“Yapacağımız konuşma avukatlardan çok halkımızı ilgilendiriyor.”
Avukat Burak Turan
İstanbul sözleşmesine göre, kadınlar ve erkekler arasında bütün toplumlarda tarihten gelen bir güç eşitsizliği vardır. Bu güç eşitsizliğinden kastedilen iktidar eşitsizliğidir. Bu eşitsizlik; zayıf konumda bulunması sebebiyle kadına karşı, ayrımcılığın en kötü yansıma biçimi olan şiddeti doğurmuştur. Burada yapısal bir ilişki vardır, yani bu sosyolojik bir olaydır ve toplumun genel yapısını dönüştürmeye yönelik bir mücadeleyi gerektirir.
Kadına karşı şiddetle ilgili, doğrudan etkili çok önemli iki sözleşme, yasal araç vardır. Bu yazıyı kaleme almamdaki temel amaç da bunları karşılaştırmalı olarak incelemek, bu araçlara genel anlamda yapılan itirazları cevaplandırmak ve daha iyi nasıl uygulanabilir bunu sorgulamaktır.
Dünyada her 3 kadından biri dayak yemiş, cinsel ilişkiye zorlanmış, yani şu veya bu şekilde şiddete uğramıştır. Fiziki şiddet, tüm şiddet türleri arasında en yaygını olarak karşımıza çıkıyor. Özellikle doğurganlık yaşında olan, 14–45 yaş grubundaki kadınlar çeşitli şiddet türlerine daha fazla maruz kalıyor. Bunlar arasında en bilinenlerinden biri Türkçede “kadın sünneti” olarak da bilinen “Kadınların Cinsel Anlamda Sakatlanması” olarak da tercüme edebileceğimiz Female Genital Mutilations(FGM)’dir. Genellikle 5 yaşından küçük çocuklar üzerinde uygulanan FGM’ye, milyonlarca çocuk daha bebekken maruz kalıyor ve bu şiddetin tesiriyle yaşamak zorunda bırakılıyor.
Türkiye’de kadınların %38’i fiziksel şiddete veya cinsel şiddete maruz kalıyor. Evlenmiş kadınların %9’u cinsel şiddete, %35’i orta ya da ağır derecede fiziksel şiddete, daha da ilginç olan ise boşanmış veya ayrı yaşayan kadınların %74 ü fiziksel şiddete maruz kalıyor.
Şiddet ve taciz; toplumlar dönüştükçe değişiyor, yeni formlarda kendini gösteriyor. Özellikle teknoloji sahasındaki birtakım ilerlemeler sadece gelişimi değil, şiddetin yeni türlerini de üretti. Siber taciz bunlardan en bilinenidir. Avrupa’da her 10 kadından 1’i, 15 yaşından bu yana siber tacize uğruyor. Yine intikam pornosu denilen yeni bir şiddet türü doğdu ve bu da daha önce bilinmiyordu.
Şiddetle mücadele için son 50 yılda birtakım gelişmeler yaşandı. Uluslararası standartlar ve ulusal üstü birtakım normlar geliştirildi ve bunları denetlemek ve uygulamakla sorumlu kurumlar oluşturuldu.
Bunlardan ilki CEDAW olarak da bilinen “Convention On The Elimination Of All Forms Of Discrimination Against Women” yani BM “Kadınlara Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Ortadan Kaldırılması Sözleşmesi”dir. Diğer önemli sözleşme ise bir Avrupa Konseyi sözleşmesi olan İstanbul Sözlemesi’dir. Burada altını çizmek gerekir ki Avrupa Konseyi, Avrupa Birliği’nden farklı bir örgüttür. Temel prensipleri demokrasi ve insan hakları üzerine kurulmuş, devletlerarası bir örgüt olan Avrupa Konseyi’nin merkezi Strazburg’dadır ve 7 üyesi vardır. Türkiye de Avrupa Konseyi’nin kurucu üyelerindendir. Avrupa Birliği’nin merkezi ise Brüksel’dedir.
Avrupa Konseyi’nin İstanbul Sözleşmesi ve CEDAW; devletler üzerinde etkili ve yasal olarak bağlayıcılığı olan metinlerdir. Bir devlet bunlara taraf olduğu zaman, sözleşme yasal olarak bağlayıcı hâle gelir. Burada bir parantez daha açmak gerekir ki bir uluslararası sözleşmeyi imzalamak ile ona taraf olmak birbirinden farklı şeylerdir. Bir uluslararası sözleşmeyi imzalamak demek, onun genel prensipleri içinde kalmaya bir nevi söz vermek demektir. Taraf olmak ise devletin içindeki yetkili bütün aşamalardan geçildikten ve sözleşme onaylandıktan sonra, o sözleşmenin artık ilgili devlet için bağlayıcı bir hukuki metin haline gelmesi ve iç hukukunda o sözleşmeyi uygulamakla sorumlu olmasıdır.
Bunlardan farklı olarak CEDAW’dan türeyen birtakım genel tavsiyeler vardır. Bu Genel Tavsiyeler, devletler üzerinde etkili olmakla birlikte yasal bağlayıcılıkları somut olarak yoktur. Burada Türkiye için önemli olanlar, özellikle şiddetle ilişkili genel tavsiye 19 ve 35′ tir. Son dönemde de insan hakları alanındaki gelişmeler, bunlara yasal bağlayıcılık kazandırmaya yönelik bir eğilimdedir. En son İspanyol Yüksek Mahkemesi, Cedaw’ın bu tavsiyelerinin yasal olarak devleti bağlayacağı kararını verdi.
Devletlerin imza attığı ve siyaseten uygulayacaklarını söyledikleri birtakım siyasi belgeler de vardır. Hukuki olarak bağlayıcılığı olmayan bu metinlere, BM Kadınlara Yönelik Şiddet Bildirgesi veya Pekin Eylem Platformu örnek verilebilir.
Son olarak da şiddet alanında çok önemli sonuçlara giden bireysel düzeyde, vaka düzeyinde kararlar vardır. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin verdiği kararlar bunlardandır. Türkiye’de en bilineni “Türkiye’ye Karşı Opuz” kararıdır. Bu karar şiddet ile ilgili olarak kendinden sonra gelen anlayışları da şekillendirmiştir. Cedaw komitesine kişisel olarak yapılan başvurular sonucunda verilen kararlar da devleti bağlamakla birlikte, yalnızca başvuran kişi için sonuç doğurur. Son dönemde kadınların eşlerinin soyadını alma zorunluluğuna itiraz eden bir Türk vatandaşı, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne dava açtı ve bunu kazandı. Unutulmamalıdır ki bu, sadece başvuran kadın için sonuç doğurur; çünkü Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararları vaka kararlarıdır. Tabii olarak devletlerin bu kararlardan mesaj alması ve kanunlarını ona göre düzenlemesi gerekir.
CEDAW küresel bir BM sözleşmesidir ve BM’nin 9 temel insan hakları sözleşmesinden biridir. İstanbul Sözleşmesi ise bölgesel bir sözleşmedir. Avrupa Konseyi’nin çerçevesinde oluşan, Avrupa ülkeleri içinde kurulmuş olan bir insan hakları sözleşmesidir.
CEDAW, kadınların insan haklarından genel olarak bahseden ve amacı kadınlara karşı her türlü ayrımcılığı yok etmek olan bir sözleşmedir. İstanbul Sözleşmesi de bir insan hakları sözleşmesi olmakla birlikte, amacı ev içi şiddet ve kadınlara yönelik şiddetle etkili mücadele etmektir.
CEDAW; çok yönlü, ilke odaklı, prensipler düzeyinde konuşan bir sözleşmedir. İstanbul sözleşmesi ise son derece özgü ve somut sonuçlara odaklı bir sözleşmedir.
CEDAW, İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi ve diğer insan hakları sözleşmelerine dayalıdır. İstanbul Sözleşmesi ise Cedaw’a dayalıdır. Her ikisinin de bağımsız uzman denetimi vardır ve görevliler ülkeleri değerlendirir.
CEDAW sözleşmesi, 1979’da yazılmış ve 1981’de BM Genel Kurul’u tarafından kabul edilmiş bir sözleşmedir. Aynı zamanda kadınların insan olarak sahip oldukları hakları, toplumsal cinsiyet eşitliği ve ayrımcılığın saptanmasında hangi standartların kullanılacağını ve evrensel standartların neler olduğunu bize söyleyen bir sözleşmedir.
Eğitim, siyaset, çalışma alanı, özel alan gibi pek çok alanı kapsar. CEDAW’ı, BM’ye üye 193 devlet arasından onaylayan 189 devlet vardır. Türkiye 1986’da onaylamıştır. Onaylamayan 4 devlet vardır. Hiç imza atmayan ülkeler İran, Somali ve Sudan’dır. Bunlara ek olarak ABD imzalamış ama onaylamamıştır. Bahsi geçen hiç imzalamamış bu 3 devlet; gerekçe olarak CEDAW’ın bahsettiğimiz prensiplerinin İslam şeriatına aykırı olduğu iddiasını ileri sürmüştür. ABD’de ise iç siyasi çekişmeler dolayısıyla sözleşme iki kere senatoya kadar gelmesine rağmen onaylanma 1 oyla reddedilmiştir. Bunun sebebi özellikle ABD’deki muhafazakâr kesimde, BM’nin ABD’nin iç işlerine karışmasının istenmiyor oluşudur. Bu arada parantez açmak gerekir ki İslam şeriatına uymadığı gerekçesiyle sözleşmeyi imzalamayan 3 ülke olmasına karşın dünyadaki diğer bütün Müslüman ülkeler CEDAW’ı imzalamış ve onaylamıştır.
