“Gel
Anne ol
Çünkü anne
Bir çocuktan bir Kudüs yapar”(N. P)



Kulağımızdan hiç eksilmeyen Kudüs sesleri, savunmaları, savaşları, eziyetleri,
nidaları,hakkında bir şeyler anlatan onca profesörler.. Peki Kudüs bizim neyimiz olur,
Kudüs’te beklenen neden bir Türk evladıdır da şeriatle yönetilen bir Arap devleti değildir?
Tarihte ilk defa 751 Talas Savaşıyla Abbasilere yardım eden Karluk Türkleri dünyanın kaderini
tamamen değiştirerek yenilmesi an meselesi olan ve islamın tek kaynağı olan bir devleti kurtararak
islamın bugünkü coğrafyalara yayılmasının önünü açmış, denilebilir ki islam yayılabildiyse bugün
bunun en büyük sebeplerinden birisi Karluk Türkleri olmuş. Bu savaşta İslamı tanıyan Türklerin
topluca İslama geçişiyle İslam tarih boyu mihmandarlığını yapacak fedaisini bulmuş Peki Kudüs?
Kudüs şehri hem Yahudilik hem Hristiyanlık hem de İslam dini açısından oldukça önemli ve merkezi,
Yahudilik açısından önemli olma sebebiyse; Yahudilik tarihinde Kudüs’ün gündeme gelmesi ve önem
arz edişi Hazreti Davut Aleyhisselam’ın Kudüs’ü Fethi edip Kudüs’ü İsrail krallığının yani devletin
merkezi yapması ile başladı o zamana kadar Kudüs Yahudi teolojisinde bir önem taşımıyordu. Yahudi
kutsal kitabında Kudüs sadece Hz.İbrahim döneminde Tevrat’ta yer aldığı şekliyle Salem olarak
geçiyordu. Salem bugünkü Jeru Selam olarak alınırsa Tevrat çerçevesinde oraya ilk giden Ceddül
Enbiya olarak kabul edilen Hz.İbrahim Aleyhisselam, yani üç dinin ortak halifesidir. Bu noktada
Kur’an-ı Kerim Hz İbrahim’in ne Yahudi ne Hıristiyan ne de putperest olmadığını onun dosdoğru bir
Müslüman olduğunu “Hanifen Müslima” ile ifade eder. Bu noktada görülür ki Hz. Musa da Kudüs’e
girmeyip vadedilmiş Topraklar olarak addedilen Lut Gölü yakınlarında ki Nebo Dağı tepesine vefat
etmiştir. Böylece Yahudilikte Kudüs’ün önemi ve değeri Hz Davut ile başlamış, Hz Davut 40 yıllık
krallığı’nın 7 yılını Hebron da El-Halil(Batı Şeria) kentinde geçirmiş, Kudüs’ü alınca da Kudüs’ü
Devleti’nin başkenti yapmış böylece Yahudilik de İsrailoğulları Hz. Davut ‘la yerleşik hayata geçmiş
oldular. Hz Davut’un amacıysa Kudüs’e Yahudilikte son derece kutsal olan içerisinde hem Tevrat’tan
bir nüsha olan ve 10 emrin yazılı olduğu iki taş da olan ahit sandığı için bir mabed yaptırmaktı.İlk
olarak kendisi için bir saray yaptırdı,daha sonra da planladığı bu mabedi yaptırmak istedi ama
Yahudilik inancına göre Hz.Davut çok fazla savaşa katıldığı ve çok fazla kan döktüğü için Allah için
yaptıracağı bu mabedin yapımını oğlu Hz.Süleyman’a nakletti. Hz. Süleyman, Hz. Davut’tan sonra
Kudüs’te Yahudiler için Kudüs’ün son derece önemli oluşumunun temel sebebi olan Süleyman
Mabedi olarak adlandırılan bu tapınağı yaptırdı ve dolayısıyla Kudüs Yahudiler için en Merkezi yer
haline gelmiş oldu. Bunun sonucunda bugün Yahudi literatürüne bakıldığında semavî Kudüs’ün
dünyanın sonunda gelindiğinde yerdekinin yerini almak üzere ineceği inancıyla, Kudüs yeniden
kurulduğunda ve ölüler diriltildiğinde mâbedin bulunduğu tepeye yakın olduğu için zaman kazanmak
ve sıkıntıyı azaltmak amacıyla Zeytindağı’na gömülme arzusu, Yahudi Fısıh bayramının seder sofrası
ve kefâret günü ibadeti “seneye Kudüs’te” dileğiyle sona erdirilip, hiç bitmemiştir.Bugün dahi İsrail
Devleti Mescid-i Aksa’nın altını kazarak, Süleyman mabedinin temelini araya devam ederek,mabedin
temelini bulup, inançlarının temellerini detekrar inşa etmek istiyorlar.

“Eğer seni unutursam ey Yeruşalim,sağ elim hünerini unutsun; eğer seni anmazsam, eğer
Yeruşalim’i baş sevincimden üstün tutmazsam dilim damağıma yapışsın” (Mezmur, 137/5-6)
Hristiyan inancındaysa Markör incili’ne göre Hz. İsa Galile bölgesinden tebliğe başlamıştır.
Oradaki halkın olumsuz yaklaşımları sonucu Kudüs’e geçmiş mabedi temizlenmiş fakat
Yahudiler tarafından olumsuz tavırla karşılaşınca şehrin cezalandırılacağını söyleyerek
uzaklaştığına, Hz.İsa’nın dünyevi hayatının burada sona erip, çarmıha gerildiğine, çarmıha
gerilediği esnada da mabedin perdesinin yırtıldığına inanılır. Hristiyan inancında ki 5 Hac
noktasından biridir Kudüs. İslamiyette ise Kudüs’te bulunan Mescid-i Aksa Müslümanların
ilk kıblesidir Kudüs.İlahi tebliğe şahitlik etmiş ve Peygamberimiz Hz.Muhammed Mescid-i
Aksa’dan miraca yükselmiştir. Cenabıhak İsra Sûresi’nin ilk ayetinde şöyle buyuruyor:
“Kulunu birtakım ayetlerimizi göstermek için bir gece Mescid-i Haram’dan çevresini
mübârek kıldığımız Mescid-i Aksa’ya yürütenin şanı pek yücedir.” Kudüs, Hz. Ömer
devrinde fethedilmiş ve Mescid-i Aksa yaptırılmış, işte bu denli mukaddes bir emanet tarih
boyunca işgal altında tutulmuşken tarihin en kritik noktasında 80 yıllık haçlı işgali altındaki
Kudüs bir Türk hükümdar tarafından kuşatılarak şanlı bir zafere ulaşılmış, Selahaddin
Eyyübü’nin bu şanlı zaferiyle İslamiyetin yayılmasının önü bir Türk hükümdar tarafından
tamamen açılmış oldu. Talas savaşından Selahaddin Eyyubi’ye kadar böyle bir davada İslam
önderliğini sloganı halen denilebilir ki;Kudüs için Türklük. Osmanlı yönetiminde de Kudüs
Filistin halkına geri verilerek korumaya alınmış. Bu mukaddes emanet 1967 yılında İsrail
Devleti tarafından işgal edilerek 1880 yılında kabul ettiği kanunla bölünmez başkenti olarak
ilan edildi. İlk olarak napolyon Bonebarte’ın fikriyle ortaya atılan Kudüs’te bir Yahudi devleti
kurma fikri, Basel’de yapılan Birinci Siyonizm Kongresi sonucunda Dünya siyonizm
teşkilatının bu yönde harekete geçmesiyle Osmanlı idaresinde bulunan Filistin’in, Birinci
Dünya Savaşı sırasında İngiltere’nin desteğini alan Araplar tarafından bölgede Osmanlı
hakimiyetine son verilerek, Birinci Siyonizm Kongresinde yayınlanan Basel programıyla
planlanan yüzbinlerce Yahudi göçünün gerçekleştirilmesine izin verdiler. İsrail’in siyonizm
propagandası yönelik bu hareketi halen süregelen sürede yüzbinlerce Filistinli Halkın bugün
dâhi kendi topraklarında mülteci konumunda yaşamalarına sebebiyet verir.Bu kısımda kendi
topraklarında mülteci olarak yaşatılan ve 1986 yılından beri İsrail Devleti’nin siyonist
amaçlarla müebbet zindanlarda tuttuğu ve işkence ettiği yüzbinlerce Filistinli erkeğin sosyal
medyaya yansımasını önünü keserek, müebbet zindan işkencesiyle çocuk sahibi olması
engelliyor, İsrail devletinin en önemli silahı haline gelen bu eziyet ve Filistin halkının hain yok
edilmeleri amaçlanan bu zalimlik bir sevincin de kaynağı oldu. Filistinli kadınlar zindanlarda ki
eşlerinin spermlerini kaçırarak doktor yardımıyla hamile kalıyorlar, Sefir-ul Hurriye, yani
özgürlük elçileri adı verilen bu çocukların 81.cisi geçtiğimiz günlerde Filistinli esir Velid
Dukka’nın kızı doğdu. Bu dünya her gelenin göçebelik yaptığı bir hanuman, görülmeyeni yok
saymak zihni küçümsemekle eş ;zihni küçümsemekle kainatı varoluşla her haliyle
reddetmek bir bardak suya okyanus demek denize haksızlık ;denizi seyredip okyanusu
bulduğunu sanmaksa enaniyet. Umarız Hz. Meryem’e keşke ölsem diye düşündürten
sancıları bir peygamber doğumuyla müjdelendiği gibi, sancıları sona ermeyen Filistin halkına
bu müjdenin tohumları bir bahar sabahı Kudüs’ün üstüne güneşin doğumunu müjdelerler.
Kudüs ise bizim evimiz olur.

Şeyda ÖZDEM

Bahadırhan Dinçaslan’ın 1 Temmuz 2019 tarihli yazısıdır.
mbdincaslan.com

“Doğal” ve “normal” kavramları sıkıntılıdır. Doğal olan nedir? Sözgelimi, fabrika doğal mıdır? Bence doğal: Fabrika, doğada bulunan elementlerden oluşur. Doğada bulunan elementlerle çalışır. Doğanın yarattığı insan zekasıyla inşa edilmiştir. Doğaüstü yahut doğaötesi bir bileşeni yoktur. Normallik de böyle; “normal” olan, zaman ve mekanla sınırlıdır. Dün, insanların kokması normaldi. Bugün buna burun kıvırırız. Yarın, muhtemelen, evde çocuk bakan baba figürü normalleşecek. Üstelik normal olmayan kötüdür demek, zaman ve mekanla sınırlı olduğunu bilsek bile yanlış, zira üstün zeka, üstün yetenekler vs. de “anormal”dir. “Doğal ve normal” olmak üzerine argüman kurmak sıkıntılıdır; bu argümanları “Türk x yapmaz” diyenlerin argümanlarına çok benzetirim. 

Eşcinsellik de böyle, hem eşcinsellik taraftarı, hem eşcinsellik aleyhtarı (bu konunun aleyhtarlık yahut taraftarlığı aslında saçmadır, fakat kolaylık olsun diye bu ifadeyi kullanalım) argümanlar mutlaka “doğallık” ve “normallik” kavramlarına değinirler. Bu konudaki görüşlerimi paylaşmadan evvel, tarihteki ilginç bir motifi paylaşayım. Eski Yunan’ın Thebes şehrinde, “Mübarek Tabur” (Hieros Lochos) diye bir askeri birlik vardı. Bu birliğin en önemli özelliği, 150 çift erkek eşcinselden müteşekkil olması. Rivayetlere göre, böyle teşekkül etmesinin nedeni, sevgilileriyle birlikte savaşacak askerlerin, hem onları korumak, hem onların gözüne girmek için daha yiğitçe çarpışacağı fikri. 

Nitekim öyle de olmuş. Görev yaptığı sürece gözüpekliği ve askeri efektifliğiyle nam salan “Mübarek Tabur”, nihayet meşhur Büyük İskender’in babası II. Philip tarafından yenilgiye uğratıldıklarında, 2 kişiye kadar kırılmalarına rağmen meydanı terk etmemişler. (Bu arada Philippos ismi “at seven” anlamına gelir. Bu Yunanlar hakikaten tuhaf arkadaş. Zaten lezbiyen adı da Lesbos adasından geliyor.) Thebesliler de, yıllar boyu ayakta kalan bir anıt diktirmişler bunlar için, yiğitliklerinin hakkını teslim ederek, üzerine de yazmışlar “Bu adamların münasebetsiz olduklarını düşünen kim varsa helak olsun!”. (Bu anıt Yunanistan bağımsızlığını kazandıktan kısa bir süre sonra hazine arayan bir Yunan komutan tarafından yıkılmış.) 

Bu kesit bize ne anlatıyor? Birincisi, eşcinsellik insan olmaya, yahut asker olmaya mani değildir. İkincisi ve daha önemlisi, bize “Eski Yunan’da eşcinsellik çok yaygındı, Osmanlı’da kol gezerdi” diye anlatılsa da, Thebeslilerin diktiği anıtın alt metninde başka bir şey var. Evet, eşcinsellik hiç değilse bugünün ortadoğusuna göre daha görünür, ama hala “normal” olmayan bir şey. Belki de dalga geçilen bir şey. O yüzden, anıta “bu adamlar münasebetsiz değildi” yazma ihtiyacı hissetmişler. Bu yaygınlık meselesine geri döneceğiz, doğallık konusuna girelim şimdi.

İnsana dair her şeyde olduğu gibi, iptida, evrimsel sebeplere bakmak gerekir. Evrimsel sebepler “her şey” değildir, zira insanoğlu sosyal bir evrim de geçirmiştir, diyelim ki bir erkek binlerce kadınla birlikte olabilecek “biyolojik donanım”ı haizdir ama böyle yapmaz. Yapmak zorunda değildir, yahut bunu yapmıyor oluşu evrime karşı gelmek de değildir. Göktürklerin atlı göçebe bir kavim olduğunu tespit edip, bugünün Türklerine bakarak “neden at sürmüyorsunuz” demek gibi bir şey bu. Peki, nedir eşcinselliğin altında yatan evrimsel sebepler/itkiler? Evrim çoğalmayı hedeflemez mi, neden bazı canlılar eşcinsel olmaya itilmiş? Eşcinsellik, bu veçhile, evrimsel bir hata, bir bozukluk, bir çıkmaz yol kabul edilebilir mi? 

