“Hitap muhatabını bulur.’’ inancıyla yazdığım şeyler sosyal medyada hiçbir şekilde muhatabı olmayacak nice insanı buldu. O insanlar da bu vesileyle beni buldu tabii ki. Ama yine de bu bağlamda yazmak istemiyorum.

‘’Entelektüel olmak, yapamıyor olmanın tesellisidir aslında. Bir enstrüman çalamayıp virtüözleri dinleyen, bir şeyler yazamayıp iyi kitapları okuyan, yaratamayıp yaratılanları bilmekle tatmin olan… Yapamamak hıncı, bilmek hırsı yaratır. Yapmak eylemektir, bilmekse eğlemek. Birinde icra eden, aktif bir benlikle koordine bir zihin, diğerinde pasif bir kayıt cihazı.’’

Bu dikotomik önerme sosyal medyanın kısıtlarında yazılması nedeniyle ilk bakışta yüzeysel görünüyor; ancak mesele ucuz bir antientelektüalizmden çok daha girift.

Bir eylemin içinde olan, icra eden, faaliyet gösteren o eylemin kendisini, anlamını, neticelerini idrak etmekten uzaklaşır. Yapıyor olmak, eylemin kendisine hapseder tüm bilişsel süreçlerimizi. Fiziğin sınırları içinde maddeyle temas eden, fikrin metafizik paydasına izdüşüremeyeceği bir akışın içinde debelenir. Bu mutlak bir ayrım değildir elbette. Ancak, anlamak için eylemden çekilmek, durmak, eğlenmek gerekir. Birçok dilde anlamak kelimesinin etimolojik kökleri ‘durmak’ fiiline dayanması ilginçtir. Episteme (ἐπιστήμη), Vekafe (وقف), Verstehen, Understand kelimelerinde olduğu gibi. Türkçede ise anlamak fiilinin kökü olan an hafızanın kaydını tuttuğu en küçük birimi temsil eder. An akışı olmayan, daha küçük birimlere ayrılamayan bir kesittir. Böyleyken kesitin kısıtında sabitlenmek gerekir. Anlamak fiilinin Türkçede de dolaylı olarak durmakla, sabitlenmekle ilişkili olduğunu varsayabiliriz.

Entelektüel kavramı hunharca kullanılmaktan bizar kelimelerden biri. Yazıyı etimolojik, kavramsal kökenlere dair detaylara boğmadan yalnızca çağrışımlarla ilerlemek istediğimden bu kavramın onlarca farklı tanımına, tasvirine yer vermeyeceğim, ancak yıllar önce Cemil Meriç’in Mağaradakiler kitabının girişinde ‘entelektüel’e dair tanım arayışlarının, en sonunda ‘’işi olmayan adam’’ ifadesiyle son bulduğunu hatırlıyorum. İşi olmayan adam… Bir iş tutamayan, bir yola koyulamayan, duran, ‘eğlen’en, eyleyemeyen, bilmek tutkunu, hınçla bilen, çünkü şiddetince yapıyormuş yanılsamasına düşen. İşi olmayan, toplumsal, sosyal, ekonomik döngünün herhangi bir yerinde saf tutmamış, konuşlanamamış, dışında, gözlemleyen, insanlığın zihinsel, bilişsel, sanatsal olarak damıttığına iştah duyan, damıtılmış olanın zahir olduğu insanlarla ilgilenen, gündeliğin bilgisini “seçkin” zihninin depolarına dolduramayacak kadar sofistike… Bu nedenle entelektüelin ortaya çıkması için önce belli mecburiyetlerin ortadan kalkması gerekir. En azından temel, asgari bir geçimin imkanına sahip olmalı entelektüel mesela.. Yoksa sürmek, istimrar etmek için çarkın bir dişlisi olmak zorunda kalacak insanların çarkın işleyişini, aksamını, çarktaki sanatı, bilgiyi idrak etmeye zamanları olmayacaktır. Kısım olmak aksamı anlamaya engeldir.

Bu denklemlerle teşekkül etmiş, zaten özünde bir iştiyakla doğmuş insan, keşfetmeye başlar. Yaratılanı fark eden, keşfeden, idrak eden ona maruz kalan olmaktansa onu yaratmayı arzular. Ve entelektüeli inşa eden aslında bu keşfediştir. İyi olanı, sanatsal yaratımı, nitelikli eseri ayırt edebiliyor haliyle yaratamıyor olmanın sancısını yaşar. Ve bu sancıyı teskin etmenin yolu da bilmenin dozunu arttırmaktır. Önce yaratılanı keşfedecek bir idrak ve ardından “yaratamıyor oluş”un bilinciyle tetiklenen bilme iştihası. Ama öte yandan onu atıl kılan, hareketsiz, durağan, eylemsiz hale getiren bir kısır döngü doğurur bu. Dostoyevski şöyle diyordu “Yer Altından Notlar”da;

“Baylar, yemin ederim, her şeyi fazlasıyla anlamak bir hastalıktır; hem de tam anlamıyla, gerçek bir hastalık. Normal bir insanın anlayış gücü, başka bir deyişle, yeryüzünün en soyut, en işini bilen kenti olan Petersburg’da (öyle ya, kentlerin işini bilenleri de var, bilmeyenleri de) yaşamak gibi katmerli bir talihsizliğe uğramış 19. yüzyıl aydınının payına düşen anlayışın yarısı, dörtte biri, hatta daha azı günlük yaşantımız için yeter de artar bile. Hani nasıl derler, içinden geldiği gibi hareket edenlerin, elinden iş gelenlerin anlayışıyla yetinmelidir insanoğlu.”

Anlayan, bilen, entelektüel insan, içinden geldiği gibi hareket etmesine engel olacak bilgi yükünü sırtlanır bir yandan. Elinden iş gelmez, çünkü öz bilincinin mahpusudur. Bu içe dönüklükle dışarıdaki her şeyi hadsiz bir iştahla tüketir. Dışarıya bir şey sunmayı, üretmeyi içerideki varlığına bir sadakatsizlik olarak görür. Bu minvalde entelektüelin varoluş potansiyeline duyduğu hayranlık aslında bir kibir emaresidir. Kendini sıradan olanın dışında gördüğü için gündeliğin, rutinin esiri olmak istemez. Bir yandan da sıradışı gördüğü özel şeylerin peşine düşer. Bir sanat eseri, düşünsel bir yapıt onda varoluşunu olumlaması ölçüsünde kıskançlık doğurur. Sanatçının ya da fikir adamının olağanüstü bulduğu eserlerinin onların hayatında olağan bir şekilde ortaya çıktığına şahit olması, kendince bedelini ödediği bilginin karşılıksızlığıyla yüzleşmesi bir krize sokar. İnsan bilgisini edinmediği hiçbir hale bir istek duyamaz; ancak zaten entelektüelin dramı da burada açığa çıkar. Bilgisini edinmiş olduğu yığınla ‘eyleme’ hali vardır. İyi kitapları, filmleri, besteleri tatmış; birçok dalda, alanda bu iyilerin ‘en’lerine kendini şahit kılmış ve kendisi için bir başlangıcın artık çok geride kalmışlığını fark etmesiyle yaratamayacak olmanın krizlerini yaşar. Ve ‘en’lerin büyüsünü yıkmak için başka bir ‘en’ arar. Bir idea simgesi olarak zihnini işgal eden bu ‘en’lerin dahalarını keşfettikçe öncekilere yönelik hıncından kurtulur. Ancak bir kısır döngü halinde yeni ‘en’leriyle mücadelesi başlar bu sefer de.

Salieri bir bestekar olduğu halde ‘Tanrının dile gelişi’ olan Mozart’ın sanatına hayranlığını şöyle dillendirmiştir. “Tanrım bu bana nasıl bir cezadır ki bu adama böyle bir yetenek verdin, bana ise sadece bu yeteneği anlayabilecek kadar bilgi verdin.” Öyle ki kendisi eylemenin bir katmanında olmasına rağmen eyleyişlerin dahasını fark eden bilgisi, kavrayışı, sezgisiyle Mozart’ın sanatına erişememenin hırsını yaşar. Salieri’yi kifayetsiz muhteris olarak betimleyen tarih, sanatın kendisini sergilemesi için seçtiği kişinin Mozart olduğunu imler. Mozart, Salieri gibi/kadar bilmez. Ancak bir cevher olarak onda açığa çıkan, Salieri’nin tüm tarihiyle, bilgisiyle, zekası ve dahi yeteneğiyle de ulaşamayacağı bir şeydir. İşte bu eyleyemeyiş ve eyleyemediğini biliş Salieri’yi, eyleyen Mozart’ın kıskanç düşmanı olarak tarihe düşmüştür.

Hayatı hareketle tanımlarız. Zamanı, yaşamayı tasvir edecek olsak aklımıza gelecek ilk kelime hareket olur. Anlamak nasıl bir sabitin bekçiliğinde mümkünse, o anda kalmayı mecbur kılıyorsa; yaşam da hareketle mümkündür. Entelektüel, bu durma noktalarında anlamakla mutlak bir ilişki kurduğundan yaşamı kaçırır. Gündelik, alelade bulduğu ‘hareket’lere zaten tevessül etmez, ancak seçkin aristokratik, hoş, güzel, estetik, iyi, dahice bulduklarına öykünür ve bunları da gerçekleştiremez. Süfli hareket hali, temel yaşam kalım meselelerine özgülenmiş işlerdir. Bunlara maruz kalmadıkça hayatı mümkün mertebe bu hareket halinin dışında kalır.

Bunları bir anti-entelektüalizm güzellemesi olarak yazmıyorum. Hatta ancak ‘entelektüel’ ilgilerden, kaygılardan bizar olanların gerçek anlamıyla kavrayabileceğine inanıyorum.

Öte yandan entelektüelin anlamak bağlamında duran, hareketsiz kalan kişi olduğunu söylemiştik. Bir yandan da her şey bu kadar hızlı hareket ederken durabilmenin bir eylemlilik hali olarak söyleyebiliriz. Entelektüel bu minvalde harekete direnen insan olması bakımından bir hareket halinde varsayılabilir.

| Merve Cemre Güler- 8 Mayıs 2020

 

[ Türk Dünyası Araştırmaları dergisinin 241. sayısında yayımlanan “Hristiyanlığın Kabulünden 20. Yüzyıla Kadar Rusya’da Çift İnançlılık (Dvoverie)” makalesinden alınmıştır.]

Rusya’da Hristiyanlığın 10. yüzyıldan itibaren yayılmaya başladığı ifade edilmiş ve bu yüzyılın sonuna doğru ise ilk kiliseler meydana getirilmiştir. Ruslar, Hristiyanlığı kabul ettikten sonra eski ve yanlış olarak tanımladıkları inançlardan kurtulduklarını, Hristiyanlığın Ruslara birlik ve beraberlik içinde, büyük devlet olma yolunu açtığını düşünmüşlerdir. Rus Ortodoksluğunda azizlik, Hristiyanlığın itikadı boyutuna ek olarak kültürel unsurların etkisi altında kalmıştır. Ruslar için azizleri bilmek sadece dinî meseleleri değil, aynı zamanda yerel kimlikleri ve tarihi tanımada bir araç olarak görülmektedir. Buna bağlı olarak da azizlik, dinî, ulusal ya da yerel kimliklerin kesişimini gözler önüne seren bir unsur olarak karşımıza çıkmaktadır.

Rus azizler ikonlarda resmedilmişler, dualarda anılmışlar ve kendilerine mucizeler atfedilmiştir. Buradan hareketle Rus azizler, geçmişte yaşanan kutsal olayların öncüsü olan kutsal Rusya’nın ortaya çıkmasına katkıda bulunan tarihi şahsiyetler olarak karşımıza çıkmaktadır. Ayrıca Rus Ortodoks Kilisesi kendi tarihinin temeli olarak azizleri ifade etmiştir. Bunun sebebi ise kilisenin tarihini sağlam bir zemine bağlamak istemeleridir. Hatta kiliseyi, İsa’nın on iki havarilerinden biri olan Aziz Andreas’tan başlatmışlar ve kilise kendini “apostolik kilise” olarak nitelendirmiştir. Buradan hareketle Aziz Andreas ve Aziz Pavlus, Hristiyanlığın ilk döneminde Slav bölgelerinde misyonerlik faaliyetleri gerçekleştirmişlerdir. Öyle ki bazı din adamları, tanrı ve azizlerin benzer özellikler taşıdığını ileri sürmüşlerdir. Böylece paganların Hristiyanlaşması daha kolay olmuştur.

Rusların geleneksel inançlarının içeriği ile azizlerin barındırdığı özellikler arasında benzerlikler mevcuttur. Nitekim atalar kültü ve onların muhafızları, tanrıların ve tanrıçaların görev dağılımları, azizler ile doğrudan ilişkilidir. Ruslar, Hristiyanlığı Prens Vladimir döneminde devlet dini olarak benimsemişlerdir. Lakin Vladimir’den önce yönetici sınıftan bu yeni dini ilk benimseyen Azize Olga’dır. Azize Olga, İstanbul Patriği’nin önünde vaftiz olmuştur. Hatta İmparator Aziz Konstantin’in annesinin adı olan Helena ismi Azize Olga’ya verilmiştir. Bu olaydan sonra Helena ismini alan Azize Olga’nın, Kiev’de bir Ortodoks merkezi kurma girişimleri olmuştur. Slavlar göçebe bir düzenden yerleşik bir düzene geçtikleri zaman tanrı inançları da gelişme göstermiştir. Neticede Slavlar bu yeni dinle tanıştıktan sonra geleneksel olan din ile Hristiyanlık harmanlanmıştır. Slavlarla iletişimi sağlayabilmek ve Yeni Ahit’in okumalarını kolaylaştırmak için Aziz Kiril (826-868) Slav alfabesini oluşturmuş, bu sayede Ruslara Hristiyanlığın yolunu açmıştır. Ardından edebî ve dinî eserler tercüme edilmiş ve halk bilinçlendirilmiştir. Tercüme edilen eserlerin içinde azizlerin hayatını konu alan eserler de ortaya çıkmıştır. Aziz Feodosi Peçerski, Aziz Boris ve Gleb’in hayatını konu alan bir eser ortaya çıkarmış, bundan sonra azizlerin hayatını konu alan ve “jitiye” olarak adlandırılan bu tür, Rus edebiyatında bir gelenek hâline gelmiştir.