Bir Avrupa Konseyi sözleşmesi olan İstanbul Sözleşmesi ise, 2011 yılında yazılmış ve 2014 yılında yürürlüğe girmiştir. Sözleşmelerin genel anlamda yürürlüğe girmesi zaman alır, çünkü belirli sayıda devletin imzalaması gerekir. Avrupa Konseyi üyesi olan 47 devletten 34 tanesi sözleşmeyi onaylamış durumdadır. Türkiye 2012 yılında ilk imzalayan ve ilk onaylayan ülkedir.
İsminin İstanbul Sözleşmesi olmasının sebebi ise; bu sözleşme, Avrupa Konseyi’nin bakanlar kurulunun İstanbul’daki toplantısında imzaya açılmıştır ve teamül gereği Avrupa Konseyi sözleşmeleri nerede imzaya açılırsa o şehrin adıyla anılır. Şu an sözleşmeyi 45 devlet ve Avrupa Birliği imzalamış durumdadır. Avrupa Birliği sözleşmeyi imzalamıştır yani genel prensiplerinin hiçbirine karşı değildir fakat henüz onaylamış değildir. Bu da birtakım teknik ayrıntılarla ilgilidir. Sözleşmeyi imzalamamış 2 devletten biri Rusya Federasyonu diğeri ise Azerbaycan’dır. Çek Cumhuriyeti de Avrupa Birliği üyesi bir devlet olmasına rağmen henüz sözleşmeye taraf olmuş, yani onaylamış değildir.
Her iki sözleşmenin de uluslararası seçimle gelen, bağımsız uzmanlardan oluşan bir denetim organı vardır. CEDAW’ınki 23 uzmandan oluşan CEDAW Komitesi’dir. İstanbul Sözleşmesininki ise 15 bağımsız uzmandan oluşan GREVIO’ dur.
CEDAW ve GREVIO komiteleri, devletlerin taraf oldukları sözleşmeleri uygulayıp uygulamadıklarını belirli aralıklarla denetlerler. Bu denetim devlete yardımcı olmak, devlete yol gösterici olmak şeklinde işleyen bir süreçtir.
CEDAW, kadınların insan haklarının bireysel ve evrensel olduğunu söyler. Bireyseldir çünkü her kadının doğuştan sahip olduğu haklardır, evrenseldir çünkü bu haklar her kadın için aynıdır. Bunun sonucu olarak sözleşme, yasalar önünde (de jure) ve gerçek yaşamda (de facto) bir toplumsal cinsiyet eşitliğinin sağlanması gerektiğini söylüyor. Dolayısıyla CEDAW; eğitimde, siyasette ve özel alanda yani aile ve evlilik ilişkilerinde de kadınlara karşı herhangi bir ayrımcılığı engellemeyi amaçlayan bir sözleşmedir. Bunu imzalayan ve taraf olan devletler bu yaklaşımları kabul etmiş durumdadırlar.
Değinilmesi gereken bir nokta vardır ki bir devlet CEDAW’a taraf olduğu zaman sadece kendi devlet görevlilerinin; yani asker, polis, bürokratlar ve diğer devlet görevlilerinin eylemlerinden sorumlu olmakla kalmaz, aynı zamanda diğer kişi ve örgütlerin; firmaların, kurumların, özel teşebbüsün ve de özel kişilerin eylemlerinden de sorumludur ve onları denetlemelidir. Bunun içindir ki şiddete yönelik yasalar yapıldı. Ayrıca şiddetin aile içinde olması da bir insan hakkı ihlalidir ve bütün bunlar 1979’da CEDAW’dan kaynaklanarak gelen anlayışlardır.
CEDAW’ın en önemli özelliklerinden biri de, taraf olan ülkeler için ayrımcılığı gecikmeden yok etmek taahhüdünü verdirmesidir. CEDAW’a rapor vermeye gelen devletler yaptıkları olumlu şeylerden ve karşılaştıkları kısıtlamalardan bahsederler. Bu kısıtlamalar içinde harp, ekonomik kriz, tabii afet vb. olabilir. Komiteye rapor veren devlet, bunlardan dolayı kadınlara karşı ayrımcılığın kaldırılması konusuna yeterince önem veremediğini ve yeterli kaynağı ayıramadığını bahane edemez çünkü devletin taraf olduğu bu sözleşme (CEDAW) ayrımcılığın gecikmeden yok edilmesini ister. Yine sözleşme, kadın erkek eşitliği sağlanana ve bu sağlam bir temele oturtulana kadar uygulanacak geçici özel önlemlerin çok önemli olduğunu söyler.
CEDAW daha önce hiçbir sözleşmede olmayan yeni bir hüküm getirmiştir. Bazı kültürel ögelerin, mesela ayrımcı geleneklerin, kalıp yargılara dayalı toplumsal cinsiyet rollerinin, bunların kadınların insan haklarından yararlanmalarını kısıtladıklarını ve devletin bu tür gelenekleri, yok etmek ya da dönüştürmek zorunda olduğunu söyler. FGM, çocuk evlilikleri bunlara örnektir.
Bugün aslında Cedaw’da şiddet ile ilgili bir madde yoktur. 1979 yılında BM’ de Cedaw görüşülürken çeşitli ülkelerin büyükelçileri şiddet konusu gündeme geldikçe karşı çıktılar, çünkü bunun kendi ülkeleri için gerçek bir vaka olabileceğini kabul dahi etmek istemiyorlardı. Cedaw denetleme komitesi, ülke raporları gelmeye başladıkça bu eksikliğin farkına vardı ve 1992′ de kadınlara yönelik şiddetle ilgili ilk genel tavsiyesini yayımladı. CEDAW’a göre kadına yönelik şiddet, sözleşmede bir hüküm olmasa da kadınlara sırf kadın oldukları için yöneltilen ve onları orantısız olarak etkileyen bir şiddettir ve bundan dolayı bir ayrımcılık türüdür, dolayısıyla şiddet de CEDAW sözleşmesi kapsamındadır.
2017 yılında genel tavsiyesini güncelleyen Cedaw komitesi, kadınlara yönelik uygulanan bazı şiddet türlerini işkence olarak değerlendirmiştir. Bu karar; sürekli uygulanan ev içi şiddeti, doğurganlığa veya üreme haklarına ilişkin bazı müdahaleleri de şiddet olarak kabul etmiştir. Yine aynı kararda kadınlara yönelik şiddetle mücadele etmenin artık uluslararası örf ve âdet hukukunun bir gereği olduğu belirtilmiştir.
Tekrar İstanbul Sözleşmesi’ne döndüğümüzde, sözleşmenin nevi şahsına münhasır bir niteliği olduğunu görüyoruz. Sözleşmenin ön sözü der ki: “Kadına yönelik şiddetin, erkeklerin kadınlar üzerinde tahakküm kurmasına ve kadına yönelik ayrımcılığa neden olan ve kadınların tam ilerlemesini engelleyen, kadınlar ve erkekler arasında tarihsel eşitsiz güç ilişkisinin bir tezahürü olduğunun bilincinde olarak;”
İstanbul Sözleşmesi ilk defa, şiddetin bu büyük bir sarmalın parçası olduğunu ve her yönden bu konuya bakmak gerektiğini, bunun sosyolojik bir olgu olduğunu açıkça ifade etmiştir.
İstanbul sözleşmesine göre; fiziki şiddet, psikolojik şiddet, ısrarlı takip, şiddet türleridir. “Israrlı Takip” İstanbul Sözleşmesi’nin en önemli katkılarından biridir. Sadece sokakta değil; okulda ve internette de görülen Israrlı Takip çok ciddi boyutları olan bir taciz biçimidir. İstanbul Sözleşmesi ilk defa ısrarlı takibin hukuken suç olarak tanımlanması gerektiğini ve sözleşmeye taraf olan devletlerin bunu ceza yasalarına dahil etmeleri gerektiğini söyledi. Türkiye henüz ceza kanununda bununla ilgili bir düzenleme yapmadı.
Sözleşme; kültür, âdet, din, gelenek veya sözde namus gibi birtakım gerekçeler kadınlara yönelik şiddeti haklı çıkarmanın kabul edilemeyeceğini ve bunların mahkemeye gerekçe olarak sunulamayacağını açıkça belirtmiştir. Ayrıca Sözleşme belirli hallerde devlete tazminat yükümlülüğü de getirmiştir.
İstanbul Sözleşmesi gelene kadar İngilizcede 3p denilen bir anlayışla şiddeti önlemeye yönelik yasalar yapılıyordu. Prevention (önleme), Protection (koruma), Prosecution (soruşturma/kovuşturma).*
İstanbul Sözleşmesi ile birlikte buna bir dördüncü eklendi. POLİCY. Yani şiddetin toplumsal iktidar ilişkilerinden kaynaklanan bir olgu olduğunu ve bunun da ancak “bütüncül politikalar” ile hareket ederek aşılabileceği anlayışı.
Yazının başında verilen istatiklerde (%74) ve sıklıkla televizyon haberlerinden de takip ettiğimiz gibi şiddete uğrayan ya da öldürülen kadınlar genelde boşanmış ya da boşanmak isteyen kadınlar oluyor. Burada önemli olanın zihinsel dönüşüm olduğunu, toplumun yargılarının dönüştürülmesi gerektiğini anlamamız gerekiyor.
CEDAW komitesi Türkiye ile ilgili son raporunda gerçekten karmaşık bir tablo olduğunu belirtmiştir. Komiteye göre; Türkiye’de birçok kurum, kuruluş ve kişi (buna devlet de dahil sivil toplum da) kadınlara yönelik şiddetle mücadele etmek için aktif, istekli ve bu yönde gayretli ve bunun sonucu olarak da birtakım ilerlemeler var. Fakat temel sorun; devlet, sözleşmenin özünde olan toplumsal cinsiyet eşitliği ile kadına yönelik şiddet arasındaki bağlantıyı kuramıyor yani bunu bir iktidar eşitsizliği meselesi olarak görmüyor. Dolayısıyla da çok yönlü kapsayıcı politikalar geliştirmekten geri kalıyor. Komite devletin daha etkin olması gerektiğini vurguluyor. Ayrıca komite, kadınların adalete erişim sorunu olduğuna değiniyor. Bilgi eksikliği, kullanılacak dilin bilinmemesi, eğitimsizlik, adli yardım olanaklarının kısıtlı olması bu erişimsizliğin nedenlenlerindendir.
GREVIO raporu ise, kadına yönelik şiddetin farklı türleri hakkında, sözleşmede yazan, bilinçlendirme ve farkındalık çabalarının arttırılması gerektiğini söylüyor. Kampanyalar düzenlenmesi, sivil toplum örgütlerinin bu konuda ulaşabildikleri her yolla, her türlü medya üzerinden bilinçlendirici çalışmaların teşvik edilmesi gerekiyor. Sivil toplumun her vakanın üzerine gitmesi, her konuyu eleştirmesi ve topluma mal etmesi gerekiyor.
Hâkim ve savcıların uluslararası normlar ile ilgili bilgilendirilmesi her iki raporda da belirtilmiş. İlgili mesleklerdeki bütün hizmet içeriğinin uygulanması, ilgili mesleklerde (doktor, öğretmen vb.) farkındalık yaratılması ifade edilmiş.
Bütün bu sözleşmeler ve anlaşmalar ilerleme potansiyeli yüksek, çok önemli belgeler ancak amaçlananlara ulaşılması uygulamada yatıyor. Bunların yasalara aktarılması, ulusal uygulamanın sağlanması, kadroların eğitilmesi, geleneksel yargı ve davranışların dönüştürülmesi yani kültürel dönüşüm gerekli. Nedenleri tarihsel olarak da çok gerilere giden böyle bir sorunda kısa sürede düzelme beklenemez yine de kültürel dönüşüm belli bir çizgiye, belli bir anlayışa oturtulabilir.
Kadına karşı şiddet meselesinde doğru yolda ilerlenecek adımların atılmasını sağlamak için etkili diğer unsur ise siyasi iradedir. Bu konuda hem Türkiye’de hem de dünyada ciddi sorunlar var. Sivil toplumun alanı pek çok sahada daraltılmış durumda. Avrupa’da ve Türkiye’de kadın haklarında ve şiddetle mücadele alanında atılan adımların başarısından rahatsız olan ve kazanımlara tepki gösteren toplumsal kesimler olabiliyor. Değişik toplumlarda farklı odaklar görülüyor. Din veya milliyetçilik temalı birtakım muhafazakâr görüşlerin etkisi ile de İstanbul Sözleşmesine yoğun bir karşı çıkış var.
Bu karşı çıkışların en önemli sebeplerinden biri ise İstanbul Sözleşmesinin LGBTİ ile ilgili bir sözleşme olduğu iddiasıdır. Sözleşmede bununla bağlantılı tek bir ibare vardır. Bu ibare de cinsel yönelim ve toplumsal cinsiyet kimliğinden bahseder ve tek bir maddede geçer. Maddede ise bunlar üzerinden kimseye ayrımcılık yapılamayacağı belirtilir. Toplumsal cinsiyetin, kadınlar ve erkekler için toplumsal olarak oluşturulmuş olan davranışlar ve tutumlar olduğu belirtilir. İddia edildiği gibi diğer cinsiyet gruplarından bahsetmez. Sözleşme tamamen kadınlara ve aile içi şiddete yönelik bir sözleşmedir.
İstanbul Sözleşmesine yöneltilen itirazlardan bir diğeri ise Türkiye’de son yıllarda gündeme gelen toplumsal cinsiyet eşitliği ve toplumsal cinsiyet adaleti tartışması üzerinden ilerliyor. Daha muhafazakâr çevreler şiddete karşı olduklarını belirtmekle birlikte hedeflenmesi gerekenin toplumsal cinsiyet eşitliği değil de toplumsal cinsiyet adaleti olduğunu söylüyorlar çünkü kadınlar ve erkeklerin zaten birbirlerinden farklı olduklarını ifade ediyorlar. Sözleşme, hiçbir yerinde adalet kelimesini geçirmez ve doğrudan doğruya toplumsal cinsiyet eşitliğinden bahseder. Zaten toplumsal cinsiyet adaleti de ancak toplumsal cinsiyet eşitliği olduğu zaman gerçekleşebilir.
Gündelik siyaset değişiyor ve bu gündelik siyasette küçük grupların etkisi bazen artıyor, bazen azalıyor. Çok çeşitli gruplar bulunabiliyor ve bu gruplardan bazı küçükler aşırı uçlarda olabiliyor. Sözleşmeye olan genel destek azalınca bu aşırı uçların sesi duyulmaya başlanıyor. Bu bağlamda İstanbul Sözleşmesi’ne karşı olan ve sesini duyuran bir grup olsa da bu sözleşmeden çekilmek veya sözleşmenin uygulanmasından bütün olarak kaçınmak gibi bir sonucu doğurmayacaktır ancak bunun bir duraksama devrine sebebiyet verdiği de yadsınamaz.
Bahsettiğim sözleşmelerde geçen bu normlar; insan hakları, hukuk devleti, kadın erkek eşitliği gibi demokratik değerleri savunan herkesin bilmesi ve benimsemesi gereken değerlerdir. Çünkü Aile içi şiddet sadece bugünü değil, gelecek kuşakları da etkileyecek bir olgudur. Her şeyin ötesinde dünyayı ancak bilinçle, sebatla çalışarak; birtakım etik ve evrensel değerlerin varlığını kabul ederek, onlara sahip çıkarak değiştirebiliriz. Kadınların ve erkeklerin birlikte, tam bir uyum içinde yaşadığı bir dünya ve Türkiye tasavvur ediyorum. Bunun da mevcut kazanımların korunması ve daha ileri götürülmeye çalışılması ile mümkün olacağına inanıyorum.
*Prof. Dr. Feride Acar/ Uluslararası Boyutlarıyla Kadına Yönelik Şiddet
Kaynakça:
MOROĞLU, N., Kadına Yönelik Şiddetin Önlenmesi 6284 sayılı Yasa ve İstanbul Sözleşmesi , Türkiye Barolar Birliği Dergisi, 25(99), 359-368
MOROĞLU, N., Uluslararası ve Ulusal Hukukta Kadının İnsan Hakları, Yeditepe Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi, Cilt: 13, Sayı: 1, Ocak 2017, Sayfa: 291-294
MOROĞLU, N., Uluslararası ve Ulusal Hukukta Kadının İnsan Hakları, Yeditepe Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi, Cilt: 13, Sayı: 1, Ocak 2017, Sayfa: 304-305
ÖZKAN, G., Kadına Yönelik Şiddet – Aile İçi Şiddet ve Konuya İlişkin Uluslararası Metinler Üzerine Bir İnceleme, Hacettepe Hukuk Fakültesi Dergisi, Cilt: 7, Sayı: 1, Haziran 2017, Sayfa: 538-553
ÖZKAN, G., Kadına Yönelik Şiddet – Aile İçi Şiddet ve Konuya İlişkin Uluslararası Metinler Üzerine Bir İnceleme, Hacettepe Hukuk Fakültesi Dergisi, Cilt: 7, Sayı: 1, Haziran 2017 Sayfa: 555-558
*Prof. Dr. Feride Acar/ Uluslararası Boyutlarıyla Kadına Yönelik Şiddet
Hilal Bıçak
İnsanlardan oluşan bir toplumda düzen tesis etmenin yolu her zaman belli başlı kurallardan ve bu kurallara uymamanın sonucunda karşılık olarak verilen yaptırımlardan oluşmuştur. Hukuk, suç, ceza gibi daha birçok kavram insanın toplum hâline geldiği yerlerde ortaya çıkmıştır. Nitekim en küçük ve ilkel kabilelerin dahi -her ne kadar ilkel olsa da- kendi içlerinde bir hukuk düzeni ve ceza sistemleri vardır. Sonuç olarak cezalandırma dediğimiz yöntem, suçla ve düzeni bozan fiillerle başa çıkmanın çaresi olarak görülmüştür. Bu cezaların şüphesiz en eskisi ölüm cezasıdır. Hammurabi Kanunları gibi, bilinen en eski yasalarda dahi ölüm cezasının yer aldığı bilinmektedir. Ölüm cezası çok eskiden beri uygulanması, muhafazası veya kaldırılması ile ilgili birçok münakaşanın sebebi olmuştur. Ölüm cezasına karşı Avrupa kıtasında ilk itirazlar ortaya çıktığı zaman, kıtadaki idam cezasını müdafaa eden akımların güçlü olması sebebiyle bu fikirler güçsüz kalmış ve idam cezasının muarızları da bir süre sonra fikirlerinden dönmüşlerdir. Ama daha sonra rasyonalizm ve hümanizm fikirlerinin de gelişmesi ve etkisiyle idam cezasına karşı çıkışlar çoğalmıştır. Modern anlamda ilk karşı çıkışı ise Cesar Beccaria “Suçlar ve Cezalar Hakkında” isimli eserinde dile getirmiştir.
Beccaria, yukarıda sözü geçen kitabında, “Asla insanları daha iyi bir hâle getirmemi ölüm cezasının geniş tatbikatını görünce, iyi teşkilâtlanmış bir devlette bu cezanın hakikaten faydalı ve adilâne olup olmadığının tetkikine sürüklendim.” demek suretiyle meselenin neden tartışmaya değer bir konu olduğunu belirttikten sonra, problemi şu şekilde sorgulamaktadır: “Acaba insanlara hemcinslerini boğazlamak hakkı nereden gelebiliyor?”
İdam cezasının caydırıcılığı konusunda ise tartışmalar sürmektedir. Bu kısımda verilerle birlikte devam edersek konu daha iyi anlaşılacaktır. Dünyada suç oranlarına bakarak bir sıralama yapılacak olursa en çoktan en aza doğru ülkelerin durumları şöyle: 1. Venezuela, 2. Papua Yeni Gine, 3. Honduras, 4. Güney Afrika, 5. Afganistan, 6. Trinidad ve Tobago, 7. Brezilya, 8. Namibya, 9. El Salvador, 10. Kazakistan, 11. Bangladeş, 12. Porto Riko, 13. Peru, 14. Jamaika, 15. Nijerya, 16. Suriye, 17. Arjantin, 18. Dominik Cumhuriyeti, 19. Malezya, 20. Somali, 21. Moğolistan, 22. Libya, 23. Tanzanya, 24. Kosta Rika, 25. Guetamala.
Bu sıralamayı cinayet özelinde yaptığımızda ise yine yukarıda olduğu gibi listede başı çoğunlukla Afrika ve Güney Amerika ülkeleri çekiyor. Dünya Ekonomi Forumu’nun ülkelerin güvenlik durumlarını baz alarak yaptığı sıralamaya göre en düşük suç oranları ise şöyle: 1. Finlandiya, 2. Singapur, 3. İzlanda, 4. Bahreyn, 5. İsviçre, 6. Umman, 7. Birleşik Arap Emirlikleri, 8. Yeni Zelanda, 9. Hong Kong, 10. Japonya, 11. İspanya, 12. Estonya, 13. Avusturya, 14. Portekiz, 15. Norveç, 16. Lüksemburg, 17. Hollanda, 18. Avustralya, 19. Katar, 20. Fas, 21. Suudi Arabistan, 22. Azerbeycan, 23. Danimarka, 24. Slovenya, 25. İrlanda.
19 eyaletinde ölüm cezası yürürlükte olan ABD listede 64, insanlık dışı uygulamalarıyla bilinen Çin ise 56. sırada kendine yer bulmuş durumda. ²
Çin, 2018’de de dünyanın en yüksek sayıda ölüm cezası uygulayan ülkesi oldu, ancak bu konudaki bilgiler devlet sırrı olarak saklandığından ölüm cezası uygulamalarının gerçek boyutları bilinmiyor. UAÖ, Çin’de her yıl binlerce kişinin ölüm cezasına mahkum edildiği ve öldürüldüğü kanaatinde.
Vietnam’da yetkililer daha önce yapılmayan bir şekilde ölüm cezası sayılarını kamuoyuna açıkladı ve 2018’de en az 85 ölüm cezasının uygulandığını bildirdi. Bu sayılar Vietnam’ın dünyada ölüm cezasına en sık başvuran beş ülkeden biri olduğunu doğruladı. Buna göre 2018’de en yüksek sayıda ölüm cezası uygulayan ülkelerin sıralaması şöyle: Çin (binlerce kişi), İran (en az 253 kişi), Suudi Arabistan (149 kişi), Vietnam (en az 85 kişi) ve Irak (en az 52 kişi).
2018 sonunda ölüm cezası 106 ülkede tüm suçlar için yasal olarak kaldırıldı, 142 ülkede ise yasalarda veya uygulamada kaldırıldı.( Uluslararası Af Örgütü) (İdam cezasının olduğu ülkeler: Afganistan- Hindistan- Nijerya- Amerika Birleşik Devletleri- İran- Japonya- Tayvan- Kuveyt- Zimbabve- Libya- Tayland- Guyana- Uganda- Bengladeş- Irak- Endonezya- Botsvana- Birleşik Arap Emirlikleri- Bahamas- Küba- Belarus- Yemen- Suudi Arabistan- Vietnam- Suriye- Mısır- Güney Sudan- Demokratik Kongo Cumhuriyeti- Etiyopya- Çin- Sudan- Komorlar- Somali- Barbados- Malezya- Çad- Pakistan- Umman- Singapur- St Kitts ve Nevis- St Lucia- Bahreyn -Kuzey Kore -Ekvatoryal Gine -St Vincent and the Grenadines- Filistin-Trinidad ve Tobago- Lesoto- Antigua and Barbuda- Belize- Dominika- Jamaika- Ürdün)³
Şimdi asıl konumuza gelelim. Yukarıda verilen verilerle birlikte konuşacak olursak, idam cezasının caydırıcılıkla doğrudan bir ilişkisi olmadığını söylemek yanlış olmaz. Özellikle en çok infazın yapıldığı Çin’in suç oranları da dikkate alınarak yapılan güvenlik sıralamasında çok aşağı sıralarda yer alması bunun küçük bir örneği. Avrupa Konseyi üyesi olan ülkelerde ise şu anda idam cezası uygulanmıyor, zaten çoğunun hukuk sistemlerinde de yok. İdam cezasını hâlâ uygulayan ve yasalarında yer veren ülkelere bakılınca şu durum rahatlıkla görülebilir; idam cezasının uygulandığı ülkeler suç oranı tablosunda başı çeken ülkelerle hemen hemen aynıdır veya aynı konumda yer almaktadır. Bu da idam cezasının suçtan caymak için yeterli bir neden olmadığının kanıtıdır. Dünya Ekonomi Forumu da suçların, daha doğrusu güvenliğin ülkelerdeki ekonomik refah ve hukuki güvenlik seviyeleriyle alakalı olduğu fikrindedir. Zaten yayınlanan raporda da bu fikir kanıtlanır niteliktedir. Suç oranı az ülkelere baktığımızda büyük bir bölümü refaha ermiş ve hukuki güvenlik standartlarını yerleştirmiş Avrupa ülkelerinin listeyi doldurduğunu görürüz. Bizim fikrimizce de cezanın ağırlaştırılması ile suç oranının azalacağı fikri yanlıştır.
Cezaların, suç oranları üzerindeki caydırıcı etkisi; cezanın kesinliği/kaçınılmazlığı, ağırlığı ve ivediliği üzerinden analiz edilmektedir. İşlenen suçun yaptırımı olarak idam cezası olsa dahi bundan kurtulacağını bilen fail, suç işlemekten caymamaktadır ama dört duvar arasında her gün ölmek ve bundan bir kaçışın olmaması onu caydırmaktadır. Yapılan araştırma bulguları, bu üç faktörün de suçluluk üzerinde caydırıcı olmakla birlikte ancak bu faktörlerin caydırıcılık düzeylerinin farklılık arz ettiğini ortaya koymaktadır. Cezanın kesinliği, sertliği ve süratliliği değişkenleri arasında özellikle cezanın kesinliğinin diğer değişkenlere kıyasla suçta daha caydırıcı olduğu belirtilmektedir. Suç işleyen bireylerin yakalanacağı ve ceza alacakları yönünde güçlü bir inancın olması, bireyleri önemli ölçüde suç işlemekten caydırmaktadır. Bu da suçluların yakalanma görevini üstlenen polis teşkilatının, suç ve suçlularla mücadelede daha etkin hale getirilmesi anlamına gelmektedir. Bu çerçevede, suçların aydınlatılma oranın yüksek olması, cezanın caydırıcılığını arttıran önemli bir faktör olmaktadır. Suçluların yakalanma riskinin düşük olması ise, suça eğilimli olan bireyleri daha çok suç işleme yönünde motive etmektedir. Diğer bir deyişle suç işleyen bireylerin suç işledikten sonra yakalanmamaları, yargılanmamaları ve ceza almamaları, suçluları daha çok cesaretlendirebilmektedir. Bu da suç işleme oranının artmasında etkili bir faktör olmaktadır.
( A) Ölüm cezasının suçları önleme tesiri müsbet olarak hiçbir zaman tesbit edilememiştir. Eğer bu cezanın mevcut olduğu bir memlekette, deneme maksadiyle bu ceza muayyen bir zaman için (meselâ beş veya on sene) kaldırılmış ve bu müddet zarfında suçların çoğalmış olduğu anlaşılmış olsa idi, ölüm cezasının, hakikaten, suçları önlediği neticesine varılabilirdi. Bu yapılmadığı için, ölüm cezasından korkarak suç işlemiyenlerin sayısı tesbit edilememekte, sadece, ölüm cezasından korkarak bir takım kimselerin suç işlemekten çekinecekleri tahmin edilmektedir.
B) Ölüm cezasının suçları önleme tesiri yoktur. Çünkü suçu işlediği esnada cezayı düşünen sadece adi suçları işleyen kimselerdir. Büyük suç faillerinin suçu işlerken sonunu düşünmedikleri kendi ifadeleriyle sabit olmuştur. Zaten suçu işlerken her suçlunun içinde cezadan kurtulacağı ümidi vardır. Bu ümit cezanın her türlü önleyici tesirine mani olur. Cezanın şiddetini değil, her suç işleyenin mutlaka ceza göreceğini müstakbel suçlulara telkin etmek ve bunu fiilen göstermek lâzımdır ki suçlar önlenebilsin. Ölüm cezasının diğer cezalara nisbetle ağır bir ceza olduğu katiyetle isbat edilemez. Hatta bütün ömrünce mahpus olarak kalmaktansa ölümü tercih edenler mevcuttur. Cezaevlerindeki “intihar” vakaları hürriyeti bağlayıcı cezaların ölümden daha ağır olduğunu gösterebilir. Ölüm cezasında korkutucu ve önleyici bir hassa mevcut olsa idi idam sahnesine şahit olan kimsenin ölüm cezasını müstelzim bir suç işlememesi lâzım gelirdi. Halbuki ingiliz Parlâmentosuna verilen bir rapora göre 167 ölüm mahkûmundan 121 tanesi son dakikalannı birlikte geçirdikleri ceza evi rahibine başkasının idamında hazır bulunduklarını söylemiştir. Aynca, ölüm cezasının tamiri kabil olmaması, bölünmek ve derecelendirilmek suretiyle suçluya uydurulması imkânı bulunmaması keyfiyetleri ileri sürülerek bu ceza, ceza infaz ilmi bakımından da tenkid edilmekte ise de bu tenkidlere, ölüm cezası verilirken çok dikkatli davranıldığı, zaten diğer cezaların da tamirinin kabil olmadığı, yine diğer cezaların ve bilhassa müebbet cezaların da derecelendirilmeleri imkânı bulunmadığı ileri sürülmek suretiyle cevap vermek mümkündür . (Hakkı Demirel) )
Türkiye’de de son zamanlarda siyasette idam cezası konusu tartışılmaktadır. Özellikle miting meydanlarında slogan atarak idam cezasının gelmesini isteyen bir kitle zuhur etmiştir. Diğer taraftan ise idam meselesinin meclise getirilerek bu işin halledileceği söylenmekte ve gaz alma işlemi -kitlenin coşkusuna bakacak olursak- gayet başarılı sonuçlanmaktadır. Ancak bu tartışmalar yapılırken Türkiye’nin taraf olduğu antlaşmalar ve Türkiye’nin hukuki yapısı es geçilmektedir. Peki, Türkiye’ye idam cezası geri gelebilir mi? Şimdi de bunun cevabını arayacağız. İdam cezası ülkemizde 1984 tarihinden beri fiilen ve 2004’ten itibaren de hukuken bulunmamaktadır. Ölüm cezası önce 2001 tarihinde savaş tehdidi ve terör suçları halleri dışındaki suçlar için kaldırılmış, 3 Ağustos 2002 tarihinde de “Savaş ve çok yakın savaş tehdidi hallerinde işlenmiş suçlar hariç” şartı ile kaldırılmıştır. 7.5.2004 tarihli 5170 Sayılı kanun ile Anayasa’ dan ölüm cezaları ile ilgili maddeler kaldırılarak Avrupa Birliği kriterlerine uyum çalışmalarının en önemlisi gerçekleştirilmiştir.
BM Medeni ve Siyasi Haklar Sözleşmesi (MSHS) 23.03.1976 tarihinde yürürlüğe girmiştir. Sözleşme, 6. maddesinde yaşam hakkını düzenlemekle beraber, ölüm cezası istisnasına yer vermektedir. Buna göre madde;
“1. Her insanın doğuştan gelen yaşama hakkı vardır. Bu hak yasalarla korunacaktır. Hiç kimsenin yaşamı keyfi olarak elinden alınamaz.
2. Ölüm cezasını kaldırmamış olan ülkelerde idam hükmü, ancak suçun işlendiği anda yürürlükte olan yasalara uygun olarak ve bu Sözleşme ile Soykırım Suçunun Önlenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmesi hükümlerine aykırı olmamak şartı ile, en ağır suçlar için verilebilir. Bu ceza ancak yetkili bir mahkeme tarafından verilmiş kesin bir karar üzerine uygulanabilir.
3. Yaşamdan yoksun bırakma eyleminin soykırım suçunu oluşturması durumunda, bu maddenin hiçbir hükmünün Sözleşme’ye Taraf Devletlerden hiçbirine Soykırım Suçunun Önlenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmesi hükümlerinden doğan herhangi bir yükümlülüğüne herhangi bir biçimde aykırılık olanağını vermeyeceği açıktır.
4. Ölüm cezasına çarptırılan herkesin, cezanın affedilmesini ya da daha hafif bir cezaya çevrilmesini istemeye hakkı vardır. Genel af, özel af ya da ölüm cezasının değiştirilmesi kararı her durumda verilebilir.
5. Ölüm cezası on sekiz yaşın altındaki kimseler tarafından işlenen suçlar için verilemez ve hamile kadınların idam cezaları yerine getirilemez.
6. Bu maddenin hiçbir hükmü, Sözleşme’ye Taraf herhangi bir Devlet tarafından, idam cezasının kaldırılmasını geciktirmek ya da önlemek için kullanılamaz.”
şeklinde düzenlenmiştir. MSHS’nin 6. maddesinde hangi sebeplerle ölüm cezası verilmesi gerektiği tahdidi olarak sayılmıştır. Ölüm cezası verilebilmesi için, öncelikle çok ağır ve ciddi bir suçun varlığı aranmıştır.
MSHS md. 4’e göre, taraf devletler;
“Ulusun yaşamını tehdit eden kamusal tehlike ortaya çıktığı ve bunun varlığı resmi olarak ilan edildiği zaman, sözleşme çerçevesindeki yükümlülüklerinden sapma teşkil eden önlemleri (…) alabilirler.”
Ancak bu hallerde bile aykırı önlemlere konu kılınamayacak haklar vardır ve yaşam hakkını düzenleyen md. 6 bunlar arasında sayılmıştır. O halde, ölüm cezası istisnası için getirilen ve yukarıda sıralanan kayıtlamalar, istisnai rejimlerin varlığı ve uygulanması dönemleri için de geçerlidir.
Türkiye ise MSHS’yi 15/08/2000 tarihinde imzalamıştır. Söz konusu belge, Türkiye bakımından 23/12/2003 tarihinden itibaren hüküm doğurmaya başlamıştır. Böylece Türkiye, MSHS’nin 6. maddesinde yer alan yaşama hakkı ve ölüm cezası için getirilen koşulları kabul etmiştir. MSHS’nin 4. maddesinde ulusun yaşamını tehdit eden kamusal tehlike ortaya çıktığı zaman sözleme çerçevesindeki yükümlülüklerden sapma teşkil eden önlemlerin alınabildiği düzenlenmişse de, 6. maddede yer alan yaşama hakkı ve ölüm cezası düzenlemeleri istisna getirilemeyecek düzenlemeler olduğundan her koşulda Türkiye’nin uyması gerektiği unutulmamalıdır.
BM Medeni ve Siyasi Haklar Sözleşmesinin Ölüm Cezasının Kaldırılmasını Amaçlayan Ek Seçimlik 2 No’lu Protokolü
MSHS’ne imza koymuş bulunan devletlerin imzasına açılan Ek Seçimlik 2 No’lu Protokol, 11.07.1991 tarihinde yürürlüğe girmiştir. Ek Seçimlik 2 No’lu Protokol, aşağıda inceleyeceğimiz Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin (AİHS) 6 No’lu Protokolü gibi barış zamanı-savaş zamanı ayırımını öngörerek ölüm cezasını “barış zamanı” bakımından kaldıran bir belgedir. Protokolün 1. ve 2. maddelerinde bu durum şu şekildedir:
Madde 1-
“1. Bu Protokole Taraf bir Devletin egemenlik alanında bulunan hiç kimse idam edilemez.
2. Her bir Taraf Devlet, kendi egemenlik alanı içinde ölüm cezasını kaldırmak için gerekli bütün tedbirleri alır.”
Madde 2-
“1. Bu Protokolü onaylama ve Protokole katılma sırasında konulan, savaş sırasında işlenen askerî nitelikteki çok ciddi suçlar için verilen mahkûmiyet kararına uygun olarak savaş zamanında ölüm cezasının infazını öngören çekince dışında, bu Protokole konulan herhangi bir çekince kabul edilemez.”
Yukarıda görüldüğü üzere Ek Seçimlik 2 No’lu Protokolün 2. maddesinin 1. fıkrasına göre, savaş zamanı ön şartı gerçekleşmiş bile olsa çok ciddi nitelikli askeri suç olmadıkça ölüm cezasının verilmesi mümkün değildir. Ayrıca Ek Seçimlik 2 No’lu Protokolün aynı maddesinde, savaş zamanında çok ciddi nitelikli askeri suçlar için verilebilecek olan ölüm cezası mahkûmiyetinin sadece savaş zamanı içinde infaz edilmesine imkân verilmektedir. Türkiye bu protokole 06/04/2004 tarihinde imza koymuştur. Daha sonra da onaylamak üzere “Ölüm Cezasının Kaldırılmasını Amaçlayan, Medeni ve Siyasi Haklara İlişkin Uluslararası Sözleşmeye Ek İkinci İhtiyari Protokolün Onaylanmasının Uygun Bulunduğu Hakkında Kanun”u çıkarmıştır. Sonuç olarak da söz konusu protokol Türkiye bakımından 02/06/2006 tarihinden itibaren yürürlük kazanmıştır. Böylece ölüm cezası Türkiye açısından, ciddi nitelikli askeri suçlar haricinde savaş zamanı varlığını sürdürmekte iken barış zamanı açısından tamamen kaldırılmış bulunmaktadır.
Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin 6 No’lu Ek Protokolü: Barış Zamanı Ölüm Cezasının Kaldırılması
BM bünyesinde hazırlanan uluslararası sözleşmeler ve bu sözleşmelere istinaden oluşturulan kurumlar aracılığı ile insan haklarının korunması yanında bölgesel düzeyde yapılacak sözleşmeler ve oluşturulacak kurumlar vasıtası ile insan haklarının korunması da oldukça önemlidir. Özellikle Avrupa için son derece önemli adımlar atılmasını sağlayan Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi (AİHS) ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) kurumu bölgesel düzeyde insan haklarının korunması ve geliştirilmesi bakımından büyük katkı vermektedir.
Tam adı İnsan Hakları ve Temel Özgürlükleri Korumaya Dair Avrupa Sözleşmesi olan AİHS’nde, Ölüm Cezasının Kaldırılmasına İlişkin 6 No’lu Protokol ise ölüm cezasının bölgesel alanda ortadan kaldırılması adına ilk düzenleme olarak karşımıza çıkmaktadır. Söz konusu Protokol, 28.04.1983’te imzaya açılarak ve oldukça kısa bir zamanda 5 onay şartını gerçekleştirerek, 01.03.1985 tarihinde yürürlüğe girerek eklenmiştir.
6 No’lu Protokol de, BM Medeni ve Siyasi Haklar Sözleşmesinin Ölüm Cezasının Kaldırılmasını Amaçlayan Ek Seçimlik 2 No’lu Protokolü gibi barış zamanı-savaş zamanı şeklinde ikili bir ayrımı öngörmektedir. 6 No’lu Protokolün 1. maddesinde; “Ölüm kaldırılmıştır. Hiç kimse bu cezaya çarptırılamaz ve idam edilemez.” Hükmü getirilerek, barış zamanında ölüm cezasını bütünüyle kaldırmaktadır. Protokolün 2. maddesinde ise; “Bir devlet barış zamanında ya da yakın savaş tehdidi durumunda işlenen suçlar bağlamında, yasalarında ölüm cezasına ilişkin hüküm bulundurabilir.” diyerek savaş zamanı dışında yakın savaş tehlikesi zamanlarında işlenmiş olan eylemler bakımından da ölüm cezası yaptırımına yer vermiştir. Türkiye 6 No’lu Protokolü 15.01.2003 tarihinde imzalamıştır ve onaylamak üzere 26.06.2003 Tarih ve 4913 Sayılı “İnsan Haklarını ve Temel Özgürlükleri Korumaya İlişkin 11 No’lu Protokol ile Değişik Avrupa Sözleşmesine Ek 6 No’lu Ölüm Cezasının Kaldırılmasına Dair Protokolün Onaylanmasının Uygun Bulunduğu Hakkında Kanun”u çıkarmıştır.Daha sonra Bakanlar Kurulunun 15.08.2003 tarih ve 2003/6069 sayılı kararı ile bu protokolün onaylanması kararlaştırılmış ve nihayet protokol Türkiye bakımından 01/12/2003 tarihinden itibaren yürürlük kazanmıştır.
Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin 13 nolu Ek Protokolü: Ölüm Cezasının Tamamen Kaldırılması
03.05.2002 tarihinde Bakanlar Komitesinin Vilnius toplantısında imza ve onaya açılan İnsan Haklarını ve Temel Özgürlükleri Koruma Sözleşmesinin Ölüm Cezasının Her Koşulda Kaldırılmasına ilişkin 13 No’lu Protokol, devletlerin tamamına yakını tarafından imzalanmış ve 19 devlet tarafından onaylandıktan sonra gerekli koşulları sağlayarak 01.07.2003 tarihinde yürürlüğe girmiştir. 13 No’lu protokol ölüm cezasını barış zamanında olduğu gibi savaş veya yakın savaş tehdidi altında da kaldırmaktadır. Bu bağlamda 6 No’lu Protokoldeki savaş zamanı barış zamanı ayrımı tümüyle ortadan kaldırılmıştır. Yani ölüm cezası artık hangi zaman olursa olsun herhangi bir suçun cezası olarak infaz edilemeyecektir. 13 No’lu Protokolün 2.maddesinde; “AİHS md.15 çerçevesinde, bu protokol hükümlerinden hiçbir sapma yapılmayacaktır.” hükmüne yer verilmiştir. Bunun anlamı, 13 No’lu Protokolün tarafı devletlere, AİHS md. 15’te öngörülen ve savaş zamanı ve diğer kamusal tehlike hallerinde uygulanabilirliği bulunan olağanüstü hallerde yükümlülükleri askıya alma olanağının tanınmadığıdır. Dolayısıyla her ne olursa olsun protokole taraf olan devletlerin, ulusal hukuklarında halen mevcutsa, ölüm cezalarını kaldırmaları ve protokole uygun düzenlemeler yapmak zorundadır. AİHM verdiği kararlar ile 6 ve 13 No’lu Protokollerin isabetli bir şekilde taraf devletlerce uygulanması yolunda oldukça aydınlatıcı yorumlara imza atmıştır. AİHM için salt ölüm cezasının ulusal hukuk mevzuatından çıkarılması protokole uygun davranmak için yeterli değildir. Ölüm cezasına mahkum edilme riskine karşı AİHM; “Bir yabancı, kendisine ölüm cezası verildikten sonra ciddi olarak bu cezanın infaz edilmesi riski ile karşılaşabileceği bir ülkeye iade edildiğinde…” şeklindeki tanımlama ile birlikte, taraf devletin, AİHS md.2 ve 6 No’lu Protokolün 1.maddesi bağlamında sorumluluğunun gündeme gelebileceğini belirtmektedir. Ölüm cezasını kaldıran birçok ülke de iç hukuklarında ölüm cezası bulunan ülkelere suçluların geri verilmesini yasaklayıcı hükümler koyarak Protokole uygun düzenlemelere imza atmışlardır.
“Yeni Türkiye’’ olarak adlandırılan bu beşeri zeminde yargı sistemi, aile yapısı, dış politika gibi mesele ve müesseselerin infisahına ve laçkalaşmasına; her kurumun, her kuruluşun bu talan ve yağmadan payını aldığına şahit olduk. Burada da yargıyı örnekleyecek olursak saraylarda yapılan açılış törenleri ve devasa -hangi mimariden olduğu anlaşılmayan ucube- adliye binaları ile iyice siyasetin cenderesine düşen Türk Yargısı; ülkemizde aslında demokrasi, insan hakları gibi kavramların ne kadar “dostlar alışverişte görsün’’ usulünde olduğunun en büyük göstergesi. Bugün artık Türk Yargısı; güce tapan, entelektüellikten uzak, siyasi iktidarın sopası haline gelmiş bir araçtan daha fazlası olabilmiş değil ve o yolda da tam gaz gidiyor. Türk Yargısının kararlarını artık kendisi vermiyor, sosyal medyanın tepkisi ve siyasi iktidarın ihtirasları ne yapılacağını belirliyor. Her alanda olduğu gibi yargıda da kurumları tarafgir insanların insafına bırakan siyaset, anayasa hukukunun insanların temel hak ve hürriyetlerini genişletmek için kurduğu mekanizmaları sadece kendisi için var olduğu inancında ve bu mekanizmaları başka insanların kullanmasını çoğu zaman altında başka amaçlar arıyor. Bugün Türkiye’de olanları açıklamak için hukuk çaresiz kalıyor. Türkiye’de bir hukuk veya yargı var mıdır, bu sorunun cevabı muğlaktır. Var olduğunu farz edersek bunun anayasa ve kanunlarda yazılı olan hukuk olmadığına emin olabiliriz. Çünkü hukukun ensesinde artık siyasetin demir yumruğu beklemektedir. Varsayalım yukarıda saydığımız antlaşmalar, maddeler vs. hiç olmadı ve idam cezası ülkemizde uygulanmaya başlandı; böyle bir duruma düşmüş yargı ve yargı sisteminde idam cezasının siyasette mıntıka temizliği yapmak ve muhalif sesleri kısmak için bir sopa gibi kullanılmayacağını kim garanti edebilir? İnsanları cehennemle korkutan bu güruhun, bu dünyada kendilerinin yarattığı cehenneme Türkiye’yi ve Türk milletini de sürüklemeye hakkı yoktur. Kendini modern dünyaya entegre etmiş ve hukukunu buna göre dizayn etmiş bir Türkiye böyle kısır tartışmaları belki kısa süreliğine yaşayacaktır ama bu dönemler sona erdikten sonra Türkiye yine modern hukukun yolunda gitmeye devam edecektir. Ki neredeyse 200 yıldır devam eden bu modernleşme çabası ortadayken, dünyada idam cezasına yönelimler azalırken, Türkiye’nin modern dünyanın tersine gitmesi düşünülemez.
İdam cezasının böylesine çarpık bir adalet sisteminde çok fazla mağduriyete sebep olacağı açıktır. Türkiye’nin durumu açısından konuşacak olursak idam cezası siyasetin yumruğu olarak kullanılmak isteneceği de şüphesiz. Neticesinde mağduriyetin giderilemeyeceği bir ceza olan idam cezasına karşı dünyada eğilimler gittikçe azalmaktadır. Türkiye için bu konuyu tartışmanın ne kadar yanlış bir durum olduğu ortadadır. İdam cezasının geri dönülemez sonuçları vardır. Suçu ve suçluyu caydırdığı iddiası ise çürütülmüştür. Ayrıca Türkiye mevzuatına bu yönde düzen vererek ve uluslararası antlaşmalara taraf olarak hukuk sistemi buna göre düzenlemiştir. Türkiye’de idam cezasının uygulanması ve geri mevzuata girmesi mümkün değil, imkansıza yakın görünmektedir.
Yararlanılan Kaynaklar ve Bağlantılar:
Ölüm Cezası, Yazan : Asistan Dr. Hakkı Demirel
Erem, Adalet Psikolojisi, 1950
Ceza veya Kriminal Yaptırımın Suç Oranları Üzerindeki Caydırıcı Etkisi
Zahir KIZMAZ
Resmi Gazete, Sayı No: 25984, 02.11.2005
https://www.resmigazete.gov.tr/eskiler/2005/11/20051102.htm
Resmi Gazete, Sayı No.25155, 01.07.2003
http://www.resmigazete.gov.tr/main.aspx?home=http://www.resmigazete.gov.tr/eskiler/2003/07/20030701.htm&main=http://www.resmigazete.gov.tr/eskiler/2003/07/20030701.htm
Uluslararası İnsan Hakları Hukukunda Ölüm Cezasının Kaldırılması ve Türkiye’deki Süreç, M. Balkan Demirdal
World Economic Forum, The Global Competitiveness Report 2019
Traité Théorique Et Pratique Droit Pénal Français, 1898
Uluslararası Af Örgütü
Cesar Beccaria, Suçlar ve Cezalar Hakkında
İstanbul Ticaret Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi Yıl:5 Sayı:10 Güz 2006/2 s.67-97
Yaşama Hakkı ve Ölüm Cezası
Zafer GÖREN
Türk Ceza Kanununun Yürürlükten
Kaldırılmış Hükümleri
Kanun Numarası : 765
Kabul Tarihi : 1/3/1926
Yayımlandığı R.Gazete : Tarih: 13/3/1926 Sayı: 320
Yayımlandığı Düstur : Tertip: 3 Cilt:7 Sayfa: 519
İslam Hukuku Araştırmaları Dergisi, sy.17, 2011, s.309-322
Hukuk Tarihi Açısından Ölüm Cezası ve İnfaz Şekilleri
Dr. Mehmet KÖROĞLU
Padişah II.Mahmud tahta geçtikten sonra sadrazam olan Alemdar Mustafa Paşa, devlet ve halk üzerinde nüfuzu gittikçe artan ayanların gücünün farkına varmış ve onlarla bir anlaşma yapılması gerektiğini düşünüp, ayanları İstanbul’a davet etmiştir. Ayanların hepsi toplantıya katılmadı. Katılan ayanlar ise askerleriyle birlikte İstanbul’a geldi. Bir kısmı padişah tarafından kabul edildi, çeşitli hediyeler verildi. Bir kısmı ise sadrazam tarafından kabul edildi.
Osmanlı Devleti’nde XVI. yüzyılın ikinci yarısından itibaren merkezi otoritenin zayıflamaya başlamasına paralel olarak devletle halk arasında irtibatı sağlayan mahalli ileri gelenler (ayan) yavaş yavaş önem kazanmaya başladı. Bunlar devletin içine düştüğü sıkıntıların ortaya çıkardığı boşluktan faydalanıp zamanla iktisadi ve siyasi ağırlıklarını daha da artırarak bulundukları bölgede güçlerini ve nüfuz alanlarını merkezi otorite aleyhine genişlettiler. XVIII. yüzyıla gelindiğinde ayan, artık devletin ve merkezi otoritenin karşısında önemli bir güç haline gelmiş, Anadolu ve Rumeli’de güçlü ayan aileleri ve hanedanlar teşekkül etmişti. Taşrada otoritesini tesis edemeyen devlet, bu güçlerin varlığını kabul etmek zorunda kalmış, onların birbiriyle ve devlet ile mücadeleleri sosyal yapıyı ve dengeleri bozmuştu.(İSAM)
Senedi İttifak’ta devletin şanlı zaferlerinden,fetihlerinden bahsedilir. Başlarda ne kadar kudretli olunduğuna ve birlik beraberliğe vurgu yapılır. Devlet ve taşradaki kişilerin veya kurumların çatışmasıyla çekişmesiyle bu durumun son zamanlarda bozulduğu ifade edilir. Çatışan ve çekişen iki grup ise yenilikçiler ve tutucular diye adlandırabileceğimiz iki gruptur. Yani padişah ve hanedanla değildir bu sürtüşme, devlet içindeki çekişmede Magna Carta’nın tam aksine bu iki etkenin üzerine bir çekişme veya tartışma yoktur. Çekişmede padişah ve hanedan sabit konumdadır ve padişahın şahsı dokunulmaz kılınmıştır desek yeridir. Padişahın konumu bu çekişmede genel şöyledir; iki grup padişahı kendi tesirlerine almak için çekişirler kimi zaman galip gelirler, galip gelenler mağlup edilenleri padişahın eliyle sahneden atar, kimi zaman da mağlup olur ve padişahın çevresinden uzaklaşırlar ama buna rağmen emellerinden vazgeçmezler. Buradaki durumda ise Alemdar Mustafa yani ilericiler galip gelmiştir. Padişah ne ayanın ne de anlaşmayı hazırlayan devlet erkanının tarafıdır. Padişah yüce bir konumdadır. ( Birinci şartta, senedi imzalayanlar, Padişahın devletin temeli olduğunu tanımakta ve ona karşı “vüzera ve ulema ve rical ve gerek hanedanan ve gerek bilcümle ocaklar tarafından kavlen ve fiilen, sırren ve alenen bir gûna ihanet ve hilaf-ı emrü rıza tavru hareket zuhur ederse, badettahkik cesaret edenin te’dip ve ibret kılınması” için gayret edeceklerini taahhüt etmektedirler.
İkinci şartta, toplanan askerlerin (tertib olunan asakir ve neferatın) “devlet askeri olarak tahrir” olunması kabul edilmektedir. Senedi imzalayanlar, buna “ocaklar tarafından itiraz ve muhalefet olunursa” onların hep beraber “te’dip ve def’u ref’ine… gayret eyleye”ceklerini taahhüt etmektedirler.¹)
Devlet içindeki yolsuzluklar, iltimas, rüşvet gibi durumlardan dolayı doğrudan doğruya padişah eleştirilmemiş hata başka yerlerde aranmıştır. Ki zaten Senedi İttifak doğrudan padişahın ağzından yazılmamıştır.
Fiyatların yükselmesi, 3.Haçlı Seferi ve haksız ağır vergiler 12.yüzyıl sonlarına doğru İngiltere’deki feodal beyler arasında büyük memnuniyetsizliklere yol açtı. Kral John’dan duyulan bu memnuniyetsizlik 1214’da Fransa ile yapılan savaşta mağlup olunması üzerine düşmanlığa evrildi. İsyan bayrağını kaldıran baronlar karşısında Yurtsuz John, baronların taleplerini kabul etmek zorunda kaldı ve bir ferman yayınladı.
İşte bu fermanda yani Magna Carta’daki durum ise yukarıda bahsettiğimiz Senedi İttifak’taki durum çok farklıdır. Bizzat kralın ağzından yazılan bu belgede, kral yolsuzluklardan sorumlu olduğunu itiraf etmektedir. Ve ortada baronlarla kral arasında geçmiş bir mücadele vardır ve kral bu mücadeleyi kaybetmiştir. Yani kral üstün bir konumda veya eleştirilemez bir yerde değildir. Çekişme doğrudan kral ile baronlar arasındadır.
İki metin arasında farklılıklar olduğu gibi benzerlikler de mevcuttur. Mesela bu iki metinde de vergi üzerine bir madde bulunmaktadır. Vergilendirme konusunda bir sınırlandırma ve adalet tesis edilmeye çalışıldığı anlaşılmaktadır.