Bilimadamlarının tespitlerine göre, birçok hayvan türünde eşcinsellik gözlemleniyor. Türlere göre oran değişiyor; zira muhtemelen eşcinselliği türün çiftleşme sistematiği, çevresi, yaşam tarzı vs belirliyor. Ancak her türde belli oranlarda eşcinsellik “kesin olarak” gözlemleniyorsa, diyebiliriz ki eşcinsellik doğaldır. Peki neden gözlemleniyor? Birkaç teori var. Örneğin, türün yaşam tarzı “tek bir alfa erkeğin çiftleşme tekelini elinde tuttuğu” bir sisteme dayanıyorsa, diğer erkekler eşcinselliğe yöneliyorlar. Bazı maymun türlerinde ve insanlarda, bazı bireylerin eşcinsel olması, kaynakların daha az tüketilmesine ve “komün”ün çocuk sahibi olmuş çiftin çocuklarına daha fazla emek ve ilgi vererek bakmasına vesile oluyor diyen bir teori de var. Biz daha fetüs evresindeyken, parmaklarımızı birbirine bağlayan hücreler intihar ederek, parmaklarımızın ayrılmasını sağlarlar. “Canlılığın devamı”, “genin bencilliği”, “hayatta kalma içgüdüsü” ve “çoğalma içgüdüsü” büyük resimde anlamlı tespitler, ama özele indiğinizde yetersiz kalabiliyor. Hücreler neden intihar etsinler? Hücre canlılığını devam ettirmeye programlı değil mi? Diğer hücrelerin yaşamaya devam etmesini mümkün kılıyorsa ve genetik materyali buna uygun gelişmişse, hücre intihar eder. Aynı şekilde, genetik yatkınlığımız varsa, uygun koşullar oluşunca eşcinselliğin tetikleniyor olması da mümkün, “yeğenler”in daha iyi bakılması ve bu sayede genlerimizin doğrudan değilse de, dolaylı olarak varlığını sürdürmesi için. Eşcinsellik ayrıca “güç gösterisi” yahut sürü üyeleri arasındaki “bağları pekiştirmek” işlevi ile de hayvan topluluklarında gözlemleniyor. 

Demek, eşcinsellik doğal fakat anormaldir. Normu teşkil etmiyor, ama doğada gördüğümüz diğer her şey kadar doğal. 

Gelelim “gay pride”, LGBTİJKLM gibi yeni fenomenlere. Feminizmin yaşadığı müthiş ve muzır dönüşüm, bu meselede de karşımıza çıkıyor. Sözgelimi, bugünün normları ve ahlak anlayışı dünden farklıydı dedik. Evet, Osmanlı’da eşcinsellik daha görünür ve daha “kabul edilir” bir şeydi. Ama bu Osmanlıların tamamının eşcinsel olduğu anlamına gelmiyor. Yahut eşcinselleri sevmemek ya da onların görünürlüğüne karşı olmak “gizli eşcinsellik” belirtisi değildir. Hakikati çarpıtan ve yeni hakikat inşa etmeye çalışan, bunu yaparken de politize olan ve belli bir ajandaya sahip bir hareket, LGBT; bu yönüyle yeni dalga feminizmle benzer ve en az onun kadar iğrenç, ahlaksız, gereksiz, zararlı ve aptalca.

Cinsiyet teorileri, “birden çok cinsiyet” gibi meselelere girmek konuyu çok uzatacak, belki bu kaçak güreşmek gibi de algılanabilir zira hem yeni dalga feminizm, hem de LGBT, sıkıştığı her yerde, paradigmayı en temelden yeniden inşa etmek ve bambaşka bir düzlem yaratmak suretiyle, atıflarını bu yeni “cinsiyet/cinsellik teorisi”ne yapıyor. Argümanlarınıza cevap vermiyor, kendi düzlemini gösteriyor. Bu, bir islamcıyla tartışmak gibi bir şey, yahut bir marksistle; o yüzden o konuya girmeyecek ve devam edeceğim. 

Eşcinsel insanlar var mı? Evet, varlar. Burada özel alan ve kamusal alan ayrımı yapmamız gerekiyor. Özel alanda insanların neden hoşlandığına vs karar vermek zaten en müstebit rejimlerin bile gerçekleşsin diye çaba göstermediği bir zulüm. Ama tartışmalar kamusal alan ve o alanın olguları üzerinden dönüyor ve saçma sapan teoriler ile vıcık vıcık kampanyalar olmasaydı bu tartışmalar faydalı da olabilirdi. 

Evvela, mesele bir hukuk meselesi. Cinsel yönelim, aynı cinsiyet gibi, insana has ve özel bir motif, dolayısıyla cinsel yönelim sebebiyle bir ayrımcılığa uğramayacaklarının garanti altına alınması talepleri gayet makul. Bu anayasal talebin ötesinde, evlilik konusunda da haklı olduklarını düşünüyorum ve “eşcinseller evlensin mi” referandumlarını saçma buluyorum. Benim evliliğim referandum konusu olsa çok bozulurdum. Neden evlensinler? Evlilik, hukuken birçok hak ve garanti yaratıyor, eşcinseller de hayatlarını birleştirirken bunlardan yararlanabilmeliler. Bunun yanında, adını hatırlayamadığım bir İngiliz politikacının sözü düşüyor aklıma: “Eşcinsellerin evlenmesini savunuyorum, çünkü ben muhafazakarım ve evlilik muhafazakar bir kurumdur.” Eşcinselliğin bu şekilde legal ve “aydınlık” alana çekilmesi, fuhuş ve uyuşturucu dolu yeraltı dünyası eşcinselliğini zayıflatacak ve topluma son tahlilde faydalı olacaktır. Henüz karar veremediğim tek konu, evlat edinme hakları; zira burada eşcinsellerin kendi tercihleri değil, kamunun dahli sözkonusu: Yetiştirme yurdundaki çocuklar için ana-babasızlıktansa iki anneli yahut iki babalı bir ailenin daha iyi olacağını söyleyen eşcinseller var. Fakat, bu konuda henüz yeterince deneyim sahibi değiliz ve kamunun vesayetindeki çocukların psikolojisi ile gelişimlerini nasıl etkileyeceğini bilmediğimiz bir konuda aceleci davranmak doğru değil. 

Hukuk dahilindeki konularda gayet pro-eşcinsel olduğumu söyleyebilirim. Fakat ötesi? Zurnanın zırt dediği yer burası.

“LGBTSJDSJ” ve türevi adlar altında örgütlenen eşcinseller, esasen apolitik olan bir temel insani özelliği politik bir payda haline getiriyorlar. Elbette, STK’lar bunları kendilerine payda edebilir ve hatta etmelidir de; kadınlarla, çocuklarla yahut down sendromlularla ilgilenen, alanını bu kesimler için özelleştirmiş STK’lar faydalıdır. LGBT örgütlenmeleri bununla kalmıyor, hayatın her alanında bu paydayla söz sahibi olup, sosyal, siyasi, ekonomik ve felsefi düzlemlerin hepsini işgal etmek istiyorlar. Bunu yaparken de yeni inşa edilen bir felsefeyi ve paralel gerçekliği dayatıyorlar. Her dizide, her filmde bir eşcinsel olması gerektiğini, bunun “şart” olduğunu savunabiliyorlar; bir salon beyefendisi olmasam “bok yesinler” derdim. Bu tarz kararlara ve “beğeni”lere karışmak, hatta LGBT’nin dayattığı beğeniyi paylaşmayanların kusurlu, yarım, faşist vs. olduğunu iddia etmek, en az eşcinsel avlamak amacıyla örgüt kurmak kadar aşağılık ve had bilmez bir tavırdır. 

Çıplak gezmek, toplum içinde cinsi münasebette bulunmak ve benzerleri, cinsel yönelimin ne olduğundan ayrı olarak toplumun geneli tarafından ayıplanacaktır ve bu kötü bir şey değildir. Ahlak, elbette mükemmel değildir ve bazen muzır bile olabilir, ancak bin yılların ve milyonların nesillerdir tevarüs eden irfanını bir çırpıda yabana atmak da akıl karı değil. Eşcinseller “görünür olmak”tan eğer “Queer Theory” ve benzeri “sıradışılık”ların norm olması arzusunu beyan ediyorlarsa, ki bahsettiğim örgütlenmeler bunu yapıyorlar, başarılı olamayacakları gibi, kendilerine düşmanlığı pekiştirmekten öteye gidemeyecekler. 

Eski kafalı, İngiliz tarzı bir “muhafazakar” olarak, cinselliğin ve cinsel yönelimin zaten uluorta konuşulmasını, bir kamusal alan meselesi haline getirilmesini, muhataplarından ötesine taşırılmasını abes ve sevimsiz buluyorum. Bana “günaydın” yerine “selam ben eşcinselim” diyen komşudan rahatsız olurum, ama “herhangi” bir diğer komşumla konuştuğum gibi, konuştuğum kadar ve “özel olmayan” muhabet edebileceğim bir eşcinsel komşudan rahatsız olmam. 

Şunu da söylemeden edemeyeceğim. Kişi kendisini ne hissediyorsa o değildir. Cüzdanımı çalan adamı polise tarif ettiğimde, “otuz yaşlarında zenci bir erkek” dediğim zaman, “hem ırkçısın hem de peşinen cinsiyet yükledin” diye tepki göreceğim bir dünya istemiyorum. 

Başlıktaki görsel, görüşümü özetliyor aslında. Eşcinseller birey bireydir. Her vatandaşın hakkı onlara da tanınmalı. O vatandaşlara uygulanan kısıtlamalar onlara da uygulanmalı. Eşcinseller bireyse, fakat, her görüşten olabildikleri, farklı istek, arzu ve heveslere, hikayelere sahip oldukları, sırf eşcinsellik teması üzerinden birleşemeyecekleri görülmelidir. Ancak o zaman eşcinsellik “normal” olabilir.

Son olarak, “gay pride” bence anlamsız; insan heteroseksüel olmasıyla gurur duyamaz mesela. Meşrebine göre, belki, binlerce adamı/kadını tavlamış olmasından gurur duyabilir belki. Ama “heyoo, ben esmerim” demek ne kadar saçmaysa, ezilen ve ötekileştirilen bir dezavantajlı grup dahi olsalar, eşcinsellerin bununla “gurur”lanmasını ve onlara gururlanmaları gerektiğinin söylenmesini anlamıyorum. Ama çarpıcı -ve maalesef tiksindirici- eylemlerle gündem yaratıyorlar ve muarızları da onları eleştirirken buna su taşıyor. Ermeni meselesinde de tavrım aynı: Bu konuda, 24 Nisan dışında her gün konuşulabilir, ama Ermenilerin seçtiği ve gündem belirlediği günde konuşulmamalı. Bencileyin “eşcinsel insandır, beni ilgilendirmeyen konularda hadsizlik yapmam, nasıl yaşadıklarıyla ilgilenmem, eşcinsellerin homojen (pun intended) ve yekpare bir grup gibi yansıtılmasından ve bunun üzerine politik bir kimlik inşa edilmesinden rahatsız olduğum kadar, kamusal alandaki taleplerinden ve fikirlerinden de rahatsızım” diyen arakdaşlara tavsiyem, bu tür günlerde umursamaz davranmaları. Sosyal medyada anasayfam eşcinselliğe dair görüşlerle dolduğu için bu yazıyı yazmadan edemedim, ama en azından onların seçtiği günde yapmadım.

Bahadırhan Dinçaslan

Bazı insanlara doğuştan yazabilme yetisi verilmiş sanki. Onlar hiç kitap okumamış olsa bile, konuşuyormuşçasına akıcı bir biçimde yazabiliyorlar. Yazdıklarıyla bize tesir ediyorlar ve bizi büyülüyorlar. Tek kusurlarıysa az yazmaları sayılabilir. Ben ise yazabilmek için tıpkı Montaigne gibi eve kapanıyorum. Bir sürü kitap karıştırıyorum ve onları sindirmeye çalışıyorum. Bunlarla da kalmayıp boş bir kâğıda saatlerce ve hatta günlerce baktığım oluyor. Bazen de fikirler, odamın kapısını sessizce açıp bana uğramadan gitmesinler diye tilki uykusuna yatıyorum. Kısacası benim için yazmaya çalışmak, kaygılar ve belirsizlikler denizinde ayan beyan yüzmenin somut hali oluyor. Fakat tüm bunlara rağmen yazmak ve yaşamak beni huzurlu kılıyor diyebilirim, üstelik yazmanın da yaşamanın da çetin bir savaş gerektirdiği bu çağda.

“Ben gönlümce yazabilmek için evime çekiliyorum.” demiş Montaigne Denemeler’inde. Çoğu insanın malum sebepten ötürü evine çekildiği bugünlerde yazmak yine herkesin aklının bir kenarında duruyor ama öyle kolay değil. Sanki herkes yepyeni şeyler üretmekle meşgul ve zorundaymış gibi hissediyorum. Tedirgin edici ve geleceği belli olmayan bir dünyada yaşamak bunu anlayabilmeyi mümkün kılıyor. Ayrıca insan oturduğu yerden yapınca bu üretme ve bilhassa yazma işini, doğrusu çok da lezzetli buluyordur diye düşünüyorum. Kimi ekmek yapıyor, kimi yazıyor. Ben ikisini de seviyorum. Çünkü düşünme fırsatını ve kendimi bu iki eylemi yaparken yakalıyorum. Yazarken aslında sandalyede sadece bedenim kalıyor, ruhum ise o esnada çoğu zaman boş dönse de hayal gücümün tüm imkanlarını kullanarak birçok yerde dolaşıyor.

Edebiyatın asil savunucularının yazmak zorunda değilsin diye çıkıştığını görüyorum bazen. Bana kalırsa her insan bir şeyler yazmalı. Bunun en samimi biçimi günlük yazmaktır. Edebiyat alemine bir şey sunma iddiasından uzak, düşünerek ve biraz da felsefeyle yoğurulmuş bir biçimde hayatımızdaki olayları kayda geçirmenin ne zararı olabilir? Aksine ileride günlüğe yazdığımız şeyleri okumak, nereden nereye geldiğimizi yahut nelerin üstesinden geldiğimizi ya da gelemediğimizi görmek ve ihtimal ki elli yıl sonra bizi kimsenin hatırlamayacağı bu dünyadan somut bir şeyle ayrılıyor olmanın heyecanını tatmak… Bunlar bile birer kazançtır.

Dünyanın yavaş yavaş ve korkutucu bir değişime uğradığını gördüğüm bu güvensiz zamanlarda, istediğim gibi yazamamak benim için azap verici hâle geliyor. Yine de her akıllı insanın yaptığı gibi her türlü azaptan Allah’a sığınıyorum. Dünyanın beni bu türlü salgın hastalıklarla, krizlerle değiştirmeye çalışması, dünyayı bir anda katletme isteğiyle dolduruyor içimi. Tıpkı başkalarının bizi değiştirmesine müsaade etmektense her şeyi yok etmeyi yeğlememiz gibi. Genellemeyi bir kenara bırakıp yine kendimden yola çıkarsam eğer, belki de okuyucu beni görmezden gelerek yazmamı istemiyor ve beni böylece yok etmek istiyor olabilir mi, diye düşünüyorum. Aslında birçoğumuz gibi düşünüyorum. İnsanoğlu hüsrana uğramayı, yazma meselesinde olsa bile kendine yakıştıramıyor, göz ardı ediyor ise göz göre göre eriyen şu dünyanın bize sadece “evde kal” demesine ve daha büyük türlü dertlerine başka ne yapabilir ki?

Yusuf Karakurt

Kentleşmenin son sürat arttığı, insanların doğadan, doğal hayattan kentlerdeki betonlara hapsolduğu bu çağda sadece doğaya hasret kalmıyor aynı zamanda doğa ile arasındaki bağı koparmayan insanlara imreniyoruz. Öyle ki birçoğumuzun hayatı sistemin çarkına adapte olmuş bir şekilde ev-iş arasında günleri devirmek iken o doğa aşığı insanlar kendi düzenlerini öyle güzel öyle incelikle kurmuşlar ki onlar günleri devirmiyor, her günü ayrı bir hikaye misali yazıyorlar!

Kimilerinin anlatsa ‘hadi canım bu kadar da hayalperest olma!’ diyerek çarpık bir gülüş ile alaya alacağı, ihtimal vermeyeceği bir hayattan bahsetmek istiyorum sizlere.

Gönül Şamilkızı… Gönül Hanım’ı anlatmaya hangi özelliğinden başlayacağımı ben de pek kestiremiyorum. Öyle ki birbirinden farklı ama birbiri ile bağlantılı birçok sıfata sahip kendisi. Bir kısmımız onu gazeteci/muhabir kimliği ile tanıyoruz. Özellikle Kırım’ın işgalinde sırtında siyah sırt çantası elinde mikrofonu ile işgalin tüm gerçeklerini vaktinde ve yerinde bizlere aktarması ile daha çok tanımış ve cesur yüreğini takdir etmiştik. Mesleğini ‘Bir muhabir, evet her şeyden önce profesyonel olmalıdır ama bir muhabir mutlaka vicdanlı olmalıdır.’ diye tanımlayan Şamilkızı, işgalden sonra orada edindiği tecrübeleri ve işgale dair her şeyi aktardığı Kırım Ateşi adlı kitabı ile Kırım Tatarlarının yanında olduğunu bir kez daha duyurmakla beraber yazarlığa da profesyonel anlamda ilk adımını atmıştır. Ardından yazmış olduğu İstiklal Hasreti adlı kitabı ile edebiyat camiasında geçici değil kalıcı olacağını ve eserleri ile okuyucuyla buluşacağının garantisini vermiştir.

Gelelim Gönül Hanım’ın takip ederken huzur bulduğum, mutlu olduğum, imrendiğim yaşantısının diğer yanlarına… Sosyal medyada Gönül Hanım’ı takip edenler kendilerini bir gün Karadeniz’in yaylalarında çiçek toplarken, başka bir gün başka bir yaylada yeşilin her tonuna karşı çay içip yemek yerken bulabilir. Öyle sanıyorum ki Karadenizli olmama rağmen onun kadar Karadeniz’in yaylalarına hakim değilimdir. O yaylalara misafir olmuyor, adeta o topraklara ev sahipliği yapıyor. Doğaya olan tutkusu ve bağlılığı onu iyice ele geçirmiş olacak ki yaşadığı şehrin bir köyüne kendi yayla evini yaptı. Yaptırdı demek haksızlık olur çünkü bu büyük hayali uğruna yeri geldi ustalarla çalıştı, yeri geldi etrafı temizledi ve tüm ayrıntıları ile tek tek ilgilendi. Bu süreci yine sosyal medyadan takip eden biri olarak ben de gün be gün bu güzel hayalin hayata geçtiği sürece tanık olmaktan son derece memnun olduğumu belirtmek isterim.

Ben bunu yapamam demeden, hatta aksine ben bunu neden yapamayayım düsturu ile ilmek ilmek işledi tüm detayları. Onu kâh evine rüya kapanı yaparken gördük kâh evin dört bir yanına çerçeve sarkıtırken. Bir gün onunla beraber bahçeye envai çeşit bitki ekerken başka bir gün mahsülleri topladık.

Vicdanlı bir muhabir, kalemi kuvvetli bir yazar, özgür bir gezgin, merhametli bir anne olmasının yanı sıra iyi bir aşçı olması ile de Gönül Hanım adeta ideal Türk kadını olarak bizlere örnek oluyor.

Onu her gün farklı bir lezzetin tarifini verirken görebilirsiniz. Tabi en güzel tarif edişi ile; ‘Bunu ben uydurdum. :)’

Bizlerin karantina sürecinde kendimizi tanıma fırsatı bulduğumuz şu zamanlarda, kendisini çoktan tanımış ve geliştirmiş olması sebebi ile Türk kadınlarının dilediği her şeyi en güzel şekilde yapabileceğini gösterdiği için kendisine minnettarım.

Oluşturduğu dünyasında bitmeyen enerjisi, paslanmayan üretkenliği ile daha nice örnek olacağı yönlerini bizimle buluşturacağı günleri iple çekmeye devam edeceğim.

Hep dediğim gibi: Keşke Gönül Şamilkızı’nın evinde bir çiçek olsam!

Esen kalın.

Alınları pak, başları dik, her biri bir fikir kalesi arkadaşlarıma,
haksızlığa yumulmayan gözlerin, bayrağa verilen sözlerin,

aziz memleketin mavi göğü gibi parlak yüzlerin sahibi aziz kardeşlerime,
her birine iletilmiş bir mektup gibi,
bir yakınından gelen davet gibi okumaları ricası ile

Siyasi hareketler; geleneklerinden, eğilimlerinden, alışkanlıklarından ve geçmişlerinden ayrı, bir başına değerlendirilemez. Hürriyetin, hakkın, direnişin ve istiklalin tarihi bu memlekette Türk milliyetçiliği ile başlar. Geleneği hürriyet, eğilimi hak, alışkanlığı direniş ve geçmişi istiklal olan Türk milliyetçiliği; iddia edildiği üzere bu memleketin sigortası değildir. Bu memleket, Türk milliyetçiliğinin bir sonucudur; bu sebeple Türk milliyetçiliği, Türkiye Cumhuriyeti’nin ta kendisidir.

Emperyal işgalini, emperyal mandasını, emperyal imtiyazının elini, çelikten pençeleri arasında parçalayan irade Türkçülüktür. Anayasayı da parlamentoyu da ilan edenler Türkçülerden başkası değildir. İstiklal Savaşı Türkçüler tarafından örgütlenmiş, Türkçüler tarafından idare edilmiş ve Türkçüler idaresinde zaferle nihayete vardırılmıştır. Bu nihayet, Cumhuriyettir. İnkılapların, ihtilal ve devrimlerin ardında da Türkçüler vardır.

Anadolu kan ve kül rengine bulanmışken, halk açlıktan, sefaletten, salgından ve düşman süngüsünden can verirken bu memleketin aşı da, ilacı da, dermanı da, askeri de, kalkanı da, kılıcı da Türkçüler olmuştur.

Siyasi hareketler; geleneklerinden, eğilimlerinden, alışkanlıklarından ve geçmişlerinden ayrı, bir başına değerlendirilemez. Tiranlığın, istibdatın, haksızlığın, zorbalığın ve pranganın sahipleri şimdi mağdur edebiyatının arkasına sığınarak aynı eğilim ve geçmişle yaşamaya devam ediyor.

Hakikat şudur ki “tiran” artık elinde kamçısıyla gariban bedenlere işkenceler eden, saban sürdüren antik zorbanın karşılığı değildir.

Tiranlık artık çalışma kampı, ölüm orucu, kürek cezası, pranga, tecrit, sürgün treni, soykırım, katliam, kan banyosu, mitralyöz ateşi ve kurşun da değildir.

Eski Çağ’da pranga demirdendi. Giyotin bıçaktı, sehpa ahşaptı. Urgan vardı, polis copu vardı, ters kelepçe vardı. Eski Çağ tabutluktu, işkenceydi. Tahakküm kitap yakardı, dernek basardı. Zorbalığın rengi bazen kızıl, bazen siyaha çalardı. Şimdi tiran yeşil, para yeşil, eşkıya yeşil. Şimdi mahkûmiyet bedene değil, infaz bedene değil, yargı bedene değil.

Çağ değişti, ket değişti, katil bile değişti.

Kan değişmedi, dökülen kan değişmedi maktul aynı.

Alın teri aynı toprağa düşüyor, terleyen değişmedi. Gariban değişmedi, ızdırap değişmedi.

Bağrı deşilen Türk, bağrı yanan Türk, toprağı çalınan Türk, alınan can Türk.

Cephe çok, düşman çok, hile çok. Hile daha kurnaz, hilekâr daha cambaz.

Makedonya dağlarından, Türkistan bozkırlarına “bir kısrak başı gibi” uzanan eski bir hareket var. Hareket miskin. Harekette refah değil, rehavet var.

Lakin bizim heybemizde uyku yok, endişe var.

Doğrusu bizim heybemizde endişeden gayrısına yer yok.

Biz, biz, biz. Biz kimiz?

Bizler gayelerine iman etmiş bir avuç genciz. Adımız yoktur, sanımız yoktur, bağımız yoktur. Birbirimizi tanımıyoruz. Birbirimizden haberdar değiliz ama aynı iradeyi taşıyoruz. Mutabakatlarımız var, inancımız var.

Artık beyaz atlarımızla, revolverlarımızla, kuvvacı kalpağımızla, yalın kılıcımızla değil; sadece çelikten irademizle yürüyoruz. Türklüğün imtiyazına inanıyoruz. Hakka, adalete ve liyakata iman ediyoruz.

Yeni çağı avcumuzun içi gibi biliyoruz, dahilî bedhahları tanıyoruz, harici bedhahları tanıyoruz. İstikbali çalınan biziz, istikbalimizi de istiklalimizi de biz geri alacağız.

İnandığımız değerler bizle mezara gitmesi gereken emanetler değildir.

Türk milliyetçiliği, Türkiye Cumhuriyeti’dir. Birinci vazifemiz, Türk istiklâlini, Türk Cumhuriyet’ini, ilelebet, muhafaza ve müdafaa etmektir. Öyleyse değerlerimiz yaşaması ve egemen kalması gerekendir.

Biz değerlerimizi tahakküm ile değil sivil toplum mücadelesi ile tekrar egemen kılacağız.

Bize en yakın hangisiyse, biz en çok hangisinde yararlı olabilirsek. Hangisini değiştirebilirsek, hangisini kurtarabilirsek.

Tiran değiştiyse, infaz değiştiyse; müdafaa da değişir, mütalaa da değişir. Artık vekalet vermenin, temsiliyet vermenin değil inisiyatif almanın zamanıdır.

Siyasi sınırlarıyla, dağlarıyla, dereleriyle değil; feyzi ile, ümranı ile, kalemi ile, sanatı ile, yeni bir vatan çizip ortaya çıkarma”nın zamanıdır.

Niçin?

Dizliye diz çöktüren atalarımız için
Adaletle yaşatan yasalarımız için
Bizleri biz yapan tasalarımız için
Kalplerimiz atarken milliyet için
Kuşandık kalemleri hürriyet için !

Yavuz Selim Birtane

Neoliberalizm; özellikle son 30 yıl içerisinde, hem ülkemizde hem de dünya gündeminde iktisadi ve politik birçok yönüyle tartışılmakta olan kavramlardan biri. Fakat neoliberalizm üzerine yapılan tartışmaların büyük bir çoğunluğu serbest piyasa ve liberal politikalar üzerine yoğunlaşmış olup sığ bir tartışma konusu olmaktan öteye gidememiştir. Bu bağlamda neoliberalizmin özellikle finans ve piyasa yapısı üzerindeki etkileri tam olarak incelenememiştir. Bu yazının amacı, neoliberalizm kavramının dünyadaki ve Türkiye’deki pazar yapısına entegrasyonunun nasıl gerçekleştiğini irdelemek ve Türkiye özelinde 80’li yıllarda etkisini artıran serbest piyasa mantığının ne gibi sonuçlar doğurduğunu tartışıp buna bir çözüm önerisi sunmak olacaktır. Bunun için öncelikle neoliberalizm kavramının ne olduğunu açıklamak gerekir.

Neoliberalizm, 18. Yüzyılda Adam Smith tarafından geliştirilen klasik liberalizm kavramına bir atıfta bulunarak ortaya çıkmış ve fikri temelleri 20. yüzyıl ortalarında Hayek ve Friedman tarafından ortaya atılmış iktisadi ve politik bir kavramdır. Özellikle Büyük Buhran’ın (1929) ardından ortaya çıkmış Keynesçi iktisat politikalarına karşı bir reform hareketi olarak gündeme gelmiştir. Eleştirilerinin temelinde, devletin refah devleti mantığıyla hareket ederek toplumsal yapıya ve piyasalara müdahale etmesi yatar. Keynesçi ekonomi politikalarında savunulan müdahaleci devlet yapısına ve devlet kurumlarının güçlü olması mantığına tamamen karşı çıkar. Bu noktada, devletin bireylerin özgürlüğünü kısıtlayacağına ve bürokrasi ağır işlediği için devlet tarafından yapılan çalışmaların etkili olmayacağına dair eleştiriler yapar. Neoliberalizm, klasik liberalizmin temel fikirlerini tabana koyarak deyim yerindeyse devleti ‘’gerekli bir şeytan’’ olarak görür. Bu çerçevede, devlet kendi sınırlı alanı içerisinde (altyapı hizmetleri, güvenlik gibi) görevlerini yerine getirmeli ve pazarın işleyişine, piyasadaki dengelere müdahale etmemelidir. Bireyi iktisadi bir varlık olarak konumlandıran neoliberalizm, her insanın akılcı olduğuna ve bu akılcı bireylerin kendi bireysel çıkarlarını baz alarak akılcı davranışlar sergileyeceğini öngörür. Devletin iktisadi planlama ve faaliyetlerini kendi çatısı altında yürütmesinden ziyade bireysel teşvikler yaparak iktisadi hareketlerin girişimci bireyler tarafından gerçekleştirilmesini ister. Toplum içinde varolan arz-talep ilişkisini fayda-maliyet çerçevesinde değerlendirip sunulacak hizmetlerin yapılacak iktisadi girişimlerle, kar amacı güdülerek tedarik edilmesi gerektiğini öngörür. Bu sayede birçok farklı birey tarafından belirli şirketleşmelerle topluma sunulan hizmetler piyasa tarafından belirlenen belirli bir ücret ile topluma sunulur. Neoliberalizm, aynı hizmeti sunan farklı şirketlerin kendilerini öne çıkarabilmek ve pazarlamak için en ucuz maliyetle en iyi hizmeti vereceklerine inanır. Diğer yandan bu görüşünü devlet tarafından sağlanan kamusal hizmetlerin, devlet bütçesinde büyük bir yük olduğunu savunarak desteklemeye çalışır. Örnek olarak neoliberalizme göre eğitim iktisadi bir faaliyettir ve arz-talep kanunuyla çalışır. Bedava eğitim hizmetinin devlet bütçesine yük olduğunu söyleyerek, parası ödenerek alınan bir eğitimin kıymeti daha iyi anlaşılır der. Aynı zamanda özel eğitim hizmeti sunulması rekabet halinde olan okulların daha iyi eğitim sunması için teşvik edici olduğuna inanır. Diğer bir örnekle sağlık temel bir haktır demek yerine, sağlık parayla satın alınan bir hizmettir denir ve bu mantıktan yola çıkarak insanların sağlıklarına daha çok dikkat edeceği düşünülür. Bu örnekten de yola çıkarak görüldüğü üzere, neoliberalizm toplumun her alanına serbest piyasa mantığının entegre edilmesini ister. Kaliteli hizmet, ürün tedariği, hizmet genişliği ve toplumsal refahın neoliberalizmle, bir diğer terimle kapitalizm ile geleceğini söyler. Teorik çerçeveden bakıldığında neoliberalizm genel hatlarıyla bu şekilde konumlandırılmaktadır. Teoride varolan bu fikirler, acaba pratikte dünya piyasalarına nasıl entegre olmuştur ve bu entegrasyonlar vaadedildiği kadar etkili olmuş mudur?

Neoliberalizm, yükselişe geçmeye başladığı 1970’li yıllarda kendine ilk uygulama alanlarından biri olarak İngiltere’yi bulmuştur. Margaret Thatcher’ın 1979 seçimlerinde Muhafazakar Parti ile iktidara gelişi İngiltere’de Yeni Sağ çerçevesinde ifade edilen neoliberal politikaların uygulanması için zemin hazırlamıştır. Daha sonraki süreçte ABD’de Ronald Reagan ve Türkiye’de Turgut Özel yönetimleri neoliberal politikalarla hareket etmişlerdir ve serbest piyasa kavramı dünya gündemine yerleşmeye başlamıştır. Neoliberal politikaların dünya piyasalarına entegrasyonu sürecinde birçok kamu kuruluşu özelleştirilmiş ve devletin yapması gereken birçok hizmet özel sektöre bırakılmıştır. Buradaki temel mantık, topluma sağlanan hizmetlerdeki kaliteyi ve etkinliği artırmak olmuştur ancak teorideki hesaplar pratikteki hesaplarla bir olmamıştır. Aynı zamanda devlet eliyle gerçekleştirilen hizmetlerin özel sektör eline bırakılması, devlet içerisindeki bürokrat sayısının azalmasına yol açmıştır. Bu yüzden dünya genelinde özellikle 90’lı yıllar içerisinde işsizlik oranı artmıştır. Ücretsiz sağlanan kamu hizmetleri ücretli hale gelmiş, iktisadi teşvikler sonuçsuz kalmış ve serbest piyasa kendi içerisindeki sermaye döngüsünü sağlayamamıştır. Dünya genelinde artan enflasyonlar neolibaralizmin entegre edildiği ülkelerdeki alım gücünü de düşürmüştür. Kapitalist sermaye azınlık olarak sayılabilecek nitelikteki büyük ölçekli firmalarda ve belirli bir üst sınıf kitlesinde birikmeye başlamıştır. Bu da temelde çalışan fakir ve orta sınıfın emeğinin sömürülmesine neden olmuştur. Piyasa içerisinde dönmekte olan paranın herkese eşit şekilde dağılımı sağlanamamıştır. Devletler, piyasaları belirli oranlarda düzenlemek için belli başlı kurumlar yaratsa da kendi içerisinde, yozlaşmış politik yapılar yüzünden bazı kişiler kendilerine rant sağlayıp hizmet kalitesi yerine, kişisel çıkarlarına odaklandılar. Dünya genelinde süregelen bırakınız yapsınlar, bırakınız etsinler mantalitesi, sınıflar arasındaki finansal uçurumun artmasına ve özellikle 90’lı yıllarda Türkiye’de dahil olmak üzere birçok dünya ülkesinde işsizlik artışı ve ekonomik krizlerin patlak vermesine sebep oldu. Neoliberalizm ile yükselmeye başlayan global şirket yapılanmaları, ekonomilerdeki geçişkenlikleri artırıp teknolojinin hızlı yayılımını sağlasa da toplumun ekonomik refaha ulaşmasına öncülük edemedi. Neoliberalizmin temel mantığı içerisinde aynı hizmeti üreten farklı firmalar, birbiriyle rekabet ederek ürettikleri ürünlerdeki kaliteyi artırıp fiyatı azaltarak en ucuz ve sağlam hizmeti sunacaktır şeklinde öngörülmektedir. Ama Neoliberalizm’in dünya piyasasındaki uygulamalarında, piyasaların kendi içerisindeki sirkülasyonu sağlayamaması ve buna bağlı olarak artan enflasyon, işsizlik oranları acaba neoliberalizm gerçek çıkış yolu değil mi sorularını akla getirmeye başlamıştır. Neoliberalizmin yarattığı diğer bir entegrasyon problemi ise özelleştirmedir. Özelleştirmelerin mantığında devletin yükünü azaltmak, devlete, topluma daha ucuz ve nitelikli hizmet olanağı sağlamak vardır. Devlet kendi sahip olduğu kurumları özel sektör eline devrederek kurumların büyüme oranlarını hızlandırmak ve devrettiği kurumlardan daha çok kar elde etme amacındadır. Dünya piyasasındaki genel duruma baktığımızda ABD ve İngiltere dünyanın diğer ülkelerine nazaran özelleştirdiği kurumlarda daha başarılı sonuçlar elde etmişlerdir ama dünyanın birçok ülkesinde özelleştirme büyük bir fiyasko ile sonuçlanmıştır. Özel sektör mantığı ile hareket eden bu kurumlar, devlet mantığına aykırı olarak kara geçmek için pek çok insanın işten çıkarılmasına sebep olmuştur. Aynı zamanda serbest piyasa algısı ekonomik yapısıyla uyuşamamış olan ülkeler, özelleştirilen kurumların yönetilmesinde büyük sıkıntılar çekmişlerdir. Doğru yönetilemeyen özel kurum ve kuruluşlar devlete daha çok yük olmuş ve bunların bir kısmı var olan borçlarından dolayı batma tehlikesiyle karşı karşıya kalmıştır. Kısacası bazı devletler, kurumlarını özelleştirerek kara geçmek isterken daha büyük zararlarla ve toplumsal huzursuzlukla baş başa kalmıştır. Bunun kötü örnekleri Türkiye’de dahil, dünyanın çoğu ülkesinde görülmüştür. Bu noktada Neoliberalizm Türkiye’de neleri getirmiştir, neleri götürmüştür? Sorusu gündemde yer alan önemli bir tartışma konusu olmuştur ama bunlar genelde sığ televizyon tartışmaları olmaktan ileriye gidememiştir. Türkiye’nin şu an hala etkilerini yaşadığı Neoliberalizm, gerek kamu sektöründe gerek özel sektörde ve siyasette kartların yeniden karılmasına yol açmıştır. Bu süreç içerisinde Türkiye birçok kriz ve sıkıntı yaşamıştır ve hala birçok alanda ekonomiye bağlı olarak sorunlar yaşamaktayız. Peki bunlar için sunulabilecek çözüm önerisi nedir? Bunun için öncelikle Neoliberalizm’in Türkiye macerasını anlamak ve onu analiz etmek gerekmektedir.

70’lerin sonunda başlayıp 80’li yıllarda doruk noktasına doğru ulaşan Neoliberalizm fikri, ANAP’ın Turgut Özal ile birlikte iktidara gelmesiyle Türkiye’ye de sıçradı. Neoliberalizmin Türkiyedeki uygulamaları ilk etapta güzel sonuçlar doğursa da ilerleyen süreçte yapılan özelleştirmelerin fiyasko ile sonuçlanması ve dünya genelinde artan ekonomik krizler 90’lı yıllara geldiğimizde Türkiye’de gerçekleşecek büyük bir krizin habercisi oldu. Nitekim 90’lı yıllar Türkiye için büyük bir kabus oldu. Art arda gelen ekonomik krizler, enflasyonun artmasına bağlı olarak fiyatların atmasına neden oldu. Tabii ki bu kriz, aynı zamanda Türkiye’deki işsizlik oranını da artırdı. Peki bunun oluşmasındaki  temel sebep neydi? 12 Eylül darbesi sonrası Özal iktidarı ile hayatımıza giren liberal politikalar aslında Türkiye’nin içinde bulunduğu siyasi boşluk ve otoritesizlik içerisinde tepeden inme bir ideoloji olarak Türk halkının karşısına çıktı. Toplumun o zamana kadar pekte bilmediği bu ideoloji, Türkiye içerisinde sağlam bir altyapıya sahip değildi. Nitelikli bir özelleştirmenin nasıl yapılması gerektiği bilinmiyordu. Aynı zamanda yapılan özelleştirmelerin liyakata bağlı olarak değil, firmanın yada kişinin yandaş olup olmamasına bağlıydı. Diğer yandan yapılan iktisadi teşvikler ve yatırımlar istenen sonuçları vermedi. Yapılan yatırımlar sağlam araştırmalarla desteklenmedi. Devlet neoliberal politikalar ile ekonomik refahı sağlamak isterken eldekinden de olmaya başladı. Ekonominin hemen hemen her sektöründe bozulmalar oluşmaya başladı ve 90’lı yıllarda globalleşmenin artması, bir ülkede gerçekleşen krizin diğer ülkelere de sıçramasına, büyük çaplı krizlerin oluşmasına neden oldu. Özellikle Türkiye özelinde para, döviz, sermaye ve emek piyasaları içerisinde yaşanan dengesizlikler GSMH’nin gerilemesine, dövizin artmasına ve faiz oranlarının artması neden oldu. Devlet bu krizlerin etkilerini azaltmak için iç borçlanmaya yöneldi ve hazine bonosu ve devlet tahvili satışlarında inanılmaz artışlar gerçekleşti. Neoliberalizm Türk toplumunun hayatına girdiğinde, ilk etkileri bu şekilde olmuştur. 2000’li yıllarda AKP hükümeti ile beraber Neoliberal politikalar daha da artış göstermiştir. Birçok yanlış özelleştirme faaliyeti yapılmıştır. Limanlar, maden sahaları, elektrik santralleri ve devlete ait birçok kamu kuruluşu özelleştirme kurbanı olmuştur. Bu noktada fiyasko ile sonuçlanan en önemli özelleştirme girişimlerinden biri Türk Telekom’dur. Türk Telekom 2005’te Lübnan’lı bir şirket olan Oger Telekom’a satıldı. Lübnan’lı şirket sahibi, Türk bankalarından aldığı milyar dolarlık kredilerle yine bir Türk kurumunu satın aldı. Türk halkının parası deyim yerindeyse Arap sermayesine yem edildi. Daha sonraki süreçte bankalara olan borcunu ödemeyen Oger Telekom, bedavadan Türk Telekom’un sahibi olmuş oldu. Yıllar boyunca borcunu ödemediği halde, Oger Telekom Türk Telekom’dan kar yapmaya devam etti. Özelleştirilmesinden önce çok daha fazla kar elde eden Türk Telekom, özelleştirildikten daha az kar etmeye hatta zarara bile uğramaya başladı. Sonunda Türk Telekom hisselerine bankalar tarafından el konuldu. Türk Telekom’un özelleştirilmesi sonucunda birçok banka verdiği borçları alamadı. Devlet, Türk Telekom’un özel sektör mantığıyla gelişip büyümesini isterken hazin bir sonuca ulaştı. Bu basit örneğin yanı sıra daha pek çok özelleştirme kötü sonuçlarla son buldu. Özelleştirme sadece bakanlıklara ait kamu kuruluşlarıyla kalmadı. Yerel yönetimlerde de belirli ihtiyaçların karşılanması için şirketleşmeler oldu. Örnek olarak belediyenin beton ihtiyacının karşılanması için beton şirketi kuruldu. Yerel yönetimlerdeki şirketleşmeler kimi zaman olumlu sonuçlar doğurdu ama belediyeleri daha çok borca sokan girişimler de oldu. Bu da acaba neoliberal ideolojinin getirdiği özelleştirme fikri mantıklı bir tercih oldu mu? Sorusunu tekrar akla getiriyor. Yine dünya genelinde olduğu gibi Türkiye’de de özel sektör içerisinde hükümete yakın olanlar, kendi sektörü içerisinde rant sağlamaya başladı. Özellikle inşaat sektöründe önemli ihaleler hükümete yakın olan firmalara verilmeye başlandı. Bu sayede sektör içinde belli başlı firmalar öne çıkarken hükümete yakın olmayanlar istedikleri ihalelere girme şansı bulamadı. Keza bu örnekte kapitalist sermayenin sadece belirli bir sınıfsal yapıda birikmesine neden oldu. Daha sonra hayatımıza giren yap-işlet-devret mantığı da yine Türkiye için acaba sorusunu sorduran bir mantık. Bu noktada genelde yabancı firmalarla anlaşma yapan devlet köprü veya havaalanı inşası gibi faaliyetleri kendi yapması gerekirken özel sektöre yaptırdı ve o işi yapan firmaya belirli imtiyazlar sundu. Belirli bir oranda bu mantığı olsa da, bu mantığın yapılan her işte kullanılmaya başlanması, yeni bir tür kapitülasyon sisteminin de başlangıcı gibi gözüküyor. Sonuç olarak uygulamada var olan sıkıntılar, şu an da ülkemizde görüyor olduğumuz ekonomik sıkıntıların da alt başlıklarını oluşturuyor. Peki bu düzen içinde Türkiye’ye en uygun çözüm nedir bunu tartışalım.

Neoliberal politikalar ABD ve İngiltere gibi ülkelerde belirli alanlarda olumlu sonuçlar vermesine rağmen Türkiye’de genel anlamda büyük bir hezimete yol açmıştır. Bu da bize gösteriyor ki ülkemizdeki politik çıkmazlar ve özel sektördeki altyapı eksikliği  neoliberal sistemin gerektirdiği ekonomik politikaları ve globalleşmeyi kaldıracak seviyede değil. Bu sebeple Türkiye şu an var olduğu güncel koşullarda milliyetçilik ilkesiyle harmanlanmış bir devletçilik politikası izlemelidir. Burada temel anlamda ifade etmek istediğim özel sektörün tamamen kaldırıp tüm hizmetlerin devlet tarafından verilmesi değildir. Olması gereken devletin de belli noktalarda yönlendirdiği, özel sektör ile devletin uyum içinde hareket ettiği bir ekonomik sistem yürütmek. Türkiye devleti şu anki koşulları içerisinde topluma sağlanması gereken her hizmeti sağlayamaz ama devlet rantın olmadığı, liyakatin savunulduğu ve bazı önemli hizmetlerin kendisi tarafından yürütüldüğü ekonomik bir düzen yaratabilir. Günümüzdeki siyasal ve toplumsal konjonktürde serbest piyasayı veya özel sektörü tamamen yok etmek mümkün değildir. Yok edilmesi de yanlıştır ama en azından serbest piyasanın devletin ve halkın emeğini sömürmesi engellenebilir. Bu noktada özel sektöre bırakılacak alanlar yabancı sermayelere değil özellikle Türk iş adamlarının sermayelerine devredilmelidir. Ekonomide milli ve milliyetçi olmak en önemli esasımız olmalıdır. Bu sayede ülke içindeki kapitalist düzenin toplumu sömürmesine engel olarak kapitalizmi kurtarabiliriz. İşini hakkıyla yapan dürüst bir özel sektör yapılanması global dünyada da Türkiye’ye bir artı değer katacaktır. Bu algıyı ülke genelinde yayabilmek için öncelikle Türkiye’deki eğitim sistemine milliyetçilik algısı entegre edilmelidir. Bir nesil milliyetçi yetişmeli ve memlekete hizmetin rant ve kişisel çıkarlardan önemli olduğunun farkına varmalıdır. Ülkenin kalkınması için yapılacak altyapı çalışmaları yabancı sermayenin eline değil, yerli sermayenin eline bırakılmalıdır. Bu süreçte de politik çıkarlardan ziyade ülke genelinin çıkarı ön planda tutmalıdır. Her yönüyle planlanan milli bir ekonomik plan ortaya konulmalıdır. Bu plan devletin iş yükünü, özel sektörü ve ekonomik refahı içine alacak 3 ya da 5 yıllık değil 50 yıllık bir ‘’milli’’ plantasyon ortaya koymalıdır. Milli kelimesinin altını sürekli çizmemiz gerekiyor çünkü biliyoruz tarih sürekli tekerrür ediyor ve bizler görüyoruz ki Türk’ün Türk’ten başka dostu asla olmadı ve olmayacaktır. Önemli olan geçmişimizi görüp geleceğe yönelik ibretler almamızdır.  Kurtuluşu yabancı sermayede aramak yerine kaliteli bürokrat kadrolarının hazırladığı ekonomik ve sosyal planlar hayata geçirilmelidir. Devlet varlığıyla bir bütün olarak düzenleyici, denetleyici ve yol gösterici bir rol üstlenmelidir. Eğer yol doğruysa, sonuçlar da bir o kadar doğru ve güzel sonuçlar doğuracaktır. Bunu başaracak ‘’irade’’ ise bizler yani gençlerdir. Alanımızda en iyi olup kişisel çıkarlarımızın ötesinde toplumsa faydayı güdüp milliyetçi dünya görüşümüzü hem ekonomimizde hem de toplumumuzun her alanında yaymalıyız. Biliyoruz ki Türk milleti tarihi boyunca birçok güçlüğün üstesinden geldi. Eminiz ki bugün de yaşadığı sıkıntılar aklı ve vicdanı hür ‘’milliyetçi’’ Türk gençliği tarafından bertaraf edilecektir.

          Muhtaç olduğumuz kudret damarlarımızdaki asil kanda mevcuttur.

Orhan ALBAYRAK



1. Avrasyacılık – Meşdi İsmayilov: Doğu Batı yayınlarından çıkmış, aklımda yanlış kalmadıysa bir doktora tezi. Okuduğum en iyi Avrasyacılık araştırması. Hiç beylik laflara kaçmadan, bilimsel yönteme sadık kalarak İsmayilov Rusya’nın neo-emperyalist politikasını irdelemiş ve Türkiye özelinde okumuş. Akıcılık: 4 İlginçlik: 7 Derinlik: 8

2. Beyond Culture – E. T. Hall: Türkçesi var mı bilmiyorum, ama beşeri bilimlerle ilgilenen herkesin okuması gereken bir kitap. Canım Ömer Faruk Engin, kütüphaneden fotokopisini çekip getirmişti bana, güzel bir notla. “Sosyal uzantılar” nazariyesi herhalde en çok alıntıladığım meselelerden biridir, İskender Öksüz “yav ne çok seviyorsun bu adamı” demişti en sonunda, dayanamayarak. İnsan kültürünün şekillenişini bilimsel ve “insan doğası”nı irdeleyerek ele alan, Marksist yahut postmodern saçmalıklara hiç bulaşmayan bir kitap. Esasen Hall ne yazmışsa okunmalıdır. Akıcılık: 8 İlginçlik: 9 Derinlik: 10

3. Bilinç Gökten Düşmedi – Hoimar von Ditfurth: Bilincin nasıl evrildiğini büyük uzmanlık sahibi olmadan anlamak isteyenler için güzel bir başlangıç kitabı. Evrimin biyoloji bilgisi ve bilimsel terim dağarcığı sınırlı olanlara anlatılmasında güzel bir kaynak. Akıcılık: 8 İlginçlik: 7 Derinlik: 7

4. Cultures and Organizations: Software of the Mind – Geert Hofstede: Bu da sıkça değindiğim nazariyelerin anlatıldığı kitaplardan. Hofstede de Hall gibi “ne yazmışsa okunmalı” denecek cinsten. Kültürel boyutlar kuramı, özellikle Türkiye’de sürekli olarak çuvallamamızın “kültürel kodlarımızda gizli” birtakım meyillerden kaynaklandığını ileri sürerken sıkça faydalandığım bir konseptti. Hofstede gibi beşeri bilimleri pozitif anlayışla ele almaya çalışanlardan, sosyolojimiz ve psikolojimizin biyolojimizle hala ilişkili olduğunu gösterenlerden çok hoşlanıyorum, çıkma teklif edebilirim. Akıcılık: 6 İlginçlik: 8 Derinlik: 10

5. Düne Kadar Dünya – Jared Diamond: Kendisinin hep Tüfek Mikrop Çelik kitabı önerilse de ben Diamond’dan Düne Kadar Dünya’yı önermeyi seçtim. Bu gölgede kalmış eseri de bayağı önemli, sıkça atıf yaptığım eserlerden biri ayrıca. Kültürün farklı coğrafyalarda şekillenirken hem evrensel, hem de sui generis birçok ürün yarattığını ve bunların nedenlerini irdeliyor. Ben İngilizcesinden okudum, vereceğim not da bu dilde; Türkçesi ne kadar akıcıdır bilmiyorum. Akıcılık: 8 İlginçlik: 10 Derinlik: 8

6. Ethno-symbolism and Nationalism – Anthony D. Smith: Biraz ağır bir kitap, ancak Türk milliyetçiliği için önemli bulduğum ve Marksist sansür nedeniyle ülkemiz literatüründe hakkında pek içerik üretilmeyen ve değinilmeyen etno-sembolist kuramı anlatması nedeniyle kıymetlidir. Akıcılık: 3 İlginçlik: 9 Derinlik: 10

7. Gen Bencildir – Richard Dawkins: Evrimi anlatsa da sanırım bu kitap “mem” kavramını derinlemesine ele aldığı ilk eseri. İnsan evrimi, sosyalliği ve kültürüne dair sözel nazariyelerle pozitif gerçekleri birleştirmek için önemli bir kitap. Üstelik tam bir popüler bilim kitabı, anlaması kolay. Kitabın ana tezi, “gen bencildir” meselesi ise yanlış anlaşılmaya müsait ve biraz şüpheli. Akıcılık: 8 İlginçlik: 9 Derinlik: 7

8. Homo Ludens – Johan Huizinga: İlk defa masonluk üzerine düşünürken, koca koca adamların saçmasapan ritüelleri nasıl ciddiye alabildiğini araştırırken karşıma çıkmıştı. Oyun oynayan insan. Fikir yer yer eleştirilse de oldukça ilginç: Kültürün bütün ürünleri aslında oyun kökenlidir diyen bir nazariye var ortada. Tek başına her şeyi açıklamıyorsa da, insan doğasını ve cemiyetlerin teşekkülünü anlamak isteyen herkesin mutlaka okuması gereken bir kitap. Bildiğim kadarıyla Türkçesi var. Akıcılık: 7 İlginçlik: 10 Derinlik: 7

9. İştikakçının Köşesi – Şinasi Tekin: Etimolojiye ilgi mi duyuyorsun? Etimolojiyle akıl yürütmeye çalıştığında yer yer çuvallasa da (Örneğin bozkurt meselesi) Şinasi Tekin’in etimoloji yazılarının derlemesiyle çok güzel bir eser ortaya çıkmış. Üzengiye dair bölüm hassaten ilgi çekici. Akıcılık: 8 İlginçlik: 9 Derinlik: 7

10. Karanlık Bir Dünyada Bilimin Mum Işığı – Carl Sagan: Bilimsel düşüncenin rağbet görmeyişi, hurafelerin yayılışı, verdikleri zararlar, her şeye rağmen azimle, sırf iyi bir insan olmak uğruna bilimsel düşünceyi yaymaya çalışan bir bilim insanı. Carl Sagan’ın bu eseri adından da anlaşılacağı gibi karamsar bir havada, ancak insana azim de aşılıyor. Hem Türkçesi, hem İngilizcesini okudum, hangi yayınevi hatırlamıyorum ama çevirisi fena değildi. Akıcılık: 6 İlginçlik: 8 Derinlik: 8

11. Karşılaştırmalı Mitoloji: Tolkien Ne Yaptı – M. Bahadırhan Dinçaslan: Propp’a ve diğerlerine değindiğim bu listede, bu güzide esere değinmesem olmazdı. Kendim yazdım diye demiyorum, sırf bu alanda abartısız binin üzerinde kitap okumuş, geceler boyu makaleler, notlar arasında kaybolmuş bir adamın, kafasında canlanan tespitleri çalakalem de olsa, unutmayayım diye kayda geçirmesi. Birkaç dil daha öğrenip daha geniş bir külliyatı taradığımda yazacağım bir başeserin belki de ön özeti. Gözlerim bu uğurda bozuldu, okuyun işte. Akıcılık: 1 İlginçlik: 9 Derinlik: 7

12. Kesin İnançlılar – Eric Hoffer: İlginçtir, 80 öncesi ülkücülerin hepsinin kütüphanesinde bu kitap var. Hatta gizliden bir ülkücü turnusolü vazifesi görebilir. Babamın kütüphanesinden keşfettiğim kitaplardan. İdeolojik çılgınlıkların arka planına dair çok bilimsel değilse de ufuk açıcı tespitler yapıyor Hoffer. Hayatı da ilginçtir, okumakta fayda var. Akıcılık: 8 İlginçlik: 8 Derinlik: 7

13. Kitle Hareketlerinin Anatomisi – Gustave Le Bon: Bir klasik. Kolektif-bireyci kültür ayrımının ilk defa ciddi ele alınıp oturtulduğu eser. Hall ve Hofstede çok daha öndeler belki, fakat Le Bon aynı Durkheim ve biz Türkler için Gökalp gibi sürekli anmamız gereken adamlardan. Akıcılık: 7 İlginçlik: 6 Derinlik: 8

14. Masalın Biçimbilimi – Vladimir Propp: Bu hacimde bir eser bana ciltler dolusu kitap kadar ufuk açtı. Rus masallarından yola çıkarak Propp masalların belli arketipler, hikaye örüntüleri ve işlevleri sürekli tekrar ettiğini, bir nevi “evrensel masal reçetesi” olduğunu söylüyor. Bunun nedeni bambaşka bir hikaye, ancak önce Propp okunmalıdır. Akıcılık: 4 İlginçlik: 8 Derinlik: 8

15. Millet ve Milliyetçilik – İskender Öksüz: Başında bana teşekkür var diye demiyorum, bir Türk milliyetçisinin kaleminden çıkan en dolu milliyetçilik kitabıdır. Yeni başlayanlar için Öksüz’ün Niçin kitabı daha iyiyse de, en derinlikli eserini bu listeye koymayı tercih ettim. Milliyetçiliğimizin oturması gereken doktrinel ve bilimsel temelleri, bu listede de göreceğiniz ve bir kısmını Öksüz sayesinde keşfettiğim yazarlara referanslar vererek çok güzel açıklıyor. Akıcılık: 7 İlginçlik: 8 Derinlik: 9

16. Milliyet Duygusunun Sosyolojik Esasları – Sadri Maksudi Arsal: Türk milliyetçiliğinin bir zamanlar ne kadar yüksek ve bilimsel yöntemi içselleştirmiş bir entelektüel mertebeye eriştiğini görmek için bile olsa okunur. Arsal’ın yer yer bugün etno-sembolizm dediğimiz anlayışa çok uygun düşen tespitler yaptığını görüyoruz. “Hangi topluluğa millet denir” sorusuna cevap arayanların, belki zamanı geçtiği için yer yer boşluğa düşen ancak düşünce serüvenimizin şahitliğini yaptığı için kıymetinden bir şey kaybetmeyen bu kitabı okuması gerekir. Akıcılık: 5 İlginçlik: 6 Derinlik: 8

17. Milliyetçilik – Liah Greenfeld: Modernite – milliyetçilik ilişkisini irdeleyen bu başucu eserini ilk defa Çağatay Özdemir’in bir paylaşımında görmüştüm. Hacimli ve biraz ağır, ancak modern dünyanın şekillenmesinde milliyetçiliğin amil olarak oynadığı rolü anlamak istiyorsanız mutlaka okunmalı. Akıcılık: 5 İlginçlik: 7 Derinlik: 10

18. Mit ve Destan – Georges Dumezil: Bencileyin mitolojileri ve kadim toplumların organizasyonunu anlamak isteyenlerin mutlaka okuması gereken bir kitap. Dumezil’in Hint-Avrupa mitolojisinden yola çıkarak yaptığı antropolojik tespitler bugün bile gündemdedir. Mitleri anlamak, insan ve cemiyet doğasını kavramamız için önemli bir yöntem teşkil ediyor. Akıcılık: 7 İlginçlik: 8 Derinlik: 9

19. Nations – Azar Gat: Neden millet olmalıyız sorusuna cevap vermek isteyenler için en önemli kitaplardan. Öksüz sayesinde öğrendim ve haklarını Bilge Kültür için geçtiğimiz yıllarda aldım, Türkçesi yakında gelecektir. Millet olma halinin hiç de alışıldık iddialardaki gibi bir manzara çizmediğini, milletin oluşum sürecinin evveliyatını etno-sembolist anlayışa yakın bir şekilde anlatırken, millet olmak gereklidir gibi bir sonuca da varıyor. Akıcılık: 8 İlginçlik:8 Derinlik: 9

20. Savaşan Dünya ve Türkiye – Kamuran Gürün: 2. Dünya Savaşı ve Türkiye’yi anlamak mı istiyorsun? İdeolojik sansürden, perdelemelerden sıkıldın mı? Tam sana göre bir başucu eseri, tek kelimeyle muhteşem. Gürün çok objektif biçimde kaynakları taramış ve yorumdan kaçınarak bir kronoloji çıkarmış. Referansların izini sürüp okumak bile müthiş zevkli, sadece bir kitap sayesinde yüzlerce önemli kaynakla tanışıyorsunuz. Akıcılık: 5 İlginçlik: 7 Derinlik: 9

21. Tarihte ve Bugün Şamanizm – Abdülkadir İnan: Bu alanda Türklerin yazdığı en hamasete kaçmayan, en isabetli eserlerden biridir. Üstelik dönemi nedeniyle İnan bazı otantik verilere de yerinde, yok olmadan evvel ulaşabilmiş. Şamanizmle Müslümanlığın iç içe geçtiği coğrafyalara dair tespitlerine sık atıf yaparım. Eski Türk Dini’ni anlayacağım diyorsanız ilk okumanız gereken kitaplardan. Okuduktan sonra, “Eski Türk Dini islama çok benziyordu” diyenin ağzına kürekle vuracaksınız. Akıcılık: 6 İlginçlik: 8 Derinlik: 9

22. The Language Instinct – Steven Pinker: Ah şu milliyetçiler, keşke aman da nasıl üstünüz geyikleri yerine Pinker, Boroditsky falan okusalardı. Neyse ki bir milliyetçi okudu. Chomsky’nin evrensel gramer tezleri üzerine nazariyesini oturtan Pinker, lisanın bir “içgüdü” olduğunu söylüyor. Bu da Sapir-Whorf hipoteziyle birleştiği zaman benim için çok kıymetli. Zaten best-seller olmuş; Türkçesi de çok yakında okurla buluşacak. Danışmanlık yaptığım Bilge Kültür Sanat yayınevi için geçtiğimiz yıllarda haklarını bizzat aldım, çevirmene yollandı. Akıcılık: 8 İlginçlik: 10 Derinlik: 9

23. Türkiye Mektupları – Helmuth von Moltke: Sahafta keşfettiğim kitaplardan. Osmanlı Ordusu’na gözlemci ve eğitimci olarak gönderilen von Moltke Türkler ve yaşamlarına dair kısa ama ilgi çekici bir şahitlik sunuyor. Özellikle Türklerin “keyf”e düşkünleşerek nasıl miskinleştiklerini, yükseliş döneminin mağrur fatihlerini hatırlatarak anlatması çok dokunmuştu. Akıcılık: 6 İlginçlik: 8 Derinlik: 5

24. Türklerin Tarihi – Jean Paul Roux: Roux yabancı tarihçiler arasında açık ara en sevdiğim belki de. Objektifliğini yitirmeyen ama Türkleri, belki de uzun süre onlarla uğraştığı için, gerçekten seven bir adam. Büyük eseri Türk tarihine dair atıf yaptığım ilginç kesitlerin ekseriyetini öğrendiğim kaynaktır. Mutlaka okunmalı. Akıcılık: 8 İlginçlik: 8 Derinlik: 9

25. Why Do People Sing – Joseph Jordania: Müziğin neden evrildiğini çok güzel, biyolojiyle rabıtasını kaybetmeden açıklayan bir kitap. Türkçesi maalesef yok. İlk defa İmam Şamil’in savaş esnasında dans ettiğini ve bunun nedenlerini irdeleyen bir pasajına İlker Küçükparlak vasıtasıyla denk gelmiş, öyle okumuştum. Daha sonra birkaç yazımda değindim, hatta alıntılayanlar da oldu. Akıcılık: 7 İlginçlik: 8 Derinlik: 7


26. Bir Matematikçinin Savunması – Godfrey Harold Hardy: Adı savunma, “apoloji” koyulmuş, ancak aslında bir sonuca varmayan bir kitap. Hardy’nin de iddiası yok zaten, bunu dile getiriyor. Fakat tam olarak bu yüzden güzel bir kitap; Ramanujan’ın öyküsüyle paralel biçimde en saf ve soyut haliyle matematiğin zevkini anlatıyor. Gerçek bir matematikçinin zihni nasıl çalışır, bunu anlamak istiyorsanız okuyun. Akıcılık: 7 İlginçlik: 7 Derinlik: 7

27. Cehennemden Geliyorum – Hüseyin Pala: İlginç bir propaganda romanı. Ülkemizde Kelebek adıyla meşhur kaçış öyküsü, yazarın bir başka kaçış öyküsünü konu alan romanı okumasıyla, kaçışından tam 36 sene geçmişken kaleme alınmış. Cehennemden Geliyorum da yazar Kelebek romanını okuyunca, kaçıştan tam 36 yıl sonra yazılmış. Yazarın direkt söylemediği ama ima ettiğine göre komünist propagandaya kanarak Rusya’ya kaçan bir Türk’ün, orada “Hanya’yı Konya’yı” anlayarak yurda geri kaçışını konu alıyor. Kitabın adı, Sovyet Rusya’ya nasıl bakıldığını özetliyor; muhtemelen anti-komünist mücadelede işlev kazanmış bir propaganda romanı. Edebi eserler için ayrı bir liste yapacağım, o yüzden roman, şiir gibi türlerdeki kitapları buraya almıyorum ama, bu kitabı roman zaviyesiyle değil, propaganda ürünü zaviyesinden değerlendiriniz. Akıcılık: 9 İlginçlik: 9 Derinlik: 3

28. Classical Myth – Barry Powell: Batı edebiyatının ekseriyetle beslendiği bağlam “klasik” denen Greko-Romen mitolojisidir. Hatta buna dair birkaç yazı yazmıştım: Shakespeare’de İngiliz’i ve İngilizliği çok az görürsünüz, ancak ondan Poe’ya birçok edibin eserlerinde çokça Klasik Mitoloji göndermeleri vardır. Batı edebiyatından haz almak istiyorsanız, onların kültürel arkaplanını anlamada oldukça faydalı olacak, ününü hak eden bir eser. Akıcılık: 8 İlginçlik: 9 Derinlik: 8

29. Çin Kaynaklarına Göre Eski Türk Boyları – Ahmet Taşağıl: Taşağıl Hoca’nın başucu eseri. Tarih Kurumu’ndan çıkan halinin düzenlemesi berbattı ama Bilge Kültür’den çıkan halinin şekli de düzelmiş. Kitabın adı alanını özetliyor, tarih meraklısının okuması gerekiyor. Akıcılık: 6 İlginçlik: 7 Derinlik: 7

30. Darwin’s Dangerous Idea – Daniel Dennett: Evrim, doğal seçilim, en uygunun hayatta kalışı… Evrim nedir, düşünce sistematiğimize nasıl bir ufuk açmıştır, evrim gerçeğini irdeleyen evrim teorisini nasıl anlamalıyız sorularına hem derin ve nitelikli, hem de kolayca anlaşılır cevaplar veriyor. Türkçesi vardı yanılmıyorsam, ancak benim notum İngilizcesine göre, çevirmen nasıl iş çıkarmıştır bilemem. Akıcılık: 9 İlginçlik: 10 Derinlik: 9

31. De Re Militari – Publius Flavius Vegetius Renatus: Çok güzel bir İngilizce çevirisini bulmuştum, vaktiyle İngiliz Kralı’na sunulmak üzere İngiliz subayı John Clarke tarafından çevrilmiş. Çok hafif bir arkaik havası vardı, matbu metinde s harfleri f’ye benzer tuhaf şekilde yazılıyordu… Kitabı buraya koymamın nedeni, kolayca ve bedava bu kitaba ulaşabilmemin moralimi bozmasıydı. Türk tarihinin önemli eserlerine bu kadar kolay ulaşabilir miyiz? Kitap Roma askeri sistemini anlatıyor, çok “detay” bir alan ama meraklısı için doyurucu olacaktır. Roma’nın son dönemlerinde askeriye reformu gerekince Vegetius kalemi alıp eski işleyen sistemin özelliklerini ayrıntılarıyla yazmış. Akıcılık: 6 İlginçlik: 5 Derinlik: 6

32. Diplomasi – Henry Kissinger: Kissinger’ın anı-fikir kırması bu kitabı bir şaheser. Hem diplomasinin nasıl “yürüdüğü”ne dair bilgiler veriyor, hem de kendi tecrübelerini, liderlerle görüşmelerini, şahsi izlenimlerini paylaşıyor. Dünyanın politik işleyişini anlamak isteyenlerin mutlaka okuması gereken hacimlice bir kitap. Akıcılık: 7 İlginçlik: 8 Derinlik: 8

33. Divan Şiiri Antolojisi – Halil Erdoğan Cengiz: Elimde sihirli bir değnek olsa, sanırım Türk gençliğinin divan edebiyatını sevmesi için kullanırdım. H. E. Cengiz’in bu kitabı, bu edebiyat çağımızın ürünlerinden haz almak için gerekli altyapıyı oluşturmamı sağlamıştı. Ortaokulda okumuştum, hem işin teknik tarafına dair güzel örnekleri, hem seçkilerinin kalitesi ile o zamandan bu aşkı kalbime yerleştirmişti. Divan edebiyatının inceliklerine, mazmunlarına, muzipliklerine hakim olarak en kudretli şairleri okuyup kendinizden geçmek istiyorsanız, bağlama aşina olmak için başlamanız gereken kitap bu derim. Akıcılık: 7 İlginçlik: 9 Derinlik: 7

34. Emergence: The Connected Lives of Ants, Brains, Cities, and Software – Steven Johnson: Bilinçle ilgili ilk partide bir kitap önermiştim, bu daha ileri düzey bir okuma. Emergence teorisi ışığında bilincin nasıl oluştuğunu-evrimleşebileceğini şahane ve oldukça edebi biçimde irdeliyor. Karınca merakım bulaştırmıştı beni bu işe, sonra ufkum çok daha ötesine geçti. Akıcılık: 10 İlginçlik: 10 Derinlik: 10

35. Freemasonry – Kirk MacNulty: Masonluk, önceki öneri listemde değindiğim üzere ilgimi çekiyor. Ancak bu ilgi çekişi kabalaya yahut ezoterizme merakımdan değil: Bu mistik yapıların, tarikatlerin, cemaatlerin oluşma ve kabullenilme süreçlerinde insanoğlunu anlamamız için önemli veriler görüyorum. MacNulty’nin kitabı bir masonun elinden çıkma ve bu konuda gördüğüm kadarıyla en oturaklı ve objektife yakın bilgileri paylaşıyor. Akıcılık: 7 İlginçlik: 8 Derinlik: 8

36. Gödel, Escher, Bach – Douglas Hofstadter: Sibernetik ve emergence; iki kelime. Oldukça sıkıcı gibi gelen bu iki alana dair, zihnin ve makinelerin karmaşık yapısını anlatan, bunu yaparken sanattan, edebiyattan beslenen muhteşem bir şaheser. Akıcılık: 9 İlginçlik: 10 Derinlik: 10

37. Görme Biçimleri – John Berger: Bir iletişimci olarak benim için insanların görsel, işitsel ve metin mesajları nasıl algıladıkları elbette mesleki bir sorgu konusu. Ancak sürekli reklama, etkiye, propagandaya maruz kalan insanın kendisini hiç değilse giriş seviyesinde eğitmesi gerektiğini düşünürüm. Görme Biçimleri bu açıdan güzel bir girizgah olabilir. Akıcılık: 6 İlginçlik: 7 Derinlik: 7

38. Göstergebilim İlkeleri – Roland Barthes: Göstergebilim benim için iletişim eğitimimin bir parçasıydı ama, artık milliyetçilik araştırmalarımın bir parçası. Kültüre dair ne varsa birer göstergedir ve göstergebilimi, “gösterge” kavramını iyi anlarsanız, Dawkins’in “mim”lerinden E. T. Hall’un sosyal uzantılarına birçok konsepti kafanızda bununla birleştirebilirsiniz. Akıcılık: 6 İlginçlik: 8 Derinlik: 9

39. Kötülüğün Sıradanlığı – Hannah Arendt: Arendt bir Nazi subayının yargılanışından hareketle insanoğlunun günlük yaşamında, sıradan maskesinin arkasında kötülüğe meyyal bir potansiyel taşıdığını işliyor. İçeriğinden de öte, sadece başlığı bir terime dönüşmüş durumda. Akıcılık: 7 İlginçlik: 7 Derinlik: 8

40. Kültür Kodu – Clotaire Rapaille: Hafif bir kitap, ancak bakış açısı benim için ilginçti. Reklam metin ve tasarımları ile farklı kültürlerin kendilerine has özellikleri arasında var olan – olması gereken ilişkiyi konu alıyor. Akıcılık: 9 İlginçlik: 8 Derinlik: 5

41. Larousse Semboller Sözlüğü – Gardin & Olorenshaw: Aslında hafif bir kitap, çoğu yerinde burun kıvırdım. Ancak birçok sembolü derlemiş olması, hiç değilse tasnif ve liste işlevi görüyor, derli toplu bir listenin elinizde olması konu üzerinde çalışırken bir fikir verebiliyor. Akıcılık: 5 İlginçlik: 7 Derinlik: 6

42. Medieval Europe – Chris Wickham: Ortaçağ’ı ve Avrupa’nın geçmişini anlamak isteyenler için birebir. Roma’nın çöküşünden bu yana Avrupa’yı şekillendiren gelişmeleri, olayları, dönüşümleri bir hikaye tadında anlatıyor. Akıcılık: 7 İlginçlik: 8 Derinlik: 8

43. Milliyetçiliğe Bakmak – Ernest Gellner: İskender Öksüz’ün alıntıladığı bir pasajdan sonra okumaya karar vermiştim. Milliyetçiliğin olumlu ve olumsuz yanlarının örneklerle incelendiği bir kitap; ancak yazarın eleştirileri dahi sanki bizi milliyetçi yapacak güzel veriler barındırıyor. Atatürk Türkiyesi’ne dair tespitleri ayrıca ilginç. Akıcılık: 7 İlginçlik: 8 Derinlik: 8

44. Osmanlı İmparatorluğu’nda Oymak, Aşiret ve Cemaatlar – Cevdet Türkay: Oturup okunacak bir kitap değil, ancak bir başvuru kaynağı. Başbakanlık arşivi belgelerinden 15 yılda derlenmiş. Faruk Sümer ve Yusuf Halaçoğlu’nun çalışmaları ile kombinleyiniz. Akıcılık: 1 İlginçlik: 5 Derinlik: 7

45. Popüler Kültür ve Yüksek Kültür – Herbert J. Gans: Popüler kültür nedir, kitle kültürü nedir, entelektüelin, okur yazarın beslendiği yüksek kültür nedir? Bunları kafanızda oturtmak ve birbirleriyle ilişkilerini anlamak istiyorsanız, Gans’tan okumalısınız. Ayrıca Amerika’yı anlamak için de önemli bir eser. Akıcılık: 6 İlginçlik: 7 Derinlik: 8

46. Sibernetik – Ayhan Songar: Allah’ın var olduğunu bilimsel olarak ispatlamaya çalışan saçmasapan bir kitapçık serisinin içinde bir inci. Bu küçücük risale, sibernetik düşünmenin kapılarını aralamıştı benim için, ta çocukluğumda. Meraklısına genel kültürünü arttırmak için mutlaka tavsiye ederim. Akıcılık: 8 İlginçlik: 9 Derinlik: 7

47. Şecere-i Terakime – Ebulgazi Bahadır Han: Çok kıymetli bir eser, zira Oğuzların yaşayışı, inançları ve sosyal yapılarına ışık tutuyor. Yok olmakta olan Oğuzname geleneğinin yüksek kültüre ilk aksi. Oğuzların diğer Türk gruplarıyla akrabalıklarını mitolojilerinde nasıl işlediklerine dair bölüm enfes. Akıcılık: 6 İlginçlik: 8 Derinlik: 6

48. Türk İmgesi – Charles Sabatos: Türkiye’de yaşayan bir yabancı öğretim görevlisinin, Orta Avrupa edebiyatı ve kültüründe Türklerin olumlu olumsuz imajını etraflıca irdelediği eseri. Avrupa Türkleri nasıl görüyordu sorusunun cevabını veriyor, bugün nasıl göründüğümüzü anlamak için de oldukça önemli. Akıcılık: 7 İlginçlik: 9 Derinlik: 8

49. Türk Tarihinde Meseleler – Hüseyin Nihal Atsız: Atsız’ın makalelerinden derlenen bu kitap, tarih metodu geliştirmek isteyen herkes için başlangıç eseri olmalı. Atsız’ın ideolojisinden daha önemli bir şey varsa, Türk tarihini nasıl okumamız gerektiğine dair getirdiği önerilerdir. Akıcılık: 8 İlginçlik: 8 Derinlik: 7

50. Türkçenin Sırları – Nihad Sami Banarlı: Bilgi yanlışları varsa da, Banarlı’nın bu eseri özellikle gençler tarafından okunmalı. Türkçe zevki edinmek, dilin inceliklerini keşfetmek için çok güzel bir eser. Akıcılık: 8 İlginçlik: 8 Derinlik: 7

Aralık 2017

Osmanlı İmparatorluğu’nun dağılma evresine girdiği 19. yüzyılın başları; aynı zamanda imparatorluğun ekonomik alanda da dışa bağımlı hale geldiği, üretim teknikleri ve kapasitesi anlamında çağın gerisine düştüğü zaman aralığına işaret etmektedir. Özellikle 1838 yılında İstanbul’da Birleşik Krallık ile imzalanan Baltalimanı Ticaret Antlaşması, imparatorluğun ekonomisinin dışa bağımlı hale gelmesinde önemli bir eşiği oluşturmaktadır. I. Mahmud döneminde (1740) daimi hale getirilen kapitülasyonların Osmanlı ekonomisinin sırtına bindirdiği yük Baltalimanı Antlaşmasıyla daha da ağırlaşmış, bu ekonomik bağımlılık durumu devlet yönetimindeki dış ve iç siyaset politikalarını da şekillendirmeye başlamıştır. 

İmparatorluğun içinde bulunduğu bu iktisadi ve siyasi bunalımı aşmak, imparatorluğu ayakta tutmak ve yıllar geçtikçe kapitalist-emperyalist devletler tarafından koparılan vatan topraklarını savunmak amacıyla ortaya çıkan asker-bürokrat kökenli aydın hareketleri; 19. yüzyılın ortalarından itibaren “Genç Osmanlılar” adıyla anılmış, II. Abdülhamid devrinde ise “Jön Türkler” olarak adlandırılmıştır. Genç Osmanlıların yeni bir anayasanın kabulü, parlamenter monarşiye yani katı bir monarşiden meşrutiyet sistemine geçilmesi gibi siyasi talep ve amaçları özellikle ikinci kuşak Jön Türkler arasında ekonomik taleplerle genişletilmiştir. Ülkenin ayakta kalmasında siyasi olduğu kadar iktisadi bağımsızlığında gerekli olduğu Jön Türklerin ve onların siyasi örgütleri olarak ortaya çıkacak olan İttihad ve Terakki Cemiyeti mensuplarınca kavranılmıştır. 

1908 Jön Türk Devrimi sonrası, hürriyetin getirdiği özgürlük ortamında kısa bir süre uygulanan liberal ekonomik politikalardan Balkan Harbi ile birlikte vazgeçilmeye başlanmış özellikle 1913 yılından itibaren ülke gerçekliğine ve ülkenin içinde bulunduğu somut koşullara uygun alternatif ekonomik programlar dönemin aydınlarınca tartışılmıştır. İttihad ve Terakki Cemiyeti içerisinde Prens Sabahattin ve Maliye Nazırı Cavid Bey tarafından savunulan liberal ekonominin terk edilmesinde Osmanlı İmparatorluğu’nun ticaret erbabını oluşturanların ağırlıklı olarak gayrimüslim ve azınlıklardan oluşmasının ve bu kesimlerin komprador rollerinin etkisi olduğu kadar İttihatçı kadroların kaynaşmış bir Osmanlı toplumu idealinden sıyrılıp Türkçülük idealini merkeze alan ulus devleti amaç edinmelerinin de etkisi vardır. İttihat ve Terakki Cemiyeti tarafından 1908 Devrimi sonrası gündeme gelen ve I. Dünya Savaşı ile birlikte uygulamaya konan bu ekonomik program “Milli İktisat” programı olarak addedilmiş ve ulus devletin yaratılmasında milli bir ticaret sınıfının oluşmasını gerekli görmüştür. 

Siyasi birliğini diğer Avrupalı ülkelere nazaran geç tamamlamasına rağmen kısa sürede sanayileşen Almanya’nın uyguladığı ekonomik politikaların İttihatçı kadrolar ve aydınlar tarafından yakından takip edildiği, Friedrich List, Friedrich von Gentz ve Adam Heinrich Müller gibi Alman iktisatçıların eserlerinin Türkçeye çevrilip okunduğu bilinmektedir. Yurtdışında aldığı tahsille bu eserleri inceleyen ve ülkenin içinde bulunduğu somut koşulları göz önüne alarak analiz eden aydınlarımızdan biri de büyük Türk milliyetçisi Yusuf Akçura’dır. 

Paris’te eğitim gören ve bu yıllarda aldığı iktisat dersleriyle erken dönem Türk milliyetçiliği düşüncesine ekonomi-politik bir bakış kazandıran Akçura, “burjuva” sözcüğünü düşün hayatımızda ilk kez kullanan aydın olma özelliğine de sahiptir. Akçura’ya göre Osmanlı burjuvazisi; Batı kapitalizminin acentalığını üstlenen Yahudi, Rum, Ermeni gibi “yerli gayri-Türklerle” kökenleri kesin bilinemeyen Levantenlerden oluşmaktaydı. Türkler, Avrupa sermayesinden de yararlanarak “milli bir sermayedar-burjuva sınıfı” çıkaramazlarsa asker-memur-köylü’den oluşan Osmanlı-Türk topluluğunun çağdaş bir devlete dönüşmesi düşünülemezdi.

Yusuf Akçura Türk Yurdu Dergisi’nde yayınlanan 3 Nisan 1912 tarihli yazısında milli burjuvazinin yaratılmasındaki önemi şu şekilde açıklar: 

“İntibah-ı iktisadinin asıl en mühim ciheti, sanat ve ticareti hor gören ve bir Osmanlı Türkü’üne layık meşgale ancak askerlikle memurluktur diyen hatalı ve zararlı zihniyetin değişmesidir. Osmanlı saltanatında Türk burjuvazisi hemen yok gibiydi. Zavallı Lehistan Krallığı’nda olduğu veçhile, Türkiye’de dahi burjuvazi sınıfını mahkum unsurlar teşkil ediyordu. Osmanlı yalnız sipahi ve memurdu. Halbuki zamanımız devletlerinin temeli burjuvazidir; muasır büyük devletler, sanatkar, tüccar ve bankacı burjuvaziye dayanarak teesüs etmiştir. Türk intinah-ı millisi, Devlet-i Osmaniyye’de Türk burjuvazisinin tevekkününün meydan-ı itibarı olabilir ve Türk Burjuvazisinin inkişaf-ı tabiisi sekteye uğramayacak olursa, Osmanlı Devleti’nin sağlam taazu’u temin edilmiş olur.”

Büyük aydınımız; ülkenin içinde bulunduğu koşullardan hareketle bilimsel tahlillerini Türk Yurdu ve Halka Doğru dergilerinde sıralarken Osmanlı’da cereyan eden liberalizmi ve liberal aydınları da Tanzimat kafasıyla hareket ettikleri için eleştiriyor, Batılı liberal düşünürlerin fikirlerini olduğu gibi kabul edip Osmanlı toplumunda tatbik etmek istemelerinden ötürü bu aydın takımının ülke gerçekliğini yok saydıklarını düşünüyordu. 3 Yusuf Akçura’nın gerçek bir milliyetperver olarak aydın sorumluluğuyla ülke sorunlarına yaklaşması ve mevcut iktisadi sorunlara getirdiği milli iktisat temelli politikalar İttihad ve Terakki’nin son döneminde kapitülasyonların kaldırılması, Müslüman-Türk topluluklara müteşebbis teşvikleri verilmesi, ilk milli bankaların kurulması gibi politikalarla kendini göstermiş Cumhuriyet Türkiye’si, Yusuf Akçura’nın teorik çerçevesini çizdiği İttihad ve Terakki Fırkası’nın ise uyguladığı milli iktisat deneyiminden güç ve kuvvet alarak ülkemizin iktisadi bağımsızlığını sağlama yolunda köklü devrimlere girişebilmiştir. Gerek Osmanlı’nın son döneminde sürgün ve cephelerde gerekse Cumhuriyet’in ilanıyla ülkesinin aydınlanma mücadelesinde en ön cephede bulunan büyük Türk milliyetçisi Yusuf Akçura son nefesine kadar ülkesinin siyasi ve iktisadi alanlar başta olmak üzere her alanda tam bağımsızlığı için bir ömür tüketmiştir. 

Bugün Türk gençliği, büyük aydınını ülkesine olan derin sevgisi ve bilime olan bağlılığıyla anıyor. 

1 Zafer Toprak,Milli İktisat (1908-1918), İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, 2019, s.68. 2 a.g.e, s.33. 3 a.g.e, s.62. 

Kaan EROĞUZ

Türk milletinin dinamikleri her daim duygusal ve coşkulu olmuştur. Öyle ki batıda yaşansa aylarca tartışma konusu olacak olaylar Türkiye’de yaşandığı vakit, o olayı toplumun dinamiklerine uygun başka bir olay ile rahat bir şekilde ikinci plana atmak mümkündür. Ne yazık ki millet olarak bu duygusal yaklaşımı mantıksal yaklaşıma çevirmediğimiz takdirde piyon olmaktan ileri gidemeyeceğiz.

10 Nisan 2020 akşamında alınan sokağa çıkma yasağının ardından yaşananlar medyada ve toplumda bir infilak yaratmış, halk yeniden kutuplaşmıştı. Herkesin hemfikir olduğu tek bir konu vardı: Karar doğru bir karardı fakat duyurulma ve uygulanma şekli yanlıştı.

İnsan psikolojisi her daim olağan durumlarda kendini korumaya almaya dayalıdır. Sürecin en başından beri virüsü ciddiye alıp tedbirlerini ona göre alan kesim dışarı çıkmazken, tedbir alma hususunda eksik kalan ve altyazı ile geçilip ardı doldurulmayan ‘yasak’tan ötürü telaş eden kesim sokaklara dökülmüştü. Ertesi gün bilim kurulu üyeleri açıklamalarında ‘Uzun süre evde kalmaya hazır olun.’, ‘Dün yaşananlardan ötürü çok üzgünüm tehlike arttı’ gibi açıklamalar yapmış sağlık bakanı ise o iki saatlik zaman diliminde yaşananlara dair açıklamada bulunmamıştı.

Yasağın bitmesine saatler kala 12 Nisan 2020 akşamı tüm Türkiye’yi ters köşe eden bir haber ile karşı karşıya kaldık. İçişleri bakanı Süleyman Soylu yayımladığı bir mesaj ile yaşanan görüntülerin yürütülen süreç ile uyuşmadığını ve kararın şahsına ait olduğunu iletmiş, milletin ve Cumhurbaşkanının affına sığınarak görevinden ayrıldığını duyurmuştu. Göreve geldiği günden bu yana mikrofonlara konuşmaktan çekinmeyen, halka dair kararları halka iletirken kameralar karşısında olan Soylu; bu iki günlük süreçte kameralar karşısında olmak şöyle dursun birbiri ile çelişen birçok açıklamada bulundu. Kararın açıklandığı akşam kararı Cumhurbaşkanının talimatı ile alındığını dile getiren Soylu, iki gün sonra istifasını dile getirdiği yazıda kararın şahsına ait olduğunu belirtmiştir. Tam da bu noktada halk olarak kafalarda birçok soru oluşmuştur. İlk etapta Cumhurbaşkanı talimatı ile alındığı söylenen karar ne gibi tartışmalardan sonra Bakan Soylu’nun şahsına ait olduğu vurgusuna dönmüştür? Sağlık Bakanı süreçle alakalı Soylu ile görüşmüş müdür? En mühimi Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan bu iki günlük süreç hakkında neler düşünmektedir? Kulis bilgilerine göre istifa kararı öncesi Cumhurbaşkanı haberdar edilmiş midir?

Bizler daha bu soruların cevaplarını merak ederken İletişim Başkanlığı gece yarısı olmadan yaptığı açıklama ile Bakan Soylu’nun istifasının kabul edilmediğini göreve devam edeceğini duyurdu. Saatler 12’yi gösterdiğinde ise yasağın bitmesini fırsat bilen bazı kesimler sokaklarda konvoylar yapmış Bakan Soylu’nun yanında olduklarını göstermişlerdi.

Üzücü olan şudur ki Bakan’ın virüsün yayılmasını önlemek adına tedbir amaçlı aldığı yasak yine Bakan’a destek amaçlı yasak biter bitmez sosyal mesafeyi çiğneyerek Bakanlık önünde toplanmalara sebep olmuştur. Düzenlenen konvoylara katılanlardan kimileri ‘Terörden öleceğimize koronadan ölürüz sıkıntı yok.’ diye açıklama yapmışlardır. Bu yaşananlar gösteriyor ki halkımız böylesi tehlikeli bir pandemi karşısında dahi duygularına hakim olamıyor ve değişik paradokslara sebep olmaktan geri durmuyorlar.

İçişleri Bakanı istifa etti diye intihara kalkışan vatandaşın olduğu bu topraklarda unutmayın ki bizleri sadece virüs değil, partizanlık öldürür. Her şeyden önce aklımızın duygularımızdan önde olacağı, olayları mantık çerçevesinde yorumlayacağımız dönemlerin hasreti ile yaşananlara şaşırmaya devam edeceğiz.

Unutulmaması gereken şudur, 10 Nisan akşamının ihmalini 12 Nisan akşamı gölgeleyemez. Kuluçka sürecini hesaba katarak söylemek gerekir ki on gün sonra istifayı değil vaka sayılarında yaşanabilecek patlamaları konuşuyor olabiliriz.

Vaka sayısındaki patlama sağlık sistemini çökertirse değil İçişleri Bakanı, tüm kabine istifa etse dahi bizi yaşanacak olan kaostan kurtaramaz.

Bu virüs ile mücadele, gereken ciddiyet ve hassasiyet gösterilmediği takdirde hayatın normale dönme sürecini uzatacağı gibi, eğitimden ekonomiye birçok alanda gerek devleti gerekse milleti zora sokacaktır.

Bizlerin bu saatten sonra ihmal edilmiş bir iki saat daha yaşamaya lüksü yoktur. Bu sebeple fertler olarak her birimiz izolasyona ve sosyal mesafeye dikkat etmeli ve gereken tedbirleri en sıkı şekilde almalıyız.

Esen kalın.

Not: Yönetim ciddiyet gerektiren bir olgudur. İçişleri Bakanı gibi yüksek ve mühim bir konumda olmanın sorumluluğu telefonun not kısmına yazılmış bir açıklama ile istifa duyurusu yaparak makamın ciddiyetini gölgelemekle beraber birçok tartışmaya da yol açmıştır.

Not 2: Yakın tarihte hiçbir siyasetçi yaptığı yanlışı kabul edip istifasını duyurmamıştır. Bu sebeple bu istifa duyurusu her ne kadar sokağa çıkma yasağının açıklanma şeklindeki gibi yanlış olsa da ilk niteliği taşımaktadır. Yasağın başlamasına iki üç saat kala açıklanan karar ile yasağın bitmesine iki üç saat kala açıklanan istifa kararın ortak noktası halkı sokağa dökmek olmuştur. Türkiye yaşanılanlar bakımından koca bir Karadeniz fıkrasıdır. Güldürürken düşündüren düşündürürken NE ALAKA YA dedirten cinsten bir fıkra.

İçerisinde bulunduğumuz 21. yüzyılda Türk milletinin bekasını kendisine bir vazife edinmiş hiç kimseye bunu neden edindiklerini yahut neden edinmeleri gerektiğini öğretmek haddimiz değildir. Fakat kendisini isimlendirirken ihtilafa düşen arkadaşlarımıza birkaç hatırlatma yapmayı elzem görüyoruz.

Prof. Dr. İskender ÖKSÜZ; kendisinin de öğrenme sürecindeyken usta-çırak eğitimiyle kavradığı fikir sistemini, daha sonra hareketin gelişiminin hızlanmasıyla usta-çırak eğitiminin süreci yavaşlatacağını ve başarı oranını düşüreceğini hesap ederek kaynak kitap olarak kullanılmak üzere; Galip ERDEM, Dündar TAŞER gibi büyük Türk milliyetçilerinden edindiği bilgileri bir kitapta toplamış ve ismini Türk Milliyetçiliği Fikir Sistemi olarak belirlemiştir. Bu kitapta milliyetçilerin kim olduğu sorusuna cevap olarak, “Türk milletinin bekası için şahsi ve ailevi menfaatlerinden vazgeçebilen kişilere Türk milliyetçisi denir” cevabını vermiştir. Bu cevabın peşinden de Türk milliyetçiliğinin, Türk milliyetçilerinin tekelinde olduğunu belirtmiş ve eklemiştir; milliyetçiliğin gün geçtikçe artan imkanlarından faydalanmak amacıyla kendisini milliyetçi olarak tanıtabilecek kişilerin çoğalması ihtimalinin en aza indirilebilmesi için bu gereklidir. İskender hocamızın bu sözlerinden anlıyoruz ki kendisini samimi bir şekilde Türk milletinin hizmetine adayan herkes Türk milliyetçisidir. Günümüze gelecek olursak, kendisini isimlendirme konusunda hiç sıkıntı çekmeyen hatta ve hatta elini bol tutmaktan hiç çekinmeyen milliyetçi arkadaşlarımız; millet ve milliyet çatılarında toplanmak şöyle dursun, tarihte yaşamış ve Türk milletine çok kıymetli hizmetlerde bulunmuş güzide şahsiyetlerimizin adlarıyla dahi kendilerini isimlendirmeye başlamışlardır.

Türk milleti yazılı eserler bırakmaya ne kadar geç başlamış olursa olsun, tarihi bölünemeyecek kadar büyük hadiseler ve şahsiyetlerle doludur. Türkistan’ın bozkırlarından başlayıp Avrupa’nın göbeğine kadar gitmiş ve büyük işler başarmış bir millet için de olması gereken budur. Biz Türk milliyetçilerine düşen ise bu abide şahsiyetlerimize olan hayranlıklarımız hasebiyle ayrılık ateşinin içerisine birbirimizi atmamaktır. Bu abide şahsiyetlerimiz de bunu istediklerini belirtmişlerdir. Milletimizin yetiştirdiği en nadide şahıslardan birisi olan Yavuz Sultan Selim, bu durumun olma olasılığından dahi duyduğu büyük hüznü “Milletimde ihtilâf ü tefrika endişesi/ Kûşe-i kabrimde hattâ bîkarar eyler beni” mısralarıyla dile getirmiştir. İçerisinde bulunduğumuz yüzyılda ideolojiler şöyle dursun iktisadî fikirler çarpışmaya ve birbirlerine üstün çıkmak için çabalamaya başlamışken, tarihin gördüğü en büyük ve en başarılı milletlerden olan Türk milletinin geleceğinin teminatı olan gençlerinin aynı safta duran, taban tabana dahi zıt olmayan evlatları; yüklendikleri siyaset üstü misyonun farkına varmamakla birlikte, kendilerini birkaç kişinin “lideri” olarak gören birkaç şahsın zehirli fikirleri sebebiyle birbirlerine düşmektedirler. Bu durum böyleyken gençliğimiz Türk milletinin bekasını düşünüp bunun için çalışmak, kendisini geliştirmek yerine kendilerini avukat yahut koruma sanarak şahısların adına kavga etmekten başlarını kaldıramayacaklardır.

Bu durumlarda yapılması gerekenler çok sınırlıdır. Güçlü olanın güçsüz olan tarafı ezmesini beklemek, şüphesiz ki Türk milletinin geleceğine yine kendisinin vuracağı en büyük darbe olur.  Doğru eğitim sayesinde çözülmeyecek hiçbir şey yoktur. “Türk nedir?” diye sorduğumuzda verebileceğimiz çok fazla cevap vardır fakat her millete nasip olmayan tek şey, medeniyettir. Giyimden yaşam tarzına, edebiyattan savaşa attığı her adımda bir medeniyet göstergesi bırakan yüce Türk milletinin evlatlarının ilk olarak yapması gereken de budur: Kendini eğitebilmek, geliştirebilmek. Takipçisi olduğunuz şey şayet bir fikir ise onu yine fikri olarak kendinizi geliştirerek savunabilirsiniz. Kim olduğunuzun yahut ne yaşadığınızın hiçbir önemi yoktur. Kendini geliştirip savunduğu fikrin ne olduğunu bilen bir kişinin önünde durabilecek bir güç yoktur. Tarihi, edebi ve ilmi okumalarla araştırma ve öğrenme tekniklerinin doğru şekilde öğrenilmesi ise milli şuuru ortaya çıkartacak ve gelişmesine zemin hazırlayacaktır. Tarihinde yaşamış tüm şahsiyetleri eğri ve doğrusuyla kabul edip, doğrularıyla iftihar ederek hatalarından ders çıkarıp tekrarına müsaade etmemek, bir Türk milliyetçisinin Türklüğe yapabileceği en büyük iyiliklerdendir.

Hâli hazırda kurulu olan bir düzeni, tertibi değiştirmeye yahut yıkmaya çalışmak yerine; mevcut yapıyı analiz edip problemlerini bulup düzeltmek için çabalamak elbette ki akıl sahibi herkesin çok net bir şekilde görebileceği bir şeydir. Bizlerin de yapması gereken budur. Zehirli fikirlerini sağda solda düşüncesizce savuran şahısların peşinden gitmeyip, yıllar önce dünyayı terk etmiş büyüklerimizi de kabirlerinde rahat bırakmalıyız. Türk milletine gönül vermiş, onun devamlılığına kendini adamış bir Türk evladının hiçbir çekince ve şüphe içerisinde kalmayıp Enver Paşa’yı sevip Sultan II. Abdülhamit Han’ı gönlünde bir yere koyabilmesi milli şuurun gerektirdiklerinden sadece bir tanesi, bir örneğidir.

Güzide şahsiyetlerimizin her biri birbirinden kıymetlidir ve hepimiz için teker teker kıyas edilemeyecek kadar önemlidir. Fakat mühim olan mesele şudur: Kader; tarih ya da hayat nasıl isimlendirmek isterseniz, hepsine aynı şekilde davranmamış ve aynı şartları sunmamıştır. En nihayetinde onlar da birer insandır ve doğru veya yanlış yapmaya hepimiz kadar hakları vardır.

Yapmamız gereken ise acı, çile yahut başarı yarıştırmak değil; büyüklerimizi kendimize bir örnek alarak onlara saygı duymak ve devraldığımız sancağı onlardan da ileriye taşımaktır.

Bilge Ersagun