Avrupa’da, 16.yy.da siyasal erkin merkezîleşmesi eğilimi gelişmeye başlamıştır ve bunun en belirgin örneklerinden birisi de Fransa’dır. Daha önce kent devletleri, prenslikler ve kilise gibi çeşitli birimler arasında bölünmüş siyasal iktidar, tek merkezde toplanmaya başlamıştır. İktidarın merkezîleşmesi sürecinde Fransa’da kilisenin yetkileri, kentlerin özerklikleri, soyluların sahip olduğu hak ve ayrıcalıklar; merkezi yönetimin karşısında çözülmeye başlamış ve devletin gücünde sınırsız bir artış meydana gelmiştir. Fransa’da kralın iktidarına rakip olabilecek bütün güçlerin ve yerel iktidarların bastırılması politikası, XIV. Louis döneminde de hızla devam etmiştir. Soyluların siyasal ve yönetsel işlevleri, yerel yönetimlerin özerklikleri kaldırılarak yürütme organı içinden atanan mahkemeler kurularak -bağımsız yargı ortadan kaldırılarak- États Généraux işlevsizleştirilerek tüm erklerin tek elde toplandığı bir süreç başlamıştır. XIV. Louis’in “L’État, c’est moi” sözü gelinen noktanın özetidir. İşte Monstesquieu, Yasaların Ruhu Üzerine’yi özetlenmeye çalışılan bu koşullarda yazmıştır.

Montesquieu, erkler ayrılığını sistematik bir biçimde işleyen ilk düşünürdür. Montesquieu, siyasal özgürlüğün var olabilmesi için ılımlı bir yönetimin olması ve siyasal iktidarın ara erkler tarafından denetlenmesi ve sınırlandırılması gerektiğini söyler. Geçmişten gelen siyasal deneyimlere göre kişiler ele geçirdikleri iktidarı, kurumsal bir sınırlama ile karşılaşmadıkça kötüye kullanma eğiliminde olabilirler. Montesquieu bunu “İktidarın kötüye kullanılmasını engellemek için şeylerin doğası gereğince iktidarın bizzat iktidarı durdurması gerekir.” sözü ile ifade eder. 

Montesquieu, İngiliz Anayasası’ndaki erkler ayrımını, özgürlüğün korunabilmesi için gerekli bir koşul olarak görmüştür. Yasama, yürütme ve yargı erkleri arasında kesin bir görev ayrımının bulunması ve her bir erkin ayrı ellere verilmesi, siyasal özgürlüklerin korunması için vazgeçilmezdir. Montesquieu yasama ve yürütme erklerinin ayrı olması gerektiğini “Aynı hükümdarın ya da aynı senatonun, yasaları despotça uygulamak için despotik yasalar yapmasından korkulur.” şeklinde ifade etmiştir. Yargı erkinin de yurttaşlar hakkında keyfî kararlar verilmesini önlemek ve özgürlüğü sağlamak için mutlaka yasama ve yürütme erklerinden ayrı olması gerektiğini belirtmiştir. 

Montesquieu yargı erkini diğer ikisine göre daha az önemsemiş, hakimlerin, kararlarını tamamen bağımsız olarak yasalara uygun bir şekilde almaları gerektiğini söylemiştir. Yasama erkini, biri halktan diğeri seçkinlerden olmak üzere iki kanatlı olarak öngörmüştür. Yürütme erkinin, yasamadan tamamen bağımsız, siyasal bir erkte ve tek kişinin elinde olması gerektiğini belirtmiştir. Bu erkler, birbirlerini denetleyecek ve dengeleyecek bir biçimde düzenlenmiştir. 

Montesquieu, kitabında “erkler ayrımı” kavramını kullanmamıştır hatta erklerin kaynaşabileceğini, birbirine müdahale edebileceğini öngörmüştür. Yasama ve yürütme erkleri farklı ellere verilmiş olsa da yürütmeyi temsil eden kral, sahip olduğu veto hakkıyla mecliste bakanları yargılama yetkisini kullanarak ve yasaların ne ölçüde uygulandığını denetleyerek belli bir denetim yetkisi kullanmaktadır. Yasamanın da iki kanatlı olması öngörülerek birbirini karşılıklı denetleme ve dengeleme mekanizmaları kurulmuştur. Montesquieu’nün, erkleri kesin çizgilerle birbirinden ayırmadığı, erkler arası denge ve fren sistemi kurduğu, bunların karşılıklı olarak birbirini engellediği ve sınırlandırdığı bir erkler kuramını öne sürdüğü söylenebilir. Montesquieu için yasama, yürütme ve yargı erklerinin farklı ellerde toplanması elzemdir. Bunun önemi, özgürlüklerin güvence altına alınması için iktidarın kötüye kullanımını önlemenin yanında toplumsal güçler arasında bir denge sağlamaktır. Bunun için de mutlaka kurumsal düzenlemeler yapılmalıdır. Montesquieu’ye göre iktidar ancak iktidar tarafından sınırlandırılabilir. Antik Yunan düşüncesinden bu yana, yasalara bağlı, özgürlüklerin korunduğu bir yönetim biçiminin nasıl sağlanabileceği temel meselelerden biri olmuştur. Bunun için zaman zaman toplumsal güçlerin ve siyasal kurumların birbirlerini karşılıklı olarak denetledikleri karma yönetim biçimi öngörülmüştür. Montesquieu’nün tam olarak karma yönetim kavramını kullanmasa da erkler arasında bir denge ve fren mekanizmasının olduğu ve toplumsal güçler arasında uyumun bulunduğu bir siyasal rejim öngördüğünden karma yönetim kavramını kendi döneminin bulunduğu koşullar içinde tekrar yorumladığı söylenebilir. 

Aristoteles, anayasaları sınıflandırırken yasama, yürütme ve yargı erklerini tanımlamış ve iyi bir yasa koyucunun bu üç erkin uyumlu bir düzen içinde olmasını amaçlaması gerektiğini belirtmiştir. Aristoteles, sınıflar arası bir denge yönetimi amaçlamış ve bunu karma yönetim şeklinde ifade etmiştir. Aristoteles’in öngördüğü karma anayasa anlayışı, sınırsız ve keyfî iktidarın kullanımını engelleme amacının yanında, bununla doğrudan ilgili olarak belli bir sınıfın sınırsız egemenliğinin eninde sonunda rejimi yıkıma götüreceği düşüncesi ile sınıflar arası bir denge sistemini içerir. Aristoteles, bir anayasanın ne kadar iyi bir karma modeli olursa o kadar uzun ömürlü olacağını düşünür.

Polybios da iyi olarak nitelendirdiği yönetim biçimlerinin (aristokrasi, monarşi ve demokrasi) temel alındığı karma yönetim ile ancak istikrar kazanmış, iyi ve kalıcı bir yönetim biçimine ulaşılabileceğini belirtmiştir. Polybios, karma anayasa için Lykurgos’un yaptığı Sparta Anayasası’nı örnek göstermiştir. Polybios’a göre birbirini dengeleyecek kuvvetlerin bulunduğu karma bir yönetim olmadığında, tek bir kuvvete dayanan yönetim eninde sonunda aşırılığa, dengesizliğe ve sonuç olarak yozlaşmaya doğru gidecektir. Bir ülkede özgürlüklerin korunması ancak denetleme ve denge sisteminin bulunduğu bir anayasa ile sağlanabilir. Bu anayasa, modern güçler ayrılığı ilkesinin temelini oluşturacaktır. 

Polybios’a göre Lykurgos, karma anayasa modelini aklın ışığında, yani doğal olayların ve doğa yasasının gelişimini dikkate alarak yapmıştır. Roma ise bu anayasaya, yaşadığı iç savaştan ve acı bir deneyimden dersler çıkararak ulaşmıştır. Konsüller, senato ve tribünler; bu üç güç arasında kurulan birbirini sınırlandırma, denetleme ve hesap verme uygulamaları, Roma’daki karma yönetimin özünü oluşturur. Polybios, bu üç gücün tek tek yetkilerine bakıldığında her birinin büyük yetki ve sorumluluklarla donatılmış olduğunu, ancak güç dağılımının başarılı bir şekilde sağlanmasından dolayı hiçbirinin tek başına egemen olma olanağının kalmadığını vurgular. Bu güç dağılımı, hem birbirine karşıt hem de birbirini bütünler niteliktedir. Birinin egemenlik alanının genişlemesi ve yayılması, bir öteki tarafından dengelenir ve frenlenir. Polybios, Tarihler adlı yapıtında bunu şöyle açıklar: Tanımladığımız üç sınıftan herhangi birisinin kendisini fazlasıyla büyük görmeğe başlaması, gereğinden fazla şişkin ve saldırgan olması hâlinde, her üçünün karşılıklı bağımlılığı ve birinin isteklerinin birbirlerince denetlenmesi ya da önlenmesi olasılığı, bu isteklerin genişleme eğilimini gemleyecektir. Böylece bir tarafta belirebilecek aşırı istekler, ötekilerin sert tepkisinden duyulan korkuyla frenlenecek, unsurlar arası denge sağlanacaktır.

