararası Sözleşmesinde (özellikle 23 ve 24’üncü maddelerinde) , Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklara İlişkin Uluslararası Sözleşmesinde (özellikle 10’uncu maddesinde) ve Çocuk Hakları Bildirisinde belirtildiği gibi çocuğun gerek bedensel gerek zihinsel bakımdan tam erginliğe ulaşmamış olması nedeniyle doğum sonrasında olduğu kadar doğum öncesinde de uygun yasal korumayı içeren özel güvence ve koruma gereksiniminin bulunduğu ilkeler, taraf devletler tarafından kabul edilmiş ve bu sözleşmeler imzalanmıştır.

BM sözleşmelerine bu denli değinilmesinin sebebi; dünyada yer alan göç ve göç edenler arasında en dezavantajlı grup olan çocukların korunmasını sağlamak ve onların haklarını savunan perspektifi yansıtmaktır.

Çerçevesi belirlenen çocuk hakları içerisinde eğitimin yeri ve zorunluluğu hukuksal olarak da tanımlanmıştır. Öncelik uluslararası politikalarda yaşanan sorunların eğitimciler perspektifinde doğru okunmasıdır. Çünkü göçün yıkıcı etkilerini gözlemleyemeyen ya da göçe neden olacak olumsuz etkilere destek veren bir tutum içinde olan eğitimciler, göçün olumsuz etkilerini pekiştirmiş olacaktır. Buna neden olmamak adına dünya barışına inanan ve dünyada yaşanan gelişmeleri iyi analiz eden eğitimciler yetiştirilmelidir. Böylelikle göçe maruz kalan çocuklarda eğitsel açıdan yaşanan olumsuz etkilerin izi giderilebilecektir.

​Göç eden çocukların eğitimleri ile ilgilenecek olan eğitimcilerin ayrıca meslek içi eğitimlerle de desteklenmesi gereklidir. Bunun yanı sıra göçe maruz kalmış çocuklar için psikolojik danışman desteğinin ayrıca önemli olduğu bir gerçektir. Bu yüzden psikolojik danışmanlara önemli görevler düşmektedir.

​Meslek içi eğitimler öncesinde eğitimciler fakültelerinde göçe bağlı ortaya çıkacak sorunlara dair eğitimler almalı ve şartlar dahilinde uygulamalara katılmalıdırlar. Eğitimciler, drama etkinlikleri başta olmak üzere birçok etkinlik kapsamında göçe maruz kalan çocukların durumunu anlayabilir ve buna uygun eğitsel stratejiler geliştirebilir. Geliştirmiş olduğu eğitsel stratejilerin nihayetinde ise göçe maruz kalan çocuklara nitelikli bir gelecek sunabilir. Bunun yanında göç koşullarına maruz kalmış kimselerin öğretmen adayları ile görüştürülmesi de bu süreci olumlu yönde etkileyecektir.

​Göçe maruz kalmış çocuklar uluslararası hukuk çerçevesinde elde etmiş oldukları eğitim haklarına kısmen ulaşmakta ya da ulaşamamaktadır. Bunun için BM tarafından göç alan ülkelerin Milli Eğitim Bakanlıkları ile etkileşimler kurarak öğretmen eğitiminden sınıf ve koşulların iyileştirilmesinin yanı sıra gerekli projelerle de bu süreç desteklenmelidir.

Göç politikaları oluşturulurken her ne kadar devlet çıkarları önemli olsa da göç psikolojisinin ortaya çıkardığı sosyolojik ve psikolojik sorunlara yönelik çözümler ancak eğitimcilerin geri bildirimleri ile mümkün olacaktır.

Göçmen öğrenci ile öğretmen arasında iletişimin kurulması adına karşılıklı birbirlerinin dillerini öğrenmeleri oldukça olumlu katkılar sunacaktır. Yaşanacak olan bu kültürleşme gerçekleştirilecek projeler eşliğinde halka sunulabilir böylelikle halkın ilgisi çekilebilir. Göçmen öğrenciler ile yerli öğrencilerin sergileyeceği bir tiyatro gösterisi buna örnek olabilir.

​Göçmen çocuklarla kurulacak etkileşimler, göçmen yetişkinlerle yerel halk arasında kurulacak olan etkileşimleri geliştirir. Göçmen öğrenciler ile yerli öğrenciler arasında kurulacak ve demokratik unsurlara dayanan bir komün toplumun geneline yayılma imkanı bulacaktır. Göçe maruz kalmış çocuklara hakları kapsamında sunulacak olan eğitim faaliyetleri ışığında, yaşanan ve yaşanacak olan sorunların önüne geçilebilir.

​Göçten önce ya da göç sırasında ebeveynlerini kaybeden çocukların topluma entegrasyon politikaları çerçevesinde eğitim başta olmak üzere birçok imkan tanınarak yaşama dahil olmaları sağlanmalıdır.

Eğitim sürecine dahil edilen göçmen çocuklar göç ettikleri topraklardaki insanların kültürlerine katkı sunacaklardır.

​Göç ile karşılaşılan ya da karşılaşılması muhtemel olan sorunlar ancak toplumun paydaşlarının katkılarıyla çözüme kavuşacaktır. Nitekim eğitim faaliyetlerinin olumlu sonuçlarının olması bu sistemin içinde var olan unsurlarca giderilecektir. Sistem içerisinde göçü olumsuz etkileyen düşünceleri önlemek amacıyla psikolojik çalışmalar ve konu kapsamında seminerler verilmelidir. Seminerler göçmen karşıtlığı ve göçü besleyen unsurları gözler önüne sermeli, katılımcılar seminerlerin sonunda duygu ve düşüncelerini ifade etmelidirler.

​Göçe maruz kalan insanlar üzerinden elde edilecek veriler söz konusu ülkenin yöneticileri ile paylaşılmalı ve göçe uğramış insanlar için toplum çapında etkinlikler düzenlenerek söz konusu olumsuz etkiler maddi ve manevi açıdan giderilmeye çalışılmalıdır. Toplum ölçekli yapılan etkinlikler toplumdaki olumsuz bakış açısını kırmada etkili olmakla birlikte göçe dair geniş ölçekte bir etkiye neden olacaktır.

​Bu etkinlikler her ne kadar göçün olumsuz sorunlarını ortadan kaldırmak amacıyla yapılacak olursa olsun göç edilen ülkenin hükûmeti ve toplumu tarafından desteklenmelidir. İzlenecek eğitim politikaları sonrasında ancak göçe dair olumlu etkilerden söz etme imkanımız olacaktır. Bu politikalar hem halkın hem de göçe uğramış kesimin çıkarlarını göz etmelidir. Aksi takdirde izlenecek politikalar olumsuz sonuçlar doğuracaktır.

​Göçe maruz kalan çocuklar, göç edilen ülke dışında diğer ülkelerin de alacakları tavra göre barış dolu yarınları inşa edecek yegane unsurdur. Göç ile yaşanan sorunların en çok etkilenen kesimi olarak göçün olumsuz sonuçlarına karşın daha etkili önlemler alabileceklerdir. Göçe maruz kalan çocukların eğitim ihtiyaçları karşılanmaz ve olumsuz koşullara itilirse dünyada, bugün yaşanan sorunlardan daha kapsamlı sorunlar yaşanacaktır.

Mehmet Hakan Öztürk

Artık bir çocuğun yüreğindeki eğriliktir benim sevdam, şakaklarına vurur ve orada buluşur ilmek ilmek.
Ben de okumuş bulundum Malta Yahudisinin kızdırılmış alevini, işte böyle tutuştu uçurumlu sevdam’
Ve artık benim de yeraltında bir mahzendir yüreğim, yıllanmış şaraba karşı.
Ve yeraltı evine kıstırılmış bir kuştur senin yüzün.
Yirmi pencereye dönük çiçek tazesi gözlerinle.
Metamorforsis göçüğünde akıyordur gönül yaran hiç bitmeden tazeliğiyle.
Emzirir bir güz çocuğunu yazgısı ak mı ak mor tabancalı dudakların inceliğiyle.
Bir öncüdür senin fikrin bana ve binlerce beynin fikrine.
Denizi geçer yolunu bulur parkalı sevdam seninle.
Rastlantılar üzerine tutuşur tütsümüz yüreğimin ufak ovalarında, yeşilliklerinde.
Taşırım yüreğini günden güne bir kuş tüyü gibi hafiftir, ince ellerimde.

Denizin açıklanması ve paslanıp toz yutması şimdi senden yana, bizimle.

İrem Yılmaz