Senedi İttifak’ın yedinci şartında fukara ve reayanın korunmasının esas olduğu belirtildikten sonra,hanedanın ve ayanın asayişe ve halkın vergileri konusunda “hadd-i itidale” uyması gerektiği yazıyordu. Buna göre, zulüm olmaması için vergiler vükela ve hanedanlar arasında görüşecek ve nasıl karar verilirse uygulamanın sürekli o yönde olmasına dikkat edilecekti. Bir de denetim mekanizması getiriliyordu: hanedanlar bu konuda birbirlerine nezaret edecekler, zulüm olursa devlete
haber verilecek ve ittifakla önlenmesine çalışılacaktı.
Magna Carta’da ise 12. maddeye göre Kralın danışmadan toplayabileceği para, geleneksel feodal hukuka göre, Kralın fidye parası, en büyük oğlunun şövalye yapılması, en büyük kızının
evlendirilmesiyle ilgili masraflarla sınırlı olacaktır. Bu durumlar içinde paranın makul bir miktarda olması şartı aranmaktadır. Diğer bir maddeyle Kralın dışındaki öbür feodaller de aynı yükümlülükleri özgür insanlar bakımından üstlenmektedirler (md. 15). Sözü geçen durumlar dışında para toplayabilmek (buna “yardım akçesi” ya da “cebeli akçesi” denmektedir) için Kilise ileri gelenlerine, kontlara, büyük baronlara v.s. tek tek en az 40 gün öncesinden toplantı gün, yer ve amacını belirten mektuplar yazılacaktır. Çözüm, gelenlerin tavsiyeleri uyarınca olacaktır (md. 14).
( 12.madde: Nullum scutagium vel auxilium ponatur in regno nostro, nisi per commune consilium regni nostri, nisi ad corpus nostrum redimendum, et primogenitum filium nostrum militem faciendum, et ad filiam
nostram primogenitam semel maritandam, et ad hec non fiat nisi racionabile auxilium;
simili modo fiat de auxiliis de civitate London.Krallığımızda, ülkemizin Genel Meclisinin izni olmadıkça zorla, askerlik
hizmeti karşılığı olarak vergi ya da yardım parası alınamaz. Fiziksel varlığımızın diyet verilerek esaretten kurtarılması, en yaşlı oğlumuzun şövalyeliğe kabul töreni veya en büyük kızımızın ilk evliliği durumları bunun dışındadır. Bu üç amaç için makul bir yardım talep edilebilir. Londra kentinin yardım paraları da benzer bir biçimde ayarlanacaktır.)(13. Et civitas London. habeat omnes
antiquas libertates et liberas consuetudines
suas, tam per terras, quam per aquas.
Preterea volumus et concedimus quod
omnes alie civitates, et burgi, et ville, et
portus, habeant omnes libertates et liberas
consuetudines suas.
13. Londra kenti, eskiden sahip olduğu tüm özgürlüklerini ve geleneklerini hem karada hem de denizde koruyacaktır. Ayrıca, tüm kentlerin, arazilerin, çiftliklerin ve limanların da kendi ayrıcalıklarını korumalarını istiyor ve onlara bu hakkı bahşediyoruz.)
Vergiyi geniş anlamda yorumlanarak, feodal çalışma yükümlülüklerinin (angarya ve benzeri) kötüye kullanılmaması da bu alana girecek bir hüküm sayılabilir. Aynı biçimde adet ya da yasaya göre yükümlü olmadıkça hiçbir köy ya da insan köprü inşa etmek zorunda kalmayacaktır zahire ya da başka taşınabilir şeylerin istimvaIlerinde bedelleri ,mal sahibi ödemeyi kabul etmezse, peşin ödenecektir . Görevliler, sahibinin rızası olmadan özgür bir adamdan at ya da araba almayacaklardır .
Görüldüğü üzere burada krala vergi konusunda bir sınırlama getirilmiş ve bu sınırlamanın usulü gösterilmiş. Senedi İttifak’ta sadece görüşme ve danışma usulü gösterilmiştir. Yani teferruat kısmı yoktur.
Magna Carta, kralın yetkilerini halk adına sınırlamıştır. O sınırlamalardan biri de can ve kişi dokunulmazlığı üzerinedir.
Magna Carta’nın 39. maddesi; “ Özgür hiç kimse kendi benzerleri tarafından ülke kanunlarına göre yasal bir şekilde muhakeme edilip hüküm giymeden tutuklanmayacak veya hapsedilmeyecek veya mal ve mülkünden yoksun bırakılmayacak veya kanun dışı ilan edilmeyecek veya sürgün
edilmeyecek veya hangi şekilde olursa olsun zarara uğratılmayacaktır.” demektedir.
(39. Nullus liber homo capiatur, vel imprisonetur, aut disseisiatur, aut utlagetur, aut exuletur, aut aliquo modo destruatur, nec super eum ibimus, nec super eum mittemus, nisi per legale judicium parium suorum vel per legem terre.)
Senedi İttifak’ta da buna benzer bir durum vardır. Ama Magna Carta’dan farklı olan nokta kişi ve can dokunulmazlığından çok “siyaseten katl” dediğimiz olayı önlemeye yönelik olmasıdır. Zaten Magna Carta’yı kendi zamanındaki belgelerden ayıran en önemli nokta da budur. Magna Carta, metni imza eden iki tarafın değil krallık toprağında yaşayan bütün hür kişilerin can ve kişi dokunulmazlığını tanımaktadır.
Senedi İttifak’taki beşinci şart, bir can ve kişi dokunulmazlığı maddesidir. Hanedan (yani büyük ayanlar) ve ayan ile viikela ve rical (devlet görevlileri) bu konuda birbirlerine kefil olmaktadırlar. Senedi İttifak’a aykırı bir hareketi ortaya çıkmadıkça ne devletten ne diğer hanedanlardan bunlardan ,birine bir kötülük gelmeyecek geldiği takdirde öbürleri birleşip bunu önleyeceklerdir. Hanedan başları öldüğünde, hanedanlann devamını vükela sağlayacaktır. Hanedanlar aynı biçimde yönetimleri altındaki ayanlara ve ileri gelenlere (vücuha) güvence sağlayacaklardır. Ayanlardan biri suç işlemişse, yapılacak soruşturmadan ve Sadaretten izin aldıktan sonra, yerine bir başkasını seçeceklerdir. Ayrıca kimse kendisine havale edilen yerin dışında bir karış yere el atmayacak,
atarsa, hep birlikte önüne geçilecektir. Fukaraya zulmedenler ve adaletin uygulanmasını önleyenler cezalandırılacaktır. “Haselbeşeriye”
suç işleyenlere ceza verilebilmesi için suçun “cümle indinde taayyün” etmesi gerekmektedir.²(Sina Akşin)
(Şartı sâbi’ : Fukara ve reayânın himayet ve sıyaneti esas olduğuna nazaran hanedanan ve vücuh tarafından ziri idarelerinde kazaların asayişine ve fukara ve reayanın tekâlifi emrinde haddi itidale riayet hususuna dikkat olunmak lâzimeden olmağın ref’i mezâlim ve taaddi ve tekâlif hususuna vükelâ ve memalik hanedanları beyinlerinde bilmüzakere ne veçh ile karar verilir ise anın devâm ve istikrarına ve mugayir olarak zulmü taaddi vukua gelmesine itinâ oluna. Ve her hanedan yekdiğerinin haline nezaret birle hilâfı emrü rıza ve mugayiri Şeriatı Garrâ zulmü taaddi.eden olur ise salimen anllgaraz Devleti Aliyeye ihbar eyleyüp bilittifak men’ine ikdam oluna. Ve işbu şeraiti seb’aya bilmüzakere karar verilüp hilâfına hareket olunmamak üzere kasem billah ve ahd birresül vaki olmağla hıfzen lilmevasik işbu senedi muteber ketbü tenmik olundu. (Femen beddelehu ba’dema semi’ ahû felnnemâ ismühu alelleziyne yubeddilunehu innallâhe semi’un alim.))
Sonuç kısmına gelince, 12.yüzyıldaki İngiltere ile 19.yüzyıldaki Osmanlı toplumu arasında bir mukayese yapacak değiliz. Birinin diğerine üstün olduğunu söylemek de çok doğru olmaz. Ancak şekil bakımından diğer metinlerden bir farkı olmayan Magna Carta’nın fikir bakımından hem çağdaşı metinlere hem de muadili olabilecek metinlere göre bir tık daha üst seviye olduğunu söylesek yeridir. Ayrıyeten Senedi İttifak’la mukayese edilince daha kapsamlı ve ayrıntılı bir belge olduğu açık. Magna Carta, “hukukun üstünlüğü” gibi ilkelerin de temel taşı olmuştur. Evet açık açık o ilkeye yer vermemiştir ama modern hukuk sistemlerine yerleşmesine ön ayak olmuş ,bu fikri yerleştirmiştir.
Kaynaklar: The National Archives Education Service, Magna Carta
Asis. Ersan İlal, Magna Carta, Hukuk Fakültesi Mecmuası
DİA,Senedi İttifak Maddesi, Ali Akyıldız
ISAM Dergisi, Sayı 2, 1998, Sayfa 209-222
TBMM-Senedi İttifak Metni
1.Kemal Gözler , Türk Anayasa Hukuku, 2000, Sayfa 3-12
2.Sina Akşin