Ruslar peyderpey bu yeni yola girmişlerdir ve yeni dinin kabulünden sonra da eski inancın kültürü tamamen yok olmamıştır. Eski tanrılar zamanla isim değiştirmiş lakin fonksiyonları aynı kalmış ve bu özellikler azizlere atfedilmiştir. Örneğin; Vladimir’in Hristiyanlığı kabulünden sonra adaletin, savaşın ve gök gürültüsünün tanrısı olan Perun’un ahşap tasviri, bir atın kuyruğuna bağlanıp Dinyeper Nehri’ne doğru sürüklenmiştir. Üstelik bu tasvir artık bir put ya da bir şeytan olarak görülmüş, nehre kadar sopalarla dövülmüş ve nehirde batırılmıştır. Tanrı Perun’un batırıldığı yerin adı uzun yıllar boyunca “Perun derinliği” olarak anılmıştır. Tanrı Perun, bu yeni dinin kabulünden sonra diğer tanrılar gibi şeytan olarak görülmüştür ve Perun tapınakları kapatılmış, onun yerine Ortodoks kiliseleri inşa edilmiştir. Kilise, bu pagan izler ile etkin bir biçimde mücadele etmiştir ama bu geleneksel dinin etkisi yüzyıllar boyunca toplumun hafızasında kalmayı başarmış ve Tanrı Perun’un anısı yaşamaya devam etmiştir. Perun ve Veles tanrılarının sahip olduğu özelliklerini, fiiliyatlarını Tanrı ve Hristiyan azizleri devralmıştır. Vladimir’in Kiev’de vaftiz olduğu yere Aziz Vasili adına kilise yapılmasını emretmesi Tanrı Perun’un izlerinin tamamen yok olmadığının bir göstergesi diyebiliriz. Bununla beraber Hristiyan folklorunda Perun, ateşten arabası olan gökyüzünde dolaşan ak sakallı Aziz İlyas ile anılmaya devam etmiştir. Sonuç olarak Perun’un hatırası tamamen yok edilememiştir.

Bir başka örnek ise tüccarların ve sığırcıların koruyucusu olan doğa tanrısı Veles’dir. Hristiyanlığın kabulünden sonra Veles tanrısı, Rus ikonografisinde keçi, koyun, inek ile çevrili olan Aziz Vlasios olmuştur. Aziz Vlasios’a ek olarak Aziz Nicholas da zaman zaman Tanrı Veles’in yerini almıştır. Bir nevi işlevlerinin ve kimliklerinin aynı olduğu görüşü mevcuttur. Bununla beraber Uspenskiy’e göre Aziz Nicholas ve Tanrı Veles figürlerinin birbirine benzer pozisyonlarının olması Tanrı Veles ile Aziz Nicholas’ın benzerliğinin bir kanıtıdır. Ayrıca Aziz Nicholas bir İtalyan tüccar konumuna bürünmüştür ve tahıl yüklü gemileri taşraya göndermesinin ardından kıtlığa çözüm bulmuştur. “Bu nedenle, Hristiyan bağlamı Nicholas’a olan lore’a kolayca ilham vermiş olabilir ve azizin sadece mitolojik Thunder-bearer / ejderha modeli ile açıklanırsa sorunlu olabilecek diğer figürlerle birleştirilmesi için bir açıklama sunmuştur.” Uspenski, efsanedeki Aziz Nicholas ve Peygamber İlyas’ın çatışmasının tıpkı Perun ve Veles arasındaki çatışma olduğunu vurgulamıştır.

Bir başka konu ise Slav mitolojisinde görülen şifacılık faaliyetlerinin Rus Ortodoksluğunda azizlerde yansıtılmasıdır. Slav kültüründe hem insanları hem de hayvanları iyileştirebilen, kendi kendilerine yetişmiş olan kırsal kesimdeki şifacılara “Znahar” ismi verilmiştir. Znaharların, hasta ile göz teması kurması oldukça önemli bir unsur olarak karşımıza çıkmaktadır. Çünkü şifacı, hasta ile göz teması kurmazsa bu, o hastanın tedavi edilemeyeceği, tedavinin yararlı olamayacağı anlamına gelmektedir. Tedavinin işe yarar kısmı ilaçlar değil, şifacının sözleri olduğu algısı Slav kültüründe yer edinmiştir ve şifalı ilaçların sadece bir yatıştırıcı olduğu algısı oluşmuştur. Doğu ve Orta Slav geleneğinde şifacılar, aracı ya da fısıldayan anlamlarına gelen “Şeptun” ve “Şeptuha” kelimeleri ile özdeşleştirilmişlerdir. Bu şifalı sözlerin fısıltı şeklinde söylenmesinin oldukça önemli olduğu ifade edilmiştir. Çünkü tedavinin işe yaraması için bu konuda bilgisi olmayan insanların bu büyülü sözleri duymaması gerekmektedir. Bu sihirli sözler Rusçada konuşmak anlamına gelen “gavarit” fiilinden türemiş olan “Zagovar” kavramı ile özdeşleştirilmiştir. Bu kavram, iyi amaçla söylenen sihirli sözler için kullanılmıştır. Kısacası bu sihirli sözlerin kilidi mühürlenmiş olarak karşımıza çıkmıştır.

Büyücü hekimlerin evlerine bakacak olursak şifacıların evlerinde kilit olmadığı, evin içinde ot kokusunun hâkim olduğu ve evin ardışık kalaslarla restore edildiği karşımıza çıkmaktadır. Şifacıların tedavi için kullandıkları malzemeleri ulu orta yerlere koydukları ve tedaviye başlamadan önce Tanrı’ya dua ederek şifalı ilacı hazırladıkları da bu hekimler hakkında bir başka ayrıntıyı gözler önüne sermiştir. Bundan başka şifacıların, hastalarından kendileri için beyaz bir bez parçası istediklerini görmekteyiz. Hatta şifacılar, hastalardan topladıkları paraları Tanrı’ya mum yakmak için aldıklarını ileri sürmüşlerdir. Bu hekimlerin tedavi yaptıkları mecralarda genellikle geceleri ateş yakmadıklarını, uzun süre boyunca ateşin yanmadığını ve bunun sebebi olarak da komşularının bunu tedavi amaçlı ilaç hazırlamak için değil de kötü ruhları yardıma çağırdığını düşünmemeleri için ateş yakmamaya büyük önem verdiklerini görmekteyiz.

Znaharlar, hastalıkların canlı bir töz olduklarına inanmışlardır. Hastalıkla konuşma, soru sorma, cevap bekleme, emir verme gibi durumların olduğunu görmekteyiz. Şifacılar arasında bazı tedavi yöntemleri konusunda fikir ayrılıkları ortaya çıkmıştır lakin otların tedaviye iyi gelmesi konusunda ise fikir birliği sağlanmıştır. Kırsal kesimde, bu şifacıların saf olmayan kötü ruhlarla irtibat halinde oldukları düşünülmüştür ve kırsal kesim, şifacılara hep şüphe ile yaklaşmıştır. Şüphe ile yaklaşılsa da şifacıların kendi ruhlarını bu kötü güçlere teslim etmediklerini de düşünmüşlerdir. Şifacılar, toplumda saygı gören kesim olarak karşımıza çıkmıştır. “Bu iş öncelikle yaşlı erkekler, yalnız bekâr erkekler ya da dul kadınlar ve yaşı geçmiş bakire kızlar tarafından yapılmıştır.” Buradan hareketle şifacılar insanlara yakın ilişkilerde bulunmamışlardır.

Şifacı hekimler genellikle erkeklerden oluşmuş fakat kadın hekimlerde varlıklarını göstermişlerdir. Bu hekimler ise “Znaharka” ismini taşımıştır. Bu kadın hekimlerin dış görünüşleriyle normal insanlara benzedikleri karşımıza çıkmaktadır.

Kadın hekimler, büyücü hekim ve koca karı hekimi ile de hastalara destek sağlamıştır. Bu hekimler, şifacı hekimi tamamlamıştır. Hatta Moskova öncesi dönemde sıradan insanlar arasında iyileştirme gücünün kadınların elinde olduğu ifade edilmiştir.

Bu hekimler, erkeklerin müdahale edemedikleri durumlarda hastaya müdahale etmişlerdir. Çünkü bazı hastalıklar için yalnızca nazik bir kadının elinin işe yarayacağı algısı o dönemin zihniyetinde mevcut olarak karşımıza çıkmıştır.

Doğu Slav mitolojisinde bu şifacıların büyülerini insanlar, hayvanlar ve kendilerinden korkan bekçiler için kullandıkları görülmüştür. Büyücü hekimlere yağmuru engelleme, kaderi önceden bilme gibi yeteneklerin atfedildiğine inanılmıştır.

Büyücü hekimlikte ot ile tedavi edebilme, üfürükçülüğün ise sonradan eğitim ile kazanılabileceği anlayışı mevcuttur. Üstelik hekimliğin kan bağıyla anadan kızına geçtiğini de görmekteyiz. Hatta şifacı hekimlerin geneli erkek olsa da en iyi şifacı hekimler kadınlar olarak ifade edilmiştir. Kuzey Rusya kültüründe dişleri tam olan kişinin büyü yapma gücüne sahip olacağı anlayışı hâkim olmuştur. Büyücü hekimlerin her hastalığı tedavi edebildikleri algısı o dönemde hâkim olan algı olarak karşımıza çıkmıştır. Bununla beraber Slav toplumunda hastalıkların ortaya çıkmasında tanrının hoşnutsuzluğu, şeytan, nazar, Porka ve maleik cadılık gibi unsurların etkisi olduğuna inanıldığı ifade edilmiştir.

Porka’nın İngilizcede kesin olarak bir karşılığı olmasa da Batı’da bir büyücü tarafından yapılan kötülüğü belirten Latince “maleficium” sözcüğünden geldiği ileri sürülmektedir. Bir başka anlamı ise daha erken dönemde yaralama, hasar olarak karşımıza çıkmaktadır.

Ayrıca büyüleri bozma, nazar, kötü sözler, zedeleme, korku sonucu yakalanılan hastaları tedavi etmişlerdir. Bu hekimlerin çoğunlukla çocuklarda uyku sorunu, yılan sokması ve diş ağrısı gibi olaylarda uzman oldukları ileri sürülmüştür. Bundan başka şifacılar, hayvanlarla ilgili her türlü kötü durumlarda onlara yardım etmiştir.

Bunun yanında çalınan eşyaları bulmuşlar ve hırsızları yakalamışlardır. Bu geleneğin özellikle Kuzey Rusya’da hâlâ varlığını sürdürdüğü ileri sürülmüştür. Bu şifacılar Tanrıdan ve kutsal doğadan ilham alarak hastaları iyileştirmişlerdir. Bu büyü hastaların ekmek, su, votka, sarımsak gibi yiyecek ve içeceklerine yapılmıştır. Büyücü okunmuş su ile hastanın hasarlı yerine bu suyu dökerek ve hastanın her yanını silerek buna ek olarak da yaptığı bitkisel ilaçları hastaya vererek hastalığı iyileştirmişlerdir. Bunların dışında toprak, kesici aletler, kutsal su ve Paskalya Bayramı’nda kullanılan masa örtüsünün de hastalıklara iyi geldiği öne sürülmüştür. Şifacıların ya da halk hekimlerinin bu özellikleri geleneksel inancın, kültürün önemli bir ögesi olarak karşımıza çıkmıştır.

Büyücüler genellikle insan içine pek çıkmamışlar ve karanlık dünyalarında işlerini yapmaya devam etmişlerdir. Halk hekimleri ise kendilerini gizlememişler, dua etmeden ve istavroz çıkarmadan işlerine başlamamışlardır.

Başkaca büyücülerin diğer büyücüleri çağırması aşamasında şifacılar, büyücüleri uzaklaştırmıştır. Hatta kırsal kesim, şifacıların sözüne itibar etmişler ve onların sözü ile birlik olmuşlardır.

Şifacı hekimler cadılardan ve büyücülerden farklı olarak şeytana başvurmamışlardır. Şifacılar; büyülerin, suların, bitkilerin, insanlara iyi gelecek malzemelerin gücünü kullanmışlardır. Yalnız büyü bilgisi, büyücülerinki gibi günahtır ve bu bilginin devam edebilmesi için şifacının bu bilgiyi ölmeden önce birine aktarması gerekmektedir. Büyücülerin olduğu gibi şifacılarında, su falına bakarak geleceği tahmin etme gücü olduklarını görmekteyiz. Bu şifacı hekimler zamanla yerini köylü hekimlere bırakmıştır. Şifacılar hem büyücü hem de ebe olarak ifade edilmiştir. Üstelik Rusya’da papazların bu hekimlerden yararlanması engellenmeye çalışılmıştır. Ayrıca 19. yüzyılda Rusya’daki kırsal kesimin, diplomalı olan doktorlara itibar etmedikleri ileri sürülmüştür. Buna ek olarak halk bu doktorların sıradan insanlara çare bulamayacaklarını sadece varlıklı insanların hastalıklarına çare bulacaklarını düşünmüşlerdir ve şifacı hekimlere gitmeye devam etmişlerdir.

Rus Ortodoks Kilisesi’ndeki azizlerin de tıpkı Slav kültüründe varlığını sürdürmüş olan şifacı hekimler gibi canlı varlıklara şifa verdiklerini görmekteyiz. Ruslar, azizlerin bu özelliklerinin temelini dine dayandırmıştır. Örneğin; Aziz Nikolay’ın şiddetli bir fırtınanın olduğu zaman yüksek bir direkten düşmüş olan bir denizciyi dirilttiğine inanılır. Nikolay’ın mucizeleri ölümcül değildir, aksine gücünü hastalarının mezarından ve kalıntılarından almış, onları iyileştirmiştir.

Aynı şekilde Aziz Filaret de genç yaşındayken kekeme bir kız çocuğunu iyileştirmiştir. Şifacı olan azizlerin mabetleri yapılmış ve ikonaları kutsallaştırılmıştır. Örneğin; Aziz Nikola’nın ikonu 12. yüzyılda Knez Mistislav Vladimiroviç’i iyileştirdiği öne sürülmüştür. Hastalar, hastalığın türüne göre belirli azizleri tercih etmişlerdir. Örneğin; ayak ağrısı için Aziz Simeon Verhoturski’e, bel ağrısı için Aziz Serafim’e başvurmuşlardır.

Rus halkı bu ikonların güven ve sevgiyi temsil ettiğine ve kötü ruhları uzaklaştırdığına inanmışlardır. Örneğin; Vladimirli ikonası, 1395 senesinde Moskova’yı Timur’un saldırısından korumuştur.

Bir başka örnek ise Büyük Petro döneminde gerçekleşen Poltava Savaşı’nda Aziz Meryem’in Kazanlı ikonasına dua edilmiştir ve Rus ordusu savaştan muzaffer bir şekilde çıkmıştır. Ruslar, Hristiyanlığı kabul ettikten sonra da şifa etkisi olduğuna inanılan ve kutsal sayılan putların yerine Azizlerin ikonlarına dua ederek ikonlardan şifa beklemişlerdir. Bununla birlikte azizler öldükten sonra da onların kutsallığının atfedildiği ikonlardan her türlü yardım beklenilmiştir ve Rus halkı bu ikonlara saygı duymuş, onlara ibadet etmiştir. Ruslarda, azizlerin ikonlarını evlerinin duvarlarına astıkları zaman bu ikonların evlerini muhafaza ettikleri algısı mevcuttur. Bu ikonların ailedeki doğum, ölüm ve evlilik kayıtlarını tuttukları öne sürülmüştür. Slav mitolojisinde akrabalık ve doğumla ilgili olan Tanrı ise Rod’dur. Aynı zamanda hayat veren bolluk ve bereket tanrıçası Makoş’un da doğum, ölüm, evlilik, el işi kayıtlarını tuttuğu karşımıza çıkmaktadır. Tanrıça Makoş daha sonra Pareskeva Piyanitsa ile ilişkilendirilmiştir. Pareskeva ise evlilik, bereket, sağlık, el işi gibi konularda etkili olan tanrıçadır. Rus azizlerinden biri olan Pareskava, Makoş ile ilişkilendirilmiş bir putperest özelliklerini taşıyan azize olarak kayıtlara geçmiştir. Nehirlerde, su kuyularında yaşadıklarına inanılan suda boğularak intihar eden ya da anneleri tarafından lanetlenmiş olanların ruhuna ise “Rusalka” ismi verilmiştir.

Bu kadınları onurlandırmak için Rusalnaia Nedelia festivalleri düzenlenmiştir. Nedelia Bayramı ise Aziz Paraskeva ve Aziz Sreda ile bağdaştırılmıştır. Ayrıca Aziz Nedelia, Aziz Anastasia ile de bağdaştırılmıştır. Paraskeva, Nedelia, Sreda bu üç azize pagan tanrıçalarının Hristiyan kimlikleri olarak kabul edilmiştir. Bununla birlikte Stoglav Konseyi; Saint Paraskeva, Aziz Sreda ve Nedelia’yı paganizme dayanan kaderin tanrıçası olarak niteleyen bir kararname çıkarmıştır. Daha sonra azizlerin bu özellikleri Tanrı ile eş olmasından dolayı kilisenin bunu kabul etmeyeceği anlayışı gün yüzüne çıkmıştır.

Slav mitolojisinde bolluk tanrıçası Makoş’un el işlemelerindeki boynuzlu betimlemeler XIX. yüzyılda Rus kadınlarının bayram kıyafetlerinde karşımıza çıkmış ve bu kıyafetlerdeki betimlemeler Makoş’a atfedilmiştir. Bununla beraber Levkiyevskyaya, Makoş’u aile, doğum ve her türlü kadın fiiliyatlarının koruyucusu olarak adlandırmıştır. Makoş ile ilişkilendirilen Paraskeva Pyatnitsa’nın evlilik ve bereket konuları üzerinde etki etme özelliği mevcuttur.

Slav mitolojisinde koruyucu olarak nitelendirilen çeşitli tanrıların putları ya da resimleri olduğu gibi azizlerinde özellikleri itibari ile ikonları karşımıza çıkmaktadır. Üstelik azizlerin ikonları ailedeki doğum, ölüm ve evlilik gibi konularının kaydını tutmaktadır. Slav mitolojisinde de Makoş, Rod, Pareskava gibi tanrı ve tanrıçaların varlıklarını, azizlerin sürdürdüğünü görmekteyiz. Hristiyanlıktan sonra yasaklanan eski inancın, Hristiyanlığın devlet dini haline geldikten sonra da devam ettiğini ve “dvoeveri” kavramının varlığının ortaya çıktığını görmekteyiz. Rus halkı tarafından ibadet edilen Aziz Petr Muromski ve Azize Fevroniya, evlilik, aşk, aile, iyilik gibi konularda etkili olmuşlardır.

Ruslar, Aziz Aleksandr Nevski’yi güneşe benzetmişlerdir. Slav mitolojisinde eski güneş tanrısı olarak bilinen aynı zamanda gökyüzünün tanrısı olan Yüce Tanrı Svarog ve onun oğlu yeni güneş tanrısı Dajbog önemli tanrılar olarak karşımıza çıkmıştır. Rus halkı için çeşitli çabalar göstermiş olan Aziz Aleksandr Nevski’nin, Svarog ve Dajbog gibi saygı görülmesi ve Aziz’in ikonuna ibadet edilmesi ve Nevski’nin güneşi temsil ettiğine inanılması pagan inancının kalıntılarının olduğunu gösterir.

Slav mitolojisinde yeraltı ve evlilik tanrısı olarak bilinen, Lel ve Polel’in annesi olduğu düşünülen Tanrı Lada’dan aynı konularda Rus halkı yardım beklemiş ve Tanrı Lada’ya ibadet etmiştir. Buradan hareketle Tanrı Lada’yı, Aziz Pyotr Muromski ve Azize Fevroniya ile bağdaştırabiliriz.

Kilisenin eski inançları devam ettirmesi, insanları Tanrı’ya karşı gelmek ile suçlamaları, bu insanları azizlerin affetmesi ve merhamet göstermeleri, eski geleneği devam ettirenleri doğru yola yöneltmeye çalışmaları bizlere pagan inancının hâlâ varlığını sürdürdüğünü göstermektedir. Aynı zamanda Rusya toplumunun çeşitli dinlere sahip olduğunu, Hristiyanlığın ve paganizmin tarihsel olarak iç içe geçtiğini, geleneklerin çoğunun Hristiyanlık içinde yeni anlamlar kazandığını ifade edebiliriz.

Bununla birlikte diğer toplumlarda da tek tanrılı inanca geçmelerine rağmen eski pagan geleneklerinin devam ettiği görülmüştür. Örneğin; Ahmet Yaşar Ocak’a göre mitolojide yer alan ögeler, Türk toplumunda İslamiyet’in kabulünden sonra da farklı görünümlerle etkisini devam etmiştir. Bu ögelerin aynı şekilde varlığını sürdürdüğü iddia edilemez. Ancak İslam kültürü içinde bu yeni dinin terimleri ve kendi has unsurlarıyla yer aldığını söylemek mümkündür. İskandinav mitolojisinde de benzer ifadeler mevcuttur. İzlandalı yazarlar İskandinav mitolojisindeki Ragnarok’u evrenin sonunu getirecek bir savaş olarak tanımlamışlardır. Bazı akademisyenler, Hristiyan yazarlar kıyamet düşüncesini Ragnarok’un bu betimlemesiyle bağdaştırmışlardır. Sonuç olarak bu süreç Rus toplumunda olduğu gibi diğer toplumlarda da benzer şekilde yaşanmış, eski kültür ve gelenekler şekil değiştirerek yeni kültür ve gelenekle harmanlanmıştır.

 

Özge MERT

 

Kaynakça

AKYILDIZ, Cemile Ercan: “Germen Mitolojisinde Yaratılış”, Atatürk Üniversitesi  Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 18/1, Erzurum 2014.

ASLANOVA, Sevinç: Rus Ortodoks Kilisesi, A.Ü. S.B.E. Basılmamış Doktora Tezi, Ankara 2006.                 

AVŞAR, Lale, “Kubadabat Çinilerindeki Harpi-Şiren Figürünün İzini Sürerken”, Akademik Bakış Dergisi, Sayı: 31, Kırgızistan 2012.

BULGURLU, Vera Geelmuyden: “Doğu Ortodoks Dininde İkonaların Anlamı”, İkonolar, Çev.: Ali Özdamar, Kitap Yayınevi, İstanbul, 2005.

ELIADE, Mircea: Dinsel İnançlar ve Düşünceler Tarihi -Muhammed’den Reform Çağına-, Cilt: III, Kabalcı Yayınevi, İstanbul, 2017.

EREN, Mariia Talianova: “Slav Sihirli Sözlerinin Morfolojisi: Yapısı ve Sınıflandırılması”, Akademik Sosyal Araştırmalar Dergisi, Yıl: 6, Sayı: 81, Elazığ, Kasım 2018.

GOLEMA, Martin: “Slavic Mitra. Benevolent and Legal Pole of the Function of Religious Sovereignty in the Slavic Mythology and Epic”, Studia Myhtology,Slavica, XVI, 2013.

GREEN, Garry: Slavic Pagan World Complation, Lulu, October I, 2009.

HUNT, Priscilla: “Ivan IV’s Personal Mythology of Kingship”, Slavic Review,

Vol. 52, No. 4, Winter 1993.

KAIRJANOV, Abay: “Türk Süper Etnosunun Ritüelleri”, çev. Halit Aşlar ve Tolganay Temirkanova, Berceste, Sayı: 138, Aralık 2013.

KENNEDY, Mike Dixon: Encyclopedia of Russian & Slavic Myth and Legend, ABC-CLIO, Oxford, England,  1998.

LENHOFF, Gail: “Christian and Pagan Strata in the East Slavic Cult of St. Nicholas: Polemical Notes on Boris Uspenskij’s Filologičeskie Razyskanija v Oblasti Slavjanskix Drevnostej”, The Slavic and East  European Journal, Vol. 28, No. 2, 1984.

MAMYTOV, Abdimuhamet: Rus Ortodoks Kilisesi’nde Azizlik, Berian Yayınevi, Ankara 2013.

MARINICH, Vladimir G.: “Revitalization Movements in Kievan Russia”, Journal for the Scientific Study of Religion, Vol. 15, No. 1, 1976.

OCAK, Ahmet Yaşar: “İslâm’ın Temel İnançları Etrafında Oluşan ‘Mitolojik’ Kültür: “İslâm Mitolojisi” Yahut İslâm İlahiyatının İhmal Edilmiş Önemli Bir Sorunsalı”, Milel ve Nihal, İnanç, Kültür ve Mitoloji Araştırmaları Dergisi, Cilt: 6, Sayı: 1, Ocak-Nisan, İstanbul 2009.

 Öksüz, Gamze: Rus Mitolojisi, Çeviri Bilim, İstanbul, 2014.

RATHBURN, Robert R.: “The Russian Orthodox Church as a Native Institution Among The Koniag Eskimo of Kodiak Island”, Arctic Anthropology, Vol. 18, No. 1, 1981.

RIHA, Thomas (Ed.): “The Kurbsky-Ivan the Terribble Correspondence”, Readings in Russian Civilization, Vol. 1, Russia Before Peter the Great, 900-1700, 1969.

TOPSAKAL, İlyas: Rus Misyoner Kaynaklarına Göre Rus Çarlığı ve Türkler

(1552-1917), Ötüken Neşriyat, İstanbul 2018.

UZELLI, Gönül: Slav Mitolojisi İnanışlar ve Söylenceler, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul 2016.

ZGUTA, Russell: “Witchcraft and Medicine in Pre-Petrine Russia”, The Russian Review, Vol. 37, No. 4, 1978.

Her şeyden habersiz günü geçirirken bu sabah saatlerinde doğup büyüdüğüm mahallede bir kadının sırf ilgisine karşılık vermediği için bir cani tarafından vahşice öldürüldüğü haberini gördüm. Haberin başlığı eylemin vahşiliğinden daha gaddardı. 

‘İstanbul’da platonik aşık dehşet saçtı…’

Yaşamınızı idame ettirme gayesi ile sabah evden çıkıp işe giderken yolunuz istemediğiniz biri tarafından kesilip öldürüldüğünüzde medyanın sizi anma şekli bu olacak. Platonik aşık dehşet saçtı. Öldürüldünüz ama katiliniz platonik aşıktı. Artık alacak bir nefesiniz yoktu ve bu olay sizin artık bir dakika bile yaşamayacak olmanızın gölgesinde dehşet saçtı. 

Sadece Türkiye’de değil dünyanın her yerinde her gün yaşı, cinsiyeti, dili, dini, ırkı farketmeksizin kadınlar şiddete maruz kalıyor ve hatta öldürülüyor. Katillere kin kusup, öfkemizi belirtirken medyanın bu haberleri bize sunuş şekline dikkat ettiniz mi? Katilin hep bir bahanesi bir sıfatı var basına göre. 

‘Kıskanç eş’ , ‘Öfkeli baba’ , ‘Platonik aşık’ , ‘Beraber yaşadığı erkek arkadaşı’

Türkiye’de ölümün dehşetinden ziyade öldürenin sıfatlarına dikkat çekiyor medya. Çünkü kadın öldürüldüyse illa bir sebebi vardır. Ya erkek kıskançtır ya kadın erkeği kıskandırmıştır. Birçok örnek gösterilebilir bu hususta. Ama değişmeyen tek şey bu gibi kadın cinayetlerinde medyanın erkekten direkt ‘katil’ diye bahsetmemesidir. Bu ikiyüzlülük ve yanlılık ile cinayetlerin ortağı olan medya kendileri hedef tahtasına oturtulduğu zaman basın özgürlüğü diye günlerce ağlamakta da çok ustadır oysa. Basın özgürlüğü isteyen medyanın basın ahlakından nasiplenmesi için daha kaç kadın hayattan kopartılacak? Daha kaç kadın öldürülmesinden sorumlu tutulacak? 

Değişim öncelikle zihniyette başlar. Zihniyetin değişimi eylemlerin dönüşümüne gebedir. Türkiye’de değişmesi zorunlu bir ‘kadın cinayetleri’ zihniyeti mevcut. Hayatını erdemlerine bağlı ve iyi insan olma gayretinde yaşayan bizler bu değişim ve dönüşümün öncüleri olmakla mükellefiz. Bizler bıkmadan usanmadan yanlışa yanlış diyerek doğru olanı dillendirmezsek sürekli dillendirilen yanlışlar meşruluk kazanacak ve değiştirilemez öğretiler olarak zihinlerde yer alacaktır.

Türkiyedeki basın bu anlamda epey geridedir ve eğitilmelidir. Hiçbir kadın dul olduğu için, istemediği birine karşılık vermediği için öldürüldüğünde katilinden platonik aşık diye bahsedilsin istemez. Bugün yaşıyor olabiliriz ama yarın öldürüldüğümüzde ölümümüzden ziyade öldürenin haklı (!) sebeplerinden konuşulmasını istemiyorsak bugün bu yanlışa en gür sesimizle dur demeliyiz!

Kadının yaşamı, tercihleri, özgürlük alanları maalesef ki toplumumuzda asırlardır üzerine en çok konuşulan konu olmuştur. Türkiye Cumhuriyetine gönülden bağlı hür bir kadın olarak bu zihniyeti kabul etmiyorum! Erkekler gibi biz de bu dünyaya cinsiyetimizden evvel insan olarak geldik. İnsan gibi yaşamak, insan gibi özgür olmak, insan gibi değer görmek istiyoruz. Düşüncelerimizin ve eylemlerimizin cinsiyetimize bağlı olarak yorumlanmasından ve eleştirilmesinden ve medyanın ısrarla bu zihniyete çanak tutmasından şikayet ediyoruz! 

Erdemin ve iyinin cinsiyeti yoktur. Herkes için kabul edilebilir olguların söz konusu kadınlar olunca öne sürülmesini ya da tam tersi görmezden gelinmesini kabul etmiyoruz. Namus sadece kadına ait olmadığı gibi özgürlük de sadece erkeğin tekelinde değildir bizler bunu biliyoruz. Öldürüldüğümüzde giydiğimiz kıyafetler, dışarıda olduğumuz saat, özel yaşantımız konuşulsun istemiyoruz. Bir kadının daha yaşamdan, hayallerinden, ideallerinden, sevdiklerinden koparıldığının duyurulmasını ve hatta haykırılmasını istiyoruz. 

Düşüncelerde ölüyor, eylemlerde son nefesimizi veriyoruz. 

(Not: Birkaç ay önce ‘internette uygunsuz görüntülerinin olduğu’ bahanesi ile babası tarafından öldürülen genç kızın ölümüne dair bir gelişmeyi okudum bu yazıyı yazdıktan hemen sonra. İddia edilen görüntülerdeki kızın öldürülen kız olmadığı tespit edilmiş. Görüyoruz ki bir genç kızın yaşamı bir videonun internette dolanmasına bağlı olacak kadar hassas bir iple bağlı. Mevzu bahis video genç kıza ait olmuş olsa bile hiçbir genç kızın babası tarafından bu şekilde öldürülmesi kabul edilebilir değildir!)

İnsan topluluklarının geçmişten bugüne kadar varlığını devam ettirebilmesi dünyaya sağlam tutunabilmesi için tarih bilgisi ve bilinci çok ama çok önemli bir husustur. Sadece bir millete ait olan ve onu diğerlerinden ayıran bazı özellikler vardır. Bu özellikler bir arada toplanarak o milletin kendine özgü kültürünü meydana getirir. Bu kültür, o milletin varoluşundan beri biriktirdiği ahlaki, manevi ve toplumsal tüm değerleri içinde barındırır. Eğer bir millet ileriye yönelik planlar yapıyorsa geçmişinden aldığı bu birikimleri kullanarak kendine sağlam bir kılavuz edinmelidir. Nitekim tarih, sahip olduğu bütün bu birikmişlik ile ileride neler olacağını tahmin edip uyarılarda bulunabilir.

“Tarihi canlı tutmak”, “tarihi yaşatmak” gibi başlıklar ve düşünceler bazı toplumlar tarafından tam olarak anlaşılmamıştır. Nitelikli, bilinçli tarih öğrenimi ve bilgisine sahip olmayan milletler, kültürlerini belli bir süre sonra başka kültürlere açık pazar hâline getirirler. Yani o kültürler ne getirirse burada kabul görür ve benimsenir. Zaten hâlihazırda kültür emperyalizminin kendini dayandırdığı nokta da bu değil midir? “Bilim hayatında da en muvaffak insanlar edebiyattan biraz nasibi olanlardır. Çünkü tarih de hayattır. Bu hayatı canlandırmak için bize hakikatler, bize geçmişten bir tablodaki parçalar gibi gelir. diye belirtmiş ünlü tarihçimiz Prof. Dr. Halil İnalcık. Bu sözden çok normal olarak her birey farklı anlamlar çıkarabilir. Ancak hocamızın bize burada sunmak istediği asıl düşünce, tarihin hayatla nasıl iç içe olduğu ve birlikte çalıştığıdır. 

Kendi tarihimizi yaşatmak ve başka kültürlerin etki alanına girmemek için geçmişten bugüne kadar yaptığımız birçok çalışmalar mevcut olmasına rağmen bu çalışmaların tam olarak anlaşılmaması maalesef üzücü bir durum. Bu çalışmaların yakın geçmiş zamanda en büyüğünü ülkemizin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk yapmıştır. Manastır Askerî İdâdîsi’ndeki öğrenciliğinden beri Türk tarihine sevgi ve hayranlık besleyen Mustafa Kemal, buradan aldığı tarih sevgisini hayatının ileriki dönemlerinde olgunlaştırarak bir farkındalık yaratmaya çalışacaktır. Avrupa basını, Türk kültürünün Roma, Fars ve Arap medeniyetleri tarafından meydana getirildiğini söylerek Türkleri adeta aşağılıyor ve I. Dünya Savaşı’ndaki mağlubiyetini de göz önüne alarak benlik duygusunu iyice hırpalıyordu. Yunanlar ve İtalyanlar, Batı Anadolu topraklarının tarihsel olarak kendilerine ait olduğunu bildirerek hak iddia etmekten geri kalmıyolardı. Başarılı olan bağımsızlık mücadelesinin ardından, Mustafa Kemal Atatürk tarih bilincini filizlendirme ve canlandırma çabasına başlayacaktı.

Atatürk, öncelikle Türk milletinin geçmişinin sadece Osmanlı’dan ibaret olmadığı, geçmişte birçok güçlü devletler kurduğu düşüncelerini ortaya çıkarmayı hedefliyordu. Bu fikirleri sayesinde şerefli ve güçlü, geçmişinden gurur duyan, geleceğe daha sağlam adımlarla basan millet dinamizmi sağlanabilecekti. Şemsettin Günaltay’ın ifadelerine göre 19 Eylül 1923 tarihinde “İstanbul Darülfununu Edebiyat Meclisi Müderrisi”ne karşılık olarak “Tarihçilerle çok konuşacağız.” ifadesini kullanmıştır. Henüz daha o yıllardan gelecekte atacağı adımların sinyallerini vermiştir. 1929 yılından sonra hızlanan tarih çalışmaları 1930 yılında  “Türk Ocakları Kurultayı”nın kurulmasıyla daha büyük kurumların yolda olduğunun sinyallerini vermeye başlamıştır.

Atatürk’ün manevi kızlarından Afet İnan da bu kurultayda bulunanlar arasındaydı. Yine Atatürk’ün arzusu altında tetkik ve çalışmalara başlayan bu heyetin önceliği okullar için fasiküller hâlinde basılan “Türk Tarihinin Ana Hatları” eseri olmuştur. Türk tarihi hakkında oldukça yeni sayılan görüşlerle ortaya çıkan bu eserin hedef kitlesi okullardı. Ülkenin liderinin tarih eğitimi ve bilincine verdiği bu değer gerçekten de muazzam bir olaydır. Çünkü Atatürk, Türk milletinin geleceğini geçmişinden kuvvet alarak inşa etme planlarını yapıyordu.  

15 Nisan 1931’de kurulan “Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti”ni dil inkılabının ardından bugün adını bildiğimiz “Türk Tarih Kurumu”na çevirdi. Liseler için tarih kitapları çalışmaları yapılırken bu çalışmalarda, Prof. Dr. Mehmet Fuat Köprülü, Tevfik Bıyıklıoğlu, Reşit Galip gibi kimseler yer aldı. 1932 yılında Atatürk’ün direktifi ile “Birinci Türk Tarih Kongresi” toplandı. Türk milletine gerçek tarihini ve bu tarihinin ne kadar sağlam temellere dayandığını anlatmak için bir birlik meydana getirilmiş oldu. Yine 1932 yılında kurulan Türk Dil Kurumu, TTK ile tarih ve dil meseleleri üzerinde çalışacaktı. Atatürk’ün tarihe olan alakası ile ilgili genel düşünce, bir liderin tarihiyle duyduğu kıvanç ve iftiharı olarak şekillenmiştir. Gelecekte bunu yaşatacak olan nesiller olarak üzerimize düşen günümüze kadar gelen çalışmaların kıymetinin farkına varıp yüzlerce insanın emeklerinin boşa gitmemesi adına daha sıkı çalışmaya ve ilerlemeye devam etmektir. Çünkü Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün de dediği gibi: ”Türk çocuğu ecdadını tanıdıkça daha büyük işler yapmak için kendinde kuvvet bulacaktır.” ideali ancak böyle hak ettiği yerlerde yükselecektir. 

Birinci Türk Tarih Kongresi 2 Temmuz 1932

Günümüzde tarih bilimi oldukça interdisipliner bir hâl almaya başladı, bunun bize getirdiklerini göz önüne alarak çalışmak da yarar olacaktır. Özellikle diğer sosyal bilimler ile neredeyse iç içe çalışılması durumunda olumlu sonuçlar vermesi yeni bir tarih anlayışına ön ayak olmaktadır. Gelecekte işleyiş açısından çok olumlu sonuçlar vereceğini düşündüğüm genetik bilimi ile birlikte çalışan bir tarih anlayışı bize yepyeni ufukları açma kapasitesine sahiptir. Eğer ileride kimliğini kaybetmiş, yok olmuş ya da erimiş bir millet olmak istemiyorsak gelişmesi için önem ve özveri isteyen tarih bilimine gereken bu ihtiyaçlarını sağlamalıyız. Unutmayın ki araştırmayan bir millet sadece kendine verileni görür ve duyar. Kendimizi araştırmacı bireyler olarak yetiştirerek tarihimizi sonsuza dek canlı tutmak için canla başla çalışmalıyız. Mustafa Kemal Atatürk’ün de dediği gibi: 

“Tarihini bilmeyen bir millet, yok olmaya mahkumdur.” 

                                                                                                        Batuğhan Tatar                               

Pazarlamanın evrelerine baktığımız zaman üretimden insana doğru bir eğilim olduğu görülmektedir. Üretime yönelik pazarlama ile başlayan serüven müşteriye yönelik pazarlamaya doğru değişim ve gelişim göstermiştir. Bunun en büyük sebeplerinden biri olarak küreselleşmeyi gösterebiliriz. Küreselleşmenin 90’lı yıllardan sonra büyük bir ivme kazanmasıyla birlikte pazarlama stratejileri de değişim göstermiştir. Küreselleşmenin bir getirisi olarak ele alacak olursak kitle iletişim araçlarının gelişmesiyle birlikte insanlararası etkileşimin artması insanların isteklerinin ve arzularının da birbirine benzemesine sebep olmuştur. Markalar da buradan yola çıkarak insanı merkezine alan pazarlama stratejileri içerisine girmiştir.

Antroposantrizm, felsefede insanı dünyanın merkezine koyma anlamına gelmektedir. İnsanın her şeyin merkezinde olduğunu öne süren bu yaklaşım evrendeki her şeyin insana ait olduğunu ya da evrendeki her şeyin insana hizmet etmek için var olduğunu savunur. Antroposantrizmi bir pazarlama yaklaşımı olarak ele alacak olursak; markaların yapmış olduğu çalışmaların hemen hemen hepsi müşteriyi merkeze alan, müşterinin kendisini iyi hissetmesini sağlayan, müşterinin pazarlamış oldukları ürüne ilgisi olmasa dahi ilgisi varmış gibi hissetmesini sağlayan çalışmalardır. Bu çalışmalar sonucunda markaların insanlar üzerinde bırakmış oldukları etki bir sonraki satışlarını da olumlu yönde etkilemektedir. Sosyolojik çalışmalar ve araştırmalar yapmadan bir pazarlama stratejisi geliştirilemeyeceğinin en güzel örneklerinden biri olarak insanların istek ve duygularının değişmesine paralel olarak markaların da buna uygun yeni ve insanların duygularını okşayan, onları memnun etmekten öte tatmin etmek için çalışmalar yapmasıdır. Müşterilerin üzerinde her zaman fobik nevroz etkiler bulunmaktadır. Bir marka müşterisinin satmış olduğu ürün ya da hizmete karşı fobik nevroz etkiler altında kalmaması için hem müşteriyi doğru yönlendirmeli hem de müşteriye satmak istediği ürün ya da hizmeti onu mutlu edecek şekilde pazarlamalıdır.

Müşteri memnuniyetinin markalar için vazgeçilmez olduğunu ve yine buna paralel olarak müşterinin her geçen gün daha fazla bilgilendiğini ve bilinçlendiğini ele alacak olursak; markaların tamamı kendi çemberi içerisinde bulunan müşterilerini kaybetmemek adına onları merkez alan, onların istek ve arzularını karşılayan ürünler, bu ürünleri onlara satabilmek için de müşteri kitlesine uygun pazarlama stratejileri geliştirmesi zorunlu bir hal almıştır. Kendi müşterilerini tanımayan, onların istek ve arzularını karşılayamayan markaların günümüzde ömrünün çok da uzun olduğunu düşünmemekteyim. Kendi müşterilerini tanımak adına birçok markanın müşteri kitlesine özel veritabanları oluşturduğunu ve bu veritabanları sayesinde hem müşterilerini daha iyi tanıdığını hem de olası müşterilere dair isteklerin tahmin edildiği bilinmektedir. Enformasyon sistemlerinin öneminin her geçen gün artıyor olması insanı daha fazla merkeze alan yaklaşımları da beraberinde getirmektedir.

Markalar, antroposantrik yaklaşımlarını ilerleterek kendi müşteri kitleleri içinde müşteri kontrol mekanizmaları oluşturarak müşteri güdülerini analiz etmesi sonucunda hedef kitlesini genişletebilir. Müşterinin kendisini değerli hissetmesini sağlamak markanın hem müşterinin gözünde hem de müşterinin sosyal çevresi içerisinde prestijinin artmasını sağlayacaktır. Antroposantrik yaklaşımların git gide artıyor olması markalar arasında büyük bir “savaş”a da sebep olacaktır. İlerleyen yıllarda markaların felsefe, sosyoloji ve psikolojiden daha fazla faydalandığını izleyecek olmak beni şimdiden heyecanlandırıyor.

Ersin Aktaş

1) Şiir Sanatı, Erdoğan ALKAN, Tün Kitap

    Yeni başucu kitabım olan bu kıymetli eseri özellikle edebiyatçı genç arkadaşlara tavsiye ederim. Uzun süredir baskısı olmayan Şiir Sanatı, -aynı zamanda Mülkiyeli olan- şair ve çevirmen Erdoğan Alkan’ın takdire şayan dikkati ve tecrübesi ile okuyucuya doyurucu bir tat vadediyor. Tün Kitap, son zamanlarda bastığı güzel kitaplarla gündemde. Fakat mezkûr eserin nezdimde yeri ayrı. Şiire düşkün herkesin, edebi akımların kronolojik sıra ile anlatımını, Fransız yazınının Türk şiirine etkisini en iyi şekilde anlatan bu kitabı severek okuyacağını düşünüyorum.

2) Şiir Sanatı, Yaşar Nabi NAYIR -Salih BOLAT, Varlık Yayınları

     Tanpınar’dan Necatigil’e, E. Allan Poe’dan T. S. Eliot’a birçok meşhur şairin şiire dair düşüncelerinin derlendiği bu kitap ise 1948’de Yaşar Nabi tarafından yayına hazırlanmış. 2004’te ise Salih Bolat, deyim yerindeyse kitabı güncellemiş. 1940 sonrası akımları temsil eden şairlerin şiire değgin yazılarını eklemiş. Türk ve yabancı şairlerin önemli bir kısmının poetikaları hakkında kısa kısa da olsa bilgi veren Şiir Sanatı, adeta bir edebi çeşni oluşturmuş. Bu açıdan önem verdiğim bir kitap. Şiire dair fikirlerin hamasetten arınmış olarak derli toplu sunulduğu nadir eserlerden zannımca.

3) Etkilenme Endişesi, Harold BLOOM, Metis Yayınları

     Bir başka başucu kitabım olan Etkilenme Endişesi’ni özellikle şiirin felsefi arka planını merak edenlere salık veririm. Bloom’un “Altı Revizyon Kategorisi” olarak adlandırdığı süreci okurken anlamakta güçlük çekilebilir. Fakat bir şairin nasıl gerçek şaire dönüştüğüne dair ustaca yorumlar göreceksiniz. Özetle, şiirsel etkilenme sonucu şair olunacağını savunan Bloom, önemli bir Amerikan edebiyat eleştirmeni. Şiir tarihini mitolojik ögelerle kendine has bir üslup ile yorumluyor ve kitabın sonunda muhakkak çoğu hususta ikna oluyorsunuz. Mesela, “Yanlış Okuma” mefhumu… Daha fazla ayrıntıya girip ipuçları vermek istemem. Şiire ve poetikaya meraklı herkese öneririm bu zor eseri.

4) Poetika Dersleri, M. Orhan OKAY, Dergâh Yayınları

    Merhum Okay’ın meşhur kitabı Atatürk Üniversitesindeki muhtelif yıllarda verdiği seminerlerden teşekkül ediyor. Türkiye’de Poetika alanındaki en net çalışmalardan biridir. Cumhuriyet döneminin üç poetikası başlığıyla sınırlandırılmış gibi görünse de poetikaya ve şiir sanatına dair mühim soruların cevabı aranır bu eserde. Bidayette poetikanın basit bir tanımı yapılarak, Garip Akımı, Ahmet Haşim ve Necip Fazıl üzerinden aslında çok da uzun olmayan bir dönemin poetik fotoğrafı çekilir. Edebiyat öğrencilerinin zevkle, şiir severlerinse merakla okuyacağı hoş bir derlemedir. Orhan Hoca’nın şiire dair fikirleri olan önemli şairlerin iddialarını da nasıl ustaca çürüttüğüne tanıklık etmek isteyenler bu kitabı okumalı.

5) Uzamın Poetikası, Gaston BACHELARD, İthaki Yayınları

    Fransız filozof Bachelard’ın “Mekânın Poetikası” olarak da çevrilen meşhur eserini bu listede bir bonus olarak düşünün. Çünkü mezkûr eser aslında tam bir poetika yani şiir felsefesi kitabı değil. Daha çok zihnin analitik ve bilimsel yorumlarına felsefi bir pençe atma diyebiliriz. Neden önemsiyorum bu eseri? İmgeyi ve imgelemi en iyi anlatan kitaplardan biri çünkü. “Şairlere kulak vermek gerekir.” diyen Bachelard, şiirsel üslubuyla okuyucuyu tavlıyor.

6) Baudelaire’in Poe’su, Charles Baudelaire, Sel Yayıncılık

    Eski romantik yeni sembolist şair Baudelaire’in Amerikan edebiyatının muazzam ismi Edgar Allan Poe’ya olan hayranlığını hayranlıkla okuduğum ince bir kitap. Şairin toplumla ilişkisinin nasıl olması gerektiğine ve imgeleme dair önemli yorumları saptadığım için özellikle genç kardeşlerime tavsiye ediyorum. İmgelemi çok önemsiyorum. Bizzat şiirin özüdür, kendisidir imgelem. O yüzden bu kitapla hem vakit kaybetmeyecek hem de Avangardı tanıyacaksınız.

7) Poetikaya Giriş, Tzvetan Todorov, Metis Yayınları

    Bulgar asılı Fransız akademisyen Todorov’un Türkçeye ilk çevrilen kitabıdır bu. Birçok kez okuduğum bu kitabın dili biraz ağır gelebilir. Ama düşünce sınırlarını zorlaması ve poetikaya farklı bir bakış açısı getirmesi bakımında önemli görüyorum. Listede tavsiye ettiğim eserler aslında “şiir nedir” sorusunun değil “şiir ne değildir” sorusunun yanıtını veriyor, bu kitap ise bana göre “poetika ne değildir” sorusunun yanıtını. Bu eserde “Yapısalcı” görüşün kendi içindeki paradokslarını görmenizi isterim.

8) Poetika, İlhan BERK, Yapı Kredi Yayınları

    İkinci Yeni’nin kurucu şairi İlhan Berk’in şiire dair özgün, kısa, net ve vurucu kitabını, “coşkunun şiirde neden önemli olduğu” hususunda aydınlatıcı gördüğüm için listeye aldım. Modern şiirin poetikasını anlamak isteyenler için harika bir kitap. Hem şiirsel hem eğlenceli.

9) Yunus Emre Divanı, Ziya BAKIRCIOĞLU, Ötüken Neşriyat

     Yunus’u okumak Türkçeyi okumaktır. Her listede olmazsa olmazımızdır. Bizim için şiirde “kanon” olduğu için Yunus Emre Divanını her Türk gencinin okuması gerektiğini düşünüyorum. Türk şiirin “bütüncül poetikasını” çözmek istiyorsanız birkaç mühim isim vardır. Yunus, bunların başında gelir.

10) Han Duvarları (Toplu Şiirler), Faruk Nafiz ÇAMLIBEL, Yapı Kredi Yayınları

     “Poetika Önerisi” diye isimlendirilen işbu listenin sonuncusuna bir şiir kitabı iliştiriyorum. Poetika, şiirsiz okunmaz. Şiire dair meseleler bizzat şiirde halledilir. Faruk Nafiz, Türk şiirinin en maharetli ve en kusursuz isimlerinden biridir. Bu yüzden ilk sekiz sırada yer alan eserleri okuyan arkadaşlar son iki sırayı mutlaka okumalı ki kendi şiir evrenimizin şifrelerini çözebilsin.

Ne mutlu şiire sığınanlara! Esenlik dolu günlere kavuşmak dileğiyle…

Son yıllarda komplo teorilerinin kaynağı olan Türk Atlantik Gençlik Konseyi veya bilinen adıyla YATA Türkiye hakkında dolaşan iddialara karşı kamuoyunda oluşan merakın giderilmesi açısından kendimizi anlatma ihtiyacı hasıl oldu. Bu satırları yazdıktan kısa bir süre sonra YATA Türkiye, çevrimiçi genel kuruluyla yeni yönetim kurulunu belirleyecek. 52 üyeden oluşan teşkilatımız genel yıllık durumunu masaya yatıracak. Peki YATA Nedir?

1954 yılında NATO Sivil Diplomasi Bölümü (Public Diploamcy Division) teşvikiyle Brüksel’in askeriyesine ait bir sosyal tesisin içinde Atlantik Anlaşması Derneği (Atlantic Treaty Association – ATA) kuruldu. Bu STK’nin, NATO’nun siyasi ve sivil politikalarını belirlemek ve istişare etmek üzere üye ülkelerden akademisyen, gazeteci, iş adamları ve kanaat önderlerini bir araya getirmesi öngörülüyordu. Bu kapsamda tüm üye ülkelerde birer ATA Derneği (national chapter – ulusal bölüm) kurulması istendi. Türkiye’de ise 1965 yılında Dışişleri Bakanlığı’nın desteği ile Türk Atlantik Konseyi Derneği “ATA Türkiye” adıyla Ankara’da kurularak Atlantik Anlaşması Derneği bünyesinde Türkiye’yi temsile başladı. Yıllar içerisinde İhsan Sabri Çağlayangil, Haluk Bayülken, Oktay Ekşi, Orgeneral Muhsin Batur, Muammer Baykan, Nuri Birgi, Ferit Melen, Aydın Alacakaptan, Nihat Erim, Sadi Irmak gibi tanınan birçok gazeteci, asker ve siyasetçi bu kurum bünyesinde çalışmalarda bulundu. Bugün bile ATA Türkiye’nin üyeleri arasında cumhurbaşkanı danışmanlarından Prof. Dr. Mesut Hakkı Caşın, Prof. Dr. Nurşin Güney, Prof. Dr. Çağrı Erhan bulunmaktadır. Zaman içerisinde emekli diplomatların ATA Türkiye’de çalışmalarına devam etmesi bir gelenek hâlini aldı.

Kamuoyunda yakından tanınan Antalya Güvenlik Konferansları ise başka ülkelerden devlet başkanlarını ağırlayan, Türkiye’den de devlet düzeyinde katılımın olduğu etkinlikler hâlini almıştır. En son 2015 yılında Türk Atlantik Konseyi tarafından organize edilen Antalya Güvenlik Konferansı, dernek başkanımız Emekli Büyükelçi Sayın Ömer Akbel’in vefatından sonra gerçekleşmemiştir. 2015 yılındaki konferansta ise davetli dışişleri bakanlarının kol kola girerek “We Are The World” şarkısını söylemesiyle konferans dünya gündemine oturmuştu.

YATA kısmına gelecek olursak, 1985 yılında Danimarka Atlantik Anlaşması Derneği “Genç Atlantik Semineri” organize ederek STK’nin gençleşmesinin temelini attı. Atlantik Anlaşması Derneği ise 1997 tarihli Genel Kurulunda her ulusal bölümden bir gençlik teşkilatı kurması ve üyelerini 35 yaşına kadar bu bölümde değerlendirmesi yönünde tavsiye kararı verdi. Bu kapsamda Atlantik Anlaşması Derneği de, gençlik teşkilatlarının üst teşkilatını oluşturması amacıyla Genç Atlantik Anlaşması Derneği’ni (Youth Atlantic Treaty Association – YATA) kurmuştur. Türkiye’de ise bu dernek, 2005 yılında Türk Atlantik Gençlik Konseyi (YATA Türkiye) adıyla faaliyet göstermeye başlamıştır. 

2006 yılında Maslak Harp Akademileri’nde ilk uluslararası etkinliğini yapan YATA Türkiye, o yıllardan beri düzenli olarak “Turkish Atlantic Youth Seminar – TAYS” adıyla uluslararası etkinlikler düzenlemektedir. Sonuncusunu 2018 yılında düzenlediğimiz TAYS 2018 Konferansı’nda “Hibrit Savaş” kavramı ele alınmış, 30’dan fazla yabancı akademisyen ve gazeteciye PKK, FETÖ başta olmak üzere terör örgütlerinin kullanmakta olduğu hibrit ve psikolojik savaş enstrümanları anlatılmıştır. Burada amacımız şuydu: Ülkemiz özellikle FETÖ konusunda yurt dışında kendisini anlatmada zorlanıyordu, biz de bunu misafirlerin anlayacağı dilde yani NATO’nun yıllardır gündeminde olan Hibrit Savaş çerçevesinde anlatmaya karar verdik. Katılımcılardan oldukça olumlu geri dönüşler aldık.

Etkinlik dışında ise ülkemizde yaşanan olağanüstü gelişmelerle alakalı olarak yurt dışındaki NATO PA üyesi milletvekillerine, ATA/YATA temsilcilerine, NATO yetkililerine konuyla alakalı kendi bakış açımızı ortaya koyduğumuz mektuplar gönderiyoruz. Bunu, eski başkanımız 15 Temmuz sonrasında FETÖ tehlikesine dikkat çekmek için başlattı. Sonrasında benim dönemime gelindiğinde ise Zeytindalı Harekâtı arifesinde YPG’nin uluslararası örgüt raporlarına giren insan hakları ihlallerine dair bir belge hazırlanıp gönderildi ve TSK harekâtının hukuki dayanakları anlatıldı.

Sadece Türkiye değil, diğer ulusal bölümler de yıllık seminerlerini yapıyorlar. Almanlar her yılın ekim ayında, Norveçliler şubat ayında, Portekizliler ağustos, İspanyollar eylül ayında kendi ülkelerinde geniş katılımlı seminerler vererek ittifakın bölgesel ve küresel gündemini ele alıp politika önerileri geliştiriyorlar. Özellikle Alman Atlantik Anlaşması Derneği’nin düzenlediği Gençlik Konferansı’nın sonuç bildirileri doğrudan doğruya NATO’da karar alıcılara sunulacak cinsten ciddi şekilde ele alınıyor.

2020 yılı için planladığımız etkinliğimiz Çin Virüsü’nden kaynaklı tedbirler sebebiyle iptal edildi. Ancak en yakın zamanda yeniden organize etmek için gayret gösteriyoruz. Özetle, iç politikaya dair bir çalışmamız olmadığı gibi içeriye yönelik bir etkinliğimiz de olmuyor. Bu STK, özünde sivil diplomasi yapmak üzere kurulmuş olup kuruluş amacına bağlıdır. Özellikle AKP iktidarının yıllar önce ülkenin lobicilik/sivil diplomasi faaliyetlerini FETÖ’cülere teslim etmiş olması sebebiyle 15 Temmuz sonrası Türkiye’si bu alanda oldukça zor durumda kaldı. Kendimizce kısıtlı imkânlarla sivil diplomasi alanında gönüllü faaliyetlerle ülkemize hizmet etmek için çabalıyoruz.

Karanlık komplo teorilerinin arka planında üyelerimizin kim olduğu, kimler tarafından finanse edildiğimiz gibi sorular da merak edilmekte. Öncelikle üyelerimiz 30 yaş altı Hukuk, Ekonomi, Uluslararası İlişkiler, İletişim ve Siyaset Bilimi Bölümü öğrencisi veya mezunu gençlerden oluşuyor. Üyelerin ezici çoğunluğu hâlen öğrenci. Biz kendilerine bir diplomasi tecrübesi sunuyoruz. Öğrencilerin Model United Nations simülasyonunun gerçeğini tecrübe etme fırsatı veriyoruz. YATA International Genel Kurulları, bazı ulusal bölümlerin karar alıcılara ulaştırılacak kararlara varılan etkinlikleri gerçekten diplomatik görüşmeler havasında geçiyor.

YATA Türkiye’nin yöneticilerinin uzun süre boyunca Dışişleri Bakanlığı’na girmesi bir gelenekti. Önce akademisyenliğe bir yönelim oldu sonrasında özel sektörde kalmayı tercih ettiler. Kendi açımdan, çocukluğumdan beri Dışişleri Bakanlığı’na girme gibi bir hayalim vardı ancak hayat beni şu anlık avukatlık mesleğine yönlendirdi. Ben de diplomasiye olan merakımı bu alandaki faaliyetlerimle gideriyorum. Dışişleri Bakanlığı’nda kariyer hedefleyen arkadaşların YATA tecrübesinin, bakanlık nezdinde değerli olduğunu biliyoruz.

Finansman kısmı ise karışık. Yakın zamana kadar ATA Türkiye yönetim kurulu üyesi Prof. Dr. Mustafa Aydın, Kadir Has Üniversitesi’ni fiziksel olarak kullanmamıza imkân sağlıyordu. Rektörlüğü bıraktıktan sonra bir süre daha devam ettik ancak sonrasında yönetim kurulu üyesi arkadaşların ofislerinde toplanmanın daha rahat olduğunu gördük. NATO Sivil Diplomasi Bölümü proje bazlı olarak yapılacak etkinliklere fon vermekte, yurt dışı seyahatlerimiz için ise ev sahibi olan ülke birçok masrafı üstlenmektedir. Üstlenilmeyen masraflar ile ilgili olarak da Dışişleri Bakanlığı’ndan bütçe talep etmekteyiz. 

Sonuç olarak YATA hakkında dolaşan kontragerilla yapılanması olduğu, içeride algı operasyonları yürüttüğü, siyasi partilere yön verdiği, etki ajanları yetiştirdiği gibi asılsız ve uçuk komplo teorileri ile uzaktan yakından alakamız bulunmamakta olup  tüm faaliyetleri şeffaf olan ve denetlenen bir yapıyız. 1965 yılından beri var olan oldukça değerli isimleri aramızda bulunduruyoruz. Bu saldırılar son 3 yıldır var. Kimi odaklar birtakım siyasi partileri yıpratmak için hakkımızda dezenformasyon üretirken kimi odaklar ise Türkiye’nin demokratik hukuk devletleri arasındaki eksenini değiştirmek için bizi kullanarak dezenformasyon yayıyor. Türkiye’nin içinde bulunduğu siyasi bunalımın geçeceğine inanıyor ve bu saldırılara karşı güçlü duruyoruz. Neticede akademik camia, sivil toplum ve devlet nezdinde yaptıklarımız takdirle karşılanıyor. 

| Emir A. Gürbüz

Türkçe, kendisinin bir “ideoloji malzemesi” olmadığını ve olmaması gerektiğini söyleyenlerin rağmına Türkiye’deki siyasî kutuplaşmanın kendisinde mükemmelen tecelli edebildiği tek yapı olmayı sürdürüyor. Dilin taşıdığı bu politize olmuşluk yeni bir vakıa da değil. Türkçenin, sadeleşmeye dair özlemlerin başladığı ilk andan itibaren yenilik arzusu taşıyanlarla muhafazakârların arasında açılmaya başlayan makası takip ederek farklı yönlere seyrettiğini gözlemlemek mümkün. Suavi’nin “aşı”sıyla muhafazakârların “telkih”i, Sâmi’nin “gök”üyle sair gazetecilerin “sipihr”i, Gökalp’ın Türk mantığıyla ürettiği tamlamalarla eski tip terkipler, Seyfettin’in öyküleriyle Ali Ekrem’in “Lisan-ı Osmanî”si arasındaki çatışma yakın tarihimiz boyunca devam ediyor; bir aralık işin içine “ussal, kılgısal, baysal” gibi kelimelerin girmesiyle bu çatışmanın şiddetlendiğini ve karşı tarafın da hücûma geçerek hemen hepsi “m” ile başlayan söz varlıklarına sandıktan yeni çıkmış birçok eski kelime eklediklerini görüyoruz. Bu kavganın yavaş yavaş durulmaya başladığı, hatta günümüzde neredeyse bittiği düşünülebilir fakat öyle değil. Neredeyse aynı şeyi imliyor olmalarına rağmen “çağdaş” ve “muasır” kelimeleri biri diğerinin yerine kullanılamayacak ölçüde bazı “mahalle”lere aidiyet kesbetmiş durumdalar. “Çağdaş uygarlık” lafını tiksindirici bulacak bünyeler, “muasır medeniyetler seviyesi”ne ulaşmayı bir ülkü olarak edinebiliyorlar. “Allah’ın nayeti” ile “tanrısal kayra” aynı şeyi söylemek için kullanabileceğimiz iki ihtimal olmaktan çoktan çıktı, bunlardan birini ötekine tercih edişimizin altında durduğumuz yere dair ipuçları bulmanın mümkün olacağı inancı hemen herkese hâkim. Fakat Türkçenin politik kullanımı onun yarattığı ayrılıklardan -belki en büyüğü fakat- sadece bir tanesi. Oysa dilin bir de statülere göre dizayn edilmiş ikinci bir ayrışma sahası var. Ki bu dilde “yanlış kullanım” diye adlandırdığımız aksaklıkların ortaya çıkışında oldukça önemli bir etken.

Dil ile statü arasındaki ilişki tarihin hemen her devrinde kendini gösterir. Ekonomik ve toplumsal sınıflar arasında yapılacak her gezintide yalnız hayat şartlarının, kıyafetlerin, değer yargılarının değil dilin kendisinin de -bazen tanınmaz denilebilecek ölçüde- değiştiği görülür. Sınıflar arası geçişler zorlaştığı ölçüde bu dil farklılıkları da artar. Sadece kan bağıyla dahil olunabilecek bir sosyal sınıfa yükselmek de o sınıftan aşağı düşmek de mümkün olmadığı için asiller, coğrafya fark etmeksizin, bu dil farklılaşmasının en önemli temsilcileri konumundadırlar. Bazı kelimeler zaman içerisinde “ayaktakımı”na terk edilir ve onları kullanmak kabalık alameti sayılır, bunların yerini o sınıfa mahsus birtakım başka sözcükler alır ve bunlar da diğer sınıflarla paylaşılmaz. Asillerin iktidarı sarsılmaya başladığı andan itibaren kaybettikleri diğer imtiyazlarla beraber bu kelimeler üzerindeki tahakkümlerinden de feragat etmek zorunda kalırlar, saray çevresinin ıstılahları okumuş-yazmış yeni bir sınıfın söz dağarcığına katılır. “Söz”ün bunca önemli olduğu dinî çevrelerde – çünkü Tanrı söz aracılığıyla irtibat kurar- de durum değişmez. Hemen her tarikatın kendisine mahsus deyimleri, söyleyiş biçimleri vardır. Kapı “kapatılan” bir şey değildir, “örtülür”; ölü “gömülmez”, “sırlanır”, “Nasılsınız?” diye sormanın sıradanlığını “Âfiyettesinizdir inşallah”ın cümbüşü alır. Fakat gün gelip de hemen her ilginin birbirine karıştığı, sınıfsal farkların varlıklarını korumakla beraber (hatta bu farklar şiddetlenmekle beraber) daha az vurgulanan bir hâle geldiği, orta sınıf diye adlandırılan kitlenin alabildiğine çoğaldığı modern dünyaya erişildiğinde bütün bu dil ayrılıkları da silinmeye başlar. Lakin bu sefer ortaya çıkan sıkıntı dilin yanlış kullanımını doğurur. Asırlar boyu öyle konuşmaya alışmış sınıfların bu söyleyişler üzerindeki imtiyazı ortadan kaybolduğu ölçüde, öyle konuşmaya hiç de alışmamış birçok sınıftan birçok insan enteresan bir karmaşaya sebebiyet verirler. Dilin bu türlü kullanımı Lampedusa’nın Leopar romanındaki bir sahneyi çağrıştırır: Bir burjuva frak giyerek bir asil malikânesine akşam yemeğine gider fakat bu kötü kesimli frak herkesi güldürür. Bugün insanların kestikleri dil çoğu zaman kendilerini komik göstermeye yeterli gelmektedir.

Bir aralık bir röportaj videosu izliyordum. Röportaj yapılan kişi tasavvuf çevrelerinde bulunmuş orta yaşlı bir hanımdı ve kendisine bu çevrelerde edindiği anılar ve benzeri sorular soruluyordu. Konuşmanın hemen başlangıcında ilgili hanım dünyaya gelişini şöyle anlattı: “1960 tarihinde dünyaya teşrif etmişim.” Bu cümle gözüme dilin “statü”ye uygun kullanımının ve bunun yarattığı sorunların kusursuz bir izahı gibi göründü. Süreç muhtemelen şöyle işlemişti: Bu kadın -daha önce bahsettiğimiz üzere- dil hakkındaki inceliklere önem verilen bir sosyal yapıya mensuptu, dolayısıyla “1960 senesinde dünyaya geldim.” cümlesini kuramayacak kadar sofistike bir lisan kullanması gerektiği kanısındaydı. Çevresindekilerin tasavvuf adabına uygun olarak birinin gelişinden “teşrif etmek” şeklinde bahsettiklerinden de haberdardı. Bu kelimeyi irdeleyip kurcalamadığı için “bir yeri teşrif etmek” şeklinde kullanılması gerektiğini hesaba katmamıştı. Türkçede bir “yere” gelindiği için, yine bir “yere” teşrif edildiğini düşünmekte mazurdu. Fakat işin en sıkıntılı tarafını bunu yüzünde son derece ulvî bir alçakgönüllülük ifadesiyle söylemesi oluşturuyordu. Muhtemelen kendilerinden “fakîr”, evlerinden “fakirhane” diye bahseden, yani durmaksızın mahviyet gösteren çevresindekilerin kullandığı bu “teşrif etmek” kalıbını da bir tevazu ifadesi sanmıştı. Oysa hakikatte “şereflendirmek” mânasına gelen bu kalıp değer verilen kimseleri övmek için başvurulan bir fiildi. Sonuçta tevazu gösterme arzusu, büyük bir büyüklenme ifadesine dönüşmüştü. “Ben” demeyi ayıp sayan bir yapının mensubu olarak “1960 senesinde dünyayı şereflendirdim.” gibi kolayca kibirle ilişkilendirilebilecek, hayli megaloman bir tınısı olan bir cümle kurmuş oldu. Fakat Osmanlıca, Osmanlı Türkçesi, eski Türkçe -ne diye adlandırırsanız adlandırın- kelimeler kullanması gerektiği ön kabulüyle hareket eden ve pot kıran tek kişi bu kadın değil. İnsanlığın bu grubuna dahil olan, daha doğrusunu kendisini zorla bu gruba dahil eden bir dolu insan daha var: İskender Pala okuyup divan edebiyatına merak salanlar, eski olaylarla uğraştıkları için eski dile de hâkim olmaları gerektiğini düşünen tarih öğrencileri, dil hakkında hemen hiçbir fikirleri yokken Dil Devrimi’ne muhalefet etmek isteyen bildiğimiz muhafazakârlar ya da bir moda olarak tradisyonalizme gönül vermiş sosyal medya profilleri… Bütün bunlar ve daha çokları eski kelimeler kullanmak konusundaki umutsuz bir çabanın etrafında birleşmiş durumdalar. Yanlış kullanılan şapkalar, yerli yersiz kullanılan kelimeler, Osmanlı Türkçesi bir sözlük alarak içinden seçtiği kelimeleri uygun düştüğünü sandığı boşluklara doldurarak cümle kurma oyunu oynayanlar insanların kendilerini yazarak ifade ettikleri sosyal medya platformlarının artık sıradanlaşmış manzaraları, haydi bu arkadaşların gönülleri olsun, “vaka-yı âdiyye”si arasına karışmış vaziyette. Hepsinin de temel sıkıntısı, konuşurken asla akıllarında belirmeyecek kelimeleri yazarken kullanmak isteyişleri ve bunun bir dil garabetinden başka hiçbir sonuç yaratmaması. “Alçakgönüllü” kelimesi esas alınarak “mahviyetli” gibi bir kelime üretebiliyorlar, bunun yalnızca “mahviyet sahibi” olarak ifade edilebileceğinin farkında değiller ve olmalarına da imkân yok çünkü mahviyet gündelik hayatlarının bir parçası değil, o sadece kendilerinde vehmettikleri statünün dilsel karşılığını kurabilmek için yararlandıkları bir araç.

Türk toplumu bir müddettir dilin politize olmasının ve kelimelerle kavga edilmesinin yersizliğinin farkına varmış gibi görünüyor. Her ne kadar bu iki durum bizde iki yüz yıllık tarihe sahip bir itiyat hâline dönüştüğü için onlardan henüz kurtulamamış olsak da en azından bu konuda bir mücadele vermemiz gerektiğinin farkına varmış gibi görünüyoruz.

Oysa dilin siyasî konuma göre farklı kullanılmasının yarattığı sorunlar dilin kendisinin tahribatına değil onda bir ikilik oluşmasına sebep oluyor. Öte yandan dilin statüye göre kullanımı Türkçenin kendisine ilişkin bir dizi probleme yol açıyor. Dolayısıyla “şehir” kelimesinin de “kent” sözcüğünün de lanetlenecek şeyler olmadıkları kadar, kimsenin hiçbir sebeple belli tarzda bir Türkçe konuşma mecburiyeti taşımadıklarını hatırlatmak da bir görev hâlini alıyor. En nihayetinde dile yapılabilecek en büyük hizmet onu doğru kullanmaktır. Bunu yapabilmenin yegâne yolu da bildiğimiz kelimeleri kullanmaktan geçer. Aşinası olmadığımız tedavülden kalkmış eski kelimeleri ya da tedavüle girememiş yepyeni kelimeleri kullanarak edinebileceğimiz ya da sergileyebileceğimiz bir statü yoktur, aksine bu kullanımlar o kelimeleri bilenler nazarında kendimizi küçük düşürmekten başka hiçbir işe yaramaz. Dolayısıyla her Türk’ün bildiği Türkçeyi konuşması gerekliliği, özellikle kendimizi pazarlamaya bunca teşne olduğumuz sosyal medya göz önüne alınırsa, vurgulanmaya değer bir husustur. Cumhuriyetin ilk yıllarından kalma eski bir slogan vardır: Vatandaş Türkçe Konuş. Bu slogan yeni kurulmuş bir ulus devletin kendi resmî dilini bilmeyen azınlıklarına karşı yaptığı bir uyarı niteliğindeydi, yüzüncü yılına yaklaşmış Türkiye’nin artık böyle bir uyarıya ihtiyacı kalmadı. Fakat bu sloganın bir kelime eklenmiş versiyonuna hâlâ ihtiyaç duyduğumuz söylenebilir: Vatandaş Bildiğin Türkçeyi Konuş.

Doğukan ORUÇ

Gençlik, insan yaşamında çocukluk ve yaşlılık arasında kalan bir kısımdır. Gençlik her millet için çok önemli bir kuvvet ve çok önemli bir potansiyeldir.

Öğrenme, yaşam boyu devam eden bir süreçtir. O yüzden yetişkinlikten çıkıp yaşlılığa adım atsak dahi öğrenmeye açık olduğumuzu söylemek isterim. Burada sizlere bahsettiğim gibi sizinle bir yaşıtınız olarak düşüncelerimi aktarmak isterim.

Türkmen genci kimdir? Türkmen varlığını sürdürmeye, vatanını, milletini, geleceğini düşünen, bilinçli ve sorumluluk alabilen, iyi yetişmiş, zor şartlarda dahi Türk kimliğinden vazgeçmeyen bir Türk gencidir. Gururla Türk olduğunu dile getiren ve bununla övünen kişilerdir.

Türkmenler sürekli zorlu mücadelelerden geçmişlerdir. Bizlere düşen en önemli ve olması gereken ise geçmişte yaşanan mücadeleleri, zorlukları ve tarihimizi bilmek. Türkmeneli’nin asıl kimliğini bilmek, kim olduğunu okuyup anlamak çok önemli. Bizler genç nesil olarak ve gelecek nesillere kimliğimizi aktaracak bireyler isek bize düşen en önemli görevlerden biri de, kimliğini bilen bir Türkmen genci olmaktır.

Türkmenler yıllar boyunca zor mücadeleler atlatmış, yeri gelmiş hırpalanmış, yeri gelmiş hor görülmüş fakat asla kimliğinden vazgeçmemiş. O zaman, aynı mücadeleyi sürdürmek boynumuzun borcudur. Çok uzak değil babalarımız, dedelerimiz ne zorlu günler yaşamış ne zorlu yolları aşmış bizler de içinde bulunduğumuz günleri geride bırakarak güzel günler göreceğimiz vakitlere inanmalı ve birliğimizi diri tutmalıyız.

Bahsettiğim gibi, Türkiye ile Türkmeneli coğrafyasında tabii ki kültür farkı çok, ama gelişmemiz, yenilenmemiz, özgür düşünceye sahip olmamız -nerede olursak olalım – imkansız değil.

Genç arkadaşlarım peki nasıl düşünüp nasıl hareket etmeliyiz?

İlk önce hiçbir zaman kendimizi yetkin ve donanımlı hissetmeyip sürekli gelişime açık bireyler olmalıyız. Gerçekçi hayallerimizden sakın vazgeçmeyelim. Elimizden geldiğince yeni fikirler üreterek milletimize hizmet etmek için çaba gösterelim.

Türkmen genci bu noktada neler yapmalı? ilk başta genç kendini tanımalı, hangi alanlara ilgi duyuyor, hangi alanlara yönelmek istiyor bunları bilmeli. Genç kendi istekleri doğrultusunda alanını seçip yönelmişse ne güzel. Herkes kendi ilgi alanına göre sevdiği, becerebildiği şeylere göre başarı elde eder ve kendini daha da geliştirme fırsatı sağlar. Zaten insan çevresine, başkalarının ve kendisinin yaptıklarına anlam vermek, yorum getirmek ve düşünmek zorundadır.

Türkmen genci ne ister?

  • En başta fırsat verilmesini bekler ve ister. Bildiğiniz üzere içe vuruk ve dışa vuruk kişilik türleri vardır. O yüzden gençlerimize her anlamda fırsat verilirse ellerinden gelen desteği yardımı göz önünde bulundurarak fırsatları iyi değerlendirilebilir. Bir anlamda kendilerini verilen fırsatlar doğrultusunda gösterebileceklerini inanıyorum.
  • Motive edilmek ister. Bazen olumsuz ifadeler insanın başarıya ulaşmasında hırs yapmasına sebep olabilir. Fakat, olumsuz ifadeleri sürekli duymak da, diğer yandan kötü etkileyip yapabilecekleri şeylerden vazgeçebilirler ya da başarısız olacaklarına kendilerini inandırırlar. O yüzden motive edilmek insanı çok rahatlatır. Güzel sözler duymak, anlaşıldığını, dinlendiğini hissetmek kişiye güç verir.
  • Genci, istekleri doğrultusunda yönlendirmek de çok önemlidir. Burada anlatmak istediğim, bireyin kendi okulunu seçmesinde ailesinin karar vermesi gibi. Kişi kendi isteklerini kendisi seçmelidir.

Örneğin; İlgi ve becerilerim doğrultusunda bana uygun meslek seçmek istiyorum. Bunun için gidip başkalarının fikrini alırsam sizce doğru olur mu? Tabii ki olmaz. Doğru olanı işin uzmanlarına danışmaktır. Doktor mu olmak istiyorsun? O zaman bir hekimle görüşüp mesleğin hakkında bilgi alabilirsin ya da herhangi bir meslek grubuna yönelik bu tercihler olabilir. Ya da ilgi ve yeteneklerine yönelik bir meslek seçimine yönelik danışmanlıklar ya da internette kendinde uygulayabileceğin mesleki envanterler var.

Burada bahsettiğim bir meslek örneğiydi. Gençlerimiz bazen başkalarının baskısı altında kalabiliyor. O yüzden yetişkin bireylerden tek ricamız eğer bilgi birikimimiz varsa gençler olarak doğru yönlenmek hakkımızdır.

  • Milli şuur anlamında halen eksiklik gösterdiğimiz konular var. Tabi ki ben de bu konuda yetkin değilim ama öğrenmeye, okumaya, fırsat buldukça, büyüklerimizin konferanslarına katılarak ya da kitaplarını okuyarak öğrenmeye çalışıyorum. O yüzden gençlerimize yönelik Türkmeneli hakkında milli bilincin oluşması için yeterli kaynak ve imkanların sunulmasını dilerim. Daha çok bilgi bize bir düşünce kazandırır, düşünceler ise ufkumuzu genişletir. O yüzden eksikliklerimizi çok geç olmadan tamamlayalım. Sizlere de olabildiğinden fazla düşünmeyi, sorgulamayı ve merak etmeyi bir görev haline getirmenizi isterim.

Okuduğumuz okullar artık bize artı bir şey katmıyor. Bizim kendimizi geliştirmemiz bu noktada çok önemli, bir mesleğimiz oluyor evet ama artık bu yeterli olmuyor. İşe alınacağımız zaman yanında yapabildiğimiz ek kabiliyetlerimiz, zamanla yarış içerisinde oluşumuz, takım halinde çalışmaya uygun olup olmadığımız, aklınıza gelmeyecek her şey isteniyor.

Dünya çok adaletsiz genç arkadaşlarım, haksızlığa karşı duramadığımız bir dünyada bizler birlikte olmalıyız. Yeri geldiğinde bu haksızlıklara karşı susmamalıyız, bir kişiden bir şey olmaz deme o bir kişi birçok şeyi değiştirip yön verebilir. Kendini hiçbir zaman küçümseme, yeri geldiğinde ayağını yere vurabilen biri olmalısın. Yeri geldiğinde ise olayları izleyip sessiz olmasını bilmelisin. Türkmen genç nüfusu donanımlı ve eğitim seviyesi yüksek bireylerden oluşmaktadır. O yüzden genç; bir ülkenin geleceğini kuran, değişimi başaran, korkusuz olan, yaşamak istediği dünyanın temel taşlarını kendisi koyan ve kendisi şekil verendir.

Birlik ve beraberlik içerisinde olmalı, zor zamanlarımızda kenetlenmeyi bilmeli ve birimizin bir yanlışında onu küçümsemek yerine onun yaptığı yanlışı düzeltmede yanında olmalıyız. Kişilere karşı en ufak bir etiketlemelerden kaçınmalıyız.

Kadınlarımıza gelince, tüm dünyada kadınların önemli rolleri var. Bizler dünyanın bir parçasıyız o yüzden görev almaktan çekinmemeliyiz. Kendimizi hak ettiğimiz yerlerde görmeliyiz. Türkmeneli için nasıl faydalı olabiliriz bunlar için nasıl çaba göstermeliyiz. Bunları bilmemizde fayda vardır. Sakın kendini küçümseme, ”Benim yapacağım bir şeyle ne olur?” deme. İnancın doğrultusunda milletin için gösterdiğin çaba kimse ne yaptığını bilmese dahil sen milletin için faydalı bir şey yaptıysan için rahatsa dünyanın en güzel hissine kapılacağının bir garantisini verebilirim. Türkmeneli’yi temsil etmekten hiçbir zaman utanma ve kendini sakın küçümseme. Bizler doğru yolda olduğumuz sürece arkamızda duran ve bizi destekleyenler hep olacaktır.

Son sözlerimi burada noktalıyor ve şu cümlem ile bitiriyorum. Biz Türkmen gençlerinde olan inanç, tutku, sevgi ve ahlak oldukça Türkmeneli’nin biz gençler sayesinde refaha sahip olacağına inanıyorum.

Bir başka yazımda görüşmek dileğiyle. Sevgiler.

İpek Elif Yahyaoğlu

*İlk olarak Kerkük.net’te yayımlanmıştır.

Bölüm 1: İnsanlar ikiye ayrılır. İnsanları en iyi tanımanın yolu onlarla yolculuğa çıkmaktır derler. Bu elbette ki iyi bir yoldur fakat daha zevkli bir yolu daha vardır: oyun oynamak. Bir iskambil destesi düşünün, destenin tamamını boş verelim, sadece aslar (1’ler) ile bir oyun oynayalım. Bu 4 kağıdı karıştırıp kapalı olarak önünüze koyayım ve 1 kart çekmenizi isteyelim. Ben köylüyü severim, eğer köylüyü temsil eden sinek açarsanız (bilmeyenler için yoncayı andırır), yani sinek as gelirse ben kazanırım. Eğer diğer kartlardan biri gelirse siz kazanırsınız. Eğer siz kazanırsanız size 100 lira veririm.
Eğer ben kazanırsam bana hiç borcunuz yok ama size hiç para vermem. Böyle çok eğlenceli bir oyun olmadı. İşleri biraz daha ilginçleştireyim. Bu oyunu oynamadan önce bana bir teklif sunmanızı istiyorum ve eğer beni ikna ederseniz o miktarda parayı size
vereceğimi taahhüt ediyorum. Burada göz önünde bulundurmanız gereken şey şu: sizin kazanma ihtimalinizin %75 olduğunu biliyorum. Yani “Eğer bana 100 lira verirsen oyundan
çekilirim.” demenizi kabul etmeyeceğimi veya “Eğer bana 1 lira ver bu iş huzur içinde çözülsün.” teklifinizin üzerine atlayacağımı göz önünde bulundurmanız gerekiyor. %75 olasılıkla 100 lira %25 olasılıkla 0 lira kazanacağınız bir durumun içerisine girmeden, %100 oranla kaç para istediniz? Direkt olarak 75’i mi isterdiniz? 60 sizin için makul mü?
Yoksa 90’dan aşağısı kurtarmaz mı diyorsunuz? Teklifiniz ne olurdu?
Bu durumu bir de %75 ihtimalle 1000 lira kazanacağınız şekilde düşünün. Bu durumda teklifiniz kaç para olurdu? Yani demin oynayacağımız oyunda, eğer doğru kartlardan birini
seçerseniz, size vereceğim parayı 10 katına çıkaracağımı söylüyorum. Bu durumda oyunu oynamamak için kaç para teklifte bulunurdunuz?
Peki ya parayı biraz daha arttırsak %75 ihtimalle 10000 lira kazanacak olsanız. %25 ihtimalle 0 lira kazanacak olsanız oyunu oynamadan kaç paraya razı olurdunuz? Mesela 3.000 sizin için yeterli mi? Bütün bu sorular aslında sizi ayırmak için soruldu: ikiye. Çünkü insanlar ikiye ayrılır. Risk alanlar ve riskten kaçınanlar. Ben riskten kaçınmam mı diyorsunuz. Tebrikler, Dünya’daki
küçük bir azınlığın içerisindesiniz.

“Beklenen Değer: Olası Kazanç (Kayıp) * Kazanç (Kayıp) Olasılığı”

Peki oynadığımız oyuna göre risk alan mı yoksa riskten kaçınan mı olduğunuzu nasıl anlayacaksınız? Eğer sizin bana teklifiniz beklenen değerin üzerindeyse; örneğin, 80 lira ver ben bu oyundan çekileyim diyorsanız, sizin için 75 liranın (100 * %75 = 75 lira) eşdeğerliği 80 lira oluyor ve siz risk almayı seven bir kişi oluyorsunuz. Veya misalen sizin teklifiniz 60 liraysa, yani sizin için beklenen değerin, 75 liranın eşdeğeri 60 lira ise, siz riskten kaçınan bir insan oluyorsunuz. Tabii bir opsiyon daha var, teklifinizin 75 lira olması. O zaman da riske duyarsız oluyorsunuz, pek insan işi değil gibi. Daha makinece bir yaklaşım. Tam olmadı mı? Hadi gelin bu işi net bir çerçeveye oturtalım. “Var mısın? Yok musun?” isimli yarışma programını hatırlıyor musunuz? Kutuların açıldığı, tekliflerin havada uçuştuğu, 10’dan
geriye sayımlar yapılarak gerilimin arttırıldığı yarışma. Hatırladınız sanıyorum. Orada yarışmacı olduğunuzu ve son iki kutu kaldığını düşünün. Sizin kutunuz ve açılmamış bir kutu. Geriye kalan meblağlar 500.000 lira ve 1 lira. Hamdi Bey’in teklifi ise tamı tamına 120.000
lira. Sizce de %50 ihtimalle 500.000 lira kazanma ihtimali varken biraz düşük bir teklif değil mi? Ver 300’ü bu iş huzur içerisinde çözülsün mü diyorsunuz yoksa bu miktarda meblağ sizin için yeterli mi? İşte bu teklifi reddedip kutunuza gidiyorsanız risk almayı seven bir insansınız. Yok ben bunu riske atamam kimsecikler de kusuruma bakmasın diyorsanız siz riskten kaçınan bir insansınız.
Tabii ki bir insanın her zaman risk alan veya her zaman riskten kaçınan olması çok mümkün değil. Bazı insanlar olası kazanç durumlarında bazı insanlar ise olası kayıp durumlarında risk alan bir profilde olabilir. Kazanılacak miktar arttıkça risk alan bir profilden riskten kaçınan bir profile dönüşebilirsiniz. Oynadığımız oyunda sizin profiliniz nasıldı, risk mi aldınız yoksa riskten kaçındınız mı?
Bölüm 2: Sayısalı Bulduğun Hafta Köpekbalığı Saldırısına Uğramak.

-İşbu bölüm kral bir Nobel Ödülü olan “Prospect Theory’yi” konu alır. –
Bir önceki bölümde insanların ikiye ayrıldığından bahsetmiştim. Hatta nasıl risk sever veya riskten kaçınan olduğunuzu hesaplayabileceğinizi de kısaca anlatmıştım. Oyun oynamayı
sevdiyseniz eğer biraz daha oyun oynamaya devam edelim. Size borcu olan bir insan düşünün. Diyelim ki benim size 3000 lira borcum olsun. Size 3000 lirayı direkt olarak verebilirim. Ama içerisinde 8 mavi top 2 de kırmızı top bulunan bir kaptan top çeksek mavi top çekersek size 4000 lira versem; kırmızı top çekersek ise hiç para vermeyeceğim bir opsiyon sunsam hangisini tercih edersiniz?(Yani %80 olasılıkla 4000 liranız olacak %20 olasılıkla para alamayacaksınız.) Direkt olarak parayı vermemi mi istersiniz yoksa
top mu çekeriz? Peki tam tersini düşünelim sizin bana 3000 lira borcunuz olsun ve yine top çekme opsiyonunu da dahil edelim. Eğer mavi top çekersek 4000 lira verirsiniz. Yani eğer top çekersek %80 olasılıkla 4000 lira vereceksiniz %20 olasılıkla da borcunuz hiç para vermeden silinmiş olacak. Sizin tercihiniz ne olur? Kahneman ve Tversky de insanların kayıp ve kazanç durumunda hangi duruma dahil olduklarına bu gibi örneklerle bakmışlardır.
Daniel Kahneman – (1934 – )

Evet, insanlar ikiye ayrılırlar fakat kayıp ve kazanç durumlarında genelde farklı davranışlar
sergilerler. “Prospect Theory”nin öne sürdüğü şeylerden biri budur. İnsanlar genellikle kazanırken, kazanma durumlarında risk almayı sevmezler. Bunu; kazanırken, “ya elimdekinden de olursam” korkusu ile kaybederken ile “battı balık yan gider” serkeşliği ile açıklayabiliriz.
Karantina günlerinde evde kapalı kalmak herkesi yıprattı. Herkesin biraz uzaklaşıp kafasını dinlemek istediği bir tatile ihtiyacı var. Peki size şöyle bir şey önersem ne dersiniz?

İngiltere, İskoçya ve İrlanda tatili.

Biraz kafa dinlemek için sizi 2021 yılında bir tatile göndermek istediğimi farz edelim. Yukarıda
belirtilen 3 ülkeye gidebileceğiniz bir tatil ama 2 tane opsiyon var:

  1. Opsiyon: Yazı-tura atarız ve eğer seçtiğiniz taraf gelirse sizi 3 haftalık İngiltere-İskoçya-
    İrlanda tatiline gönderirim.
  2. Opsiyon: Yazı tura atmak gibi bir riske girmezsiniz ve sadece 1 haftalığına İrlanda’ya
    gidersiniz.
    Hangi opsiyonu seçmek istersiniz?
    Tabii ki size sadece ada tatili yaptıracak değiliz. Temmuz’da yaptığınız tatilin ardından bir de
    Ağustos’ta Kıta Avrupası tatili var.

İtalya, Fransa ve İspanya tatili.

Burada da seçebileceğiniz 2 opsiyonunuz var.

  1. opsiyonunuz; 3 haftalığına İtalya, Fransa ve İspanya tatili ve bunun size çıkma ihtimali %5.
  2. opsiyonunuz ise 1 haftalığına Fransa tatili ve size çıkma ihtimali %10. Peki burada seçiminiz
    ne olurdu?

Kahneman ve Tversky de aynı soruyu sormuşlar ve İngiltere-İskoçya ve İrlanda tatili için, katılımcıların %78’inin kesin seçenek olan 2. opsiyonu seçtiğini gözlemlemişler. İtalya-Fransa ve İspanya tatili için de katılımcıların %67’sinin ilk opsiyonu, yani %5’lik şansa yöneldiklerini gözlemlemişlerdir.

Amos Tversky – (1937 – 1996) Rest in peace…

Burada Kahneman ve Tversky’nin dikkat çekmek istedikleri şey, 1. tatil seçeneğinde büyük olan olasılık seçilirken 2. tatil seçeneğinde katılımcılar küçük olasılıklı opsiyonu tercih etmişlerdir. Aslında iki tatil paketinde de büyük olasılık küçük olasılığını iki katıdır. Burada
söylemek istedikleri şey tam olarak şudur: Eğer sayısal loto için kupon dolduruyorsanız bunun size çıkacağı durumu düşünüp çıkan parayla ne yapacağınıza dair hayaller kurarsınız. Aslında bunun size çıkma olasılığı tam olarak “on üç milyon dokuz yüz seksen üç bin sekiz yüz on altı”da, 13983816’da 1’dir. Yani bu sayı kadar kupon oynarsanız birisi size çıkar. Sayısalı vurduğunuz hafta bir bademcik ameliyatınız varsa o ameliyatlarda gelişebilecek
komplikasyonları düşünmekten uyuyabilir miydiniz? Oysa ki bademcik ameliyatında ölüm
oranı çok düşüktür. İşte temel olarak Kahneman ve Tversky’nin söylediği şey düşük olasılıktaki şeyleri daha yüksek algıladığımız; yüksek olasılıktaki şeyleri daha düşük algıladığımızdır.

Kahneman ve Tversky yukarıda anlattığım örnekler ve bu örneklere benzer pek çok problemi çeşitli katılımcılar ile irdelemişler ve insanın irrasyonelitesini ortaya koymuştur. Bu iki adama Nobel Ödülü’nü kazandıran şey aslında hepimizin bildiği şeydir. İnsanoğlu mantıklı karar veremeyecek kadar aciz bir yaşam formudur. “Prospect Theory” veya dilimize “ümit teorisi” olarak geçen teori budur. Bu iki adam insanlığın karar verme süreçlerindeki irrasyonelitesi üzerinden 2002 Nobel Ödülü’nü kazanmışlardır. Kahneman, artık hayatta olmayan Tversky’nin
anısına ödülü almıştır. Bu iki adamın insanı rasyonel bir varlık olarak görenlere vurduğu güzel bir darbe de ”asian disease problem” olarak bilinen problemdir. Düşünün ki bir hekimsiniz. Covid-19’a yakalanmış 600 tane hastanız var ve elinizde A ilacı ve B ilacı olarak bu hastalığın tedavisinde kullanılacak 2 ilaç var ve 1 tane ilacı seçip tüm hastalara uygulamalısınız:

  • Eğer A ilacını seçerseniz 200 hasta kurtulacak.
  • Eğer B ilacını seçerseniz 1/3 (%33) ihtimalle herkes kurtulacak 2/3(%67) ihtimalle kurtulan
    olmayacak.
    A ve B ilaçlarından hangisini seçersiniz? Düşünün ki bir ilaç firması C ve D ilacı olmak üzere
    iki yeni tip ilaç geliştirdi.
  • Eğer C ilacını seçerseniz 400 hasta ölecek.
  • Eğer D ilacını seçerseniz 1/3 ihtimalle hiç kimse ölmeyecek ve 2/3 (%67) ihtimalle herkes
    ölecek
    Sizin C ve D ilacı arasından seçiminiz hangisi olurdu? Bir şey fark ettiniz mi? A ve C ilacı; B
    ve D ilacı tıpatıp aynı ilaçlar. Aralarında aslında herhangi bir fark yok. Kahneman ve
    Tversky’nin yaptığı çalışmada 152 katılımcıdan oluşan bir grup %72 oranında A ilacını tercih
    ederken %28 oranında B ilacını tercih etmişlerdir. 155 kişilik başka bir grup %22 oranında C
    ilacını tercih ederken %78 oranında D ilacını tercih etmişlerdir. Tıpatıp aynı olan, birinde
    “kurtarma” kelimesiyle sunulan diğerinde ise “ölüm” kelimesiyle sunulan bir problemde
    insanların karar yönü tam tersine hareket etmiştir. Oysa ki iki problem de aynı şeyi ifade
    etmektedir.

Ampirik: Bir şeyi deney yoluyla gözlemlemek, deneysel.

İşte insan aslında budur. Hepimiz kolay manipüle edilebilir, yönlendirilebilir ve rasyonel karar
veremeyen varlıklarız. Kahneman ve Tversky de bunu matematiksel ve ampirik olarak ortaya koydukları için 2002’de Nobel Ödülü’nü kazanan insanlardır.

Soru, görüş ve önerileriniz için:
cagri-budak@hotmail.com
https://twitter.com/mcagribudak