Dünya garip bir yere gidiyor. Kimileri “Birinci Cihan Harbi” öncesine benzetiyor bu gidişi, kimileri “Komünizm, hemen şimdi” rüyasını tabir ettirme gayretinde, kimileri ise “Gelir dağılımının adaletsizliği sebebiyle hiç olmazsa neo-liberalizmin çökeceğini” düşünüyor. Tabii bu garip halin geçici olduğunda ısrar eden müesses nizamın savunucuları da meydanda. Bu bahsettiklerim kendisine tek cümle “Batı” diyen merkezde tartışılıyor. Buraların pek de umuru değil. Bizde “Ahmet’in Mehmet’le alakâlı görüşleri” daha çok dikkat çekiyor. Bir de bu aralar corona falan…

Fakat biz de dünyanın hâli üzerine -devlet kurup yıkmanın ötesinde- bir şeyler söylemeliyiz. Çünkü biz de bu dünyada nefes alıp veriyoruz ve son üç yüz yıldır Batı diye tabir edilen yerde ne düşünülüyorsa etkisi önce burada hissediliyor. Bu da bizi edilgen konuma düşürüyor.

“Beç önünde düğün eyleyen” bir milletin edilgen duruma düşmesinin sakıncaları sayılamayacak kadar çoktur. Ama saymaya gerek yok. Gözü olan şimdiki hâli görsün, edilgen olunca ne oluyormuş anlar.

Sovyetler Birliği çöktüğünde Soğuk Savaş bitmiş sayıldı. Ruslar açlıktan kırılırken, Amerika düşmansız, yani işsiz kaldı. Bu işsizlik, 80’lerden beri “neo-liberal” bir dünya düzeni tasavvur eden aydınları harekete geçirdi. Fukuyama liberalizmin mutlak zaferini ve “Tarihin Sonu“nu ilan etti. Yakın zamanda bunun için acele ettiğine dair hafif mahcup bir öz eleştiri verdi.

Fakat esas etkili fikir Huntington‘dan geldi. “Medeniyetler Çatışması” tezi. Buna göre komünizmin çöküşüyle beraber dünya, Batı ile İslam medeniyetlerinin kapışmasına sahne olacaktı. Tabii Amerikalılar kaybetmeyi sevmedikleri için tüm güçlü özellikler Batı’da toplanıyordu. Mesela ortaya çıkışı bir medeniyetten ziyade coğrafya işi olan kapitalizm Batı’nındı. Hristiyanlık da Batı’nındı. Hristiyanlıkla başı pek de hoş olmayan liberalizm Batı’nın olduğu gibi, duruma göre sosyalizm ve hatta milliyetçilik de onların uhdesindeydi.

İslâm medeniyetine kalan bunların yan sanayi ürünü çakmaları ve Rus yapımı Kaleşnikof’du. Böylece “Batı’nın” üstün teknolojisiyle kapışacaklardı. Tabii teknoloji de Batı’nındı.

Müslümanlar toplu bir şekilde yaşamalı ve ölmeliydiler. Arada birbirlerini öldürmeleri Medeniyetler Çatışması tezini aksatmayacak istisnai bir durumdu.

Bugüne gelelim. Geçenlerde Münih’te düzenlenen güvenlik konferansının konusu “Batısızlık” idi. Batı’yı Amerika’dan ibaret gören Trump ABD Başkanı. İngiltere’yi Brexit marifetiyle “özgürlüğüne” kavuşturan Boris Johnson için Batı kendi adasından ibaret. Almanya için “Batı” ayrıyken, Fransa için apayrı. Hepsinin tahayyülünde merkez kuvveti kendileri oluştururken diğerleri çeperde kalıyor. Böylece Batı’nın anladığı “Batı” çöküyor.

İnsan hakları, evrensel değerler, hukuk gibi normlarını onların tayin ettiği her meselede taviz veriyorlar ve meşruiyetlerini kaybediyorlar.

Bu esnada Müslümanlar birbirlerini “Batıcı” diye öldürmekle meşgul.
Batılılar henüz birbirlerini öldürmüyor. Şimdilik selâmı-sabahı kestiler.

Dünya garip bir yere gidiyor. Rusya bir federal devletten çok “Ortodoks Patriğinin kutsadığı” Çarlığa benzemeye başladı. Çar Putin dünyadaki tüm Ortodoks Hristiyanların hamisi pozlarında. Yakında “3. Bizans” ilan olunursa şaşırmayın. İran, Mehdi’nin yerine vekâlet eden Velayet-i Fakih tarafından idare olunuyor. Suudi Arabistan hızla modernleşmeye başladı. Mesela yaklaşık bir yıldır kadınlar araba sürebiliyor. Onun haricinde Vahhabi inanışın merkez üssü olma vasıflarından taviz vermiyorlar. Çin, komünizm görünümlü faşizmle yönetiliyor. Amerika kıtasını Evanjelikler ele geçirdi. (En önde giden iki örnek Brezilya’dan Bolsanaro ve tabii ki ABD’den Trump.) İsrail arz-ı mev’ûd’u resmî metinlere nakşediyor, bir kısım manyak, “Tanrı’yı kıyamete zorlamaya” çalışıyor. Burada yeniden Huntington’a dönüyoruz. Çünkü tarihî temele oturmayan bir tezin üzerine nasıl siyaset bina edilir dersini buradan alıyoruz. Çünkü “Tanrı’yı kıyamete zorlama” teorisinde yine savaşın taraflarından birisi İslam Medeniyeti. Karşısında da Batı’nın desteklediği İsrail var.

Dünya garip bir yere gidiyor. Türkiye ise hepimizin malûmu. Fakat malûm durumun bazı avantajları da var. Bir sefer, bugün Batı’da cereyan eden dinî siyaset argümanı bizde yirmi yıldır zaten iktidar. İkincisi, yükselen popülizmin mağduru değiliz. Çünkü bizde dozu hiç düşmüyor. Üçüncüsü, biz şaşırma duygumuzu kaybettik. Avantaj mı dezavantaj mı tam çözülememekle beraber ilginç bir de tezat var: Millet olarak isimlendirilebilecek unsur ortadan çekilirken, “milliyetçilik” yükseliyor. “Yükseliyor” faslını “milliyetçilerin sayısı artıyor” diye okuyun.

Türkiye’nin halinden çıkaracağımız en iyi sonuç ise tam anlamıyla etkin olamasa da edilgen de kalmıyor. Bu noktada bir kişi ve bir düşünceye çok şey borçluyuz: Atatürk ve Türk milliyetçiliği.

Atatürk’e neden ve nasıl borçlu olduğumuzu uzun uzun anlatmayacağım. Aklı olan anlıyor. Olmayana zaten her şey serbest.

Peki, Türk milliyetçiliğinin önemi nedir? İşi dramatize etmeden, basitçe ifade edelim.

Milliyetçilikler tabiatı gereği ilk önce imparatorluk düşmanıdır. Fakat sistemli Türk milliyetçiliğinin doğuşu Osmanlı İmparatorluğu devrinde gerçekleşmiş ve Türk milliyetçiliği Osmanlı’nın kurtuluş umudu olarak belirmiştir.

İmparatorluğu hayatta tutmaya gücü yetmese de cumhuriyetin kurucu fikri yine Türk milliyetçiliği olmuştur.

Yine milliyetçilikler dine mesafeli hatta düşman akımlar olarak ortaya çıksa da Türk milliyetçiliği hiçbir zaman dine düşman bir tavır içine girmemiştir.

Yayılmacı politika güden milliyetçiliklerin tek hedefi her zaman kendi soydaşları olmuşken, Türk milliyetçiliği sadece soydaşlarını ve hatta dindaşlarını değil eskiden hüküm sürdüğü coğrafyalarda yer alan her bir unsuru yeniden güçlendirmeyi hedeflemiştir.

Bu sebeplerden Türk milliyetçiliği hiçbir zaman dışa kapanmamış, dışa açık oluşunu da bir tarafla sınırlı tutmamıştır. Bu da Türk milliyetçiliğine ekstra bir direnç ve geçişgenlik özelliği kazandırmıştır.

Bir örnek; mesela Türkçülerin Hitler’den etkilendiği söylenir, yalandır.

Kadrocular

Türkçüler; Kadro dergisi hareketinin milliyetçilik ve sosyalizmi, sosyalizm tonu yüksek olmak kaydıyla cem etmesine tepki olarak aşırı milliyetçi olmuşlardır. Dışarıdan etkilenmediler denilemez, söz edildiği kadar etkilenmediler. Kadrocuları tek hamlede aşamadıkları için önce sosyalizme de selam çaktılar. Fazla sürmeden de dışladılar. Teorik olarak Türkçülük hiçbir zaman “nasyonal-sosyalist” olmamıştır.

Bugün aydını kalmamış, siyaset haricinde hareket alanı yok olmuş dahi olsa Türk milliyetçiliği teslim olmuş değildir. Dünyada yükselen popülizmin tonu Türk milliyetçiliğinde görülmüyor. Hiç görülmüyor değil, özünü kirletecek denli görünmüyor.

Milliyetsiz amipler tarafından yöneltilen “ırkçılık” suçlamasına değinmiyorum bile.

Lafı lüzumsuz uzatmayalım. “Medeniyetler Çatışması”nın, Batısız Batı’nın, oryantalist Doğu’nun hesaplaştıkları coğrafyada Türkler oturuyor, biz oturuyoruz.

Ana aksından kopmuş, adeta “tüm kaleleri cebren ve hile ile işgal edilmiş” dahi olsa tüm bu coğrafyayı kucaklayacak yegâne görüş Türk milliyetçiliğidir. Geçişgen, geçmişten ders alan ve etkin bir milliyetçilik!

Dünya garip bir yere gidiyor. Fakat önceki gidişlerden farklı olarak bu sefer bir çözüm de arıyor. Daha fazla merak ediyor. Bu garip gidişi lehimize çevirmek mümkün. Çok zor fakat mümkün. Yeter ki etrafımıza dikkatli bakalım.

Zafer bizim; yenilgi, harici ve dahili düşmanlarımızın olsun!

Semih Ayna

0 cevaplar

Cevapla

Want to join the discussion?
Feel free to contribute!

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir