Bugün zulüm altında olan toprakları sorsak, ne cevap verilir?  Filistin, Orta Afrika, Suriye, Irak vs. en başta verilebilecek muhtemel cevaplar. İstemediğiniz sürece görmenin mümkün olmadığı, medyanın yansıtmadığı birçok olay yaşanıyor çivisi çıkan dünyada.

Toplumda asgari bir kesim tarafından bilinip nadiren dile getirilen bir meseledir Doğu Türkistan. Türklerin ilk yaşam alanlarından olup, yaklaşık 1.6 km² alandan oluşan, ancak nüfusun belli bir yerde yoğunlaştığı bir coğrafyadır. Çin Halk Cumhuriyeti’nin topraklarının 1/6’sını oluşturur. Orta Asya’da bulunan bölge kuzeyde Rusya, batıda Kazakistan, Kırgızistan ve Tacikistan, güneybatıda Afganistan, güneyde Pakistan, Hindistan ve Tibet, doğuda Çin, kuzeydoğuda ise Moğolistan ile komşudur. Bölge, hem Çin’i Orta Asya ve Orta Doğu ülkelerine bağlayan en elverişli kara yollarından, hem de çevre ülkelerin kaynak ve pazarlarının kullanılmasında en elverişli bölgelerden biridir. Böyle bir coğrafi yarar büyük ülkelerde nadir görülür. Yer üstünde olduğu kadar yeraltı kaynakları bakımından da oldukça zengin olan Doğu Türkistan bölgesi; kömür, petrol, doğalgaz gibi 148 çeşit madene sahiptir ve yerbilimcilere göre, Çin karasında petrogaz potansiyeli en büyük bölgedir. Böylesi zenginlikler doğal olarak bölgeyi çekici kılmaktadır.

Dünyada, özellikle son yıllarda gerçekleşen eylemler ve anlatılanlar doğrultusunda gözler Çin Halk Cumhuriyeti’ne çevrilmişti. Birtakım uydu görüntüleri Doğu Türkistan çöllerine yayılmış olan bir kampı gösteriyordu. O gizemli kamptan çıkabilen insanların anlattıkları doğrultusunda Çin hükümeti, yöneltilen suçlamaların asılsız olduğunu kanıtlamak amacıyla dünyaca ünlü yayın kuruluşlarına kapılarını araladı. Kampın aslında mesleki eğitim kampı olduğunu, insanların burada mutlu olduğunu ve çeşitli kültürel faaliyetler yapılabildiğini, bir toplama kampı ve beyin yıkama merkezi olduğu şeklindeki iddiaların ise gerçek olamayacağını açıkladı ve birkaç şahitle de söylemlerini destekledi. Kampın içerisinde her şey normal görünüyordu. Peki ya bu olayın patlak vermesi ve haber yapılma aşamasının öncesi ve sonrasında değişen uydu görüntüleri? Anlaşılan o ki bütün sorular henüz cevabını bulmuş değildi. Kim, Çin sınırlarını aşıp uluslararası bir sorun haline gelmiş olan Doğu Türkistan meselesiyle söze başlayacak olsa bunun iç işlerine müdahale olduğunu söyleyen Çin Devleti ile göz göze geliyor. Deyim yerindeyse aba altından sopa gösteriyor. Çin’in dünyada ekonomik anlamda söz söyleyen devletlerden olduğu inkar edilemez gerçeği karşısında yutkunuyorlar haliyle.

Doğu Türkistan’da yaklaşık 20 milyon Uygur yaşamaktadır. Uygurlar, Müslümandırlar ve Doğu Türkistan’daki çoğunluk gruptur. Bunun yanında Çinli, Moğol, Tibet ve Kazak, Kırgız, Özbek Türkleri azınlık gruptur. Resmi sayılara göre, 1949 yılında Uygur Özerk Bölgesi’ndeki Uygurların nüfus oranı %76 idi. Şimdi bu oran %46’ya düştü. Yine aynı yılda bölgedeki Çinli nüfus oranı %4,8 iken şimdi %40’a ulaşmıştır. Yıllar arasındaki bu denli büyük değişim ve gittikçe açılan makasın nedeni ve nasıllığı ise büyük bir merak konusu.

1949 yılının Ocak ayında Çin askerleri Doğu Türkistan Cumhuriyeti’ni resmen işgal etti. Çin Devleti ilhak ettiği Doğu Türkistan topraklarının adını  ‘’yeni toprak’’ anlamına gelen ‘’Xingjiang’’olarak değiştirdi. Çin’in işgal ettiği bölgenin resmi adında ‘’özerk’’ ibaresi bulunmasına rağmen Uygurların kendilerini yönetme ve temsil etme hakları yoktur. Doğu Türkistan’daki siyasi, idari ve ekonomik pozisyonların %90’ı Çinlilerin elindedir.

  Çin hükümeti tarafından, ‘potansiyel suçlu üreten toplum’ olarak görülen Uygur Türkleri, kendi öz yurtlarında terörist, bölücü olmak gibi ağır şekillerde yaftalanmaktadır.  Hun hakimiyeti döneminden başlayarak, 2000 yıl boyunca sürekli Türklerin kontrolü altında olan Doğu Türkistan, 1750’den beri kısa süreli bağımsızlık dönemleri dışında Çin’in işgali, zulüm ve baskısı altında özellikle 1949’dan sonra Çin Devrimi ile birlikte sistemli bir Çinlileştirilmeye tabi tutulmuşlardır

Gözlerini dünyaya açtıkları andan itibaren, etnik ve dini köklerinden koparılmak istenen Uygur Türkleri; Sincanlı olmaya zorlanıp ve buna inandırılmaya çalışılıyorlar. Sistemli asimilasyon politikaları yürüten Çin hükümeti Uygur çocuklarına Türk yahut İslam kavramlarını çağrıştıracak isimler koymayı ve Uygurca konuşmayı yasaklamıştır. Uygur çocuklara Çince, Çin milletini ve Çin Komünist Partisi’ni öven şarkılar söyletilerek Türk kimliklerinden sıyırmaya çalışmaktadır. Yaptıklarının ne anlama geldiğinden habersiz olan Uygur çocukları Çin’in elinde birer canlı bombadır. Doğu Türkistan’da Türk soyunu kurutmaya adeta ant içmiş olan Çin; Doğu Türkistan mahallelerine Çinli, Çin mahallelerine Doğu Türkistanlı yerleştirip Uygur halkının kültürünü eritmeye çalışmaktadır. Bölgenin resmi haber sitesinde yayınlanan bir genelgeye göre: ‘’Nahiyemizde Çinliler ile evlenen Uygurlara 5 seneye yayarak 50 bin yuan ödül veriliyor.’’ denilmiş ve devamında onlardan doğan çocuklara da eğitim hayatı boyunca burs vereceklerini vadetmişlerdir. Çinli ile evlenene para teklif etmek, Uygurlara uygulanan etnik eritme projesi olduğunu açıkça ortaya koymaktadır.

Sosyal medyada konu olan yazılara göre; Çinliler kendilerini ‘’imparator han’’, sınırları içinde yaşayan azınlıkları ise ‘’soyu bozuk’’ olarak tarif ediyorlar. Resmi makamlar da vatandaşlarından geri kalmayarak ‘’Sarı nehir torunları’’, ‘’Dragon torunları’’, ‘’ Çin soyu oğul-kızları’’ kelimelerini kullanmak suretiyle Han etnik milletinin milliyetçi duyguları kabartılıyor. Uygurlar ‘’Biz Oğuz Han torunlarıyız’’, ‘’bozkurt totem bizim sembolümüzdür’’ dediği zaman, hemen etnik bölücülükle suçlanıyorlar. Açık seçik yazılanlara göre özetle: ‘’Uygur sorunu, ancak Uygurları asimile ederek çözülür’’ ifadeleri tehlikeyi açıklar nitelikte. Çinlilerin yaptığı zulümler canları, malları ve milliyetine kasıtla da sınırlı değil. Uygur kadınlarına adice tecavüz ederek, hayatları karartılmakta ve bunu kaldıramayan kadınlar çözümü intihar etmekte buluyorlar. Ne acıdır ki tecavüze uğrayan Müslüman Uygur kadınları intihar etmek için İslam alimlerinden fetva talep ediyorlar. Bu da kelimenin tam anlamıyla insanlık dramıdır.

Birçok Uygur aydını ‘’Göçmen Çinliler bizim gözümüzde Güney Afrika’daki beyazlar gibi, bizler ise siyahlar gibi’’ diyerek durumun vehametini ve üzüntülerini dile getiriyorlar. Buradan da anladığımız üzere Çin sınırları içerisinde ırkçılık had safhada.

Dünyada işkenceleri ile tanınan bu millet; Uygur halkını türlü zulüm ve işkencelere tabi tutuyor, eğitim kampı adı altında yıllarca hiçbir kayda dayanmaksızın hapsedip vahşice katlediyor. Sözde eğitim kampında zorla tutulan aile fertlerinin akıbetinden bihaber olan Uygur halkı, Çin’in tüm değerleri ve inançları hiçe sayarak, uyguladığı kardeş aile projesiyle evlerine zorla sokulan Çinli erkeklerle yaşamak zorunda bırakılıyorlar. Çince konuşmak, evinde dini kitap ve ay yıldız barındıran nesneler bulundurmamak gibi zorbalık ve baskılara maruz kalıyorlar. Aslında bu yasaklar yalnızca ev içinde değil sokakta ve her yerde olan yasaklar olup söz konusu olan ay yıldızlı bayrağa ve millete alenen hakaret niteliği taşımaktadır. Alınan güncel karara göre Kur’an-ı Kerim  ve diğer dini kitaplar Çin Komünist Partisi’ne göre yeniden yorumlanacaktır. Bu karar bile dünyayı ayağa kaldırmaya yetecek niteliktedir.

Bu zulüm ve baskıların Uygur halkını mecbur bıraktığı göç, dalga dalga dünyanın dört bir tarafına yayılmakta olsa da bu konuda dünya halkları, özelinde Müslüman-Türk halkları pek de istifini bozmuyor.

 Kılıfına uydurulmuş zulümler ülkesi Doğu Türkistan… Binlerce yıllık kadim Türk yurdunda yapılan bu elim kıyım gerçektir. Dünyanın görmezden gelebildiği, görüyor olsa bile siyasi çıkarlar uğruna feda edilebilecek bir gerçek.

Zulüm gören; dini, dili, ırkı yüzünden zulüm görüyor olabilir ancak etnik ve dini kökeni ne olursa olsun zulüm tektir ve eyleme geçtiği andan itibaren dünyanın her yerinde tek vücut halini alır. Zulüm Orta Afrika’da da, Orta Doğu’da da aynıdır, dile getirmekten imtina edilen Doğu Türkistan’da da. Birini tanırken, diğerine susmak zulüm ırkçılığı değil de nedir?

Doğu Türkistan bugün bir dava ise bu Doğu Türkistan davasını davalaştıran  bir isim olacaktır: İsa Yusuf Alptekin. Ömrünü bu davaya harcamış, ömrünün sonunda da ‘’Bu davayı sizlere emanet ediyorum.’’ diyerek göçmüştür gün yüzü görmediği dünyadan. Hoca’nın sözündeki emanetin çok bir talibi yok gibi görünüyor.  Biliniyor ki talip olmak ağır bir iştir, fedakarlık gerektirir. Bugünün şartlarında eksik tarih bilinciyle Doğu Türkistan davası diğer meşru kabul edilen davalar kadar talip bulamamıştır.

O, vatanı olan Doğu Türkistan’da çıkardığı yayınlar ve kurduğu cemiyetler ile haklı davasını tüm şeffaflığı ile duyurmaya ve dünya gündemine taşımaya çalışmıştır. Türkiye’ye yerleştirdiği andan itibaren de bu davayı anlatmak için çabalamıştır. Kurduğu Doğu Türkistan Göçmenler Cemiyeti’ni daha sonra vakıf haline getirmiş ve uluslararası kongre ve konferanslara katılarak davasını anlatmayı vefatına kadar sürdürmüştür. Uluslararası savunduğu Doğu Türkistan davasında Türkiye’ye herhangi bir zarar gelmesini istemeyişini, “Biz Türkiye’nin ayağına batacak bir dikenin gözümüze batmasını tercih ederiz!’’ sözlerinden anlıyoruz.

Doğu Türkistan bir direnişse ki hiç şüphesiz haklı bir direniştir. Öyleyse bu direnişte efsaneleşen kahraman Osman Batur’u anmamak vefasızlık olurdu. Köktogay bölgesinde, işgalci Çinli kaymakamın camiye çizmeleri ile girmesi üzerine halk, kaymakamı ve onlarca Çinli askeri öldürdü. Camilere tecavüz eden, Kur’an-ı Kerim’i yakan Çinlileri protesto eden ve zalimlere karşı boyun eğmeyen Doğu Türkistanlılar, “isyancı” oldukları bahanesiyle tutuklandılar. Resmî makamlar, Türklerin ellerindeki silâhları toplamaya başladılar. Bazı kişiler, silâhlarını Çin askerlerine teslim ettiler. Osman Batur, silahını teslim etmeyi reddederek: “Bugün silâhımızı alanlar, yarın canımızı da alırlar. Ben silâhımı Çinlilere vermem. İstiyorlarsa ve güçleri yetiyorsa, gelip alsınlar!” dedi ve tek başına dağa çıktı. Direnişine pes etmeden devam ederken, belli müddet sonra cephanesinin bitmesiyle yakalandı ve prangalı şekilde zindana atıldı. Bu süre içerisinde kesintisiz işkence edildi. Daha sonra  ‘’devrim düşmanlığı suçundan idam’’ kararıyla önce kulaklarını, sonra kollarını keserek, Urumçi’de kurşunlanmak suretiyle şehit edildi. Çocuklarından ikisi annelerinin gözleri önünde doğranarak, ikisi de derin bir kuyuya atılarak vahşice öldürüldü. Anne ise aklını kaybedip kendini nehre atarak hayatına son verdi. Geriye ise Osman Batur’un sınırları aşan direnişi ve şu sözleri kaldı: “Ben ölebilirim ama dünya durdukça benim milletim mücadeleye devam edecek” diye haykırıyordu. Nitekim edeceğiz. Yolumuzda tek kişi kalsak da hürriyet bizim için ölümüne savunulacak bir değerdir.

Uygurların ‘’Mandela’’sı olarak bilinen Prof. İlham Tohti Çin’in 60 yıl önce parlamentodan çıkardığı ’’Bölgesel Milli Özerklik Yasası’nda belirlenen özerkliği Uygurlara iade edilmesini ileri sürmüş ancak yasasını çiğneyen Çin hükümeti bunu tanımamış ve Tohti’yi ‘’Yasa devletin namusudur. Kendi yasasını çiğneyen devlet kendi kızına tecavüz eden babadan farksızdır.’’ diye haykırmasıyla el ve ayaklarına kelepçe vurularak Urumçi’ye götürülmüş ve bölücülük suçlamasıyla müebbet hapse, haksız bir esarete mahkum edilmiştir. Buradan anlaşılacağı üzere Uygur Özerk Bölge sınırları içinde etnik problemini dile getiren kimseler, radikalizm ve bölücülükle suçlanıyor. Tohti ve Uygur ozanı Abdurehim Heyit en çok bilinen isimlerden ikisi sadece. Kimlikleri belli olmayan, hapiste sanılıp ağır işkenceler ile katledilen Uygurları aileleri dahil hiç kimse bilmiyor.

Ata yurdumuzda reva görülen bu zulmün tek nedeni bölgenin zengin yeraltı kaynakları ve coğrafi konumu mudur? Tarihimize baktığımızda Çinlilerle birçok mücadele vermişiz ve dost olduğumuz vaki değildir. Türkleri zayıf buldukları anda boyunduruk altına alıp esarete mahkum etme çabalarından hiçbir zaman vazgeçmemişlerdir. Bugün yaptıkları ve özellikle Türk milli ve dinsel kültürünü Çin kültürü içerisinde eritme politikaları bize gösteriyor ki bu düşmanlığın kökleri binlerce yıllık geçmişe dayanıyor. Nasıl ki insan doğduğu evden ayrılıp hayatını başka yerde devam ettirirken doğduğu yeri unutmuyorsa biz de doğduğumuz yeri  -ata yurdumuzu-  o şekilde hatırımızda tutmalı ve ona gelecek herhangi bir zararı bizim kabul etmeliyiz. Bugün dayanılmaz acıların yaşandığı ata yurdumuzun kan ağlıyor olmasında bizim yaşadığımız milli hafıza kaybının payı da az değildir. Düşünün ki size düşmanlık güden milyarlarca nüfusa sahip milletin karşısındasınız ve öz yurdunuzda terörist olmakla suçlanıyorsunuz. Ölüm kabul edilebilir bir gerçekliktir ancak hak edilmez. Bugün hayvanların bile hak sahibi olduğu modern dünyada Türkistanlı olmak bir zulüm gerekçesi. Yüreği kırk yama olmuş milletimin gözyaşı, ne Doğu Türkistan’da ne Karabağ’da ne Kerkük’te dinmiyor. Tarihte at nalları ile titreyen kadim topraklar şimdilerde göğü delen ağıtlarla kan ağlıyor. Hepsi bizim öz vatanımızdır ve acımız da vatanımız kadar. Uzak vatandaki kardeşlik bağı haritaların gösterdiğinin çok daha ötesindedir. Biz bir elmada iki yarı olmayacak kadar biriz aslında.  Ve bir yanımız mazlum iken bir yanımız mağrur olmayacaktır. En büyük utancımız ise bu birliği unutmaktır.

Eğer davanız Müslümanlıksa Doğu Türkistan Müslümandır, şayet Türklükse Doğu Türkistan’da zulüm gören Türk’tür. Dünya çapında ise katledilen topyekün insanlığın vicdanıdır. Doğu Türkistan davalar üstü bir meseledir. Meselenin en büyük gerçeği ise zulümdür. Ve zulmün tarafı olmaz, eğer mazlumun yanında değilsen zaten zalimsindir. Çin’e karşı kılıç kuşanmak değil bahsettiğim, herkes makul şekilde bu zulmü dile getirmeli ve dünya gündemine taşımak için çalışmalıdır. Unutulmamalıdır ki mücadelenin farklı yolları vardır. Bu mücadele atalara ve atalar yurduna olan borcumuzdur.

Doğu Türkistan’ı tanıyın ve bilin ki şimdi orası evlatsız kalmış bir anadır. Hürriyettir, Türkistan davası ve bizim vereceğimiz büyük sınav. Vatan Doğu Türkistan ortada kalmış kıymetli mirastır. Zulme memleket olmayacak kadar kıymetlidir. Zulüm gözümüze batarken önümüzü göremeyiz, duymalıyız Uygur’un sesini. Bir Doğu Türkistan atasözünde denildiği üzere: ‘’Bugün göz yumduklarımız yarın bize göz açtırmayacak olanlardır.’’

Tuğba ŞAHİN

Bu çalışma, kavramların his haritası üzerinden değerlendirilen bir hakikat arayışıdır.

Popülizm çağı, sosyal medya etkisi, konfor alanı kavramları üzerinden eleştiri yapma geleneği için sualler yöneltecek, ekseriyetle suallerin cevapları okuyucunun takdirine bırakılacaktır.

Popülizm kavramına birkaç şatafatlı tanım ekleyelim, sonra konfor alanını açalım, sosyal medya bu işin neresinde onu konuşalım, devamında kurmaca bir paragraf ile kavramlarımızı karşılaştıralım.

Popülizm son dönemlerde kavram arayışını Jan Werner Müller’in “Popülizm nedir?” kitabında bulmuştur. Müller’e göre popülizmi belli bir sosyal sınıfla ilişkilendiren sosyo-ekonomik analizler ya da hınç gibi anlam yüklü duygular üzerinden tanımlamaya çalışan psikolojik açıklamalar kavramı bütünlüklü (bu kelimeden emin misin) bir analize tabi tutmakta başarısız olmuşlardır. Popülizmi anlamak için atılması gereken ilk adım, onun mantığını anlamaktır.

Konfor alanı, insanın kendini rahat hissettiği ortamdır. Televizyon karşısında ayaklarını uzattığı kanepe, sevdiği kadının yanı, tuttuğu takımın tribünleri…

Sosyal medya etkisi, kitlelerin yönetiminde kitle iletişim araçlarının son noktası sosyal medyadır. İlk telefon bir milyon kişiye yetmiş yılda ulaşmış iken, bugün Trump’ın attığı bir tweet dakika geçmeden milyonlara erişebiliyor. Kafka’nın Aforizmalarda dediği gibi, “Sonsuzluk yolunda nasıl böylesine kolayca ilerlediğine hayret eden birisi vardı; gerçekte hızla bayır aşağı yuvarlanıyordu.”

Kavramların karmaşasında popülizmin konfor alanında sosyal medya etkisi ile yaşadığımız mücadeleyi, cam fanus kıssası ile his haritamızda göstermeye gayret edeceğim.

Popülizm çağında doğmak aslında sancıların en büyüğü.

Hele ki hakikate talip olmuşsanız bu sancı giderek yoracaktır sizi. “Öteki” bulup yumruk atmak istemiyorsanız, yumrukları kendinize atmanızı ister, biz ve ötekiler. Yaranmak, kalabalık olmak, kitlenin arzu ettiğidir. O hep kendine benzeyenlerle gezmek, kendi gibi olanı övmek, ötekini yermek ister.

Cam fanuslar içine hapsolmuş konfor alanlarımızda balık gibi yüzüyor, attığımız her kulacı diğer fanustakine tokat atmak sanıyoruz. Oysa içeride rahat edip hayatımıza devam ederken sahte kulaçların etkisi bizi motive ediyor. Karşı fanusun kırılması, kendi suda kaldıkça onu ilgilendirmiyor, hatta “oh olsun” diyebiliyor. Karşıdan her eksileni tarihten kalan rövanşında mağlup ettim sanıyor. Sıra kendi camının kırılmasına geldiğinde medet umuyor, lakin utanç duymuyor. Akvaryumu olan küçük fanustakini, fanusu olan küçük bardağın içinde öleni kendinden eksilmiş saymıyor.

Kendinin kim olduğu ise o günün şartlarında güçlü olanın belirlediği kimliğin ötesinde aranmamalıdır. Kesin İnançlılar kitabında Hoffer şöyle der; “Afaroz edilmiş bir papazın, partiden atılmış komünistin ve dönek bir şovenistin özerk bireyler olarak huzur bulmaları şüphelidir. Kendi ayakları üzerinde duramazlar, yeni bir davayı kucaklamaları ve yeni bir grupla ilişkilenmeleri gerekir.” Aslında mesele fanusun büyüklüğü değil, herhangi bir fanusun içinde kalabilmektir. Le Bon kitlelerin psikolojisinde der ki, “Kitle ruhuna hakim olan hürriyet ihtiyacı değil, esirlik ihtiyacıdır.”

ASIL OLAN FANUSTUR!

Çünkü yine Hoffer’in ifadesi ile “Fanatik/Popülist tutunduğu davanın eskiden gelme olduğuna emindir. Benimsediği her davayı büyüten şey popülistin ihtirasıdır.” Fanus değişse de şehvet değişmeyecektir!

Cam fanuslarımız; konfor alanlarımız… Kimliklerimiz, dinimiz, mezhebimiz, siyasi partimiz, tuttuğumuz takım, mensubu olduğumuz aile…

Balık; sen, ben, o, biz, siz, onlar…

Attığımız kulaçlar; bugün attığımız tweetler, eskiden pankartlarımız, daha evvelinde naralar…

Ahmet Mithat, “Ben Neyim” eserinde şöyle misal veriyor:

Bir kambura sormuşlar ki kendisi düzelirse mi mutlu olur, yoksa bütün dünya kambur olursa m? İkinci sureti tercih etmiş. Okuyucuya sorumuz naçizane buradadır.

Popülizm çağında eleştirmek işte kambur misali; kendine kadar, yapmamak üzerine, kötü olanda buluşmak gayesi ile, canı yanmadan, ayağı takılmadan, sevdiklerini üzmeden, kendi fanusuna yaslanarak, karşısındakine nefret kusarak!

Fakat,

Okuyucular üzülmesin,

Tiyatro bittiğinde biz zaten sahnede olmayacağız! 

Murat PEHLİVANOĞLU

Geçmişten günümüze bir oranlama yapıldığında kadınların iş hayatına katılımı oldukça artmıştır diyebiliriz ama etkin pozisyonlarda çalışmaları açısından bakıldığında bu oran oldukça düşüktür. Bu durum çalışma hayatında, genel çerçevede, maalesef herkes açısından büyük bir sorun teşkil etmemektedir fakat toplumsal cinsiyet eşitliği bakımından göz ardı edilemeyecek bir problem olduğu da bir gerçektir.

Günümüzde kadınların iş hayatında kabul görmeleri ancak 2000’li yılların başından itibaren artmaya başlamıştır. Bunun başlıca sebebi, özellikle Türk toplumunda, ciddi bir toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin bulunmasıdır. Kadın ve erkeğe belirli faktörler çerçevesinde çizilen sınırlar ile kadınların gelişimi uzun süreler boyunca Türk toplumunda engellenmiştir. Bu engelleniş gerek halk arasında gerek devlet eliyle yapılmıştır ve yapılmaya da devam edilmektedir. Bahsedilen faktörler çerçevesinde özellikle toplumsal bakış açısında, kadının biyolojik yapısından kaynaklandığı düşünülerek ona biçilen roller bulunmaktadır. Bu duruma toplumsal cinsiyet rolleri adı verilmektedir. Bu roller bazı ailelerin kız çocuklarını okula göndermemesine, kız çocuklarının erken yaşta evlendirilmesine, bir kadının eşinden dayak yemesinin meşru görülmesine neden olmaktadır.  Hiçbir din, hiçbir ideoloji kadınlara bu şekilde roller biçmemiştir; bu, yozlaşan toplumların üstün ataerkil zihniyetinde oluşturduğu rollerdir. Bunun devlet boyutunda şekil kazandığını kanunların birçok maddesinde görebiliriz ama şimdi özel olarak 4 Ekim 1926’da yürürlüğe giren 743 sayılı Medeni Kanun’un 159. Maddesi üzerinden inceleyelim. Söz konusu 159. maddede şöyle bir ifade bulunur: “Karı koca mallarını idare için hangi usulü kabul etmiş olursa olsun karı, kocanın sarahaten veya zımnen müsaadesi ile bir iş veya sanat ile iştigal edebilir.” Bu maddeye göre basit bir çözümleme yaparsak, kadınlar eşlerinden izin belgesi almadığı sürece çalışamazlar; kadın, isterse devlet başkanı olmak için bir adım atsın, hatta seçilsin, kocasından izin belgesi almadığı sürece görevini yapamaz.

Bu örnekten yola çıkarak bir analiz yaptığımızda görüyoruz ki o dönemlerde kadın, özgür bir birey olarak düşünülmemiştir. Kadınlar, ikinci sınıf vatandaş olarak tanımlanmış ve hayatları buna göre düzenlenmiştir. Madde ancak 29 Kasım 1990 tarihinde, bir kadının, açtığı boşanma davasına sinirlenen kocasının çalışma iznini iptal etmesi sonucunda, Anayasa’nın eşitlik ilkesine aykırı olduğu gerekçesiyle Anayasa Mahkemesi’ne başvurması ile yürürlükten kaldırılmıştır.

Kadının yalnızca erkeklere hizmet için yaratılmış varlıklar olduğu söylemi üzerinden yapılan uygulamalar Avrupa’da da daha önceki yıllarda karşımıza çıkmaktadır: “Kadın, kendini yalnızca evlendiği zaman tamamlar. Kadın, aşağı bir varlıktır ve fizik, edebiyat vs. alanların hiçbirinde başarılı olamaz. Bisiklet kullanamaz, bisiklet gibi araçlar kullanmak zarafetlerine zarar verir (!), en büyük amacı güzel görünmek ve en iyi talibi yakalamaktır.”

Bu ve bunun gibi söylemler bizim toplumumuzda da yaygın olarak görülmektedir fakat burada dikkat çekilmesi gereken nokta, bizim 21. yüzyılda hâlâ bu düşünceleri taşıyor olmamızdır. 159. Madde örneğinde de gördüğümüz üzere bu maddenin toplumsal cinsiyet eşitliğine aykırılığını fark etmemiz ancak bir kadının cesareti sonrasında olmuştur. Bunun öncesinde kanun koyucular tarafından kadınların bu konumda olması çok da dikkate değer görülmemiştir.

Bu maddenin kaldırılmasından sonra ülkemizde teorik olarak kadınların iş hayatında yer edinebilmesi için büyük bir engel ortadan kaybolmuş gibi görülmektedir. Ama tek bir maddenin bir günde kaldırılması gibi toplumun zihniyetini bir günde değiştiremezsiniz. İşte tam bu noktada ‘cam tavan sorunu’ olarak adlandırdığımız kavram ile karşılaşıyoruz.

Kadınlar, zaman içerisinde çeşitli alanlarda iş hayatına giriş yapmışlardır. Onları siyasette, okullarda, laboratuvarlarda, futbol sahasında vs. görebilmekteyiz ama bu alanlarda bulunan erkeklerle kıyaslandığında kadınların varlığı çok ufak bir rakama tekabül etmektedir. Bunun da ötesinde, yöneticilik pozisyonlarında kadınlar yok denecek kadar azdır.

Cam tavan sendromu olarak da adlandırılan ve kadınların üst düzey örgütsel kademelere gelmesinin önündeki yapay engeller olarak dile getirilen kavram, ilk defa başta Amerika olmak üzere batı dünyasında 1970’li yılardan sonra kullanılmaya başlanmıştır. Cam tavan, çalışma yaşamında kadınlar ile üst yönetim arasında bulunduğu varsayılan, kadınların başarıları ve kişisel özelliklerine bakılmaksızın ilerlemelerini engelleyen, görülmesi ve anlaşılması zor olan, resmi olmayan terfi sınırlamaları olarak da ifade edilebilmektedir.[1] Günümüzde kadınların yükselmesi için önlerinde kanunlarca belirlenmiş herhangi bir engel yoktur fakat görünmez engeller oluşturulmaktadır.

Bu engelleri oluşturan toplumsal faktörler literatürde ‘Ayrımcılık’ ve ‘Basmakalıp Yargılar’ olarak sınıflandırılmaktadır. Ayrımcılık, toplumda mesleklerin cinsiyetlere ayrıştırılmasıdır. Mühendislik, yöneticilik, genel müdürlük gibi işler erkek işleri olarak sınıflandırılırken; hemşirelik, öğretmenlik, sekreterlik gibi işler kadınlar için uygun işler olarak kabul edilmektedir. Basmakalıp yargılar ise kadınların bağımlı, duygusal ve öznel davrandıkları ve rekabet, hırs, liderlik, risk alma yeteneği gibi özellikler açısından ‘yetersiz’ oldukları şeklindeki algılamalardır.

Bu engellemelere bir örnek verecek olursak; kadının biyolojik rolü olarak gördüğümüz çocuk bakıcılığı aslında bir toplumsal cinsiyet rolüdür. Erkekler de çocuk bakabilme yeteneğine sahiptirler ama toplumlarda bu rol yalnızca kadına yüklenmektedir. Bu nedenle de iş alanlarında ciddi bir eşitsizlik ortaya çıkmaktadır. Çoğu karar vericiler bu nedenden dolayı kadınların yükselme basamaklarına engel koymaktadırlar.

Gelişmekte olan dünyaya ayak uydurmak istiyorsak en başta kadınlar ile erkeklerin toplumsal olarak eşit konuma getirilmesi gerekmektedir. Elbette biyolojik farklılıklardan doğan farklılıklar olacaktır ama bu bizim oluşturduğumuz farklılıklar kadar kötü değildir. Kadınlar daha duygusal değildir, bir kadından daha duygusal erkek vardır. Bu tip özellikler kadına ya da erkeğe yüklenecek özellikler değildir. Bunlar insani özelliklerdir. Her bireyde az ya da çok bulunmaktadır. Vazifemiz şu ya da bu farklılıkları bir kenara koyup sahip olduğumuz özelliklerle kendimizi gerçekleştirmek ve topluma hizmet etmektir. İçinde var olduğumuz sistem ancak bu şekilde bir gelişme gösterebilir.


[1] Öznur Azizoğlu, Kubilay Özyer, İş Hayatında Kadınların Önündeki Cam Tavan Engelleri ile Algılanan Örgütsel Adalet Arasındaki İlişki, Ekonomik ve Sosyal Araştırmalar Dergisi, Cilt 10, Yıl 10, Sayı 1, 2014

Rümeysa Yağmur SAÇAN

Kesin İnançlılar
Eric HOFFER
Çevirmen: Erkil GÜNUR
Tur Yayınları, Düzeltilmiş Nüsha 2017, 127 say                                                                                                                                                                                                                                                                          1951 yılında kitap olarak yayımlanan Kesin İnançlılar, milyonu aşkın satış yapan ve üniversitelerde siyasal bilimlere yardımcı kitap olarak okutulan önemli bir eserdir. Eric Hoffer; bu kitapta ister dini hareketler olsun, ister sosyal devrimler veya milliyetçi hareketler olsun, bütün kitle hareketlerinde ortak olan bazı özellikleri incelemiştir. Ayrıca bu kitap temel olarak, kitle hareketlerinin aktif olan dönemiyle ilgilenmektedir. Bu dönem, kesin inanç adamının (diğer bir deyimle, hayatını kutsal saydığı bir amaç uğruna feda etmeye hazır olan kişinin) yürüttüğü dönemdir.
Kitap 1951 yılında yayımlanmıştır fakat günümüzle karşılaştırmalı olarak okuduğumuzda birçok benzerliğin olduğunu göreceksiniz. İnanç adamı her dönemde bağlı olduğa fikre dayanarak o fikrin kendisine sunduğu vaatlere göre kendi hayatını şekillendirmektedir. Hatta bu vaatlere bağlı olarak yaşamına ümitli bir şekilde devam etmektedir. Hoffer’a göre bu adamın inanç açısından hangi ideolojiye bağlı olduğunun pek önemi yoktur. Bu durumu Hoffer: “Her ne kadar aşırı Hıristiyan, aşırı Müslüman, aşırı milliyetçi, aşırı Komünist ve aşırı Nazi arasında belirgin farklar bulunmaktaysa da, bunları harekete geçiren aşırılığın aynı kökten geldiği kabul edilebilir.” diyerek açıklamıştır. Yani aynı kökten gelen aşırılık hissi her ideolojide aynı fanatizmle yaşanmaktadır. Yalnızca bağlı bulunan kitle hareketi farklılık göstermektedir. Hoffer, kitle hareketlerini ele alırken onları dört bölüme ayırmıştır:

1-Kitle Hareketlerinin Çekici Yönleri
Hoffer’a göre, “Bir kitle hareketinin çağrısıyla mesleki bir kuruluşun çağrısı arasında önemli bir fark vardır. Mesleki bir kuruluş, kişisel ilerlemeler için imkânlar vaat eder ve onun çağrısı temelde kişisel çıkar yönündedir. Bir kitle hareketi ise, özellikle aktif ve uyandırıcı dönem kitleyken, çağrısını kişiliğini yükseltmek peşinde olanlara değil, beğenmediği benliğinden kurtulmak çabasında olanlara yöneltir. Bir kitle hareketinin taraftarlar çekmesi ve bunların taraftarlığını devam ettirmesi, kişisel yükselme arzusunu tatmin edebileceğinden dolayı değil, kişilerin kendinden kurtulma arzusunu tatmin edebileceğinden ötürüdür. Eğer kişi kendini beğenmiyor, değişme arzusu içerisinde kendinden farklı bir kişilik ortaya çıkarmak istiyorsa bu kişiliğini çıkarmasına ortam sağlayacak en uygun yerler kitle hareketleridir. Bugün de baktığımızda birçok insan gerek kitle hareketlerini gerekse sosyal medyayı kendi kişisel benliklerinden kurtulmak amacıyla kullanmaktadırlar.
Eğer meşgul olmaya değer nitelikte bir işiniz yoksa kitle hareketleri aynı zamanda sizlere meşgul olmaya değer hissedeceğiniz bir inanç aşılayacaktır. Yani Hoffer’in deyimiyle “Kutsal bir amaca iman, bir dereceye kadar nefsimize olan inancın kaybolmasından doğan boşluğu doldurmaktadır. Bu bölümü okuduğunuzda eğer bir kitle hareketi mensubuysanız kendinizle bazı konularda yüzleşme imkânı bulacaksınız.

2- İnanç Değiştirmeye Hazır Kişiler
Alt uçların toplum üzerindeki etkisinden bahsederken Hoffer; kenara itilenlerin, ezilenlerin inanç değiştirmeye en uygun kişiler olduğunu vurgulamıştır. En köklü yeniliklerin de bu kişilerin varlığı sayesinde gerçekleşebileceğini belirtmektedir.    
Hoffer, eserinde bu kişilerden “Atılanlar ve itilenler, çok kere bir ulusun geleceğinin hammaddesini oluşturmuşlardır. İnşaatçının beğenmeyerek kenara ittiği taş, yeni bir dünyaya temel olmaktadır. Ayak takımı olmayan ve isyankâr bireyleri bulunmayan bir ulus sakin, düzenli, hoş ve nezihtir fakat doğacak yeniliklerin tohumundan yoksundur. Avrupa ülkelerinde toplumu rahatsız eden kişilerin bir okyanusu aşarak yeni bir kıtada, yeni bir dünya kurmaları tarihin bir cilvesi değildir; bu yeni dünyayı ancak böyleleri kurabilirdi.” diyerek bahsetmektedir.
Hoffer’e göre inanç değiştirmek istemenin bir sebebi de kişinin mevcut inancında özgür olmasıdır. Zaten özgür olan kimselerin özgürlük için mücadele etmekten zevk aldıklarını söyler. Eric, “Yeteneksiz olan bir kişi için seçme özgürlüğünün faydası ne olabilir? Bir kitle hareketine, kişisel sorumluluğumuzdan kaçmak için veya ateşli bir genç Nazi’nin dediği gibi; ‘özgür olmaktan kurtulmak’ için katılırız.’’ der. Hatta bu konu ile alakalı Renan’ın meşhur sözü ile kendini destekler: “Fanatikler ölümden çok, özgürlükten korkar.”
Bu bölümde en etkilendiğim hususlardan biri özgürlük kavramı ile ilgili Hoffer’in yaptığı açıklamalar ile, bana göre inanç adamının psikolojik tahlilini başarılı bir şekilde okuyucuya sunmasıdır.

3- Birlikte Hareket ve Nefsinden Fedakârlık
Hoffer, bir kitle hareketini belki de en cazip kılan noktalardan birine bu bölümde değiniyor. Kitle hareketlerinin kendimiz gibi düşünen insanlar bularak yalnız olduğumuz düşüncesinden kurtulma isteği ve kendimize birer amaç edinerek fedakârlık duygusu kazandırdığını belirtiyor.
Bu bölümde Hoffer’in en beğendiğim cümlelerinden biri şudur: “Kitle hareketlerine göre kendine yeterli insan; aciz, sefil ve suçlu bir yaratıktır. Bu yaratığın tek kurtuluş  yolu kendi kendini reddetmesinde ve kutsal bir topluluğun bağrında kendine yeni bir hayat bulmasındadır. Bu kutsal topluluk bir kilise, bir ulus, bir siyasi parti, bir örgüt vs. olabilir. Böylece, bu nefsini reddediş, ihtirası telaşa sürükler, devam ettirir.”  Yani aslında kitle hareketleri önce halka bir bozukluk aşılar daha sonra bozukluğun tedavisi olarak kendini halka sunar. Bu durumda halkta birlik ve fedakârlık duygularını tetikler.
Birlik ve beraberlik duygusu bugün ve her zaman sömürülmeye en müsait duygudur. Etrafımızdaki ideolojilere ve bunlara körü körüne inanan insanlara baktığımızda bu duyguları ile hareket ettiklerini görürüz. Aslında bu bölüm bana göre bu kitabı okuyan bir inanç adamı için uyanış bölümüdür.

4- Başlangıç ve Sonuç
Kitle hareketlerini birçok açıdan ele alan Hoffer; son bölümde hepinizin tahmin edebileceği üzere kitle hareketlerinde entelektüelin, aydının rolüne değinmektedir. Eğer aydın, üzerine düşen görevi yapmazsa kitle hareketlerinin birer toplumsal faciaya dahi dönüşebileceğini belirten Hoffer’in bu bölümdeki en beğendiğim cümlesiyle yazıma son veriyorum. Kitabı edindiğiniz takdirde keyifle okuyacağınıza eminim.
“Bir yönetim, ehliyetinin sınırlarını aştığı halde iktidarda kalabilmişse, o yerde ya aydın sınıfı yoktur ya da iktidardakilerle söz ustaları arasında sıkı bir anlaşma vardır. Okumuş adamların tümünün rahip sınıfından olduğu bir yerde kilise saldırılardan muaftır.”

M. Esad KIRAÇ

27 Temmuz 2017

Tarih bilinci; tozlu raflarda kalmış, çoktan seçmeli şıklar arasında kaybolmuş, yaprak testlerle donatılmış bir zaman dilimine sığdırılmıştır. Tarih, bir öğrencinin sınavlarda doğru şıkkı bulma çabasıyla sınırlı kalmıştır. Oysa bizim tarihimiz unutulacak bir tarih değildir. Unutulmayı asla hak etmiyor!

Zamanın gençleri okula gelme imkânı bulmuşken bundan kaçıyor. Oysaki bu milletin ecdadı “Vatan elden gidiyor” diye kalemini sırasında, oynadığı topu bahçede bırakıp Çanakkale’ye koşan on beşli yaşlarda çocuklardı. Bu topraklar için iki yüz elli bin genç yürek canından, evladından, anasından,
babasından, kardeşinden eşinden geçti de o gözünü kan bürümüş zalimler göz koydukları Çanakkale’yi geçmedi, geçemedi…

Çanakkale yalnızca bir silah çarpışması değil; dünden bugüne eskimeyen bir tarih, kendi içinde anlatılması mümkün olmayan bir derstir. Çanakkale, tarihi boyunca hürriyet yoluna baş koymuş Türk milletinin anlayabileceği bir ruhtur. Orası toprağı namus bilen bir millet ile bu kutsalı işgal etmeyi
kendine hak sayan bir dünya hadsizin amansız çarpışmasıdır. Düşman askerinin gücü, kocaman topları, kan kusan bombaları, henüz sakalı bitmemiş Mehmetçiğin gözünü korkutmamıştır, korkutmaya yetmemiştir. Çanakkale, esarete başa kaldıran Kürşad’ın ve haçlı sürüsüne hak ettiğini
veren Fatih’in torunlarının tarihe tanıklığıdır. Çanakkale sadece cepheye gidenlerin zaferi değil, evladını geri dönmeyeceğini bile bile cepheye gönderen ve bu uğurda yetiştiren anaların sessiz feryadıdır.
Zordur bu ruhu anlamak. Ancak bu milletin evladı anlayabilir bu ruhu. Ancak onlar anlatabilir yeni nesillere Türk evladının neler uğruna, ne şartlarda harp ettiğini; toprakların kızıl kana niçin bulandığını, ay yıldızın nasıl dalgalandığını, Çanakkale’de bir Türk’ün dünyaya bedel olduğunu.
Dün Çanakkale’yi kazandıran ruh şimdilerde sinelerden sökülmek isteniyor. Bunu silahla yapamayacağını anlayan düşman elbette vazgeçmiş değil, Çanakkale’de acı bir tecrübe almış olsa da şimdilerde yöntem değiştirerek işgal peşindeler. Bu milletin bedenine değil bu sefer, ruhuna
kastediyorlar. Türlü oyunlar ve kılıflarla bizi biz yapan değerlere bıçak bilemekle meşguller.

Ey, yirmi birinci yüzyıl gençleri!
Bu; bedenlerini siper eden henüz on beşlik şehitlere, vatan için can alıp can vermeyi görev bilen başbuğlara ihanet, nankörlük değil de nedir? “Allah Allah!” nidasıyla hücuma kalkıp, geriye dönmeyi aklından bile geçirmeyenlerin şehadetiydi Çanakkale. Onların en zor zamanlarda bile secdeye vardıkları pak alınları, tarihin verdiği haklı bir onurları, en fazla üç dakikaya kadar can vereceğini bilerek vatan için şehadet şerbetini zevkle içmelerinin bilinciyle kazandığı bu hamuru kanla yoğurulmuş toprağa nankörlük yakışmaz onların torunlarına. Topyekûn İslam’a ve Türk milletine kastedilen o amansız mücadeledeki iki yüz elli bin delikanlı hep on beşinde kalmaya karar kılmıştır. Ege’nin sularına gömülen, Gelibolu yamaçlarında önleri kesilen düşman; Türk milletinde başbuğları tükenmiş sandı, Mustafa Kemal önlerini kesmeden evvel. Kan ve gözyaşı ile sulanarak bereketlenen bu topraklarda asker mi biter? Öyle ya boşuna mı denilmişti, “Her Türk asker doğar” diye? Bize düşen alnında açmamış gül goncalarıyla, siper diplerinde şehadet eden vatan güllerinin bayrak yarışını devam ettirmektir.

Ben bir Türk’üm; dinim, cinsim uludur;
Sinem, özüm ateş ile doludur.
İnsan olan vatanının kuludur.
Türk evladı evde durmaz giderim.
Muhammed’in kitabını kaldırtmam;
Osmancık’ın bayrağını aldırtmam;
Düşmanımı vatanıma saldırtmam.
Tanrı evi viran olmaz, giderim.


Bu satırlar Türk milletinin şiarı niteliğindedir. Ecdadın emanetine sahip çıkmak ve ileriye taşımak zorundayız, borçluyuz. Bu bizim en büyük ülkümüz olmalıdır. İnandığı değerler uğruna ölümü göze alamayan, sınırlarını başkasının çizdiği coğrafyada başkasının kurallarıyla yaşar.
Unutulmamalıdır ki vatan ve hürriyet uğruna koyulmayan baş, bir gün düşman postalının önünde eğilir.

Tuğba ŞAHİN

Jazz; ilk kez ABD’nin güney eyaletlerinde, 1900’lerin başında gelişmeye başlamış bir müzik türüdür. Jazz müziği mavi notalar, senkop, swing, çoklu ritim, atışma, ve doğaçlama tekniklerini kullanır; Afrikalı-Amerikalı ve Batı müziği tekniklerinin harmanlanmasıdır. Bu müziğin dünya ile tanışması ise 1917 yılında Dixieland Jazz Band’in ilk plaklarının piyasaya çıkmasıyla olmuştur. 1920 ile 1930’larda popülerliğinin artmasıyla başta ABD olmak üzere tüm dünya genelinde Jazz Çağı yaşanmıştır. Jazz yalnızca geçmişte değil, bugün dahi çok sevilen ve ünü gün geçtikçe artan müzik türlerinden biridir.

Muğam ise Azerbaycan halk müziğidir. Muğam sözü, Arapçadaki makam sözünden türemiştir. Tahminen 14. yüzyıla kadar yakın doğu ülkelerinin ortak müziği olmuş ama daha sonra ortaya çıkan siyasi-iktisadi değişikliklerden dolayı parçalara ayrılmıştır. Klasik doğu muğamı aslen 12 tür ve 6 koldan oluşmaktadır. Aslı muğamlar: Uşşak, Neva, Buselik, Rast, Irak, İsfahan, Zirefkand, Büzürk, Zengüle, Rehavi, Hüseyni ve Hicaz; kolları ise, Şahnaz, Selmek, Maya, Nevruz, Kerdaniye ve Güvaşt’tan oluşmaktadır.

Jazz’ın Türk coğrafyalarında yer bulması ve farklı bir perspektif kazanması ancak 20. yüzyıl başlarında gerçekleşebildi. Osmanlı İmparatorluğunda 2. Mahmut ile başlayan marş geleneği 5. Mehmet’e değin sürmüş ve sarayda “Avrupa müziği” olarak kendisine yer bulmuştu. Mahmudiye, Mecidiye, Aziziye, Hamidiye ve Reşadiye marşları ile Batı müziği coğrafyamızda yer edinmeye çalışsa dahi Jazz ilerleyen süreçlerde kendisine yer edinebilmişti.

Ancak Azerbaycan’da Jazz daha farklı ve daha güçlü bir şekilde kendisine yer edindi. Jazz bu coğrafyada halk müziği olan muğam ile farklı bir sentez oluşturdu. Oluşan bu sentez halk tarafından benimsendi ve toplum başta Vagif Mustafazade olmak üzere kızı Aziza Mustafazade ve torunu Elvina Mustafazade, Fikret Amirov, Üzeyir Hacıbeyov, Refik Babayev, Amina Figarova gibi birçok sanatçıyı var etti.

Piyanist ve besteci Vagif Mustafazade (1940-1979) 1960’larda Azerbaycan’daki caz muğam hareketinin yaratıcısıydı. O; bir tür geleneksel doğaçlama modal müziği olan Batı cazı ve Doğu muğam olmak üzere iki müzik türünü birleştirip Azerbaycan Türkçesi ile eşsiz ve yeni bir ses olarak muğam cazını yarattı. Tanıdık Doğu ezgileri Mustafazade’nin özgür ruhlu piyano üslubunda yeni bir ifade buldu.

II. Dünya Savaşı’nın sonunda Vagif büyürken Sovyetler Birliği’nde caz yasaklandı. Stalin bunu “kapitalistlerin müziği” olarak tanımlamıştı. Ancak Vagif gibi caz hayranları ve müzisyenler kısa dalga radyolarını gizlice dinlerdi, böylece BBC (British Broadcasting Corporation) ve VOA (Voice of America) üzerindeki en son caz yorumlarını biliyorlardı.

Nikita Kruşçev’in SSCB yönetimine gelmesiyle sanata karşı olan yumuşama Azerbaycan’daki muğam-jazz gelişimini hızlandırdı ve bu süreçte Vagif tünelin sonundaki ışığı gören insanın umuduyla çalışmaya başladı. 

SSCB’ de üne kavuşması ise 1966 ve 1967’de Tallinn’deki (Estonya) Uluslararası Caz Festivallerinde Vagif her iki yılda da birincilik ödülü almasıyla gerçekleşti. Ayrıca Tiflis Uluslararası Caz Festivali’ni (1975) kazandı ve Tiflis 78’in En İyi Piyanisti seçildi. Ayrıca Kiev, Ukrayna’da (1977) gösterime çıktı ve Bakü’de üç kez jazz festivalleri kazandı. 1979’da, diğer tanınmış Sovyet caz müzisyenleriyle birlikte Moskova’daki All Union Besteciler Konser Salonu’nda konser verdi.

Ama Vagif’i dünyaya tanıtan asıl gelişme 1978’de Vagif Mustafazade, Monako’daki 8. Uluslararası Monte Carlo Caz Yarışması idi. Vagif, 1969 doğumlu ikinci kızının doğumu beklentisiyle yazdığı ‘Aziza’yı Bekliyor’u seçti. Kimse Azerbaycan’dan bilinmeyen bir müzisyenin Birincilik Ödülünü almasını beklemiyordu. Vagif onurla son derece gurur duyuyordu ve 1979’daki ölümünden birkaç ay önce bir radyo röportajında, Monte Carlo Caz Festivali’ni kazanmanın ona yoğunluğunu ve coşkusunu iki katına çıkardığı konusunda kendisine güven verdiğini söyledi.

Büyük yeteneklere ve parlak boyutlara sahip bir piyanistti. Azerbaycan’dan hiçbir zaman böyle bir kasırga gücü ve yeteneği olan başka bir piyanist olmadı. Jazz’a paha biçilmez bir katkı yaptı. Bugün Vagif, kelimenin klasik anlamında bir jazz piyanisti olduğu için değil, geleneksel Azerbaycan unsurları – Azerbaycan’ın kendi doğaçlama mugham müziğinden modal ölçekler ve kendi imzasını yaratmak için caz ile harmanladığı için en çok hatırlanıyor. Bu stile bazen “muğam cazı” denir. Hem doğunun hem de batının eşsiz bir müzik kaynaşmasıydı.

Dünya garip bir yere gidiyor. Kimileri “Birinci Cihan Harbi” öncesine benzetiyor bu gidişi, kimileri “Komünizm, hemen şimdi” rüyasını tabir ettirme gayretinde, kimileri ise “Gelir dağılımının adaletsizliği sebebiyle hiç olmazsa neo-liberalizmin çökeceğini” düşünüyor. Tabii bu garip halin geçici olduğunda ısrar eden müesses nizamın savunucuları da meydanda. Bu bahsettiklerim kendisine tek cümle “Batı” diyen merkezde tartışılıyor. Buraların pek de umuru değil. Bizde “Ahmet’in Mehmet’le alakâlı görüşleri” daha çok dikkat çekiyor. Bir de bu aralar corona falan…

Fakat biz de dünyanın hâli üzerine -devlet kurup yıkmanın ötesinde- bir şeyler söylemeliyiz. Çünkü biz de bu dünyada nefes alıp veriyoruz ve son üç yüz yıldır Batı diye tabir edilen yerde ne düşünülüyorsa etkisi önce burada hissediliyor. Bu da bizi edilgen konuma düşürüyor.

“Beç önünde düğün eyleyen” bir milletin edilgen duruma düşmesinin sakıncaları sayılamayacak kadar çoktur. Ama saymaya gerek yok. Gözü olan şimdiki hâli görsün, edilgen olunca ne oluyormuş anlar.

Sovyetler Birliği çöktüğünde Soğuk Savaş bitmiş sayıldı. Ruslar açlıktan kırılırken, Amerika düşmansız, yani işsiz kaldı. Bu işsizlik, 80’lerden beri “neo-liberal” bir dünya düzeni tasavvur eden aydınları harekete geçirdi. Fukuyama liberalizmin mutlak zaferini ve “Tarihin Sonu“nu ilan etti. Yakın zamanda bunun için acele ettiğine dair hafif mahcup bir öz eleştiri verdi.

Fakat esas etkili fikir Huntington‘dan geldi. “Medeniyetler Çatışması” tezi. Buna göre komünizmin çöküşüyle beraber dünya, Batı ile İslam medeniyetlerinin kapışmasına sahne olacaktı. Tabii Amerikalılar kaybetmeyi sevmedikleri için tüm güçlü özellikler Batı’da toplanıyordu. Mesela ortaya çıkışı bir medeniyetten ziyade coğrafya işi olan kapitalizm Batı’nındı. Hristiyanlık da Batı’nındı. Hristiyanlıkla başı pek de hoş olmayan liberalizm Batı’nın olduğu gibi, duruma göre sosyalizm ve hatta milliyetçilik de onların uhdesindeydi.

İslâm medeniyetine kalan bunların yan sanayi ürünü çakmaları ve Rus yapımı Kaleşnikof’du. Böylece “Batı’nın” üstün teknolojisiyle kapışacaklardı. Tabii teknoloji de Batı’nındı.

Müslümanlar toplu bir şekilde yaşamalı ve ölmeliydiler. Arada birbirlerini öldürmeleri Medeniyetler Çatışması tezini aksatmayacak istisnai bir durumdu.

Bugüne gelelim. Geçenlerde Münih’te düzenlenen güvenlik konferansının konusu “Batısızlık” idi. Batı’yı Amerika’dan ibaret gören Trump ABD Başkanı. İngiltere’yi Brexit marifetiyle “özgürlüğüne” kavuşturan Boris Johnson için Batı kendi adasından ibaret. Almanya için “Batı” ayrıyken, Fransa için apayrı. Hepsinin tahayyülünde merkez kuvveti kendileri oluştururken diğerleri çeperde kalıyor. Böylece Batı’nın anladığı “Batı” çöküyor.

İnsan hakları, evrensel değerler, hukuk gibi normlarını onların tayin ettiği her meselede taviz veriyorlar ve meşruiyetlerini kaybediyorlar.

Bu esnada Müslümanlar birbirlerini “Batıcı” diye öldürmekle meşgul.
Batılılar henüz birbirlerini öldürmüyor. Şimdilik selâmı-sabahı kestiler.

Dünya garip bir yere gidiyor. Rusya bir federal devletten çok “Ortodoks Patriğinin kutsadığı” Çarlığa benzemeye başladı. Çar Putin dünyadaki tüm Ortodoks Hristiyanların hamisi pozlarında. Yakında “3. Bizans” ilan olunursa şaşırmayın. İran, Mehdi’nin yerine vekâlet eden Velayet-i Fakih tarafından idare olunuyor. Suudi Arabistan hızla modernleşmeye başladı. Mesela yaklaşık bir yıldır kadınlar araba sürebiliyor. Onun haricinde Vahhabi inanışın merkez üssü olma vasıflarından taviz vermiyorlar. Çin, komünizm görünümlü faşizmle yönetiliyor. Amerika kıtasını Evanjelikler ele geçirdi. (En önde giden iki örnek Brezilya’dan Bolsanaro ve tabii ki ABD’den Trump.) İsrail arz-ı mev’ûd’u resmî metinlere nakşediyor, bir kısım manyak, “Tanrı’yı kıyamete zorlamaya” çalışıyor. Burada yeniden Huntington’a dönüyoruz. Çünkü tarihî temele oturmayan bir tezin üzerine nasıl siyaset bina edilir dersini buradan alıyoruz. Çünkü “Tanrı’yı kıyamete zorlama” teorisinde yine savaşın taraflarından birisi İslam Medeniyeti. Karşısında da Batı’nın desteklediği İsrail var.

Dünya garip bir yere gidiyor. Türkiye ise hepimizin malûmu. Fakat malûm durumun bazı avantajları da var. Bir sefer, bugün Batı’da cereyan eden dinî siyaset argümanı bizde yirmi yıldır zaten iktidar. İkincisi, yükselen popülizmin mağduru değiliz. Çünkü bizde dozu hiç düşmüyor. Üçüncüsü, biz şaşırma duygumuzu kaybettik. Avantaj mı dezavantaj mı tam çözülememekle beraber ilginç bir de tezat var: Millet olarak isimlendirilebilecek unsur ortadan çekilirken, “milliyetçilik” yükseliyor. “Yükseliyor” faslını “milliyetçilerin sayısı artıyor” diye okuyun.

Türkiye’nin halinden çıkaracağımız en iyi sonuç ise tam anlamıyla etkin olamasa da edilgen de kalmıyor. Bu noktada bir kişi ve bir düşünceye çok şey borçluyuz: Atatürk ve Türk milliyetçiliği.

Atatürk’e neden ve nasıl borçlu olduğumuzu uzun uzun anlatmayacağım. Aklı olan anlıyor. Olmayana zaten her şey serbest.

Peki, Türk milliyetçiliğinin önemi nedir? İşi dramatize etmeden, basitçe ifade edelim.

Milliyetçilikler tabiatı gereği ilk önce imparatorluk düşmanıdır. Fakat sistemli Türk milliyetçiliğinin doğuşu Osmanlı İmparatorluğu devrinde gerçekleşmiş ve Türk milliyetçiliği Osmanlı’nın kurtuluş umudu olarak belirmiştir.

İmparatorluğu hayatta tutmaya gücü yetmese de cumhuriyetin kurucu fikri yine Türk milliyetçiliği olmuştur.

Yine milliyetçilikler dine mesafeli hatta düşman akımlar olarak ortaya çıksa da Türk milliyetçiliği hiçbir zaman dine düşman bir tavır içine girmemiştir.

Yayılmacı politika güden milliyetçiliklerin tek hedefi her zaman kendi soydaşları olmuşken, Türk milliyetçiliği sadece soydaşlarını ve hatta dindaşlarını değil eskiden hüküm sürdüğü coğrafyalarda yer alan her bir unsuru yeniden güçlendirmeyi hedeflemiştir.

Bu sebeplerden Türk milliyetçiliği hiçbir zaman dışa kapanmamış, dışa açık oluşunu da bir tarafla sınırlı tutmamıştır. Bu da Türk milliyetçiliğine ekstra bir direnç ve geçişgenlik özelliği kazandırmıştır.

Bir örnek; mesela Türkçülerin Hitler’den etkilendiği söylenir, yalandır.

Kadrocular

Türkçüler; Kadro dergisi hareketinin milliyetçilik ve sosyalizmi, sosyalizm tonu yüksek olmak kaydıyla cem etmesine tepki olarak aşırı milliyetçi olmuşlardır. Dışarıdan etkilenmediler denilemez, söz edildiği kadar etkilenmediler. Kadrocuları tek hamlede aşamadıkları için önce sosyalizme de selam çaktılar. Fazla sürmeden de dışladılar. Teorik olarak Türkçülük hiçbir zaman “nasyonal-sosyalist” olmamıştır.

Bugün aydını kalmamış, siyaset haricinde hareket alanı yok olmuş dahi olsa Türk milliyetçiliği teslim olmuş değildir. Dünyada yükselen popülizmin tonu Türk milliyetçiliğinde görülmüyor. Hiç görülmüyor değil, özünü kirletecek denli görünmüyor.

Milliyetsiz amipler tarafından yöneltilen “ırkçılık” suçlamasına değinmiyorum bile.

Lafı lüzumsuz uzatmayalım. “Medeniyetler Çatışması”nın, Batısız Batı’nın, oryantalist Doğu’nun hesaplaştıkları coğrafyada Türkler oturuyor, biz oturuyoruz.

Ana aksından kopmuş, adeta “tüm kaleleri cebren ve hile ile işgal edilmiş” dahi olsa tüm bu coğrafyayı kucaklayacak yegâne görüş Türk milliyetçiliğidir. Geçişgen, geçmişten ders alan ve etkin bir milliyetçilik!

Dünya garip bir yere gidiyor. Fakat önceki gidişlerden farklı olarak bu sefer bir çözüm de arıyor. Daha fazla merak ediyor. Bu garip gidişi lehimize çevirmek mümkün. Çok zor fakat mümkün. Yeter ki etrafımıza dikkatli bakalım.

Zafer bizim; yenilgi, harici ve dahili düşmanlarımızın olsun!

Semih Ayna

Uygarlık, üç temel dinamik üzerine yükselir: İş bölümü, uzmanlaşma ve temsil. Nitekim, medeniyetin bu üç itici unsuru kendinden sebepli ve organik bir ilişki halindedir. İş bölümü uzmanlaşmayı, uzmanlaşma ise sonuç olarak temsil ve temsil etme edimlerini getirir. Örneğin, barbarlık sonrası, uygarlık öncesi animizmi benimseyen dinlerde ve totem tabu ilişkisinde tabiat güçlerinin totem hayvanında veya şaman maskesinde temsil edilmesi bir anlamda aklın araç olarak kullanımı ve dolayısıyla uygarlık tipi algılama ve yorumlama biçimine örnektir. Özellikle animizmi benimseyen dinlerin kabile törenlerinde kötü ve iyinin, doğa ve insanın maskeler ve şamanlar üzerinden temsil edilmesi Derrida düşüncesinde “binary oppositions” yani ikili karşıtlıklar sistemi, modernitenin ilk ve tarih öncesi köklerini ortaya koyar. Modernitenin araçsallaștırdığı ikilikler ve karşıtlıklar düzeni, şeylerin doğasını negatif pozitivizm üzerinden tarif eder. Yani öz, olmadığı şey üzerinden değerlenir ve bu ikili düşünce sisteminin tarih öncesi örnekleri totem ve tabu ilişkisinde, animizm ve șaman anlatımında görülür. Daha sonraları Nietzsche, Antik Yunan Uygarlığını benzer bir çatışma sistemi üzerine kuracaktır; Apollon ve Dionysus arasındaki aklın egemenliği ve doğanın esrikliği arasındaki, varoluştan temsile varan antik sentez düzeni.

     Apollon bildiğiniz üzere aklın, ilerlemenin ve ışığın tanrısıdır. Aynı zamanda aydınlanmanın temsili olarak da bilinen Apollon bilge bir kahindir; zira bilgi, öğrenme ve kavrayış yetileri onun temsilinde vücut bulur. Kâhin, geleceği bilge kavrayışı sayesinde tahmin edebilen kişidir. Bu sebeple şair tanımı antik yunanda “prophet-like knowledge” ile birlikte kullanılır. Apollon, platoncu anlamda fikirlerin, ideaların ve ölçünün tanrısıdır. Bu yüzden Aristoteles ve Platon’un tasvirlerinde, Platon, yüksek ideaları işaret etmek için elini yukarı kaldırırken Aristoteles, dünyayı ‘’mimesis’’ yani taklit ile anlamlandırmamız gerektiğini işaret etmek için elini aşağıda tutar. Benzer şekilde, tasvirlerinde Apollon genellikle karşıya bakar. Böylelikle simetri, ölçü ve eşdeğerlik temsil edilmiş olur. Aksine Dionysus temsillerinde yukarıya, göksel, ilahi ve yüce güçlere doğru kadehini kaldırır. Çünkü kendisi şarap tanrısıdır. Dionysus varoluşun yıkıcı ve aynı zamanda yaratıcı gücünü temsil eder. Sanatın, doğanın, şarabın tanrısı olan Dionysus aynı zamanda esrik bolluğun, yıkıcı parçalanmanın ve diyonizyak transın da temsilidir. Yani uygarlık iki karşıt gücün temsiller üzerinden ifade edilmesiyle önce mistifiye sonra demistifiye edilmesi üzerine kuruludur. Dionysus, sanatın ölçüsüz ve ciddiyetsiz yergisini canlandırır. Zira Platon’un eleştirdiği Bacchae festivalleri, şarap ve eğlence partileri Dionysus adına düzenlenmektedir ve bu festivallerde diyonizyak sanatın; yani, drama ve yerginin ilkel örnekleri görülür. Platon için sanatın tehlikeli ve değersiz bir uğraş olması festivallerin ciddiyetsiz eğlence anlayışından kaynaklanmaktadır. Bu yüzden sanat, günümüzün aksine yüksek kültürel entelektüel bir uğraşı değil, toplumsal arınma gecesi işlevi görmektedir. Bu festivallerde halk yer, içer, güler, eğlenir ardından diyonizyak aşırılığa uygun olarak toplu orjiler, şiddet ve kendinden geçme seansları başlar. Bu sayede apolloncu düzenin devamlılığı diyonizyak eğlencenin toplumu yeniden örgütlemesi sayesinde gerçekleşir. Bu bağlamda uygarlık ve ethos iki ana güç üzerinden ilerler; Apollon ve Dionysus. Sanat ve bilgelik, tabiat ve kültür, yıkım ve yaratı… Yalnız sanat ve diyonizyak büyünün esrik gücü yaratı için yeterli olmadığı gibi bilgelik ve simetri, ölçü ve rasyonalite de yeni bir değer sistemi yaratmak için yeterli değildir. Zira eylemin temelinde yatan “mimesis”; taklit, hem diyonizyak “sublime” dediğimiz yüceyi hem de Apollonian bilgeliği, yani toplumsal erki anlam ve kültür yoluyla yansıtır. Diyonizyak tabiat güçleri ve Apollonian simetri sanatta bir araya gelir. Bu yüzden putların alacakaranlığı, sanat ve güç ile aşılabilir. Tabiatın yıkıcı, uygarlığın yaratıcı ethosu bir araya gelmelidir. Bu antik ve sanatsal görünün ışığında sahip olduğumuz cumhuriyet ve Türklük ethosunun, uygarlığın iki gücünü, yaratı ve yıkımın birlikteliğini taşıyor olması hepimiz için gurur kaynağı olmakla birlikte, kurucu mit görevini görmektedir. Mustafa Kemal Atatürk’ün Türklük ve “yaratılış” ile ilgili söylediği sözler dikkat çekicidir: “Bu memleket, dünyanın beklemediği, asla ümid etmediği bir müstesna mevcudiyetin yüksek tecellisine, yüksek sahne oldu. Bu sahne 7 bin senelik, en aşağı, bir Türk beşiğidir. Beşik tabiatın rüzgarları ile sallandı; beşiğin içindeki çocuk tabiatın yağmurları ile yıkandı. O çocuk tabiatın şimşeklerinden, yıldırımlarından, kasırgalarından evvela korkar gibi oldu; sonra onlara alıştı onları tabiatın babası tanıdı, onların oğlu oldu; Bir gün o tabiat çocuğu tabiat oldu; şimşek, yıldırım, güneş oldu; Türk oldu. Türk budur. Yıldırımdır, kasırgadır, dünyayı aydınlatan güneştir.”

 Türk, doğanın yani diyonizyak güçlerin mirasçısıdır. Yıkıcı, esrik ve göçebedir ama aynı zamanda Apollonian bilgeliğin, kültürel egemenliğin de efendisidir. Türk’ün kasırga gibi savuran diyonizyak gücü tabiattan, aydınlatıcı ışığı ise Apollon’dan gelir. Birey ve toplum ilişkisinde ise Apollon ve Dionysus sentezi Türk toplum yapısı ve toplumsal ideal olan “sınıfsız imtiyazsız kaynaşmış kitle tezinin” mitik kökeni olarak görülebilir. Apollon biçimin, ölçünün, benliğin ve forumun tanrısıdır.  Türklük ethosunun apolloncu özü bireyin kurtuluş mücadelesini verir ve sürü ahlakının en düşük formu olan tebaa-soysuzlaşma kültürüne, Osmanlı dekadanına karşı bireyi alacakaranlıktan kurtarır. Dionysus ise esirmenin, çokluğun, kendinden geçme ve bütünleşmenin tanrısıdır. Bu aşamada ise yeni ve cesur birey, Türklük ortak paydasında kendinden geçer, sınır aşımına uğrar ve yüce Türklük varlığında buluşur.

Helin Yazan

İdlip’te uğradığımız kalleşçe saldırı sonucunda şehit olan kahraman askerlerimize rahmet, yaralı mehmetçiklerimize şifa diliyoruz.

Hayatlarını yitirenler, yaralananlar sadece “birkaç” ile ifade edilenler değildir. Türk milletinin her ferdi yara almış, ölümü hissetmiştir.

Bugün vatandaşının canını önemseyen sağlam devletler herhangi bir vatandaşının burnu kanasa konsolosluklarıyla, büyükelçileriyle, uluslararası avukatlarıyla olayın takipçisi olmaktadırlar. Çünkü hepsi de kendi canına kıymet vermezse başkasının hiç vermeyeceğini bilmektedir.

Türkiye Cumhuriyeti’nden beklentimiz, dış politika oluşturma sürecinin ağırlığı altında ezilmeyecek birikimli, yetişmiş kişiler tarafından “insanı yaşat ki devlet yaşasın” öğüdüne uyarak milli hedefleri gözeten, uzun vadeli; politikalar oluşturmasıdır.

Çünkü tarih göstermiştir ki dününü bilmeden, yarınını hesap etmeden hareket eden devletler büyük sürprizlerle karşılaşmış ve hep kaybetmiştir. Ne yazık ki bugün tarihin kafiyesine şahit olduk.

Türk milletinin seçilmemiş temsilcileri Türk gençleri olarak milli hassasiyet taşıyan her grupla farklı fikirlerimize rağmen ortak büyük ülküler yolunda iletişim halinde olmalıyız. İletişim, insanların ve milletlerin ilerlemesinde hafife alınmayacak kadar önemli bir beceridir.

Milletimiz, ideallerimiz uğrunda gerekirse canımızı vermekten imtina etmeyiz ama önceliğimiz yaşamak ve yaşatmaktır. Biz yaşayacağız. Yaşayacağız ve daha iyisi olmak için çabalayacağız. Türk gençlerine seferberlik çağrımızdır kendimizi yetiştirelim. Canını feda edip mezar taşına adını oydurup göçen şanlı mehmetçiğimizin kanının hakkını verelim. Teslim olmayan, yüksek iradeli, sağduyulu kadroların temelini atalım.

Toplumlar her dönemde geniş kitlelere erişme zorunluluğunu kendisinde hissetmiştir. Özellikle matbaanın icadı ve basılı yayınların seri çoğaltılması sonrası süreçten günümüze araçlar değişim gösterse de amaç varlığını sürdüre gelmiştir. Hegel’in “Gazete modern insanın sabah duasıdır.” sözünün üzerinden neredeyse iki yüzyıl geçti. Gazeteler yavaş yavaş
yerini akıllı telefonlara bıraktı. Ama insan sabah kalktığında yaptığı alışkanlıkları yalnızca modernleştirdi. Hatta gün içinde yalnızca bir kez eline aldığı gazeteden bir adım öteye geçerek akıllı telefonları ile gece gündüz vakit geçirir hâle geldi. Sanırım kitle iletişim bu dönemde gazeteden bir “tık” öteye giderek parmak uçlarımızla kıtalar ötesine gidecek kadar başkalaştı.

Napoleon’un “Dört düşman gazete yüz bin kişilik ordudan çok zarar verebilir.” ifadesinde ele geçirilecek dört gazete ile orduların yenilebileceğini ifade etmesi, toplumun kitle iletişim araçları ile yönlendirilmesinin etki büyüklüğünü ortaya koymaktadır. Herhalde bugün yaşasaydı ve teknolojinin etki gücünü görseydi ordunun sayısını yüz bin ile sınırlı tutmazdı. Milyonların yalnızca birkaç “tık” ile harekete geçmesi öngörülerini tazelerdi.

Hitler’in Propaganda Bakanı Goebbels’in meşhur taktiği olarak “Her eve radyo” çalışması ile insanların evlerine kadar Führer’in sesi iletilmiştir. Bugün geldiğimiz noktada neredeyse her birimiz bir olaya yalnızca saniyeler sonrasında erişebilmekteyiz. Hitler’in büyük radyo devrimi ile çıkarttığı dünyanın en büyük savaşından çok daha fazla güç artık milyonların cebindedir. Yapılan araştırmalar akıllı telefonların bugün bilgisayarların ötesinde kullanıldığını ve her uygulamanın özellikle mobil hâlinin yapılma zorunluluğunu vurgulamaktadır.

Bu dönemin gazeteleri, radyoları değişen hâli ile Tweetler, poudcastler, hap videolar olmuştur. Lakin insan kitle iletişim araçlarını takipten ve etkiden vazgeçmemiştir. Bugün bu mecralarda olmayanlar veya aktif kullanamayanlar, ömürlerini doldurmakla muktedirdir. Bir ideolojinin aktarılması yahut bir yazarın toplumsal kazanım elde edebilmesi bu yollardan geçme zaruriyeti doğurur. Bu yüz yıl önce böyleydi, yüzyıl sonra
da böyle olacaktır. Araçlar, amaca hizmet etmeye devam edecektir.

Amerikan rüyası görmemizi sağlayan Hollywood filmleri, lahmacun yerine bize hamburger yedirmeyi tercih ettiren ateşsiz silahın namlusundan uzaklaşmak mümkün değilse parmağı tetikte olan olmak gerekecektir. Aksi halde “Zeytinyağlı yiyemem ama, basmada fistan giyemem ama” türküsü zihinlerimize yerleşmesinden sonra tamamen yerli üretim Sümerbank’ın batma öyküsünü dinler, güzelim zeytinlikleri olan ülkemizde margarine mahkum nice nesiller tüketiriz.

Bize düşen; ilgi alanlarımızla, kendi değer yargılarımızla, inanış ve kendi kültür değerlerimizle bu işlerin Türk’e göre, Türk tarafından, Türk için olanını inşa etmektir. Kendi benliğimizden olmayanlarla meşhur şarkının sözleri gibi “ne doğulu olabiliriz, ne batılı, iki cami arasında kalan beynamaz gibi” divanelik kalır hissemize.

Toplumlar kendi düşünce yapılarının yargılarını üretmediği müddetçe başkasının hayatını yaşamak durumunda kalır. Takdir edersiniz ki her ilaç her hastaya iyi gelmez.

Dünya bugün bilgi çağına erişmiştir. Bilgiyi üretmekle ve yaygınlaştırmakla mükellefiz. Mecmua geleneğimizi günün şartlarına taşımak, herkes gibi olmak değil; herkese bizim olanı anlatmak milli ödevimizdir.
Burada bir irade koymak yerine başa gelen çekilir deyip bir köşeye çekilmek, kusura bakmayalım Napoleon’un dört gazetesi, saniyede binlerce kişinin erişebildiği bir Trump Tweeti ile boy dahi ölçüşemez.
Gözümüzü çağın gereklerine kapatmış olmamız güneşin doğduğu gerçeğini
değiştirmeyecektir. Belki gazeteler artık tabletten okunuyor ama atalarımızın sözleri hâlâ ilk günkü tazeliğinde kulaklarımızı çınlatıyor.
Güneş balçıkla sıvanmaz! O zaman Rocky’i efsane yapan kitle iletişimin gücünü, peygamber övgüsüne nail olan Fatih Sultan Mehmet için yaşatılabilir hâle getirmek gerekir. Süperman’e hayran çocuklarımızın Hezarfen’i tanıması için bir şeyler yapmak herhalde uçmaya çalışmaktan
daha zor değildir! Bize sunulandan bizim olanı üretmek için bugünün yöntemlerini bizselleştirmek gerekli görünmektedir. Yoksa korkarım herkes gibi olurken karakterini yitirmek tehlikesi, tehlike olmaktan çıkacak kimliğimiz olacaktır.
Henüz balçıkla sıvanmadan güneş,
Ufuktan yeniden doğmasına kala,
Yürüyelim arkadaşlar!

Murat PEHLİVANOĞLU