Türkçe, kendisinin bir “ideoloji malzemesi” olmadığını ve olmaması gerektiğini söyleyenlerin rağmına Türkiye’deki siyasî kutuplaşmanın kendisinde mükemmelen tecelli edebildiği tek yapı olmayı sürdürüyor. Dilin taşıdığı bu politize olmuşluk yeni bir vakıa da değil. Türkçenin, sadeleşmeye dair özlemlerin başladığı ilk andan itibaren yenilik arzusu taşıyanlarla muhafazakârların arasında açılmaya başlayan makası takip ederek farklı yönlere seyrettiğini gözlemlemek mümkün. Suavi’nin “aşı”sıyla muhafazakârların “telkih”i, Sâmi’nin “gök”üyle sair gazetecilerin “sipihr”i, Gökalp’ın Türk mantığıyla ürettiği tamlamalarla eski tip terkipler, Seyfettin’in öyküleriyle Ali Ekrem’in “Lisan-ı Osmanî”si arasındaki çatışma yakın tarihimiz boyunca devam ediyor; bir aralık işin içine “ussal, kılgısal, baysal” gibi kelimelerin girmesiyle bu çatışmanın şiddetlendiğini ve karşı tarafın da hücûma geçerek hemen hepsi “m” ile başlayan söz varlıklarına sandıktan yeni çıkmış birçok eski kelime eklediklerini görüyoruz. Bu kavganın yavaş yavaş durulmaya başladığı, hatta günümüzde neredeyse bittiği düşünülebilir fakat öyle değil. Neredeyse aynı şeyi imliyor olmalarına rağmen “çağdaş” ve “muasır” kelimeleri biri diğerinin yerine kullanılamayacak ölçüde bazı “mahalle”lere aidiyet kesbetmiş durumdalar. “Çağdaş uygarlık” lafını tiksindirici bulacak bünyeler, “muasır medeniyetler seviyesi”ne ulaşmayı bir ülkü olarak edinebiliyorlar. “Allah’ın nayeti” ile “tanrısal kayra” aynı şeyi söylemek için kullanabileceğimiz iki ihtimal olmaktan çoktan çıktı, bunlardan birini ötekine tercih edişimizin altında durduğumuz yere dair ipuçları bulmanın mümkün olacağı inancı hemen herkese hâkim. Fakat Türkçenin politik kullanımı onun yarattığı ayrılıklardan -belki en büyüğü fakat- sadece bir tanesi. Oysa dilin bir de statülere göre dizayn edilmiş ikinci bir ayrışma sahası var. Ki bu dilde “yanlış kullanım” diye adlandırdığımız aksaklıkların ortaya çıkışında oldukça önemli bir etken.

Dil ile statü arasındaki ilişki tarihin hemen her devrinde kendini gösterir. Ekonomik ve toplumsal sınıflar arasında yapılacak her gezintide yalnız hayat şartlarının, kıyafetlerin, değer yargılarının değil dilin kendisinin de -bazen tanınmaz denilebilecek ölçüde- değiştiği görülür. Sınıflar arası geçişler zorlaştığı ölçüde bu dil farklılıkları da artar. Sadece kan bağıyla dahil olunabilecek bir sosyal sınıfa yükselmek de o sınıftan aşağı düşmek de mümkün olmadığı için asiller, coğrafya fark etmeksizin, bu dil farklılaşmasının en önemli temsilcileri konumundadırlar. Bazı kelimeler zaman içerisinde “ayaktakımı”na terk edilir ve onları kullanmak kabalık alameti sayılır, bunların yerini o sınıfa mahsus birtakım başka sözcükler alır ve bunlar da diğer sınıflarla paylaşılmaz. Asillerin iktidarı sarsılmaya başladığı andan itibaren kaybettikleri diğer imtiyazlarla beraber bu kelimeler üzerindeki tahakkümlerinden de feragat etmek zorunda kalırlar, saray çevresinin ıstılahları okumuş-yazmış yeni bir sınıfın söz dağarcığına katılır. “Söz”ün bunca önemli olduğu dinî çevrelerde – çünkü Tanrı söz aracılığıyla irtibat kurar- de durum değişmez. Hemen her tarikatın kendisine mahsus deyimleri, söyleyiş biçimleri vardır. Kapı “kapatılan” bir şey değildir, “örtülür”; ölü “gömülmez”, “sırlanır”, “Nasılsınız?” diye sormanın sıradanlığını “Âfiyettesinizdir inşallah”ın cümbüşü alır. Fakat gün gelip de hemen her ilginin birbirine karıştığı, sınıfsal farkların varlıklarını korumakla beraber (hatta bu farklar şiddetlenmekle beraber) daha az vurgulanan bir hâle geldiği, orta sınıf diye adlandırılan kitlenin alabildiğine çoğaldığı modern dünyaya erişildiğinde bütün bu dil ayrılıkları da silinmeye başlar. Lakin bu sefer ortaya çıkan sıkıntı dilin yanlış kullanımını doğurur. Asırlar boyu öyle konuşmaya alışmış sınıfların bu söyleyişler üzerindeki imtiyazı ortadan kaybolduğu ölçüde, öyle konuşmaya hiç de alışmamış birçok sınıftan birçok insan enteresan bir karmaşaya sebebiyet verirler. Dilin bu türlü kullanımı Lampedusa’nın Leopar romanındaki bir sahneyi çağrıştırır: Bir burjuva frak giyerek bir asil malikânesine akşam yemeğine gider fakat bu kötü kesimli frak herkesi güldürür. Bugün insanların kestikleri dil çoğu zaman kendilerini komik göstermeye yeterli gelmektedir.

Bir aralık bir röportaj videosu izliyordum. Röportaj yapılan kişi tasavvuf çevrelerinde bulunmuş orta yaşlı bir hanımdı ve kendisine bu çevrelerde edindiği anılar ve benzeri sorular soruluyordu. Konuşmanın hemen başlangıcında ilgili hanım dünyaya gelişini şöyle anlattı: “1960 tarihinde dünyaya teşrif etmişim.” Bu cümle gözüme dilin “statü”ye uygun kullanımının ve bunun yarattığı sorunların kusursuz bir izahı gibi göründü. Süreç muhtemelen şöyle işlemişti: Bu kadın -daha önce bahsettiğimiz üzere- dil hakkındaki inceliklere önem verilen bir sosyal yapıya mensuptu, dolayısıyla “1960 senesinde dünyaya geldim.” cümlesini kuramayacak kadar sofistike bir lisan kullanması gerektiği kanısındaydı. Çevresindekilerin tasavvuf adabına uygun olarak birinin gelişinden “teşrif etmek” şeklinde bahsettiklerinden de haberdardı. Bu kelimeyi irdeleyip kurcalamadığı için “bir yeri teşrif etmek” şeklinde kullanılması gerektiğini hesaba katmamıştı. Türkçede bir “yere” gelindiği için, yine bir “yere” teşrif edildiğini düşünmekte mazurdu. Fakat işin en sıkıntılı tarafını bunu yüzünde son derece ulvî bir alçakgönüllülük ifadesiyle söylemesi oluşturuyordu. Muhtemelen kendilerinden “fakîr”, evlerinden “fakirhane” diye bahseden, yani durmaksızın mahviyet gösteren çevresindekilerin kullandığı bu “teşrif etmek” kalıbını da bir tevazu ifadesi sanmıştı. Oysa hakikatte “şereflendirmek” mânasına gelen bu kalıp değer verilen kimseleri övmek için başvurulan bir fiildi. Sonuçta tevazu gösterme arzusu, büyük bir büyüklenme ifadesine dönüşmüştü. “Ben” demeyi ayıp sayan bir yapının mensubu olarak “1960 senesinde dünyayı şereflendirdim.” gibi kolayca kibirle ilişkilendirilebilecek, hayli megaloman bir tınısı olan bir cümle kurmuş oldu. Fakat Osmanlıca, Osmanlı Türkçesi, eski Türkçe -ne diye adlandırırsanız adlandırın- kelimeler kullanması gerektiği ön kabulüyle hareket eden ve pot kıran tek kişi bu kadın değil. İnsanlığın bu grubuna dahil olan, daha doğrusunu kendisini zorla bu gruba dahil eden bir dolu insan daha var: İskender Pala okuyup divan edebiyatına merak salanlar, eski olaylarla uğraştıkları için eski dile de hâkim olmaları gerektiğini düşünen tarih öğrencileri, dil hakkında hemen hiçbir fikirleri yokken Dil Devrimi’ne muhalefet etmek isteyen bildiğimiz muhafazakârlar ya da bir moda olarak tradisyonalizme gönül vermiş sosyal medya profilleri… Bütün bunlar ve daha çokları eski kelimeler kullanmak konusundaki umutsuz bir çabanın etrafında birleşmiş durumdalar. Yanlış kullanılan şapkalar, yerli yersiz kullanılan kelimeler, Osmanlı Türkçesi bir sözlük alarak içinden seçtiği kelimeleri uygun düştüğünü sandığı boşluklara doldurarak cümle kurma oyunu oynayanlar insanların kendilerini yazarak ifade ettikleri sosyal medya platformlarının artık sıradanlaşmış manzaraları, haydi bu arkadaşların gönülleri olsun, “vaka-yı âdiyye”si arasına karışmış vaziyette. Hepsinin de temel sıkıntısı, konuşurken asla akıllarında belirmeyecek kelimeleri yazarken kullanmak isteyişleri ve bunun bir dil garabetinden başka hiçbir sonuç yaratmaması. “Alçakgönüllü” kelimesi esas alınarak “mahviyetli” gibi bir kelime üretebiliyorlar, bunun yalnızca “mahviyet sahibi” olarak ifade edilebileceğinin farkında değiller ve olmalarına da imkân yok çünkü mahviyet gündelik hayatlarının bir parçası değil, o sadece kendilerinde vehmettikleri statünün dilsel karşılığını kurabilmek için yararlandıkları bir araç.

Türk toplumu bir müddettir dilin politize olmasının ve kelimelerle kavga edilmesinin yersizliğinin farkına varmış gibi görünüyor. Her ne kadar bu iki durum bizde iki yüz yıllık tarihe sahip bir itiyat hâline dönüştüğü için onlardan henüz kurtulamamış olsak da en azından bu konuda bir mücadele vermemiz gerektiğinin farkına varmış gibi görünüyoruz.

Oysa dilin siyasî konuma göre farklı kullanılmasının yarattığı sorunlar dilin kendisinin tahribatına değil onda bir ikilik oluşmasına sebep oluyor. Öte yandan dilin statüye göre kullanımı Türkçenin kendisine ilişkin bir dizi probleme yol açıyor. Dolayısıyla “şehir” kelimesinin de “kent” sözcüğünün de lanetlenecek şeyler olmadıkları kadar, kimsenin hiçbir sebeple belli tarzda bir Türkçe konuşma mecburiyeti taşımadıklarını hatırlatmak da bir görev hâlini alıyor. En nihayetinde dile yapılabilecek en büyük hizmet onu doğru kullanmaktır. Bunu yapabilmenin yegâne yolu da bildiğimiz kelimeleri kullanmaktan geçer. Aşinası olmadığımız tedavülden kalkmış eski kelimeleri ya da tedavüle girememiş yepyeni kelimeleri kullanarak edinebileceğimiz ya da sergileyebileceğimiz bir statü yoktur, aksine bu kullanımlar o kelimeleri bilenler nazarında kendimizi küçük düşürmekten başka hiçbir işe yaramaz. Dolayısıyla her Türk’ün bildiği Türkçeyi konuşması gerekliliği, özellikle kendimizi pazarlamaya bunca teşne olduğumuz sosyal medya göz önüne alınırsa, vurgulanmaya değer bir husustur. Cumhuriyetin ilk yıllarından kalma eski bir slogan vardır: Vatandaş Türkçe Konuş. Bu slogan yeni kurulmuş bir ulus devletin kendi resmî dilini bilmeyen azınlıklarına karşı yaptığı bir uyarı niteliğindeydi, yüzüncü yılına yaklaşmış Türkiye’nin artık böyle bir uyarıya ihtiyacı kalmadı. Fakat bu sloganın bir kelime eklenmiş versiyonuna hâlâ ihtiyaç duyduğumuz söylenebilir: Vatandaş Bildiğin Türkçeyi Konuş.

Doğukan ORUÇ

0 cevaplar

Cevapla

Want to join the discussion?
Feel free to contribute!

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir