Yıla henüz başlamışken Elazığ ve Malatya’dan gelen deprem haberiyle sarsıldık, onlarca canımızı maalesef ki enkaz altında kaybettik. Bir nebze dahi olsa acımız dindi/ diniyor derken bu sefer de Ege’nin incisi İzmir’den gelen haberle yüreğimiz dağlandı. Deprem ne yazık ki peşimizi bırakmıyor. Hele hele de korona salgınıyla savaştığımız bu günlerde depremin de bir cephe açması bizi derinden üzmüş ve yüreğimizi ağzımıza getirmişti deyim yerindeyse…

Peki, afetlere ne kadar hazır Türkiye?

İçişleri Bakanlığı Afet ve Acil Durum Yönetimi Başkanlığı ya da bilinen adıyla AFAD kurumu “Afetlere Hazır Türkiye” mottosuyla bir çalışma başlatarak vatandaşları bilinçlendirecek projeler planlamış ve bu bağlamda bir yandan arama kurtarma alanında faaliyet gösterecek sivil toplum kuruluşlarını eğitmeye başlamış, diğer yandan ise “afad gönüllü ( https://gonullu.afad.gov.tr/)” projesiyle kendi bünyesinde gönüllü çalışacak vatandaşlarımızı yetiştirmeye başlamıştı.

Afetle mücadele sadece kurumların görevi değil, hemen her vatandaşın insanlık görevi olarak karşımıza çıkıyor. Mücadele; afet öncesi, afet sırası ve afet sonrası olmak üzere üç kısma ayrılıyor. Bu kısımları da elimizden geldiğince çevremize anlatalım ve uygulamaya çalışalım. Unutmayalım ki afet değil bilinçsizlik öldürür…

DEPREM ÖNCESİ ALINACAK ÖNLEMLER

  • Yerleşim bölgeleri titizlikle belirlenmelidir. Kaygan ve ovalık bölgeler iskâna açılmamalıdır. Konutlar gevşek toprağa sahip meyilli arazilere yapılmamalıdır.
  • Yapılar deprem etkilerine karşı dayanıklı inşa edilmelidir (Yapı tekniğine ve inşaat yönetmeliğine uygun olarak).
  • İmar planında konuta ayrılmış yerler dışındaki yerlere ev ve bina yapılmamalıdır.
  • Dik yarların yakınına, dik boğaz ve vadilerin içine bina yapılmamalıdır.
  • Çok kar yağan ve çığ gelen yamaçlara bina yapılmamalıdır.
  • Mevcut binaların dayanıklılıkları arttırılmalıdır.
  • Konutlara deprem sigortası yaptırılmalıdır.

Bu önlemlerin yanı sıra, yapısal olamayan yani binadan değil de eşyalardan kaynaklanacak hasarlardan korunmak için günlük kullandığımız eşyaları ev içine yerleştirmede aşağıda sayılan önlemleri almalıyız:

  • Dolap üzerine konulan eşya ve büro malzemeleri, kayarak düşmelerini önlemek için plastik tutucu malzeme veya yapıştırıcılarla sabitlenmelidir.
  • Soba ve diğer ısıtıcılar sağlam malzemelerle duvara veya yere sabitlenmelidir.
  • Dolaplar ve devrilebilecek benzeri eşyalar birbirine ve duvara sabitlenmelidir. Eğer sabitlenen eşya ve duvar arasında boşluk kalıyorsa çarpma etkisini düşürmek için araya bir dolgu malzemesi konulmalıdır.
  • Tavan ve duvara asılan avize, klima vb. cihazlar bulundukları yere ağırlıklarını taşıyacak şekilde, duvar ve pencerelerden yeterince uzağa kanca ile asılmalıdır.
  • İçinde ağır eşyalar bulunan dolap kapaklarına mekanik kilitler takılarak bu kapakların sıkıca kapalı kalmaları sağlanmalı.
  • Tezgâh üzerindeki kayabilecek beyaz eşyaların altına metal profil koyarak bunların kayması önlenmelidir.
  • Zehirli, patlayıcı, yanıcı maddeler düşmeyecek bir konumda sabitlenmeli ve kırılmayacak bir şekilde depolanmalıdır. Bu maddelerin üzerine fosforlu, belirleyici etiketler konulmalıdır.
  • Rafların önüne elastik bant ya da tel eklenebilir. Küçük nesneler ve şişeler birbirine çarpmayacak ve devrilmeyecek şekilde kutuların içine yerleştirilmelidir.
  • Gaz kaçağı ve yangına karşı, gaz vanası ve elektrik sigortaları otomatik hâle getirilmelidir.
  • Binadan acilen çıkmak için kullanılacak yollardaki tehlikeler ortadan kaldırılmalı, bu yollar işaretlenmeli, çıkışı engelleyebilecek eşyalar çıkış yolu üzerinden kaldırılmalıdır.
  • Geniş çıkış yolları oluşturulmalıdır. Dışa doğru açılan kapılar kullanılmalı, acil çıkış kapıları kilitli olmamalıdır. Acil çıkışlar aydınlatılmalıdır.
  • Karyolalar pencerenin ve üzerine devrilebilecek ağır dolapların yanına konulmamalı, karyolanın üzerinde ağır eşya olan raf bulundurulmamalıdır.
  • Tüm bireylerin katılımı ile (evde, iş yerinde, apartmanda, okulda) “afete hazırlık planları” yapılmalı, her altı ayda bir bu plan gözden geçirilmelidir. Zaman zaman bu plana göre nasıl davranılması gerektiğinin tatbikatları yapılmalıdır.
  • Bir afet ve acil durumda eve ulaşılamayacak durumlar için aile bireyleri ile iletişimin nasıl sağlanacağı, alternatif buluşma yerleri ve bireylerin ulaşabileceği bölge dışı bağlantı kişisi (ev, iş yeri, okul içinde, dışında veya mahalle dışında) belirlenmelidir.
  • Önemli evraklar (kimlik kartları, tapu, sigorta belgeleri, sağlık karnesi, diplomalar, pasaport, banka cüzdanı vb.) kopyaları hazırlanarak su geçirmeyecek bir şekilde saklanmalı, ayrıca bu evrakların bir örneği de bölge dışı bağlantı kişisinde bulunmalıdır.
  • Bina yönetimince önceden belirlenen mesken veya iş yerinin özelliği ve büyüklüğüne göre uygun yangın söndürme cihazı mutlaka bulundurulmalı ve periyodik bakımı da yaptırılmalıdır. Bu cihazlar:
  • Kolayca ulaşılabilecek bir yerde tutulmalıdır.
  • Yeri herkes tarafından bilinmelidir.
  • Duvara sıkıca sabitlenmelidir.
  • Her yıl ilgili firma tarafından bakımı yapılmalıdır.
  • Bir kez kullanıldıktan sonra mutlaka tekrar doldurulmalıdır.
  • Binalarda asansörlerin kapı yanlarına “Deprem Sırasında Kullanılmaz!” levhası asılmalıdır.

DEPREM ANINDA YAPILMASI GEREKENLER

DEPREM ANINDA BİNA İÇERİSİNDE BULUNULUYORSA:

Kesinlikle panik yapılmamalıdır.

  • Sabitlenmemiş dolap, raf, pencere vb. eşyalardan uzak durulmalıdır.
  • Varsa sağlam sandalyelerle desteklenmiş masa altına veya dolgun, hacimli koltuk, kanepe, içi dolu sandık gibi koruma sağlayabilecek eşya yanına çömelerek hayat üçgeni oluşturulmalıdır.
  • Baş, iki el arasına alınarak veya bir koruyucu (yastık, kitap vb.) malzeme ile korunmalıdır. Sarsıntı geçene kadar bu pozisyonda beklenmelidir.
  • Güvenli bir yer bulup diz üstü ÇÖK, başını ve enseni koruyacak şekilde KAPAN, düşmemek için sabit bir yere TUTUN.
  • Merdivenlere ya da çıkışlara doğru koşulmamalıdır.
  • Balkona çıkılmamalıdır.
  • Balkonlardan ya da pencerelerden aşağıya atlanmamalıdır.
  • Kesinlikle asansör kullanılmamalıdır.
  • Telefonlar acil durum ve yangınları bildirmek dışında kullanılmamalıdır.
  • Kibrit, çakmak yakılmamalı, elektrik düğmelerine dokunulmamalıdır.
  • Tekerlekli sandalyede isek tekerlekler kilitlenerek baş ve boyun korumaya alınmalıdır.
  • Mutfak, imalathane, laboratuvar gibi iş aletlerinin bulunduğu yerlerde; ocak, fırın ve bu gibi cihazlar kapatılmalı, dökülebilecek malzeme ve maddelerden uzaklaşılmalıdır.
  • Sarsıntı geçtikten sonra elektrik, gaz ve su vanalarını kapatılmalı, soba ve ısıtıcılar söndürülmelidir.
  • Diğer güvenlik önlemleri alınmalı, gerekli olan eşya ve malzemeler alınarak bina daha önce tespit edilen yoldan derhal terk edilip toplanma bölgesine gidilmelidir.
  • Okulda, sınıfta ya da büroda sağlam sıra ve masa altında veya yanında; koridorda ise duvarın yanında hayat üçgeni oluşturacak şekilde ÇÖK-KAPAN-TUTUN hareketi ile baş ve boyun korunmalıdır.
  • Pencerelerden ve camdan yapılmış eşyalardan uzak durulmalıdır.
DEPREM ANINDA AÇIK ALANDAYSANIZ:
  • Enerji hatları ve direklerinden, ağaçlardan, diğer binalardan ve duvar diplerinden uzaklaşılmalıdır. Açık arazide çömelerek etraftan gelen tehlikelere karşı hazırlıklı olunmalıdır.
  • Toprak kayması olabilecek, taş veya kaya düşebilecek yamaç altlarında bulunulmamalıdır. Böyle bir ortamda bulunuluyorsa seri şekilde güvenli bir ortama geçilmelidir.
  • Binalardan düşebilecek baca, cam kırıkları ve sıvalara karşı tedbirli olunmalıdır.
  • Toprak altındaki kanalizasyon, elektrik ve gaz hatlarından gelecek tehlikelere karşı dikkatli olunmalıdır.
  • Deniz kıyısından uzaklaşılmalıdır.
DEPREM ANINDA ARAÇ KULLANIYORSANIZ:
  • Sarsıntı sırasında karayolunda seyir hâlindeyseniz:
    – Bulunulan yer güvenli ise yolu kapatmadan sağa yanaşıp durulmalıdır. Kontak anahtarı yerinde bırakılıp pencereler kapalı olarak araç içerisinde beklenmelidir. Sarsıntı durduktan sonra açık alanlara gidilmelidir.
    – Araç meskûn mahallerde ya da güvenli bir yerde değilse (ağaç, enerji hatları veya direklerinin yanında, köprü üstünde vb.) durdurulmalı, kontak anahtarı üzerinde bırakılarak terk edilmeli ve trafikten uzak, açık alanlara gidilmelidir.
  • Sarsıntı sırasında bir tünelin içindeyseniz ve çıkışa yakın değilseniz araç durdurulup aşağıya inilmeli ve aracın yanına yan yatarak ayaklar karna çekilip, ellerle baş ve boyun korunmalıdır. (ÇÖK-KAPAN-TUTUN)
  • Kapalı bir otoparkta iseniz; araç dışına çıkılıp, aracın yanına yan yatarak ellerle baş ve boyun korunmalıdır. Yukarıdan düşebilecek tavan, tünel gibi büyük kitleler aracı belki ezecek ama yok etmeyecektir. Araç içinde olduğunuz takdirde, aracın üzerine düşen bir parça ile aracın içinde ezilebilirsiniz.
METRODA VEYA DİĞER TOPLU TAŞIMA ARAÇLARINDAYSANIZ:
  • Gerekmedikçe kesinlikle metro ve trenden inilmemelidir, elektriğe kapılabilirsiniz veya diğer hattan gelen başka bir metro ya da tren size çarpabilir.
  • Sarsıntı bitinceye kadar metro ya da trenin içinde, sıkıca tutturulmuş askı, korkuluk veya herhangi bir yere tutunmalı, metro veya tren personeli tarafından verilen talimatlara uymalısınız.

DEPREM SONRASINDA YAPILMASI GEREKENLER

KAPALI ALANDAYSANIZ:
  • Önce kendi emniyetinizden emin olun.
  • Sonra çevrenizde yardım edebileceğiniz kimse olup olmadığını kontrol edin.
  • Depremlerden sonra çıkan yangınlar oldukça sık görülen ikincil afetlerdir. Bu nedenle eğer gaz kokusu alırsanız, gaz vanasını kapatın. Camları ve kapıları açın. Hemen binayı terk edin.
  • Dökülen tehlikeli maddeleri temizleyin.
  • Yerinden oynayan telefon ahizelerini telefonun üstüne koyun.
  • Acil durum çantanızı yanınıza alın, mahalle buluşma noktanıza doğru harekete geçin.
  • Radyo ve televizyon gibi kitle iletişim araçlarıyla size yapılacak uyarıları dinleyin.
  • Cadde ve sokakları  acil yardım araçları için boş bırakın.
  • Her büyük depremden sonra mutlaka artçı depremler olur. Artçı depremler zaman içerisinde seyrekleşir ve büyüklüğü azalır. Artçı depremler hasarlı binalarda zarara yol açabilir. Bu nedenle sarsıntılar tamamen bitene kadar hasarlı binalara girilmemelidir. Artçı depremler sırasında da ana depremde yapılması gerekenler yapılmalıdır.
AÇIK ALANDAYSANIZ:
  • Çevrenizdeki hasara dikkat ederek bunları not edin.
  • Hasarlı binalardan ve enerji nakil hatlarından uzak durun.
  • Önce yakın çevrenizde acil yardıma gerek duyanlara yardım edin.
  • Sonra mahalle toplanma noktanıza gidin.
  • Yardım çalışmalarına katılın. Özel ilgiye ihtiyacı olan afetzedelere -yaşlılar, bebekler, hamileler, engelliler- yardımcı olun.
YIKINTI ALTINDA MAHSUR KALDIYSANIZ:
  • Paniklemeden durumunuzu kontrol edin.
  • Hareket kabiliyetiniz kısıtlanmışsa çıkış için hayatınızı riske atacak hareketlere kalkışmayın. Biliniz ki kurtarma ekipleri en kısa zamanda size ulaşmak için çaba gösterecektir.
  • Enerjinizi en tasarruflu şekilde kullanmak için hareketlerinizi kontrol altında tutun.
  • El ve ayaklarınızı kullanabiliyorsanız su, kalorifer, gaz tesisatlarına, zemine vurmak suretiyle varlığınızı duyurmaya çalışın.
  • Sesinizi kullanabiliyorsanız kurtarma ekiplerinin seslerini duymaya ve onlara seslenmeye çalışınız. Ancak enerjinizi kontrollü kullanın.***

İlyas Bazna

Editör: Elif Berra Kılıç

(Teknik bilgiler için AFAD internet sitesinden yararlanılmıştır.)

Bu yazının amacı birilerini suçlamak ya da övmek değil. Yazının ilerleyen yerlerinde suçlananlar ve övülenler yer alabilir ama bunlar abartılı ya da yanlı sözler olmayacaktır, sizi temin ederim. 

25 Ocak 2020 saat 20.55’te (en azından öyle geçmiş kayıtlara) Elazığ’ın batısında Malatya sınırına çok yakın bir yerde 6.8 büyüklüğünde bir deprem meydana geldi. İlk haberler 7.2 dese de resmî rakam sonra 6.8’e geriledi. Yaşamayınca bilemiyor tabii insan büyüklüğünü, öyle bir şiddet ki Kayseri’deki halkı bile korkudan sokağa döktü. Elazığ ve Malatya’daki halkın korkusunu siz düşünün. Depremden 3 ilçe ve 2 şehir merkezi çok etkilendi. Size anlatacaklarım sadece bir ilçede olanlar… Diğerlerini yakından gözlemleme şansım olmadı. Biraz öncesinden alalım olayları. 2018 yılı civarlarından başlatalım, belki biraz daha öncesinden.

İlçede altyapı ve görüntü düzenlemesine gidildi. O zamanki belediye başkanı ilçenin eskimiş içme suyu borularını, yolları ve eski evlerin caddeye bakan dış cephelerini düzeltmek istedi. Fikir güzeldi de uygulayacak nitelikli insan sıkıntısı çekti sanırım (başta kendisi olmak üzere). Örneğin ilçedeki eski (denilene göre tarihi değeri de var) kerpiç/toprak evleri restore(!) etti. Son derece kaliteli malzeme kullanıldığına dair sizi temin ederim. Ama ne yazık ki o güzelim tahtaları, çürümüş, eski tahtaların üstüne çaktılar. Eski, küçük işlemeli, hafif yumru çıkıntılı desenleri, güzel demir tokmakları olan ahşap kapıların yerini düz tahta kapılar aldı. Beyaz ve kahverengi renklerine boyandı tüm dış cephe (İlçedeki tüm eski evlerde bu şekilde bir tane bile ev yoktu!). En ufak bir güçlendirme yapmadan milyonlarca lira gömüldü 3 mahalledeki evlerin dış cephelerine. İlçenin ilk evleri toprak damlı evlerdi. Her sene onarım gerektirdiğinden hemen hemen tüm ev sahipleri yıllar içinde toprak damlarını metalik saçlı çatılara dönüştürdüler. O metalik saçların ana yola bakan tarafları kırmızıya boyandı. Toplam masraf kalemleri:

-Tahta kapı

-Tahta pencereler

-Tahta kaplama

-Boya (Yeni evleri de boyadılar uyumlu olsun diye. Pimapen pencereler, balkon korkulukları… Çatılar bile boyandı.)

-İşletmelere tahta tabela…

Peki sonuç? Yılların yorgunluğuyla yıpranmış, birçoğu şişmiş duvarlar tamir edilmeden sadece makyajlanarak milyonlar harcanıp öylece bırakıldı. O zamanlar bazı sorular sorduk:

1) Restorasyon bilmeyen aklımızla binaların bu renk ve bu şekilde restore(!) edilmesini hangi bilgili kişiler karar verdi. İlçenin mimari yapısı bu muymuş?

2) İnsanlıktan anlamayan aklımızla: Aynı işi bir yerden sonra devralan 3 müteahhit neden ilçenin spor kulübüne ciddi bağışlar yaptılar? İlçeye olan bu sevgileri bir ayda nasıl oluştu?          

3) Mimarlıktan anlamayan aklımızla: Bu makyajlı binalar bakım görmedi, depremde falan… (Allah muhafaza) bir şey olmasın. Güzel bir görüntü verdiniz, bari sağlam olsun, yapılan masraf boş yere olmasın. Tabii önemli adamlar değildik, önemli adamlar düşünüp bir şeyler yapmışlar. Vardır bildikleri (!) bir şeyler. Gerçi depremden önce altyapıyla ilgili birkaç ufak sorun yaşanmıştı ilçede, oradan aldık bazı ilk sinyaller. Misal, güzel, modern bir içme suyu şebekesine kavuşmuştu ilçe, üstüne de mükemmel bir asfalt döşenmişti. Ama gelin görün ki bazı evlere ana borulardan bağlantı yapılmamış. Sonuç: İhaleyi alan firma işini yapıp gittiği için belediyenin ekipleri asfaltın bazı bölümlerini kazıp su bağladılar sonra üstünü toprak ile de örttüler ama o kadar. Sonraki 6 ayda pek el değmese de yavaş yavaş kapattılar yollardaki küçük çukurları, yamalı bohça misali. Tabii bunlar ufak dertlermiş… 25 Ocak sabahı anladık. 

Depremin büyüklüğünden, yıkımlardan, verdiği psikolojik ve fiziksel zararlardan bahsetmeyeceğim. Onu, birkaç ay boyunca televizyonlardan ve çeşitli sosyal mecralardan izlemişsinizdir zaten. Unuttunuz biliyorum ama kayıtları var, açın bakın.

Depremden sonra ne oldu?

O dünya kadar masraf yapılan evlerin hepsi ağır hasar aldı. 18 Ekim itibarıyla hâlâ yıkılmayı bekliyor. (Evet bazı binalar yıkıldı ama tehdit oluşturan birçok bina hâlâ yıkılmadı.) 

İlçe merkezine çadırlar, battaniyeler, ısıtıcılar vb. geldi, neredeyse ışık hızıyla ulaştı. Bazı vatandaşlar üçer beşer aldı, bazılarının eline hiç bir şey ulaşmadı haftalarca.

Evlerini ağır hasarlı gösterenler kira aldılar ama evde kalmaya devam edenler de oldu içlerinde.(Daha sonra da evlerinin hasarlı olmadığını söylediler. Devlet “hasarlı olan binaları yıkacağız” deyince de mahkemelik oldular.)

Deprem zedeler içinden biraz zamlı fiyatlarla da olsa ev bulanlar oldu. 

Geriye kalanlara konteynerlar getirildi neredeyse kimse beğenmedi bunları, çadırda kalıp bu konteynerlara geçmeyenler bile oldu. Kimi içini kötü, eski, kullanılmış gördü. Kimi de ilçenin sonuna kurulmuş bu konteynerı uzak buldu. 

Diğer illerden yardımlarda geldi. Ama bir ilden gelen tır var ki ona apayrı bir yer açmak lazım. Bir tır dolusu çöp göndermişler sağ olsunlar, yakacak olarak kullanıldı. Misal yarım yumruk büyüklüğünde deliği olan ayakkabılar, yırtık eski kazaklar vb. Hatta bu gelen yardım malzemelerini depolayıp işe yarayanları çöplerden ayıranlar hala eşyalardan çıkan kokudan yakınıyor. Bir çok yardım malzemesi geldi bunların hepsi kötü değildi. Ama bir ilden yola çıkan koca bir tır yaklaşık 1.000 km mesafe kat edip çöp getirince insan onun üstünde ayrıca durma gereği hissediyor. Geriye kalan yardımlara ne oldu peki? İhtiyaç sahiplerine vermeye çalışanlar ile eşe dosta dağıtanlar arasındaki rekabetten kim ne kadarını aldı onu kestirmek güç ama iki tarafta az çok aldı bir şeyler. 

50 bin nüfusu bile olmayan bir ilçeden bahsediyoruz ama ne çok haksız para dönmüş. Oysa daha yeni yapılan TOKİ’lerden, hasarlı binaların yıkılamamasından, verimli tarım arazilerinin kentsel dönüşüme kurban gideceğinden, o arsaların üstüne dikilecek evlerden sağlam evlerin çürük gösterilmesinden, ilçenin tarihinden ve gerçek yapısından çok uzakta güneydoğunun bazı evlerinin görünümü verilmeye çalışılarak yapılacak yeni TOKİ’lerden, sağlam belediye binasının yıkılıp yeni bir bina yapılması için uğraşılmasından, depremin üzerinden 9 ay geçmesine rağmen yeni evlerin yapılamamasından, bazılarının hemen 10 bin TL deprem yardımı almasına rağmen bazılarının 3 ay sonra 3 bin TL civarı almasından bahsetmedik bile… Tüm dünya küresel salgından eve hapsolduğu zaman bile büyük-küçük depremler yüzünden insanların korkuyla dışarı fırlamalarından, ömürlerinde ilçeye adım atmamış İstanbul’da yaşamış adamların babadan kalan depremden on yıl önce virane olmuş evleri için yardım parası istemelerinden bahsetmedim bile… Hele dışarıdan yağma için gelenlerden korumak için ilçeye gelen özel harekat polislerinden hiç bahsetmiyorum. Ya da köylerde kendileri ve hayvanlarına bir yer bulamadıkları için kış vakti dağbaşında günlerce dışarıda yatan insanlardan da bahsetmedim… Ha bir de şey vardı, tapulu bazı binaları depremde hasar almış evler listesinden silmişlerdi. Yıkılma listesinde yok hak sahibine hakkı verilmiyor ama yıkım ekibi o evden başlamak istiyor yıkıma…

Deprem dediğimiz şeyden kaçış yok ama çürük binalar yapanlardan, para hırsıyla gözleri dönmüş imza sahibi haramilerden, “Ben fazla aldığımda başkası az alır” diye düşünemeyenlerden, çöpe atması gerekeni yardım kutusuna atandan, bilinçsiz plansız bilgisiz iş yapıp devleti zarara uğratanlardan ve daha sayamadığım nicesinden kaçış var mı? Depremden korunma yolları belli, ya bunlardan? Mağdur edebiyatı değil bu yazdıklarım ülkenin küçücük bir yerinde olanlar, sizce Türkiye’nin diğer yerleri çok mu farklı? Milyonluk şehirlerde deprem olsa neler olacak siz düşünün… Gerçi doksanlı yıllarda oldu. Yaralı kadının kolunu kesip bileziğini almışlardı! Ahlaki eksiklik böyle zamanlarda daha çok ayyuka çıkıyor anlaşılan. 

Bir dost…

Ali Ak

Editör: Ekrem Müftüoğlu

Merhaba!

Uzun bir aradan sonra Sevde Doğan’ın birbirinden güzel resimlerini sizler için derledik. Siz de bu güzel resimleri vaktinde görebilmek için Sevde Doğan’ı sosyal medya hesapları üzerinden takip edebilirsiniz.

Instagram: @sanatlarca

Twitter: @_lunaticc_

Flu TV Cem Toker’i misafir etmiş, keyifle dinledim. Tuzu kuru bazı saçmalıklar dışında fena değildi.

İlker Canikligil, Amerika ve Avrupa’nın gelişiminin Afrika’nın sömürülmesiyle elde edildiğini söylerken Cem Bey: Onlar da kendilerini sömürtmeselerdi, diyor.

Şimdi, bu düşüncenin aptalca olduğunu düşünebilirsiniz, tarihsel gerçekliğe oturtmak isteseniz oturtamazsınız. Afrikalılardan bahsediyoruz, kabile devrini geçememiş bir “kıta adam” bunlar. Mısır ve Kartaca’yı ayrı tutuyorum diyeceğim ama konumuz temelinde “güç” ile ilgili.

Bu iki devlet zayıf düştüklerinde medeni dünyanın kurucuları olan Romalılar tarafından sömürüldüler.

-Kartaca direkt yok edildi!-

Sahi gerçekten Afrikalılar neden Avrupa’yı sömürmedi? Canları mı istemedi, balta girmemiş ormanlarında av peşinde koşarken hiç gidip bir yeri işgal etmek akıllarına gelmedi mi? Belki evet!

Peki ya Roma, Osmanlı ve diğer “fatih imparatorluklar” bunu nasıl yaptı? İngiltere’ye kadar bütün Avrupa, medeniyeti Romalılardan öğrendi. Neydi medeniyet? Hamamdı, yoldu, meclisti, ordu sistemiydi, mühendislikti, sanattı…

Romalılar da bunları çoğunlukla Anadolu’dan aldı. Bir medeniyetin olgunlaşması, yönetim ve fetih arzuları duyması için etkileşime, ticarete ve yüce hayallere ihtiyacı var. Roma gibi Akdeniz medeniyetleri buna sahipti. Eğer Çin’in ve Hindistan’ın yollarındaysanız siz de sahiptiniz.

Yeni insanlarla tanışıyor, onlarla ticaret yapıyor, masallarını dinliyor ve hiç gitmediğiniz toprakların hayallerini kuruyorsunuz. Ama başarılı bir sefer için düzgün yollara, orduyu ve meclisi komuta etmenize, komuta etmek için de sisteme ihtiyacınız var.

Eğer büyük bir medeniyet kurmamış ve bilmediğiniz toprakların rüyasını görmemişseniz, bunların hiçbirini bilmiyorsanız şanslısınız, bilen birileri tarafından işgal edilecek ve nesiller içinde onlardan pek çok şey öğreneceksiniz!

Zayıf düştüğünüzde de başınıza bu gelecek. -Neyse ki herkesin başına geliyor.-

Eğer Amerika’yı 1492 yılında Christof Colombe yanlışlıkla keşfetmese, sonraki yıllarda İspanyolların, Portekizlilerin ve diğerlerinin işgal ve sömürüsüne maruz kalmasaydı, yüzlerce yıl boyunca hiç dokunmadan bıraksaydık o kıtayı, muhtemelen günümüzde hâlâ Orta Çağ’ın ruhuyla yaşıyor olacaktı. Her medeniyet bana göre ihtiyaçları ölçüsünde gelişir ve genel olarak hep aynı yolu izler. İlginçtir ki biz Türkler, Türkistan’da büyük pek çok medeniyetin erişemediği -ya da düzelteyim- çok geç eriştiği noktaları yakalamış, bu keşifler sayesinde hayatta kalmış, sayıca ve gelişmişlik açısından bize üstün medeniyetleri yıkmış ve yeniden inşa etmiştik. Tüm bunların bir abartı olduğunu da söyleyemem. Neyi keşfettik peki?

Bizi diğerlerinden farklı kılan, hayatta kalmamızı ve genişlememizi sağlayan şeyler nelerdi? Dünyanın Fransız İhtilali’yle öğrendiği kavramı, “milliyetçiliği” 1400 yıl önce biz kavramlaştırmıştık. Devlet/ordu/bürokrasi üzerinde sistemli bir anlayışa sahiptik. Kabilecilik anlayışı yerelde söz sahibi olsa da genel yönetim algılayışında devlet, lider ve konfederasyon fikri hep vardı. Sefer zamanı Türk/gayritürk göçebe topluluklar bir anda seferber olabiliyor ve hareket edebiliyorlardı. Peki bu adamların ne zoru vardı da bunları yaptılar?

Çünkü ticaret yolları üzerinde duruyor, Batı ve Doğu ile sürekli etkileşim hâlinde kalıyorlardı. Dünyanın ilk süvari sınıfını oluşturup silah/maden teknolojilerinde gelişmiş, hızlı hareket eden topluluklar oldular ve hayatta kaldılar!

Bahsi neden Afrikalılardan açıp Türklere geldin, diye soracaksanız söyleyeyim: Coğrafya bir toplumu şekillendiren ilk ve en önemli etmen. Türk toplulukları bu coğrafyalarda ya var olacak ya da yok olacaklardı. Ne Çinlisi ne Hint’i ne Bizanslısı ne Arap’ı ne Pers’i sağ bırakmazdı bizi. “Nomad” toplumların kendileriyle olan kavgaları da cabası.

Afrikalılar peki çok mu rahattı da gelişmek için çabalamadı? Hayır, hayatta kalacak, kabileyi bir arada tutacak kadar geliştiler. Belki yapabilecekleri bundan daha fazlası da değildi. Ama diğerleri gibi hukuk, mimari, siyaset, ordu kurgularına büyük ihtiyaç duymadılar. Belki tamamen kendi hâllerine bıraksak bugün üstün bir toplumun gelişmişlik seviyesine uzun, zor bir süreçten sonra gelebilirlerdi ama olmadı. İşgal edildiler, köle oldular ve dünyanın farklı köşelerine göç ettirildiler.

Şimdi atalarının iki yüz yıl önce rüyasını bile göremeyecekleri bir dünyanın parçasılar. Amerika’da, işçilerinin ücretini ödemeyen yahut kömür madenlerini, halkı kanser yapmasına rağmen şirketlere peşkeş çeken siyahi bir yönetici görmek işten bile değildir.

Bir anda aklıma esti, acaba Afrikalıların dinî inançlarında da fetih fikri var mıydı? Cevabını bilemeyeceğim bir soru üzerinde durmadan şu Avrupalıları irdelemeye devam edelim.

Roma’nın savaştığı ve en uca kadar medeniyet götürdüğü bu topluluklar (ulus demek onlar için zor) efendilerini yani “babalarını” yıktıktan sonra hemen kendilerininkini kurmak istediler. Roma’nın faziletlerinden pek azını alabilmiş bu topluluklar, onun ufukları fethetme arzusunu taşımıyorlardı. Büyük imparatorluklar yerine küçük devletler kurdular ama öyle mi durdular, hayır! Bilinçaltına ittiğimiz en büyük arzular gibi bu devletlerin de Roma rüyaları bastırılıyordu. Kolonizasyon, sömürge ve ticaret ağları belki böylece kuruldu. Genişleme isteğinin bir dışa vurumu olarak küreselleşme, insanlığın kolektif bilincinin bir ürünüydü.

Devam edelim, Avrupa nasıl Afrika’yı, Hindistan’ı, Çin’i ve hatta Amerika’yı sömürecek duruma geldi? Artı değer, yeni icatlar, kredi sistemi, fikrî mülkiyet, mülkiyet hakkı ve bunların teminatı bir hukuk sistemi. Burada her şey birbirine bağlı; önce mülkiyet hakkının felsefesi kurulmalıydı, sonra bu felsefenin ortaya çıkardığı yasalar ve o yasaların yarattığı atmosferin var ettiği teknolojiler, buhar makinesi, telgraf vb. icatların geliştirdiği ekonomiler ve ordular.

Tüm bunların Afrika’da gelişememesi bizi şaşırtıyor mu?

Gelelim tekrar İngiltere’ye, tüm bunlar gelişirken İngiliz vatandaşları ülkelerine güveniyorlardı. Bireysel kredi alan ve dünyanın geri kalanıyla ticaret yapmak isteyenlerin öz güveni ve devletin desteği küreselleşmenin kapılarını açtı. Fransa’yla savaşan İngiltere, savaşı Fransa’dan daha çok devam ettirebilecek güce sahipti ve kazandı.

Savaş ekonomisine bağlı tarım toplumları ise zamanla sınırlarının sonuna geldi ve art arda giriştiği savaşları kaybetmeye başladı. Osmanlı İmparatorluğu bunlardan biriydi. Osmanlı kendi dönemini geç kavramış ve yetişememişti. İsteksiz ve bitkindi, savaşa daha girmeden kaybetmiş ve yıkılışının sesleri Arap kabilelerinin bile ağzını sulandırmıştı.

Peki bizi ne bekliyor?

Dünya, uzun vadede yaptığı yatırımların meyvelerini toplarken Türkiye siyasi tartışmaların kısır döngüsüne hapsoldu. Gündemi biz değil onlar belirliyor. Genç nesil otuzlu yaşlarına yürürken ihtiyaç ve eğitim borçlarına boğulmuş durumda, kendi ekonomilerine sahip değiller. İş bulamıyor, hâlâ sınavlara giriyor ve gün geçtikçe tükeniyorlar. Genç nesil devlete ve adalet kurumlarına inancını çoktan yitirdi. Ortalama bir Avrupalı gencin yaşamı, ortalama bir Türk gencinin yaşamından çok daha kaliteli. Beş yılda bir bütün egemenlik haklarımızı verdiğimiz kimseler bizim çıkarlarımızı korumak istemiyor. Ülkenin bizatihi geleceği olan gençler, ülkesinden beklentilerini kesmiş ve güvenini kaybetmişken ekonomik büyümenin öncülü olan sermaye yatırımını çekebilir miyiz? Hayır! Dengesiz, rasyonelliğini kaybetmiş bir yönetim olarak Türkiye’nin günü kurtarma politikaları bitti. Uzun ve orta vadeli yatırımları yapmaksa istemiyor. Çünkü bu yatırımların meyvelerini kendilerinin değil, kendilerinden sonra gelecek partilerin yiyeceğini biliyor ve kesinlikle bu milletle aynı gemide olmayan iktidar bunu talep etmiyor. 2053 ve 2071 vizyonları ise günü kurtarmanın farklı bir yansımasından başkası bir şey değil.

Küreselleşen dünyada sizinle ekonomik, siyasi ilişkiler kurmak başkalarının çıkarına değilse, yatırımları güvende değilse, sosyal-siyasi dengesizlik yüksekse, yatırımlar için öngörülebilirlik yoksa, sermaye sizinle bir ilişki kurmuyorsa global dünyanın masasına oturamazsınız. Yaşlı iktidar erki bu yeni dünyayı anlamaktan çok uzak -ki biraz önce söylediklerim iktisat tarihinin konuları.- 21.yy’da maliyet, mülkiyet, sınırlılık ve hatta para form değiştiriyor. Kavramlar ve sınırlar bizim bile öngörebileceğimizden daha hızlı değişirken siyasetin iplerini eline almayan yeni nesillerin oyun dışında kalması, kendi kaderini tayin edememesi riskleri ile karşı karşıya geliyoruz.

Her döneminde farklı bir yedi düvelle savaşan Türkler, hayatta kalmak için yeni bir savaşa giriyor; iklim krizi, ekonomi-teknoloji savaşları, siber bir distopya, kuraklık ve muhtemel büyük göç dalgaları… Artık yeni paradigma da: Birbirimizi yok etmek zorunda değiliz, birbirimizi destekleyerek hayatta kalabiliriz. Birinin yükselmesi için diğerinin ezilmesine gerek yok. Ama olur ya dünya bizim öngördüğümüzden farklı döner, o zaman bu toplumun hayatta kalması bugüne bağlı. Babalarımız bizi kurtaramaz, onlar kendilerini de kurtaramaz, kendimiz için savaşmazsak kimse yanımızda da durmayacak!

Bir gün birinin sizin için “Onlar da kendilerini sömürtmeselerdi!” demesini istemiyorsanız silkinin ve kendinize gelin.

Cengizhan Selçuk

Editör: Elif Berra Kılıç

Türk milleti İslamiyet öncesi dönemden itibaren özellikle “kut anlayışı” gereğince devleti idare eden kişi ve hanedanı kutsal insanlar olarak kabul etmiş, “asker millet” olması hasebiyle de emir altında bulunma durumundan gocunmamıştır. İslamiyet’in kabulü ve özellikle de hilafet makamının Osmanlıların eline geçmesinden sonra da bu durum devam etmiştir. Ancak genel kabul olarak ortaya konulan bu görüş dışında Türkler, başlarında dirayetli ve düşmana (hilafetin ilk dönemleri itibariyle de gayr-ı müslime) karşı cenk eden bir hakan istemişlerdir. Bununla birlikte ekonomik anlamda da refah düzeyine asgari şartlarda da olsa önem vermeyi ihmal etmemişlerdir. Dirayetli davranmayan, “gavurla cenk etmeyen”, halkı vergilerle boğanlara karşı ise her zaman isyan hâlinde olmuşlardır. Osmanlı’nın modern dönemlerinde ise bu isyanlar, şahsi meseleler veya hürriyet gibi yeni kavramlar üzerinden vuku bulmuştur. Bu isyan hareketlerinin karşısında duranlar ise her zaman “sistemi muhafaza eden” yenilik karşıtı, genel itibarla İslami hassasiyeti yüksek kesim olarak karşımıza çıkmaktadır. Cumhuriyet devriyle beraber açık ve seçik bir biçimde görülen meselelere iki kutuplu bakış, genel anlamda “yenilikçi-Batıcılar” ile “gelenekçi-İslamcılar” arasında bir kavgaya dönüşmüştür. Tabii ki bu kavga, İbrahim Kalın’ın da söylediği üzre 150-200 yıllık bir kavgadır. İki kesimin aydın-entelektüel kategorisine dahil ederek değerlendirebileceğimiz tesmsilcileri dışında kalan geniş halk kitleleri, kavramları, olayları veya meseleleri daha çok temsil edildiğini hissettiren kişiler üzerinden kurmayı denerler. Özellikle muhafazakâr kesimin çoğunluğu, olaylara ve şahıslara bakışını kişi üzerinden kurar. Bu, politik meselelerde de günlük meselelerde de böyledir. “Kişi sultasını kabullenme” ve “emir alma refleksi”; lider, mehdi, gavs, şeyh gibi unvanlar üzerine mevcudiyetini oluşturmuş, kişilerin eteğine yapışma şeklinde vuku bulmuştur. Bu durum, tarihî kişilikleri değerlendirmede de onlara sirayet etmiştir. İslami yönden “iyi olduğunu duydukları” tarihî şahsiyetlere, isteyerek “evliyaullah” muamelesi yapmışlar, siyasi rakiplerinin dinî veçhesine bakmaksızın onları “günahkâr” olarak nitelendirmişlerdir. Bunun en bariz örneği Sultan Abdülhamid olmuştur. Ona karşı gelen tüm kesimleri bilâistisna münafık, müflis, günahkâr ilan etmişlerdir. Bu konu ile ilgili olarak iki edebî şahsiyete ve İslamcı kesimin bir grubunun bu şahsiyetlere bakış açısına değinmek isterim. Bu iki şahsiyet, Rıza Tevfik Bölükbaşı ve Mehmet Âkif Ersoy’dur.

Mehmet Âkif, Sultan II.Abdülhamid’e hücum eden ve ağır ifadelerle onu itham eden bir şairdir. İslamcı bir şair olarak İslam halifesine bu kadar ağır ifadelerde bulunmasının en büyük sebebi, dini yorumlayışının Abdülhamid’den farklı olmasıdır. Zira Âkif, Cemaleddin Afgani ve Muhammed Abduh referanslı Mısır reformistlerinin etkisiyle modernist bir İslam anlayışını benimsemekteydi. Şiirleri incelendiğinde özellikle ayetler üzerinden ortaya koyduğu eserlerinde klasik ehl-i sünnet geleneği dışında değerlendirmelere rast gelmek mümkündür. İslam dünyasının içinde bulunduğu buhrandan ve bunun paralelinde Osmanlı’nın içinde bulunduğu durumdan sorumlu gördüğü anlayış, geleneksel İslami düşünce ve onun temsilcisi Halife Abdülhamid’tir.  Bu sebepten de “meşveret” ve “meşrutiyet” gibi kavramları İslam’ın özü kabul ederek hürriyetin kısıtlanması gibi uygulamalara karşı isyan etmiştir. İttihat ve Terakki içerisinde ve Teşkilât-ı Mahsusa’da görev yapmış, Millî Mücadele’ye katılmış, TBMM’de mebus olmuş ve netice itibariyle İstiklâl Marşı’nın müellifliği ona nasip olmuştur. Âkif merhum, ömrünün son dönemlerini Mısır’da geçirmiş fakat İstanbul’da vefât etmiştir, zaten hep vatanında ölmeyi arzulamıştır. Vefat ettiğinde arkasında İstiklâl Marşı’nı ve Safahat adlı güzide eserini bırakmıştır. Safahat, üzerinden yıllar geçmesine rağmen hiçbir baskısında Abdülhamid hakkındaki ağır şiirlerden arındırılmamış, Âkif de Abdülhamid’e duyduğu nefretten hiçbir zaman bir şiirle nedamet getirerek pişman olmamıştır. İslam’a bakış açısı ve pişman olmama durumundan mütevellit özellikle geleneksel İslami yorumlar üzerine inşa edilen tarikat ve tekke ekolü, Âkif merhumu ağır şekilde eleştirmiş, 80-90’lı yıllarda İstiklâl Marşı’nı “ırkçı” bularak oturma eylemleri ile protesto etmiş ve 2000’li yıllarda da eleştirilerine devam etmiştir. Bunun en tipik örnekleri, Cübbeli Ahmet ve Kadir Mısıroğlu’dur. Yeni yetme tarihçilerden Ahmet Şimşirgil’in de mensubu olduğu Enver Ören’in “Işıkçıları” da bunlara dahildir. Kitleler üzerindeki etkileri düşünüldüğünde Âkif hakkındaki kötü intibaın muhafazakâr kesime Abdülhamid üzerinden nasıl yayıldığının cevabı bulunabilir. Bu kitlelerin genç çocuklarının, sırf yukarıda söylediğim meseleler sebebiyle Âkif gibi bir değere nasıl küfürler ve hakaretler ettiklerini görseniz gözlerinize inanamazsınız.

Gelelim Rıza Tevfik’e…

Rıza Tevfik Bölükbaşı, istibdat devrinde herkes gibi Abdülhamid Han düşmanı idi. 1907 ila 1910 yılları arasında ısrar ile girmiş olduğu İttihat ve Terakki içerisinde yer aldı. 1910 yılından sonra İttihat ve Terakki’nin meclisi dağıtmasını bahane ederek Hürriyet ve İtilaf Fırkası’nda yer aldı. 1918 yılında, Hür ve Kabul Edilmiş Masonlar Büyük Locası’nın üstad-ı âzamı oldu. Aynı yıl Maârif Nazırı yapıldı. 1919-1920 yılları arasında Şûrâ-yı Devlet (Danıştay) Reisi görevini üstlendi. İtilaf Devletlerinin işgaline hiçbir zaman ses çıkarmadı. Hatta Sevr’in altında imzası bulunan dört kişiden biri oldu (Rıza Tevfik Bölükbaşı, Damat Ferid Paşa, Reşat Halis Bey, Mehmed Hâdî Paşa). Bu hareketi sebebiyle ders verdiği üniversitede protestolara maruz kaldı ve istifaya zorlandı. Ali Kemal’in linç edilmesi üzerine 8 Kasım 1922’de ülkeyi terk etti. Bundan bir buçuk yıl sonra Yüzellilikler Listesi’nde yer aldı ve böylece vatandaşlıktan atıldı. Ancak yurt dışında iken kaleme aldığı Uçun Kuşlar şiiri ile -güya- vatan hasretini dile getirdi. Bu şiiri besteleyen kişi ise “barış güvercini” Ahmet Kaya olmuştur. İslamcı arkadaşlarımız onu da pek sevmişlerdir, zamanında… 

Neyse, yukarıda söylediğimiz gençlerin ve isimlerin Rıza Tevfik hakkında çok fazla konuşmaması onun, Âkif kadar popüler olmamasından da kaynaklıdır. Ancak bu popüler olmayan şahsın, saydığım rezilliklerinin hiçbiri konuşulmazken özellikle Abdülhamid düşmanlığından pişmanlığını dile getirdiği Sultan Abdülhamid Han’ın Rûhâniyetinden İstimdâd adlı şiiri yine yukarıda zikrettiğim güruh eliyle okuna gelmiştir. Bu şiirde, Abdülhamid’e yaptıklarından dolayı pişmanlığını dile getiren adam, İttihat ve Terakki ile Mustafa Kemal Paşa hakkında tonlarca hakarette bulunmaktan geri durmamıştır. Bir kişiden dilediği özrü, vatanını İngiliz’e peşkeş çektiği Türk milletinden dilememiştir. Yine de sırf bu sebeple ön planda tutulması neticesinde hiçbir meziyeti ve kıymet-i harbiyesi olmayan Rıza Tevfik, pişman olduğu için makbul görülmeye başlanırken İslam mücahidi, İstiklâl Şairi, Şair-i Âzam, büyük Türk Mehmet Âkif Ersoy; birtakım edepsiz, tarih bilmez, bağnaz İslamcılar tarafından “p…k” hitabına bile maruz kalmıştır.

İşte bu kesimin tüm düşünce sistemini tek kişi üzerine kurması neticesinde ortaya “gübreli” bir kafa çıkması normaldir. Bunun örnekleri hâlâ; siyaset, edebiyat, din ve bilumum alanlarda karşımıza çıkmaktadır. Haa, İslamcıların bu sultacı bakışı ve tek kişiye tapınmasının kralını Kemalistler yıllarca yaptı ve yapacaktır. O da başka bir bahis…

Yasin İzgi

Editör: Elif Berra Kılıç


“Kadınlar içtimai hayatta erkeklerle birlikte yürüyerek birbirinin yardımcısı ve destekçisi olacaklardır.”

                                                                                                                            M. Kemal ATATÜRK

Doğduğumuz topraklar, geçmişten bugüne süregelen kültür aktarımı, toplumumuzun gerek ideolojik farklılıkları gerek sosyolojik bölünmüşlükleri birçok alana etki ettiği gibi kadın hakları alanına da etki etmiş durumda. Bu öyle bir etki ki tek tip bir anlayıştan söz etmek mümkün değil. Feminist mücadelenin en etkili yanı ve ne yazık ki en çetin yanılgısı da tam olarak burada başlıyor. Nasıl ki aynı evi paylaşan aile fertleri bile birebir aynı fikir dünyasına sahip değilse eşit hak talebinde bulunan kadınlar da aynı fikirde olamayabiliyor. Söz konusu feminizm olduğu vakit çatılan kaşlar, büzülen dudaklar ile karşılaşıyor feministler. Kadınlar, öyle bir fikir savaşı veriyor ki bir yandan ön yargıları yıkmak için uğraşırken diğer yandan her gün hakları gasbediliyor ve hatta canlarından oluyorlar. Peki bu mücadelenin nedir sebebi?

Kadınların eşit hak mücadelesinden söz ederken tarihsel olarak 19. yüzyıla kafamızı çevirmemiz gerekiyor. O zamanki çıkış noktaları ile günümüzde konuştuğumuz durumlar ne yazık ki pek istenilen gelişmeyi gösteremediğimizi ortaya koyuyor. Bunun en büyük sebebi, her toplumun gündemini farklı dinamiklerin oluşturması diyebiliriz. Norveç’teki bir kadının feminist mücadelesi ile Türkiye’deki bir kadının mücadelesi aynı olabilir mi? Bir yanda ekonomik sıkıntılar diğer yanda terör derken hâliyle Türkiye’deki kadın hakları mücadelesi sadece kadın hakları arayışı olmakla kalmayıp daha kapsamlı bir hak arayışına evriliyor. Hatta şunu demek de mümkün, Türkiye’de feminizm henüz kadın-erkek eşitliği konusuna tam eğilememiştir çünkü Türkiye’de kadınların mücadelesini verdiği ilk hak, yaşam hakkıdır. Tablo bu kadar mühimken mühim olan başka bir husustan söz etmekte fayda var. Her fikir akımı kendi taraftarlarının, takipçilerinin fikir ayrılıkları ile değişime uğrar öyle ki feminizmin sistemsel kurucuları liberal feministler iken şu an radikal feministlerin bu alanda daha çok olduğunu görmekteyiz. Bu ayrımların olması olağan ve hatta bir ihtiyaçken Türkiye’de işler ne yazık ki böyle değil. Eğer Türk isen, bu kimliğini öne sürüyorsan feminist olamazsın gibi akıl süzgecinden geçmemiş bir anlayış mevcut. Bu anlayış sadece milliyetçi olmayanlarda değil milliyetçi olanlarda da mevcut. Argümanlar farklı fakat temel yargı aynı. Milliyetçi isen feminist olamazsın!

Türkiye’nin feminist mücadelesinden ziyade hâlihazırda bir feminizmle mücadelesi mevcut. Feminizm kelimesi toplum içerisinde birbirinden farklı birçok anlam ifade ediyor. Kimisi bunu kimliği olarak görüyor kimisi ise değerlerine düşman olarak. Türk feminizmini savunanlar ise feminizmi medeni bir toplum için gereklilik olarak görmekte. Türkiye gibi geleneksel kültürün yozlaştığı ve otoriterleştiği toplumlarda insanların bir şeyleri değiştirebilmesi için birlikte hareket etmesi elzemdir. Hâl böyleyken feminist mücadele bu anlamda sadece kadınlar için değil erkekler için de önem arz ediyor. Lakin Türk toplumunda politize edilen her şey gibi feminizm de politize edilmiş durumda. Feminist dendiği zaman akıllara mor saçlı, erkek düşmanı, tek derdi vücut kıllarının alınmasının saçma olduğunu dillendiren bir profil geliyor. Peki bu ne kadar doğru? Böyle kişilerin olmadığını söylemek yanılgı olacağı gibi bu yargı üzerinden genelleme yapmak da yanlış olacaktır. Kaldı ki Türkiye’de yukarıda da belirttiğim gibi feministler henüz yaşam hakkı mücadelesi içerisindeyken feminizmi bu kalıptan ibaret görmek art niyetli bir yaklaşım olacaktır.

Türk feminizmini diğer feminizm türlerinden ayıran husus, merkezinde ilerlemeci bir hareketin, toplumsal bir gayenin yer almasıdır. Türk feminizmi anlayış olarak kadın-erkek eşitliğini medeniyet inşasının temeli olarak görür ve bu anlamda sadece kadınlara değil erkeklere de sorumluluk yükler. Kapsam olarak ifade etmek gerekirse Türk feminizmi sadece kadın haklarını korumayı değil kadın hakları ile beraber insan haklarını da korumayı amaçlar. Türk feminizminde temel amaçtan ziyade ortak fayda vardır. Bu ortak fayda ise kadının toplumdaki yerini, statüsünü güçlendirip toplumunun bir bütün olarak huzurunu, düzenini sağlamak ve muhafaza etmektir.

Türk feminizmine inanmış ve gönül vermiş kadınların millî hassasiyetlerinin olması ile beraber, doğduğu kültürde yozlaştığını, yanlış olduğunu düşündüğü olguları mantık çerçevesinde eleştiren yanları da baskındır. Türk feministlerin millî hassasiyetlerinin ön planda olması, Türk kimliklerinden vazgeçmemeleri birçok insanın canını sıkar vaziyette. Kabul etmek gerekirse kendini radikal olarak tanımlayan fakat aslında marjinal olan feministlerin böylesi millî hassasiyetleri yok denecek kadar azdır. Bunun toplum geleceğine etkisini görmemek mümkün değil. Milliyetsiz toplum istemeyen ama söz konusu hakları olunca da kadınlara dayatılanlara karşı çıkan Türk feministler olarak Türk feminizminin olması gerektiğine, olacağına inanıyoruz. Türk milliyetçisi cenahın, ön yargılarından ve özünden kopmuş olmasından mütevellit bunu hemen kabullenmeyeceğinin de farkındayız. Sadece Türk milliyetçisi olmanın kadın haklarını savunmak için yeterli olduğunu iddia edenlere şunu sormakta fayda var: Gerek fertler olarak gerekse siyaseten Türk milliyetçileri kadın hakları için neler yaptı? Yaptıkları ne kadar etkili oldu? Hangi konuda öncü oldu? Geleceğe yönelik projeleri neler? Kadın cinayetlerini üst perdeden kınamak demek kadın hakları için çalışma yapmak demek değildir. Asıl mesele kadın cinayetlerinin önüne geçmek, çalışma hayatında kadın-erkek eşitliğini sağlamak iken bu gibi temel ve mühim konularda harekete geçmemiş kişi ve kurumların Türk milliyetçisi feministleri eleştirmesini yersiz ve tutarsız bulmaktayız. Yönetimlerinizde kadınlara vereceğiniz koltuklar değil bizim hedefimiz. Her fırsatta övündüğünüz Türk kültürünün kadına verdiği değeri samimi bir şekilde görmek istiyoruz. Kabul etmek gerekirse Türk milliyetçisi cenahta evet kadın algısı konusunda bir değişim söz konusu fakat kadın hâlâ yarım olarak görülmekte. Aklı yarım, gücü yarım… Belki bunu açık açık dillendirmiyorlar fakat davranış ve hareketleri ile belli ediyorlar. Bu cenahta sözümüzün geçerliliğinin olması için olduğumuzdan daha sert bir tutum sergilemek zorunda kalmak istemiyoruz. Fikirlerimiz dinlensin diye maskulen tavırlar içerisinde olmak istemiyoruz.

Feminist mücadele içerisinde yer almamızı yadırgalayanların Batı’daki mücadeleden habersiz oldukları ihtimali ağır basıyor. Zira Batı’da ‘beyaz feministler’, ‘siyah feministler’ gibi bir ayrım bulunmakta ve kendi içlerindeki tartışmaları feminizm için bir çeşitlilik, zenginlik olarak görmekteler. Roman feministler, Afrikalı feministler hem milletlerinin haklarını hem de kadın haklarını savunurken Türk feministler neden bunu yapmasın? 

Dünya perspektifi değişirken, toplum olma, aile olma bilinci yerini bireyselciliğe bırakırken Türk milletinin geleceğini kendine dert edinmiş kadınların bu alanda geri durması Türk toplumu için büyük kayıp olacaktır. Zira ülkemizde yürütülen ve birçok insanın ön yargı ile yaklaştığı radikal ‘feminizm’ anlayışı, toplumu ve aileyi bizzat eşitlik önündeki engel olarak görmekte. Bunun yanlış olduğunu, toplumsal huzurun kadın-erkek dayanışması ile ve bu dayanışmanın da iki cinsiyet arasındaki eşit haklar ile olacağını düşünen bizler, bu mücadelede yer almak zorundayız. Öyle ki bir olayı, bir olguyu eleştirmek kolay, zor olan ise eleştirilen şeyi düzeltmek için uğraşmak. Yürümekte olduğumuz yolun zor olduğunun farkındayız. Hemen kabul görmeyeceğimizi, sorularla, eleştirilerle mücadele edeceğimizi hatta bizleri destekler gibi görünüp bu mücadele ile alay edenlerin olacağının da farkındayız. Bunca olumsuzluğa rağmen bizleri anlayan, hak veren ve hatta yanımızda olup destek olan bilinçli, şuurlu erkeklerin varlığından da son derece memnunuz. Sadece feministlerin ötekileştirildiği değil, feminizmi destekleyen erkeklerin de ötekileştirildiği, eleştirildiği hatta hor görüldüğü bu düzende bizler onlarla beraber değişimin öncüsü olacağız. Biliyoruz ki kadın hakları mücadelesi sadece kadınların çabası ile değil kadın ve erkeğin birlikte hareket etmesi ile başarıya ulaşacak. Bu iki cinsiyet artık toplum normlarını beraber tartışmalı, beraber reforme etmeli eğer yeniden yıkmak gerekiyorsa onu da beraber yapmalı ve yeniden beraber inşa etmelidir. Bizler için, toplum sağlığı için, gelecek nesiller için hayati öneme sahip olan bu husus göz ardı edilmemelidir. Bu sebeple feminist mücadeleyi sadece kadın destekçilere indirgemek büyük bir yanılgı olacaktır. 

Kalıplaşmış bir ‘Türk toplumu’, ‘Türk kültürü’, ‘Türk milliyetçiliği’ anlayışı mevcut fakat bu anlayışlar günümüz şartları ve gelişen dünya eksenine göre yeniden yapılandırılmazsa bir adım ilerlemek şöyle dursun yerimizde sayacak ve hatta geri adım atmaya başlayacağız. Dünyada var olan milliyetçilik anlayışının karşısında yer alan milliyetsiz toplum anlayışı kolay yok edilebilir görülmemeli. Bu öyle bir anlayış ki karşımıza direkt ‘Bizler dünyada milliyetsiz toplumlar istiyoruz.’ söylemi ile çıkmıyorlar ve bu taleplerini günlük hayatın her alanına etki edecek şekilde göze çarpmamaya dikkat ederek işliyorlar. Bugün Atatürk’ü sevdiğini, açtığı yoldan ilerlediğini iddia edenlerin dahi Türk milleti adına tasavvurlarının olmaması ve hatta Türk’e düşman olanlarla kol kola olması göz önünde bulundurulduğunda verilecek mücadelenin ne kadar çetin olduğunu görmekteyiz. 

Bir hususu kabul etmekte fayda var. Türk kadınlarının hak mücadelesi dünyanın diğer kadınlarının mücadelesinden farklı oldu hep. Bunun temelinde yüzyıllar süren imparatorluk kültürünün vermiş olduğu otoriter yapı, dinî kültür yer almakta. Cumhuriyetin ilanından sonra görünür bir eşitlik anlayışı başlamakla beraber bu eşitlik anlayışının bile çoğu zaman -şartlar gereği- öncüsü erkekler olmuştur. Sırf bu sebepten ötürü şunu diyebiliriz ki bizim ülkemizde kadın-erkek eşitliği birlikte verilecek mücadele ile mümkün olacak. Atatürk’ün kadının toplumdaki yerine yönelik atmış olduğu adımlar bu anlamda çok mühim olmakla beraber bu, başka bir yazının konusu olacağından uzun uzadıya burada buna değinmeyeceğim fakat Türk milliyetçisi kimselerin tarihin bu okumalarını yapmadan geçmişe sıkı sıkı sarılarak ‘Bizlerin feminizme ihtiyacı yok.’ düşüncesini yetersiz bulmaktayım. Biz Türk kadınları, feminist mücadelede kendi kimliklerimizle yer almalı ve bir alan açmalıyız. Bizlerin alan açmadığı her düşüncede bizden olmayan ve bizden haz etmeyenlerin var olduğunu hatta seslerinin gür çıktığının da farkındayız. Bugün Türk kadınının feminizme ihtiyacı yok diyenler, yarın en basitinden uluslararası bir ödül alan Türk kökenli bir kadının ödülünü bir gerillaya, bir teröriste armağan etmesi ile öfkeden deliye dönecek. Bunlara geçit vermemek, harekete geçmediğimiz için kendimizi suçlamamak ve toplumun ruhsal refahı için bize düşeni yapmak için bizler, Türk feminizminin gerekliliğini her daim anlatacak, sınırlarını, kapsamını zamanla beraber oluşturacağız. Bu yolda bize destek olacak olan, bizimle mücadele edecek olanlara şimdiden teşekkür ediyor bizi kabul görmeyenlere, örselemek isteyip alay edenlere duygusal milliyetçilikleri ile mutluluklar diliyoruz. 

Hangi alanda olursak olalım gayemiz Türk milletinin istikbali ve refahı olacaktır. 

Mazi değişmez fakat âti Türk kadının ellerinde şekillenecek.

Esen kalın.

Sinem Saka

Editör:Elif Berra Kılıç

Günümüz Türk milliyetçiliğinin – ki ele alınan kavramın sabit olmayan vaziyeti, kimi veya kimleri tam manasıyla ne şekilde anlattığının meçhul oluşu, bu yazıda mevzubahis edilecek temsiliyet ve meşruiyet meselesinin bariz bir örneğidir – içinde bulunduğu durum bir hastalık hâlini almıştır, ki söz konusu hastalık, Türk milliyetçiliğinin kendisini karşısında bulduğu ayrım noktasında düğümlenmiş durumdadır.

Kendisini geniş anlamda Türk milliyetçisi, dar anlamda ülkücü olarak kabul eden insanlara uzun yıllar yuvalık etmiş MHP’nin AKP ile ittifakı (bu ittifakın hem MHP içinden hem de dışından ciddi eleştirilere tabi tutulduğu unutulmamalıdır, geçmişte cumhurbaşkanı ile Devlet Bahçeli’nin ağır atışmaları, “açılım süreci” gibi MHP’nin var oluş sebebine aykırı politikalar ve “her türlü milliyetçiliğinin ayaklar altına alınması” gibi söylemler söz konusu ittifakın ne denli samimi olduğu hususunda şüpheler doğurmuştur) ve MHP içindeki muhaliflerin kurdukları İYİP’in yüzde onluk seçim muvaffakiyetine rağmen tabanını ve potansiyelini doğru yansıtmayan söylemleri ile beklentileri karşılayamaması Türk milliyetçilerinin düştükleri temsiliyet ve meşruiyet krizini delillendirmektedir.

Türk milliyetçileri siyasi pastada hem nitelik hem de nicelik bakımından ciddi ve ehemmiyetli bir dilim teşkil etse de temsiliyeti ve varlık gücü günümüzde zayıflamıştır. Günlük siyasette seçim kazandırdığı iddia edilen HDP seçmeni kadar bile konuşulmamakta, öne çıkarılmamaktadır. Bir Türk milliyetçisinin bugün bir seçim olsa kendisini gerçekten temsil ettiğine inandığı bir partiye oy vereceğine inanmak güçtür. “Mecbur gene X’e basacağız” ifadesi, son yıllarda Türk siyasetinin fakat bilhassa Türk milliyetçilerinin bulundukları vahim ahvali göstermektedir.

Demokratik sistemlerde siyasi arenada temsil edilmeyen kişi veya gruplar yok hükmündedir. Yalnızca sandığa gidip oy vererek vatandaşlık vazifesini yerine getirmekten başka iş görmeyen bir insan yığını tek kelime bile söz sahibi olmadığı bir siyaset tarafından hayat boyu yönlendirilmektedir. Burada ele almak istediğimiz mesele, Türk milliyetçiliğinin mâkus talihini nasıl yenebileceği üzerinde durmak ile alakalıdır.

Maalesef günümüz siyasetinde Türk milliyetçileri temsil edilemedikleri yani bir temsiliyetten yoksun bulundukları gibi ontolojik olarak bir varoluş sebebinden de yoksun kalmışlardır. MHP’nin AKP ile ittifakı bağlamında “yerli-millî” söyleminin kapsayıcılığı, diğer taraftan İYİP’in yeni, orijinal bir söylem inşa edememesi ile birlikte Türk milliyetçiliği belli belirsiz bir görüşler kümesi hâlinde günümüz Türk siyasetinde savrulmaktadır.

Diğer bir taraftan İslamcı çevreler milliyetçiliği istedikleri biçimde yontup biçerek, kesip doğrayarak kendilerine mal etmeye ve sahiplenmeye çalışmakta, açık bir şekilde söylemek gerekirse Türk milliyetçiliğinin “seküler” taraflarını ayıklayarak kendi anlayışları ve dünya görüşleri çerçevesinde “fason bir milliyetçilik” oluşturmaya çalışmaktadırlar. Ayasofya’nın açılışında Nihal Atsız’a aidiyeti şüpheli bir cümlenin ona atfedilerek paylaşılması, Enver Paşa üzerinden zımnen yürütülen Mustafa Kemal Atatürk düşmanlığı ve alternatif bir tarihî gelişim hikâyesi üretmeye çalışmak, Türklüğün İslam’la müşerref olduğu vurgusu ve İslâmiyet öncesi Türk tarihinin hor görülmesi veya topyekûn görmezden gelinmesi gibi problemler mevcuttur.

Türk milliyetçiliği söz konusu siyasî veya epistomolojik sorunlar haricinde devlet ile arasındaki gerilimli ilişki açısından da zor durumdadır. Günümüz Türk milliyetçiliğinin ciddi meselelerinden birini devlet ile aralarındaki soyut tansiyon oluşturmaktadır. Devletin kutsallık, sorgulanmazlık ve karşı gelin(e)mezlik algısı yavaş yavaş kırılmaktadır fakat bu durum karşısında ciddi bir yersiz-yurtsuzluk/kaçgunluk hüznü milliyetçilerin büyük kısmını kaplamaktadır. Burada söz konusu gerilimin ilk defa yaşanmakta olan bir hadise olduğu düşünülmemelidir. Tarihî örnekleri malumdur.

Reel politik ve ekonomi göz önünde bulundurulduğunda son yıllarda artan adâletsizlik ve hukuksuzluklar, geçim sıkıntıları yanında hükûmete yakın kimselerin torpil, adam kayırma gibi devletin tüm kademelerine sinmiş ahlâksızlıklar ve hak yiyicilik , yine hükûmete yakın çevrelerin müreffeh hayat tarzları ile gençlerin gelecek kaygılarıyla beraber bulundukları durumun içerisindeki mevcudiyetlerini sorgulamaları devlete olan tabiyetin sorgulanmasını doğurmaktadır. Diğer bir deyişle devlet-millet algısı kırılmakta fakat bu ontolojik bir problem doğurmaktadır.

Türk milliyetçiliği günümüz şeraiti göz önünde bulundurulduğunda siyasi bir temsiliyetin ve günlük siyaset pratiklerinin dışında bırakılmış, gelecek kaygısının ve maalesef ümitsizliğin sardığı bir hâlet-i ruhiye içerisinde inandığı her şeyi sorgulamaya itilmiş ancak toplumsal düzlemde var olmaya, ayakta kalmaya çalışan bir toplumsal grup derekesindedir.

Bunların ışığında Türk milliyetçiliği kendine taze, sağlam bir raison d’être teşkil edip epistemolojik ve ontolojik temellerini gözden geçirmelidir. Ayrıca mevcut ana akım siyasetin haricine çıkıp toplumsallaşmalı, bir diğer deyişle sivilleşmelidir, şurası açıktır ki herhangi bir siyasi oluşum toplumda grup veya fert hâlinde mevcut Türk milliyetçilerinin talep, arzu, beklenti ve en önemlisi de umutlarını karşılamaktan fersah fersah uzaktır. Türk milliyetçileri mevcudiyetlerini “biz de buradayız” diyebilecekleri bir biçimde yeniden tanzim etmelidirler.

MHP’nin yüzde 10 oy potansiyeliyle bünyesindeki ağır topların kurduğu İYİP ile beraber aynı seçimde yüzde onar oy alması, AKP ve bilhassa CHP içindeki milliyetçi oylar düşünüldüğünde Türk milliyetçiliğinin siyasi düzlemdeki potansiyelini kanıtlamaktadır. Her söylemde “Kürt oyları seçim kazandırdı” hezeyanı ve mübalağası Türk milliyetçilerinin varlıklarının unutturulması ve bilinçli bir karartma operasyonuyla görmezden gelinmelerinin sağlanması bağlamında hayati önem taşımaktadır.

Ayrıca diğer tüm siyasi cereyanlardan farklı ve kuvvetli olarak bir zamanlar devlet ile aralarında et tırnak ilişkisi olan Türk milliyetçilerinin, politik konjonktür vasıtasıyla aralarındaki tek taraflı bağlılık ilişkisini sorgulamaları Türk milliyetçiliğinin içinde bulunduğumuz katı otoriter siyasi söylemi kırıcı ve demokratik bir siyasete önderlik edecek potansiyelini açığa çıkartabilir. Türk milliyetçiliği en başta fikrî hürriyetine devlet ile arasındaki köhnemiş ve hastalıklı bir vaziyete evrilmiş ilişkisini feshederek ve önce toplumsal sonrasında ise siyasi bağımsızlığını ilan ederek kavuşabilir.

Müstebit bir padişaha karşı dağlarda, zalim düşmanlara karşı evvelden Balkanlar’da ardından Anadolu’nun her tarafında vücut bulmuş bir kurtuluş ve bağımsızlık mücadelesinin hem beyni hem ruhu olan Türk milliyetçiliği, bir an evvel içinde bulunduğu vahim ahvalden halas edilmedikçe ne kendi problemlerini ne de Türk siyasetinin tıkanıklığını açabilecek bir tazelik ve gücü bulacaktır.

Ciddi oy potansiyeli ve toplumsal tabanıyla Türk milliyetçiliği, günümüz Türk siyasetinin tıkanmışlığını, paslanmışlığını ve cansızlığını baştan aşağı yenileyebilecek kapasitededir ancak kendi içindeki ruhu yeniden keşfedip ihya etmeye muhtaçtır. Milliyetçilik, İslamcılığın veya onun bir aygıtı hâline gelen Devletçiliğin ihtiyaç duyduğunda buyurduğu bir vasıta olmadığını anımsamalıdır. Türk milliyetçiliği ancak, Türk’üm diyebilenin modern, zihniyet olarak sağlam ve sağlıklı, kimseye muhtaç olmadan yaşayabilmesinin en asil vasıtası olabilir!

Cem Sili

Editör: Gülçin Kermen

Küresel bir salgına rağmen 2020, teknolojinin gelişimini durduramadı. Son açıklanan şey ise beyne takılacak bir çip. Yapay zekâ geliştirmelerinin yapabilecekleri hakkında izlenimlerimiz kadar büyüleyici olmasa da bir gün transhümanizm noktasında atılması gereken bir adımdı. Şimdi sırada ne var, diye düşünürken bundan sonrasının daha heyecanlı olacağına inanıyorum. 21. yüzyıl felaketlerle, katliamlarla her seferinde daha da sefilleşen insan toplumuyla anıldığı kadar küçük odalarında tüm dinamikleri değiştirecek yeni kavramları kurgulayan ve uygulayan basit insanlarla dolu. Onlar bizim süper kahramanlarımız, biz geleceği hayal etmeye çalışırken, daha iyilerimiz geleceği hesaplarken onlar sırada neyin olduğunu biliyor. Geleceğin tohumları üniversite kulüplerinin çatılarında, internetin derin forumlarında atıldı. Meyvelerini almak için şartların biraz daha olgunlaşması gerekiyor. Roma bir günde kurulmadı. Ağacın dibinde bekleyen sadece biz değiliz. Toprakların kendilerine ait olduğunu söyleyenler de yanımızda, cennetin yasak elmasını paylaşmak istemeyenlere karşı bu ağaç derin köklerinden yükselerek bize merkeziyetsizliğin, aracısızlığın, efendisizliğin, ortak aklın hikâyesini anlatıyor. Prometheus’un tanrılardan çaldığı ateşle aynı potadan. Bizim zamanımıza kadar tüm medeniyet tarihi boyunca onu yükselten mücadelelerden daha şiddetli bir zamana ilerliyoruz. Nesilleri, mutlu bir köleliğin yokuşundan kurtarmak için son bir şans belki de…  Para, bilgi ve kaynak üzerinde iktidarını kurmak isteyen her fraksiyon artık biliyor ki bilgi, yeni dünyanın kapılarını açacak tek geçerli akçe.

“Geleneksel para biriminin temel sorunu, çalışması için gereken güvene ihtiyaç duymasıdır. […] Bize asıl gereken şey güven yerine kriptografik kanıtlara dayanan bir elektronik ödeme sistemidir.”

– Satoshi Nakamoto

Türk lirası tarihin en büyük değer kaybını yaşadığı şu günlere kısa sürede gelmedi. Yapılan kötü yatırımlar, normalleşmiş yolsuzluk, iş bilmezlik ve liyakatsiz tercihlerin bedelini 82 milyon ödemek zorunda kalacak. Türk halkının kendi parasına olan güveni hızla kaybolurken maaşını dolara çevirenlerin sayısı artıyor. Kripto paralar merkezî otoritenin sorgulandığı geleneksel para birimlerinin kötü günlerine göz kırpıyor. Tüm bunları düşünürken iki tehlikenin farkında olmalıyız: ICO dönemlerinde bir coinin büyük yüzdelerini ellerinde tutanlar ile madencilik ve konsensüs alanında hash rate havuzlarını ellerinde bulunduranlar… Bu, hem karar hem piyasa üstünde yeni elitlerin varlık göstermesinin iki yolu. Türkiye bu iki tehlikeyi atlatarak kendi içinde kendi değerini bulacak kriptografik prensiplere sadık yeni bir para birimine geçiş yapabilir mi? Tüm bunlara başaramasak da düşünmeye değmez mi?

Bitcoin, dünya yeni bir ekonomik krize gebeyken doğdu. Kim ya da kimler tarafından yapıldığını bilmiyoruz. Açıkçası bilmemizin bir önemi de yok. Aradan geçen 12 yılda #bitcoin ve #blockchain hakkında çok şey öğrendik. Peki bize ne anlattı, peşi sıra getirdiği kavramlar ne kadar önemli?

Byzantine Generals Problem

Blockchainin en büyük öğretisi, bilgi ve iletişim ağlarını elitlerin kontrol edemeyeceğidir. Bu matbaanın icadı kadar kıymetli! Peki buraya nasıl geldik? Neyi sorguladık, her zaman soruların cevaplardan daha önemli olduğunu söyleriz. Güven önemli bir sorundu, bir veri ve para değişim aracı olarak blockchaini bugünkü noktasına getiren şey üzerinde çok düşünülmese de “Bizans Generalleri Problemi”ne yönelik çözümlerdir.

Dünya hayalperest zihinlerde tekrar kurgulanıyor, çağın neresinde duracağını bilemeyenler ise doğal bir seçilimden geçiyor. Medeniyetin inanç, siyaset, para ve dünya ile olan ilişkisi tekrar ve tekrar sorgulanıyor. Direnç çizgisini yoklayıp her düşüşünde umutsuzluk artarken radikal toplumsal dönüşümler de bu anlarda parlıyor. Yıkıcı her şey gibi “kendinden kendini doğuran zamanı” tasavvur etmeye çalışırken heyecanlanmamak elde değil. Öyle ki 21. yüzyıla damgasını vuracak kavramlardan biri merkeziyetsizlik. Sadece Türkiye’nin değil tüm dünyanın muhtaç olduğu şey, doğrudan muhalefet etmenin kudreti olabilir. İhtiyaç duyduğumuz şeyin kendimizden başkası olmadığını öğrendiğimizde diğer herkesin yarattığı hayal kırıklığı ve bezginliği söküp atabileceğiz. Zamanın ruhu, onu anlayamayanları acımazsızca elekten geçirirken, bilgi teknolojileri sarsılmaz sınırları belirsizleştirirken, olup bitenleri anlamaktan uzak eski kafalar, her şeyi değiştirecek meteorun sadece gölgesini görüyor olacaklar. Kendi yüzyılımızı öngördüğümüz şekilde değiştirmek, başkalarının merhametine bırakmamak, Cioran’ın “halkların kaderi” dediği sürüklenmeyi sonlandırmak bizim neslimize nasip olur mu?

Bilgi teknolojileri gelişirken onu, dünya ile paylaşmanın ya da elitlerin elinde bırakmanın sonucunda medeniyeti iki şey bekliyor: Dijital diktatorya ya da ütopya! Büyük Birader’in sizi izlediği değil, hesapladığı bir sürecin arifesindeyken umut etmek için sebeplere sahibiz. Çılgın hayaller kuruyor ve gerçek alternatifler yaratıyoruz. Medeniyet; savaştan, ekonomik krizden, global bir iklim değişiminden ya da daha doğal felaketlerden kurtulursa ve süreci merkeziyetsiz medya, merkeziyetsiz finans, merkeziyetsiz siyaset, merkeziyetsiz ağdan yana seçerse hayal ettiğimizin ötesinde bir ütopyaya uyanırız.

Gelecek üzerine kurulan her tartışma nihayetinde komplo teorileri ve beyne takılacak çiplerle bitiyor. Sokaktaki insanlar kendilerine bir çipin takılmasıyla köleleştirileceklerine inanıyorlar. Bunun zorla yapılacağına, kendi iradeleri dışında olacağına o kadar çok eminler ki! Filmlerde gizli mesajlar arayarak bulabileceğine inanan tiplerin yarattıkları “yarı tanrı elitler” hakkında komplo teorilerini bir telefondan ya da sosyal medyadan okuyorsanız geçmiş olsun, çoktan çipi taktılar. İnsan gruplarının ne kadar kolay manipüle edilebildiğini hepimiz az çok biliyoruz. Masada olup bitenlerin farkında olmayan tek kişiye neyin doğru olduğunu söyleyen üç kişinin olması yeterli. Medya kuruluşlarının çoğunun görevi, halkın olup bitenlere alışmasını sağlamaktır. Amerika’nın daha özgür olduğu dönemlerde savaş karşıtlığı daha yüksekken şimdi milyonlarca insanın yok edilmesinin altyapısı kolayca, sistemli olarak televizyon ve filmler ile açıklanabiliyor. Kullanışlı sanatçılar ve yetenekler, işleri olduğu ve önemli oldukları sürece gerçekleri dert etmiyor. Merkeziyetsiz, ipsiz gerçeklerin medyasının toplumun zihninde yaratacağı karmaşa bile emperyal konseptlerin fetretini kurmak için yeterli.

Özgür ve bağımsız insanı yaratmak yerine sadece üç nesil önce girdikleri bir sistem çarkının dişlisi olmak için yaşamlarının ¼’ünü kolaylıkla harcayabilenler cinnet ve arzu günlerinde hiçbir zaman kendilerinin olmayan çıkarlar için yabancı topraklarda öldürülüyor yahut katil oluyorlar.

Yarım asır öncesine takılıp kalmadıysak bu, geleceği tasavvur etme cüretini göstermiş o duru akılların sayesindedir. Bizler küçük kentlerden daha iyi bir gelecek umuduyla büyük kentlere gelmiş babaların çocuklarıyız. Çalışarak doğru yatırımlarla ekonomik bağımsızlığını ilan etmiş, alt sınıftan orta-üst sınıfa çıkmaya cesaret edebilmiş bu adamların çocukları, bugün emeklerinin ve zekâlarının karşılığını kendilerinden daha az puan almalarına rağmen birilerinin referansıyla öne çıkmış insanların arkasında işsiz kalarak ödüyorlar. Uluslar korkaklıklarının ve acziyetlerinin bedelini ne kadar ağır ödeyeceklerini bilselerdi şimdi oturdukları kadar rahat olabilirler miydi?

Kendi kendimize fark etmediğimiz bir hakikat bizim şirazemizi bozamaz. Bir başkasının değil kendi zihnimizin keşfine muhtacız. Keşif gerçekleştiğinde, bedenin değil aklın dengesi kaydığında sonsuz olasılıklar dünyasında ihtimaller belirginleşir, her seferinde kaybettiği oyunu oynayan kişi kazanmak için bu sefer hiç denenmemişi deneyebilir. “Köy tarafından hiç sevilmemiş çocuk, bir gün sadece ısınmak için köyü yakacaktır.” Çünkü yeni nesil buna haizdir. Yeteneklerinin ve kudretinin gücü hayalleriyle sınırlı bir nesil ne kadar köşeye sıkıştırılabilir?

Hector’un Truva surlarının önünde gösterdiği kahramanlıklar bir ozanın destanına konu olmuştu. Bizim kahramanlarımız mızrak ve kalkanla insanlarını korumuyor. Her şeyin ötesinde bu bir kavram/konsept kavgası. Dünyayı kendi doğalarınca güzelleştiren insanlara söylemek gerekir ki yalnız değiller. İktidar ilişkilerini, medeniyetin köklü kurumlarını, insan doğasının zaaflarını aşan ve dönüştüren bu süreci, kaderin kuyruğuna bağlayanların ve yıkan insanların hikâyesi dünya döndükçe söylensin.

Cengizhan Selçuk

Editör : Gülçin Kermen

Yıllar yıllar önce henüz sinema konusunda çok bir birikimim yokken (Gaspar Noe filmlerinde “Tanrı imgesi” diye sinema felsefesi ödevi yaptığım için duayen oldum çünkü, aynen.) Kader filmini izlemiştim
ve ben de her izleyen gibi ”aaa mutlu olabilirlerdi aslında” kafasında “duygusal topluk” yapmıştım. Yıllar geçtikçe benim de Bekir ve Uğur’a bakışım değişti. Kendimi Türk milliyetçisi bir cenaha ait hissetsem de çok farklı görüşten insanlarla beraber eğitim aldım ve onlarla tartışma imkânı buldum. Bu dostlarımla görüşlerimi paylaşınca da ortak bir kanıda olduğumuzu gördüm.

Bekir, babasının otoritesi altında yetişmiş, okumamış, doğal olarak da babasının çizdiği hayata ayak uydurmaya mahkûm bir delikanlı. Pasif agresif, fikirlerini belirtmekte güçlük çeken, sevgisini bile ifade etmekte zorlanan bir karakter. Uğur’la karşılaşıp ona karşı duyguları olduğunu fark ettiğinde dahi Uğur’un bulunduğu toplumsal sınıf dolayısıyla kendisiyle Uğur’u denk göremiyor. Büyük ihtimalle kafasında kurduğu şey şu oluyor: Bu kızı zaten yaşadığı hayat yüzünden ailem kabul etmez, belki bu yaşıma kadar hiçbir kadınla duygusal-cinsel bir yakınlaşma yaşamamış olmamı onunla telafi edebilirim ama evlenemem. Tamamen bu şekilde düşünüyor sonra Uğur’un sevgilisi hapse girince kendisinde, Uğur’un yanına gitme cesareti bulabiliyor. Uğur, her zaman açık sözlü, istemediği şeyleri dillendirebilen, rahatlıkla kendini ifade edip kendini koruyabilen birisi. Bu sebeple de düşük seviyeli ortamlarda dahi minimum bir zararla hayatını sürdüyor. En fazla iki sarhoşla uğraşıyor ama Bekir tam tersine hem bunlarla uğraşıp hem Uğur’a kendini sevdirmeye çalışıyor hem de Uğur’un hapishanedeki sevgilisini kolluyor. İnanılmaz ezik, inanılmaz basit bir hayat yaşıyor. Uğur’un kendisini sevmeyeceği belli olmasına rağmen lüzumsuz bir umut besliyor. Yani ülkemizdeki işlenen kadın cinayetlerinin birçoğunun alt yapısını oluşturan şeyi yapıyor, “takıntılı bir şekilde bir kadını takip ediyor”. Bekir cinayet işleyemez çünkü Bekir, baba otoritesi kadar devlet otoritesinden de inanılmaz korkuyor. Gece vakti çocuğuna ilaç almaya giderken uyuşturucu içip, Uğur’a inanılmaz cinsiyetçi söylemlerde bulunup sonra yine Uğur’un kapısına gidiyor. Size de tanıdık geliyor mu? Her gün Twitter’da tag açtığımız kadınların hayatına ne kadar benziyor değil mi? Israrlı takip, sevgi bekleme, hakaret, kadını kötü görme, nefret etme… Hâlbuki Bekir ne kadar normal bir baba profili çiziyor insanlara. Karısıyla babasının emrini ikiletmeden evleniyor, çocukları oluyor. Evlilik hayatını ortalama bir Türk ailesi olarak sürdürebiliyor ama takıntıları onu bir yerden başka bir yere sürüklüyor. Bekir’i anlayıp hak vermek değil, Bekir’i ve temsil ettiği profili alıp tedavi etmek gerekiyor.

İkinci bahsedeceğim erkek tiplemesi de Atsız’ın Deli Kurt kitabının başkarakteri İsa. İsa’nın yaşadığı hayat, zorluklar, tarihî bir karakteri temsil etmesi sempati uyandırıyor. Ayrıca inanılmaz efendi, Anadolu’nun yıllardır anlatılan o, ana babaya saygılı, herkesin sevdiği delikanlı tipini temsil ediyor. Büyük ihtimalle yakışıklı da. Tabii yakışıklı kavramının o dönemde neye karşılık geldiğini bilemiyorum ama Atsız’ın genel olarak asker tipli kişileri yakışıklı olarak tasvir ettiğine gelirsek o minvalde hayal gücümüze sığınabiliriz. Hatta karşısına çıkan Gökçen’i ne kadar güzel tasvir ederseniz edin, belki Gökçen güzel bir kız değildir bile. Kitabın ve Ruh Adam‘ın içeriğinde “zaten kaderi olan” kadınlarla karşılaşan adamlar var. Bir suç işlenmeli, ihanet edilmeli ve bunun cezası çekilmeli. İsa’nın en büyük yanlışı Gökçen’e âşık olması, karısını aldatması değil bence, “insanların ondan beklediği gibi hareket ediyor olması.” Anadolu’nun bilinmeyen özelliklerinden biri de sadakat konusunu bizim kadar önemsememeleri olabilir. Onlar, aldatıldığı için boşanan insanlara anlam veremezler. İsa karakteri de buna güvenerek hareket ediyor fakat toplumsal kabulün dışına çıkmaktan da inanılmaz korkuyor. Bu “devletçi-askerci” profil haklıyla haksızı ayırt etmeyi güçleştiren, sığ görüşlü erkek tipini doğuruyor. Gücünü ve emeğini pazarlayan erillik, bu işlemden zarar görmüyormuş gibi kendisini satın alana karşı büyük bir bağ kuruyor. Hegel’in Efendi-Köle‘sini biraz değiştirelim mesela. Anadoluvari yapalım.
Bilincin öz bilinç aşamasına geçmesi için kendisini gerçekleştirmesi gerekir değil mi? Yani doğayı kendisinin dönüştürdüğünü, öz bilinçten daha yararlı olduğunu idrak eder ve öz bilinç aşamasına geçtiği kısım idrak aşaması olur. Buna bence en güzel örnekler isyan eden erkeklerdir. Celâlî isyanlarına bakabiliriz. En ufak şekilde parasını alamadığı için isyan edip devlet görevlisini yıkmaya cüret eden erkek tipiyle, kaderine razı gelip kuru soğana muhtaç olan erkek tipi arasında yaşıyoruz. Sahabe Ebu Zer’e atfedilen ”Geceyi aç geçirip de kılıcına davranmayanın aklından şüphe ederim.” sözüyle, ”Cebinde telefon var açım diyorsun.” diye zavallı insanların sokaklarda yırtık kıyafetlerle dilenmeden zor durumda olduğuna inanmayanlar arasında yaşıyoruz.

Üçüncü olarak çok düşündüm Memati mi Deli Yürek mi…. İnsanların mizah amaçlı bile olsa paylaştığı şeylerin -ki ben de gayet paylaşıyorum- aslında nasıl bir tepki oluşturduğuna değinmek istedim. Memati leş bir karakter zaten, ilişkisini değerlendirmek bile bence kadın-erkek ilişkilerine hakaret
niteliğinde. Zorba ve tehditkâr bir şekilde bir kadına yaklaşmayı komik ve ironik bir şekilde sunabileceklerini sanmaları ve bunu kimsenin dillendirmeyeceğini düşünmeleri… Ne diyebilirim ki Türk dizisi senaristlerinin genelinde böyle bir huy var. Deli Yürek’i seçme sebebim ise hem bizim çocukluğumuza denk gelmesi hem de başına gelen birçok şeye rağmen efendiliğini korumaya çalışmasıydı. Aslında bu kabadayı tip akımındaki en düzgün karakter oydu. Zeynebim türküsünü dinlerken ”Mamaş’ın köyüü” diyecek diye heyecanla bekliyordum ben… (Köken belirtmeye bak, düz Sivaslısın aga tamam.) Sevginin ve sevilmenin diğer dizilere nispetle elle tutulur bir şekilde anlatıldığı bir diziydi fakat her şeye rağmen bolca lüzumsuz kabadayılık içeren bir “mafyatik” diziydi. Toplumun en çok etkilendiği karakterlerden biriydi Polat dalgası çıkana kadar. Sonrasında daha farklı oldu elbette. Bu, “siyah uzun montlar” ve “rugan erkek ayakkabıları” modasından bizi kurtaran “basket şortlu site çocuklarına” ve “Z kuşağına” teşekkürü ayrıca borç bilirim. İyi ki varsınız…

Mafyatik tipin bir kadına zarar verme ihtimalini değerlendirsem de bu insanların en büyük meselelerinin diğer erkeklerle olduğunu da söylemekte fayda var. Sokak ortasında birini vurup polis gelene kadar ölmesini bekleyen insanlarla dolu bir memlekette, erkek cinsiyetin iktidarla iktidarsız bir ilişkide olduğunu söylemek yalan olmaz. Çünkü kendilerini koruyacak bir erk olduğunu düşünüyorlar. Bu konuda haklılar, her hâlükârda korunuyorlar. Diğer yandan da iktidarla çatışmaktan inanılmaz korkuyorlar çünkü kendilerini toplumda silahsız, bıçaksız, kaba güç kullanmadan kabul ettirip kendilerine saygı duymalarını sağlayamıyorlar. Yani iktidarsız olduklarını ortaya çıkaracak bir iktidara kesinlikle karşılar.

Kadınları, gencecik üniversite öğrencilerini polislerin yaka paça içeri almasından büyük bir keyif alan bu erkek tipi, kendileri polisle karşı karşıya geldiklerinde araya birilerini sokmadan konuşmak istemiyorlar. Önce bir tanıdıklar araya girsin, iktidar sahibi olduğu gösterilsin sonra işlem yapılsın (yapılırsa(!)). Evde, işte, sokakta her şekilde kendi iğrenç kimliklerini topluma din veya kabadayılık kisvesi altında kabul ettirmeye çalışanlara karşılık; hayatını birilerinin fikirlerine göre değil kendine göre kurmuş, zalimlerden başka kimseyle derdi olmayan, hangi işi yaparsa yapsın kimsenin kendisinden daha aşağıda olduğunu düşünmeyen erkeklere de sadece “Lütfen daha çok insanla muhatap olun da size özensinler.” demekten başka bir şey diyemiyorum…

Mişa Dirahşan

Hakikatin peşinde koşanlar ve hayal kuranların, kurdukları hayaller uğruna mücadele verenlerin, kullanabileceği en etkili silaha ‘söz’ demişler.

Söz ve hitap beniâdem için kurulabilecek sosyal ilişkilerde temeldir – yapı taşıdır. Bu ilişkilerin doğuracağı sonuçların belirleniminde ise en müessir faktördür. Hitap edebilmek ise dokunabilmenin en işlevsel formudur. Hitap edebilmek ve kelam insan için o kadar önemli bir konumdadır ki tanrısallığın zihne işlenmesinde tevessül edilecek en mühim kelime, “kelime” olmuştur. “Başlangıçta kelam vardı ve kelam Tanrı’ydı, her şey onunla oldu ve hiçbir şey onsuz olmadı.” Tanrı’dan bir ruh olmak ise kelimetullah olmanın eş değeri idi .”Mesih, Meryem oğlu İsa sadece Allah’ın peygamberi, Meryem’e bıraktığı kelimesi ve Allah’tan bir ruhtur.”

Nev-i beşerin beniâdem olarak kendini vasıflandıracağı uzun soluklu yürüyüşte en önemli yakıt kelimeydi. Nev-i beşer, kelimeleri ile bilinci karşılıklı etkileşim hâlinde tekamül ettirdi ve sonunda zekayı- aklı kendine nispet edeceği düzeye getirtti.

Hangi kelimenin tanrısallaşacağına ve insanın uzun soluklu sosyolojik evrimine yön vereceğine karar veremeyiz belki ancak kelimelerimizin soluğunu uzun tutmak için çabalayabiliriz. İnsanlığın kelimelerinin soluğunu uzun tutmak için giriştiği çabanın birçok yöntemi vardır. Fakat bu yöntemler arasında en etkili olanı -kaleme (erbab-ı kalemin) dizip yazdıklarına yemin olsun ki- sözün her daim ulaşılmasını en fazla mümkün kılacak araçla kayıt altına alınması yani yazılmasıdır.

Yazı, bilebildiğimiz kadarıyla ihtiyaç duyulan bilginin daha sonra ulaşılabilmesi amacıyla kaydedilmesi uğruna var edildi. Ancak ne ihtiyaç yalnızca o an gerekli veriler ile sınırlı tutulabilirdi ne ulaşılabilecek kitle ilelebet sınırlandırılabilirdi ne de kayıt altına alma ve mukayyet olma iştahı ile yanan insan bu nimetten âlâ nihaye mahrum bırakılabilirdi. Olması muhakkak olan oldu ve yazı, belirli bir gelişmişlik seviyesinin üzerinde herkese mal oldu. Söyleyecek sözü olanlar ve rahatsız olanlar içinse “elden düşmeyen bir silaha” dönüştü.

Yazmak düşünce mahsulü olacağı kadar düşündürmeye ve bir an için durdurmaya çabalamaktadır. Zaten insanı insan yapan da bir an durmak ve düşünmek, tahassüs kabiliyetini kamçılamak değil midir?

Çağdaş toplumda bir şeyleri söylemek umuma şamil bir hitapla mümkündür. “Çünkü çağdaş toplumda insan birbirinden kopuk parçalar gibidir. Bu nedenle de çok daha kolay etkilenebilir konumdadır. Dolayısıyla da kitle iletişim araçlarının etkisine karşı da çok daha korumasızdır.” Bin yılın biriktirdiği ve insan zihninin etrafına sarmaladığı zincirlerin, hakim paradigmaların kırılmasına ve sarsılmasına dair küçücük bir umudun vâr olabildiği zamanlarda, kalem erbabının kendi üzerine vazife bir meşguliyet olarak hitap etmeyi düşünmeyeceğini düşünmek abestir.

Modern Çağ’da ve bizleri Modern Çağ’a ulaştıran yakın geçmişte var olan hiçbir hayali, hiçbir düşünceyi iletişim araçları olmaksızın düşünmeyi; Jîn dergisi olmaksızın Kürtçülüğü; Sebilürreşat ve Büyük Doğu olmaksızın Türkiye İslamcılığını; Genç Kalemler, Türk Yurdu, Orkun, Töre dergileri olmaksızın Türkiye özelinde Türk milliyetçiliğini; Yön, Birikim, Yurt, Dünya ve Ayrıntı dergileri olmaksızın Türkiye solunu; Pravda gazetesi olmaksızın Sovyet sosyalizmini anlamak değerlendirmek mümkün müdür?

Bir mücadele soluğu olmaktan, bir anlığına durmaya davet etmeye kadar geniş bir spektrum barındıran kitle iletişim araçlarının Türkiye’de en fazla görüleni, gözlemleyebildiğimiz kadarıyla bir mücadele soluğu olmaya çalışanlardır. Peki “Niçin mücadele?” sorusunun yanıtı nedir? “Mücadele, bir çaresizlik trajedisi bir tutsaklık ağıdı” değil midir aynı zamanda? Yurdun kaybedilmesi, milletin yok olması, treni kaçırma gibi bin bir buhranın verdiği alarmizmle annesine yardıma koşmaya çalışmıştır Türk aydını. Koşup kurtarmaya o bîbahtı, vazife bilmiştir Türk aydını. Çünkü annesi karşısında “göğüs bağır açık ölün yatıyor ve onsuz yaşamaktansa beraber ölüş ehven”.

Fikir hayatımızın ve dergilerimizin en köklü sorunlarından biri ise gençlere karşı var olan tutum. On yıllar boyunca “uğul uğul konuşan yavşakların” yaşları nedeniyle el üstünde tutulması fakat “çalıyı dolaşmadan ite dalaşma” cesareti gösteren gençlerin ise tüm donanımlarına rağmen yazılarıyla boy gösterememesi ve çığlıklarını yutmaya zorlanmaları Türk düşün dünyasını ve üretkenliğini kısırlaştıran önemli sıkıntılardan birisi.

30eksi yayın hayatında birinci yılını dolduruyor. 30 yaşın altında olup da söyleyecek sözü olanlara, hitap edecek olanlara gönüllerince haykırma fırsatı veren, yalnızca kendisi olarak var olmaya çalışanların mahallelerde yer kapatma derdine girmeksizin kendisini ifade edebildiği, yazıların içeriği ve yayın kalitesi ile Türk düşün dünyasını zenginleştirmeye çalışan, eleştirel düşünebilen, sorgulayan Türk milliyetçisi gençlerin özgürce var olabildiği bir mecra.

Her sessizliğe çığlık olmak isteyenlerin kendini ifade edebildiği bir kitle iletişim aracı. 30eksi Türk düşün dünyasında, yıllanmış dergilerin bürokratik kasvetini ve yıllanmış aydınların mahalle despotizmini hissetmek istemeden bir an için durmaya ve durdurmaya çalışanların sanatlarını özgürce ortaya koyabildiği, genç bir soluk ve her soluğun ömrünü uzatmaya çabalayan bir kitle iletişim aracı. Uzun ömürlü olması temennisiyle.

Yunusemre Işık