Locke da yasama ve yürütme erklerinin ayrı ellerde toplanması gerektiği görüşünü öne sürer ancak bu görüşü siyasal iktidarı, benzer ağırlıklar taşıyan erklere böldüğü ve aralarında belli bir denge sistemi yaratmaya çalıştığı anlamına gelmez. Locke, yasamanın daha üstün olduğu görüşünü savunur. Kralın onayından geçmeyen yasalar, yürürlüğe girmeyecek ancak krala duyulan sadakat, yasalara itaat ettiği sürece devam edecektir. Dolayısıyla bu iktidar, kaynağını yasalardan almakta ve yasalarca sınırlanmaktadır. “Otoriteyi elinde bulunduran her kim olursa olsun kendisine yasalarca tanınan iktidarın sınırlarını aştığı ve buyruğu altında tuttuğu gücü yasaların izin vermediği şekilde uyrukları üstünde kullandığı yerde, hükümran olma durumu sona erer (…) ve başkasının hakkını ihlal eden bir kişiye karşı konulduğu gibi ona karşı da konabilir.”

Şüphesiz modern karma yönetimin temel unsurlarından biri hukukun üstünlüğü ve yargı bağımsızlığıdır. Günümüzde güçler ayrılığı, özgürlükler için vazgeçilmez temel kurumsal bir düzenlemedir. Siyasal iktidarın belli bir kesimin elinde toplanması sınırsız ve keyfî bir yönetime doğru gidildiğini gösterir. Böyle bir yönetim, çıkardığı yasalar ve uygulamalarıyla kamu yararını ortadan kaldıracak veya zedeleyecektir. Bu yüzden kurumsal düzenlemeler yoluyla iktidarın sınırsız ve keyfî, yani yasasız ve kamu yararına aykırı bir patikaya girmesini önleyici mekanizmaların düşünülmesi bu anlamda çok eski ve çok önemlidir. İktidarın sınırlanmadığı ve denetleyici mekanizmaların bulunmadığı bir durumda özgürlüklerin korunması son derece zorlaşır hatta özgürlüklerin yasalar ile ortadan kaldırıldığı bir düzene gidilir. 

ABD Anayasası’nı yazan kurucu babalar -dolayısıyla başkanlık sisteminin kurucuları- anayasayı hazırlarken Polybios’u ve Roma tarihini okumuşlar, klasik karma yönetim düşüncesinden yararlanmışlar, kendilerine karma yönetimi model almışlardır. Bu anayasanın temel ilkesi denge ve denetleme sistemidir. Tocqueville de Amerikan Anayasası’nın temel özelliğinin “check and balance” olduğunu ve bu sistemin güçler arasındaki farklılık ve karşılıklı denetleme, sınırlandırma ve dengeleme mekanizması, yani güçler ayrılığı olduğunu dile getirmiştir. Modern hukuk anlayışının gereği olarak yargının bağımsızlığı ve hukukun üstünlüğü de bu modele eklenmiştir. Mustafa Kemal Atatürk de daha Samsun’a çıkmadan önce kafasında oluşturduğu devlet modelini şekillendirirken Rousseau ve Montesquieu’den önemli ölçüde etkilenmiştir ve Montesquieu’nün tanımladığı yönetim şekillerinden cumhuriyeti benimsemiştir. Rousseau’nun “halkın egemenliği” (bu ifade “millet” olacak geçecektir), Montesquieu’nün “erkler ayrılığı” görüşleri doğrultusunda Aydınlanma Felsefesi prensiplerine dayanan, Avrupa’nın ilk modern sistemli ve yazılı anayasası olan 1791 Fransız Anayasası; 1924 yılında Modern Türkiye Cumhuriyeti’nin Anayasası’na da örnek teşkil edecektir. Atatürk, Türk Kurtuluş Savaşı’nın başarıya ulaşmasının yolunu; devamında yapılacak olan inkılaplarda görmüştür. Bu da ancak millet egemenliğine dayalı bir sistem ile gerçekleşecektir. Bizim geçen yıllarda geçtiğimiz Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’nde ise elzem olan bu ilkelerin gözetilmediği ve tarihten dersler çıkarılmadığı görülmektedir. Bu süreçte Cumhuriyet’in önemli kazanımları yitirilmeye, kamu yararı göz ardı edilmeye ve erkler tek elde toplanmaya başlanmıştır. 

B. Caner Şafak

KAYNAKÇA

AĞAOĞULLARI, M.A. (2018), Sokrates’ten Jakobenlere Batı’da Siyasal Düşünceler, İstanbul: İletişim.

ZABCI, F. (2018), Antik Cumhuriyet Düşüncesinde Siyasal Yozlaşma ve Karma Yönetim: Aristoteles ve Polybios Üzerinden Bir Tartışma, Felsefelogos, 69(2), 7-24.

0 cevaplar

Cevapla

Want to join the discussion?
Feel free to contribute!

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir