Dilimde sevda türküsü

Bir sır ki kimsenin cesareti yok çözmeye

Gözleri silah vurur ta gönlümden

Kılıcını kuşanmış o er ki

Taht kurmuş bin yıldır sızlayan yerimde

Hasretim mağlup düştüğüm gözlerine

Atlar da ağlar oldu ahvalime

Söyle bu hasret biter mi

Bu acı diner mi bedbaht ömrümde

Ortasında kaldığım bu savaşın

Sancısı da bana kaldı

Bir güzel mefkûreye gönül vermiş er

Sunar mıydı bana da gönlünün güzelliklerinden

Mertliği delikanlılığı düşmana korku saldı

Merhametiyle sarar mıydı şu yaramı

Bir düş düşledik ki içinde Turan vardı

Şu sevdaya senden başkası yakışmazdı

Şimdi “gönlüm dolu ah-u zar kaldı.”

Hacer Nur YÜZBAŞIOĞLU

Her şeyden habersiz günü geçirirken bu sabah saatlerinde doğup büyüdüğüm mahallede bir kadının sırf ilgisine karşılık vermediği için bir cani tarafından vahşice öldürüldüğü haberini gördüm. Haberin başlığı eylemin vahşiliğinden daha gaddardı. 

‘İstanbul’da platonik aşık dehşet saçtı…’

Yaşamınızı idame ettirme gayesi ile sabah evden çıkıp işe giderken yolunuz istemediğiniz biri tarafından kesilip öldürüldüğünüzde medyanın sizi anma şekli bu olacak. Platonik aşık dehşet saçtı. Öldürüldünüz ama katiliniz platonik aşıktı. Artık alacak bir nefesiniz yoktu ve bu olay sizin artık bir dakika bile yaşamayacak olmanızın gölgesinde dehşet saçtı. 

Sadece Türkiye’de değil dünyanın her yerinde her gün yaşı, cinsiyeti, dili, dini, ırkı farketmeksizin kadınlar şiddete maruz kalıyor ve hatta öldürülüyor. Katillere kin kusup, öfkemizi belirtirken medyanın bu haberleri bize sunuş şekline dikkat ettiniz mi? Katilin hep bir bahanesi bir sıfatı var basına göre. 

‘Kıskanç eş’ , ‘Öfkeli baba’ , ‘Platonik aşık’ , ‘Beraber yaşadığı erkek arkadaşı’

Türkiye’de ölümün dehşetinden ziyade öldürenin sıfatlarına dikkat çekiyor medya. Çünkü kadın öldürüldüyse illa bir sebebi vardır. Ya erkek kıskançtır ya kadın erkeği kıskandırmıştır. Birçok örnek gösterilebilir bu hususta. Ama değişmeyen tek şey bu gibi kadın cinayetlerinde medyanın erkekten direkt ‘katil’ diye bahsetmemesidir. Bu ikiyüzlülük ve yanlılık ile cinayetlerin ortağı olan medya kendileri hedef tahtasına oturtulduğu zaman basın özgürlüğü diye günlerce ağlamakta da çok ustadır oysa. Basın özgürlüğü isteyen medyanın basın ahlakından nasiplenmesi için daha kaç kadın hayattan kopartılacak? Daha kaç kadın öldürülmesinden sorumlu tutulacak? 

Değişim öncelikle zihniyette başlar. Zihniyetin değişimi eylemlerin dönüşümüne gebedir. Türkiye’de değişmesi zorunlu bir ‘kadın cinayetleri’ zihniyeti mevcut. Hayatını erdemlerine bağlı ve iyi insan olma gayretinde yaşayan bizler bu değişim ve dönüşümün öncüleri olmakla mükellefiz. Bizler bıkmadan usanmadan yanlışa yanlış diyerek doğru olanı dillendirmezsek sürekli dillendirilen yanlışlar meşruluk kazanacak ve değiştirilemez öğretiler olarak zihinlerde yer alacaktır.

Türkiyedeki basın bu anlamda epey geridedir ve eğitilmelidir. Hiçbir kadın dul olduğu için, istemediği birine karşılık vermediği için öldürüldüğünde katilinden platonik aşık diye bahsedilsin istemez. Bugün yaşıyor olabiliriz ama yarın öldürüldüğümüzde ölümümüzden ziyade öldürenin haklı (!) sebeplerinden konuşulmasını istemiyorsak bugün bu yanlışa en gür sesimizle dur demeliyiz!

Kadının yaşamı, tercihleri, özgürlük alanları maalesef ki toplumumuzda asırlardır üzerine en çok konuşulan konu olmuştur. Türkiye Cumhuriyetine gönülden bağlı hür bir kadın olarak bu zihniyeti kabul etmiyorum! Erkekler gibi biz de bu dünyaya cinsiyetimizden evvel insan olarak geldik. İnsan gibi yaşamak, insan gibi özgür olmak, insan gibi değer görmek istiyoruz. Düşüncelerimizin ve eylemlerimizin cinsiyetimize bağlı olarak yorumlanmasından ve eleştirilmesinden ve medyanın ısrarla bu zihniyete çanak tutmasından şikayet ediyoruz! 

Erdemin ve iyinin cinsiyeti yoktur. Herkes için kabul edilebilir olguların söz konusu kadınlar olunca öne sürülmesini ya da tam tersi görmezden gelinmesini kabul etmiyoruz. Namus sadece kadına ait olmadığı gibi özgürlük de sadece erkeğin tekelinde değildir bizler bunu biliyoruz. Öldürüldüğümüzde giydiğimiz kıyafetler, dışarıda olduğumuz saat, özel yaşantımız konuşulsun istemiyoruz. Bir kadının daha yaşamdan, hayallerinden, ideallerinden, sevdiklerinden koparıldığının duyurulmasını ve hatta haykırılmasını istiyoruz. 

Düşüncelerde ölüyor, eylemlerde son nefesimizi veriyoruz. 

(Not: Birkaç ay önce ‘internette uygunsuz görüntülerinin olduğu’ bahanesi ile babası tarafından öldürülen genç kızın ölümüne dair bir gelişmeyi okudum bu yazıyı yazdıktan hemen sonra. İddia edilen görüntülerdeki kızın öldürülen kız olmadığı tespit edilmiş. Görüyoruz ki bir genç kızın yaşamı bir videonun internette dolanmasına bağlı olacak kadar hassas bir iple bağlı. Mevzu bahis video genç kıza ait olmuş olsa bile hiçbir genç kızın babası tarafından bu şekilde öldürülmesi kabul edilebilir değildir!)

Artemis Tapınağı bugün İzmir, Selçuk sınırları içinde bulunan Antik Yunan şehri Efes’in en ünlü yapılarından biridir.

Kuşadası yolunda kentin sonunda görülen, yolun sağ tarafında yer alan sahada mevcut bulunan Artemis Tapınağı, antik dünyanın 7 harikasından biridir. Sidon’a göre diğer 6 harikayı geride bırakacak bir ihtişama sahiptir. Bulunduğu saha halk dilinde “İngiliz Çukuru” diye adlandırılmıştır.

Tapınağın yer aldığı sahada günümüzde sadece birkaç mimari parça, bir sütun ve tapınağın temelleri bulunmaktadır. Tapınak, 262 yılında gerçekleşen Got saldırılarından sonra bir daha eski hâline getirilmemiştir.

Demir Çağı’nda Hellas’tan Batı Anadolu’ya yapılan göçlerle Efes ve Anadolu’daki Tanrıların anası olan Kybele kültü, muhâcirlerin Artemis kültü ile birleştirilmiş ve yeni bir kült meydana getirilmiştir. Kybele’ye ve Artemis’e tapınma ritüeli, yüklenilen anlamlar ekseriyetle aynı olsa da farklı betimlenmiştir. Kybele oturur vaziyette ve gebe olarak tasvir edilirken Artemis kıyam hâlinde, bolluk ve bereketi simgelemek adına ise çok göğüslü tasvir edilmiştir.

Kybele heykeli
Artemis heykeli


Artemis, birçok farklı inanca mensup halkın tapındığı bir kült oldu. Yeni ortaya çıkan bu kült için M.Ö. 7. yüzyıldan itibaren farklı devirlerde mabedler inşa edilmiştir. 19. yüzyılda gerçekleşen İngiliz çalışmaları sonucunda bulunan kalıntılar sayesinde saha üzerinde beş veya daha fazla inşa devresi olduğu tespit edilmiştir. Plinius’a göre ise tapınak yedi defa yapılmıştır. Plinius, tapınağın 115 metre uzunluğunda, 55 metre eninde olup her biri 18 metre olan 127 kolon tarafından tutulmakta olduğunu söylemiştir.

Bu görselin boş bir alt özelliği var; dosya ismi: aretmiiis.jpg
*Tapınağın dijital ortamda hazırlanmış rekonstrüksiyonu

Tapınağın ilk hâli Arkaik devirde inşa edilmiş olup üç safhası vardır. Bu safhalarda bulunan fildişi ve altınlar bize, mabedin ilk kez M.Ö. 7.yüzyılda bir sunak olarak inşa edildiğini göstermektedir. İlk safhada ağaçtan, ikinci safhada taş ile inşa edilen tapınağın 3. safhasının inşası, Giritli mimar Chersiphorn ve oğlu tarafından M.Ö. 570 yılında başlatılmıştır. Mimar; Hitit, Asur ve Mısır mimarisinden etkilenmiş ve sonunda Hereieon’la yarışabilecek kadar azametli bir yapı ortaya çıkarmıştır. Bu Arkaik Artemisyon, İonik mabedlerin Asya’daki ilk örneği olarak gösterilmektedir.

Mermerden inşa edilen tapınağın, çatısının ahşaptan olduğu düşünülmektedir. Aynı zamanda Mimar Chersiphorn’un Samos şehrindeki Heraieon Tapınağı’nın mimarlarından biri olan Theodoros’tan aldığı tavsiye üzerine temelden çıkacak olan fazla suyun yapıya zarar vermesini engellemek için temeline ağaç kömürü tozu dökmesiyle temelin sağlam bir şekilde oturtulmasına muvaffak olunmuştur. Tapınağın çevresi çift sıra hâlinde dizili sütunlardan oluşmaktaydı. Plinius bu görüntüyü Doğa Tarihi adlı eserinde “sütun ormanı” olarak betimlemiştir. Tapınağın sella bölümünde, Roma kopyalarının Efes müzesinde bulunduğu ve ahşaptan yapıldığı düşünülen bir Artemis heykeli bulunmaktaydı.

Lidyalılar döneminde tapınak, Lidya kralı Krezus tarafından tekrar ve daha büyük olarak inşa edilmiştir. Önceki hâlinden çok daha büyük olan bu tapınağın inşası, ancak M.Ö. 430 yılında sona ermiştir. Tapınağı taşıyan sütunlardan 36 tanesi kabartmalı kâidelere sâhipti. Bu kabartmalı sütunlar Lidya Kralı Krezus’un armağanıydı. Üzerinde Krezus’un hediyesi olduğunu belirten bir yazı yazan sütunlardan biri günümüze ulaşmıştır. Tapınağın bu safhasındaki yivli sütunların boyu 19 metreyi bulmakla birlikte taşıdıkları arşitrav bloklarının yaklaşık 24 ton ağırlığında olduğu düşünülmekteydi. M.Ö. 21 Temmuz 356 gecesinde adını tarihe geçirmek isteyen Herostratos adlı bir akıl hastası tarafından tapınak, çatısındaki ahşap kısmın aleve verilmesi suretiyle yakılmıştı.

Artemis tapınağı için Hellenistik dönemin başlaması ise şöyle gerçekleşmiştir; rivayete göre tapınağın yakıldığı gün Büyük İskender, Efeslilere mabedi tekrar yaptırmak ve masraflarını da karşılamak istediğini söylemiş fakat bu teklifine karşılık tapınağın üzerine adının yazılmasını istemişti. Gurur sahibi insanlar olan Efesliler, kadim tapınaklarını ihya etme onuruna bir Makedon’un nail olması fikrine bile kolay kolay tahammül edemeyecekleri hâlde bir de üstüne birinin adını yazdırma fikrini onur kırıcı bulmuştu. Dünyanın en büyük cihangirlerinden birinin bu jestini kolay kolay reddedemeyecekleri için politik bir cevap düşünüp “Bir tanrının başka bir tanrıya sunuda bulunması alışılmış bir yöntem değildir.” diyerek kibarca bu teklifi reddettikleri rivayet edilir.


Bu iki olayın sonucunda Efesliler Artemis Tapınağı’nın en görkemli hâlini kendileri inşa etmişlerdir. Yeni Artemision’un uzunluğu 105 metre, genişliği 55 metre olup 6 bin metrekarelik bir sahada mevcudiyet gösteriyordu. Plinius ve Vitruv’un söylediğine göre tapınağı ayakta tutan sütunlar ekseriyetle kabartma ve süslere sahipti. Bu sütunlardan biri de dönemin ünlü heykeltıraşı Skopas’ın eseriydi. Artemision, bu hâliyle devrin insanları tarafından dünyanın 7 harikasından biri olarak kabul edilmişti.

*Artemision’un günümüzdeki kalıntıları

İ.S. 287 yılında Efes’in yerinin değişmesi üzerine tapınak yeni kurulan kentin dışında kalmıştı. Bu devirden sonra tapınak, kutsal bir inziva mekânı hâline geldi. Bir iddiaya göre bir süre sonra Artemis’in “bakirelerin tanrıçası” olarak anılması hasebiyle tapınağın bulunduğu mahalleye evli kadınların girmesi yasaklanmıştı.

İ.S. 263 yılında gerçekleşen Got saldırısıyla büyük bir tahribe uğrayan mabed tekrar inşa edilse de Hristiyanlık dininin etkisiyle yeni tapınağın ömrü pek uzun olmamakla beraber sonraki yüzyıllarda yıktırılan Artemision’un bazı mimari parçaları St. Jean Bazilikası ve Ayasofya’nın yapımında kullanılmıştır.

*British Museum’da sergilenen Artemision kalıntıları

Türkiye’de birilerini hain, birilerini kahraman ilan etmek artık çok kolay. Bunun için gazetelerinizin, kanallarınızın olmasına da gerek yok üstelik. Günümüzde gündemi belirleyen, kamuoyunu ayaklandırmaya yeten büyük bir güç var; sosyal medya. Sosyal medyanın aktif kullanımı ile beraber birçok şey değişim ve dönüşümden geçiyor. İktidar sosyal medyada günler öncesinden yaydığı söylentiler ile kamuoyu yoklaması yaparken muhalefet ise medyada bulamadığı hakları ve propaganda fırsatını artık sosyal medya aracılığı ile karşılayabiliyor. Hatta öyle ki sosyal medya artık adaletin bile denetlendiği bir güç hâline gelmiş durumda. İnsanların ortak bir etiket üzerinden gösterdiği tepkiler sonucunda birçok davanın seyrinin kamuoyu vicdanına göre şekillendiğine çok kez şahit olduk. Serbest bırakılan tacizcilerin, sanıkların sosyal medyada tepki görmesi sonucunda tekrardan gözaltına alındığını biliyoruz. Örtbas edilmeye çalışılan kadın cinayetleri davalarında ise sosyal medyanın gücü ile davaların hep gündemde tutularak kamuoyunun desteği ile sahip çıkıldığı hepimizin malumu.

Gelin görün ki bunca fayda sağlayan sosyal medyanın bir o kadar da zararı olabiliyor. Yalan haberler, uydurma gündemler sosyal medyada sanki doğruymuşçasına bir anda yayılıp halkı kutuplaştırmaya ve tahrik etmeye yetiyor. Art niyetli bu eylemler çoğu kez çürütülse dahi insanlarımızın araştırmadan, irdelemeden, gördüğünü gördüğü kadarı ile kabul etme özelliği sebebi ile ve belki de merhametinin suistimali yüzünden hâlen aktif bir şekilde devam edebiliyor.

31 Mayıs akşamı sosyal medyada bir haber yayıldı. Kürtçe müzik dinlediği için öldürüldüğü iddia edilen gencin haberiydi bu. Bu iddia üzerinden birçok kullanıcı tepki gösterdi. Irkçılık kınandı, Türkçüler bu iddia üzerinden hasta ilan edildi. PKK’ye terör örgütü demeye kıyamayan ne kadar içten pazarlıklı varsa bu haber üzerinden adeta kin kustular. Onlar için müzik evrenseldi, Kürtçe anadil olmalıydı, Türk’ün kendi milletini yüceltmek istemesi “ırkçılık” iken onlar için birinin hayatını kaybetmesi Kürtlük ile vurgulanmalıydı. Çünkü ırkçılık ve milliyetçilik sadece Türklerin kullanımında olduğu vakit hastalıklı ve faşist bir ideolojiydi(!). 

Bu haber üzerinden toplum tarafından tanınan, kendilerince bir kitlesi olan kişiler haberin doğruluğunu araştırmadan, sorgulamadan insanları daha da kışkırtmak adına ortada can kaybının olduğu bir olayı alenen nefret söylemleri ile kınadılar. Bu insanların kimileri avukat, kimileri ise gazeteciydi. Öyle ki “halkların demoktarik partisi” (HDP) son yıllarda cılızlaşan siyâseti, parti içi kavgalarına rağmen bu haberi fırsat bilmiş ve sanki her daim insan yaşamından yana tutumları varmış gibi kınama konusunda gecikmemişlerdi. 

1 Haziran günü ise resmî kaynakların yaptığı açıklama ile olayın nasıl gerçekleştiği kesinleşmiş oldu. Ezan okunduğu sırada arabada son ses müzik dinleyen gençler ile ‘Ezan okunuyor müziği kısın.’ diye ikazda bulunan genç arasında çıkan tartışmada, ikazda bulunan genç yaralanmış ve hayatını kaybetmiş. Hayatını kaybeden gencin babası da olayın bu şekilde gerçekleştiğini verdiği demeç ile doğrulamış. Yani ortada ne Kürtçe müzik var ne de Kürt düşmanlığı. Hatta öyle ki hayatını kaybeden genç gibi katil zanlısının da Kürt olduğu söyleniyor. Peki gerçekler bir bir ortaya çıkmışken dün gece ırk ve dil üzerinden Türk milletini ayrıştırmaya, birbirine düşman etmeye çalışan hümanist(!) kesim çıkıp özür dileyecek mi? Kışkırtmaları sonucunda cereyan edebilecek olayların sorumluluğunu alabilecekler mi? Yoksa niyetleri Amerika’daki karışıklıktan faydalanıp bunu Türkiye’ye sıçratmak mı? 

Her ne olursa olsun bu ülkede dilinden hak, özgürlük, insanlık gibi kavramların düşmediği insanların, esasında ne kadar ırkçı, faşist, bölücü olduklarını biliyoruz. Üzüldüğüm tek husus vicdânî dürtüler ile hareket eden insanlarımızın bunlar gibi sosyal medya tetikçilerinin mermisi olmaktan ileriye gidememeleri. Oysa durup bu barış güvercini insanların PKK’ye, HDP’ye karşı olan tutumlarına bir baksalar niyetlerinin ne olduğunu apaçık görecekler. Ben bu zamana kadar ‘Kürt’ vurgusu yaparak eşitlik isteyen, mağdur edebiyatı yapan birinin terör örgütü PKK ve siyasi uzantısı HDP ile arasına çizgi çektiğini görmedim. Oyuncular değişse bile oyun hep aynı. 

Türk milletinin sesinin daha gür çıkacağı, adaletli, hakkaniyetli bir sosyal medya kültürü temennisi ile…

Esen kalın.

Dikdörtgenlerdeki yansımamı izliyorken
Dört duvar, loş ışık, ince bir duman,
Kulağıma çalınan jenerik bir ses
Alabildiğine dolu kül tablası,
Ona selam veren tütün tabakası,
Usul usul yağan yağmurun hışırtısı,
Ne gelecek ne de geçmiş,
Kanımı tırmalayan an bu andır.
An içre ana bilenenlerin,
Elbet edecek lafı vardır hesap bilenlerin.

Üzerimizde hakkı var, toprağı namus görenlerin
İddia ettim bu çağdan,
Dosdoğru geçeceğim.
Alkış tutacak düşman bildiklerim
Ve gök mavi bir kıyamet kopacak,
Bayram günümüz o gündür kardeşim.
Mevzilerde nazlı bir gelinin gölgesine tapacağız,
Hasret son bulacaktır o gün elbet inanan yüreklerde
Gök kubbede Türk sazı ve Türk şiirleri işitilecektir,
Bir de Anadolu’dan parlayan bir ışık görünecektir.
Dost yüzlü, ay gülücüklü evlatlara,
Doyasıya sarılmak vaktidir şimdi kardeşim.
Haydi silkelen,
Haydi hazırla kendini,
Doyasıya sarılmak vaktidir şimdi kardeşim.

Bu görselin boş bir alt özelliği var; dosya ismi: 8d5a889e983e2b21886e97a1ad76820b.jpg

İnsan topluluklarının geçmişten bugüne kadar varlığını devam ettirebilmesi dünyaya sağlam tutunabilmesi için tarih bilgisi ve bilinci çok ama çok önemli bir husustur. Sadece bir millete ait olan ve onu diğerlerinden ayıran bazı özellikler vardır. Bu özellikler bir arada toplanarak o milletin kendine özgü kültürünü meydana getirir. Bu kültür, o milletin varoluşundan beri biriktirdiği ahlaki, manevi ve toplumsal tüm değerleri içinde barındırır. Eğer bir millet ileriye yönelik planlar yapıyorsa geçmişinden aldığı bu birikimleri kullanarak kendine sağlam bir kılavuz edinmelidir. Nitekim tarih, sahip olduğu bütün bu birikmişlik ile ileride neler olacağını tahmin edip uyarılarda bulunabilir.

“Tarihi canlı tutmak”, “tarihi yaşatmak” gibi başlıklar ve düşünceler bazı toplumlar tarafından tam olarak anlaşılmamıştır. Nitelikli, bilinçli tarih öğrenimi ve bilgisine sahip olmayan milletler, kültürlerini belli bir süre sonra başka kültürlere açık pazar hâline getirirler. Yani o kültürler ne getirirse burada kabul görür ve benimsenir. Zaten hâlihazırda kültür emperyalizminin kendini dayandırdığı nokta da bu değil midir? “Bilim hayatında da en muvaffak insanlar edebiyattan biraz nasibi olanlardır. Çünkü tarih de hayattır. Bu hayatı canlandırmak için bize hakikatler, bize geçmişten bir tablodaki parçalar gibi gelir. diye belirtmiş ünlü tarihçimiz Prof. Dr. Halil İnalcık. Bu sözden çok normal olarak her birey farklı anlamlar çıkarabilir. Ancak hocamızın bize burada sunmak istediği asıl düşünce, tarihin hayatla nasıl iç içe olduğu ve birlikte çalıştığıdır. 

Kendi tarihimizi yaşatmak ve başka kültürlerin etki alanına girmemek için geçmişten bugüne kadar yaptığımız birçok çalışmalar mevcut olmasına rağmen bu çalışmaların tam olarak anlaşılmaması maalesef üzücü bir durum. Bu çalışmaların yakın geçmiş zamanda en büyüğünü ülkemizin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk yapmıştır. Manastır Askerî İdâdîsi’ndeki öğrenciliğinden beri Türk tarihine sevgi ve hayranlık besleyen Mustafa Kemal, buradan aldığı tarih sevgisini hayatının ileriki dönemlerinde olgunlaştırarak bir farkındalık yaratmaya çalışacaktır. Avrupa basını, Türk kültürünün Roma, Fars ve Arap medeniyetleri tarafından meydana getirildiğini söylerek Türkleri adeta aşağılıyor ve I. Dünya Savaşı’ndaki mağlubiyetini de göz önüne alarak benlik duygusunu iyice hırpalıyordu. Yunanlar ve İtalyanlar, Batı Anadolu topraklarının tarihsel olarak kendilerine ait olduğunu bildirerek hak iddia etmekten geri kalmıyolardı. Başarılı olan bağımsızlık mücadelesinin ardından, Mustafa Kemal Atatürk tarih bilincini filizlendirme ve canlandırma çabasına başlayacaktı.

Atatürk, öncelikle Türk milletinin geçmişinin sadece Osmanlı’dan ibaret olmadığı, geçmişte birçok güçlü devletler kurduğu düşüncelerini ortaya çıkarmayı hedefliyordu. Bu fikirleri sayesinde şerefli ve güçlü, geçmişinden gurur duyan, geleceğe daha sağlam adımlarla basan millet dinamizmi sağlanabilecekti. Şemsettin Günaltay’ın ifadelerine göre 19 Eylül 1923 tarihinde “İstanbul Darülfununu Edebiyat Meclisi Müderrisi”ne karşılık olarak “Tarihçilerle çok konuşacağız.” ifadesini kullanmıştır. Henüz daha o yıllardan gelecekte atacağı adımların sinyallerini vermiştir. 1929 yılından sonra hızlanan tarih çalışmaları 1930 yılında  “Türk Ocakları Kurultayı”nın kurulmasıyla daha büyük kurumların yolda olduğunun sinyallerini vermeye başlamıştır.

Atatürk’ün manevi kızlarından Afet İnan da bu kurultayda bulunanlar arasındaydı. Yine Atatürk’ün arzusu altında tetkik ve çalışmalara başlayan bu heyetin önceliği okullar için fasiküller hâlinde basılan “Türk Tarihinin Ana Hatları” eseri olmuştur. Türk tarihi hakkında oldukça yeni sayılan görüşlerle ortaya çıkan bu eserin hedef kitlesi okullardı. Ülkenin liderinin tarih eğitimi ve bilincine verdiği bu değer gerçekten de muazzam bir olaydır. Çünkü Atatürk, Türk milletinin geleceğini geçmişinden kuvvet alarak inşa etme planlarını yapıyordu.  

15 Nisan 1931’de kurulan “Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti”ni dil inkılabının ardından bugün adını bildiğimiz “Türk Tarih Kurumu”na çevirdi. Liseler için tarih kitapları çalışmaları yapılırken bu çalışmalarda, Prof. Dr. Mehmet Fuat Köprülü, Tevfik Bıyıklıoğlu, Reşit Galip gibi kimseler yer aldı. 1932 yılında Atatürk’ün direktifi ile “Birinci Türk Tarih Kongresi” toplandı. Türk milletine gerçek tarihini ve bu tarihinin ne kadar sağlam temellere dayandığını anlatmak için bir birlik meydana getirilmiş oldu. Yine 1932 yılında kurulan Türk Dil Kurumu, TTK ile tarih ve dil meseleleri üzerinde çalışacaktı. Atatürk’ün tarihe olan alakası ile ilgili genel düşünce, bir liderin tarihiyle duyduğu kıvanç ve iftiharı olarak şekillenmiştir. Gelecekte bunu yaşatacak olan nesiller olarak üzerimize düşen günümüze kadar gelen çalışmaların kıymetinin farkına varıp yüzlerce insanın emeklerinin boşa gitmemesi adına daha sıkı çalışmaya ve ilerlemeye devam etmektir. Çünkü Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün de dediği gibi: ”Türk çocuğu ecdadını tanıdıkça daha büyük işler yapmak için kendinde kuvvet bulacaktır.” ideali ancak böyle hak ettiği yerlerde yükselecektir. 

Birinci Türk Tarih Kongresi 2 Temmuz 1932

Günümüzde tarih bilimi oldukça interdisipliner bir hâl almaya başladı, bunun bize getirdiklerini göz önüne alarak çalışmak da yarar olacaktır. Özellikle diğer sosyal bilimler ile neredeyse iç içe çalışılması durumunda olumlu sonuçlar vermesi yeni bir tarih anlayışına ön ayak olmaktadır. Gelecekte işleyiş açısından çok olumlu sonuçlar vereceğini düşündüğüm genetik bilimi ile birlikte çalışan bir tarih anlayışı bize yepyeni ufukları açma kapasitesine sahiptir. Eğer ileride kimliğini kaybetmiş, yok olmuş ya da erimiş bir millet olmak istemiyorsak gelişmesi için önem ve özveri isteyen tarih bilimine gereken bu ihtiyaçlarını sağlamalıyız. Unutmayın ki araştırmayan bir millet sadece kendine verileni görür ve duyar. Kendimizi araştırmacı bireyler olarak yetiştirerek tarihimizi sonsuza dek canlı tutmak için canla başla çalışmalıyız. Mustafa Kemal Atatürk’ün de dediği gibi: 

“Tarihini bilmeyen bir millet, yok olmaya mahkumdur.” 

                                                                                                        Batuğhan Tatar                               

  Macaristan tarihinin en önemli yapılarından olan kale, piskoposlar tarafından 13.yy.da inşa edildi. Bizimle olan ilişkilerine gelmeden önce 14 ve 15.yy.larda çeşitli yağmalara uğrayan Estergon Kalesi, önemli siyasileri ve bilim adamlarını ağırlamış, Macaristan için önemini korumaya devam etmiştir[2].

  Estergon Kalesi’nin Osmanlı İmparatorluğu’nun eline geçme hikâyesi 1526 yılında Osmanlı ve Macaristan arasında yapılan Mohaç Savaşı ile başlar. Savaşta kesin bir zafer elde eden Osmanlı’nın önündeki Macaristan engelinin ortadan kalkması, uzun yıllar boyunca Macaristan topraklarında devam edecek olan Avusturya-Osmanlı Savaşlarının patlak vermesine neden olur. 1529 yılındaki Osmanlı kontrolü[3] birkaç defa el değiştirecektir. İktidar boşluğundaki Macaristan’da iki farklı kralın belirmesiyle Sultan Süleyman rotasını Viyana’ya ve daha sonra da Budin’e çevirecektir. 1541 yılında Sultan Süleyman’ın Budin’i zaptı ve eyalet hâline getirmesinden hemen sonra Avusturya destekli I.Ferdinand’ın şehre saldırması Estergon’un fethine ön ayak olur. 1543 yılında bizzat sefere çıkan I. Süleyman, 1 ay süren muhâsaranın ardından kaleyi teslim alır. 

Matrakçı Nasuh, Estergon Kalesi’nin Fethi

    50 yıldan fazla bir süre Osmanlı hâkimiyetinde kalacak olan bu kale, 1593 yılında Avusturya’ya savaş ilânı kararının verilmesinden sonra aldığı konumdan dolayı önemini daha da arttırır. Çünkü kale, Viyana’ya ulaşmak için kilit konumda bulunuyordu. 

  KALENİN DÜŞMESİ ve PEÇEVİ

    Avusturya, Almanya, Bohemya ve hatta Osmanlı’ya bağlı olan Erdel kralı, Eflak ve Boğdan voyvodaları Osmanlı’ya karşı bir ittifaka girmiştir. Savaşlar başta Osmanlı yenilgileriyle başlasa da sonradan orta seyirde devam etmiştir. 

    Ağustos 1595’te, Avusturya Orduları Başkomutanı Prens Mansfeld Gran Estergon’u kuşattı. Bölgede bulunan Sinan Paşa’nın oğlu Mehmed Paşa kuvvetlerini bölerek Prens’i iki ateş arasında bırakmayı planladı. Ancak seksen bin kişilik kuvveti olan müttefikler, Mehmed Paşa’yı yenerek onu kaçmaya mecbur ettiler. Bu savaştan sonra düşmana darbeler vurmaya çalışan Lala Mehmed Paşa, Serdâr-ı Ekrem’in kaçtığını anlamış ve bin dört yüz askeri ile kaleye çekilmiştir. 

    Muhâsara sırasında Estergon’da bulunan Pécs’li Osmanlı Tarihçisi “İbrahim Peçevi” anlattıkları ile kale içi durumunu gözler önüne seriyor. 

“Askeriyle beraber kaçan ‘bî-ar’ Mehmed Paşa’dan yardım alamayan Estergon Kalesi, Kerbela gibidir; su deposu ve barut deposu da düşmanların elinde. Asker buğday yiyor, içi yanıyor, bir damla su bulamıyor ki içsin. Serinlemek için sarnıç etrafındaki mermerleri yalayan ve bir damla su diye can verip can alan elsiz, ayaksız (gaziler) bitkin ve yaralı…Çaresiz dertlilerin çığlıkları ve iniltileri gönülleri çıldırtır, umutsuzluğa düşürürdü.”[4] 

    Burada anlatıldığı üzere askerlerin savaşmaya gücü kalmamıştı. İttifak orduları bir gün    içinde kaleye binden fazla gülle yağdırmaya devam ediyordu… 

    Bir aylık kuşatmadan sonra kaledeki yönetim heyeti “vire ile teslim olma” kararı aldı. Yani boş kale Avusturya’ya verilecek, Paşa ise halkıyla kaleyi boşaltacak ve gidecekti. 

    Kuşatma günlerinde söylenmeye başlanan ve bugün bildiğimiz “Estergon Kal’ası” Türküsü de bu günleri anlatmaktadır: 

“Estergon kalesi subaşı hisar,

 Baykuşlar çığrışır bülbüller susar,

 Kafir bayrağını burcuna asar. 

 Akma Tuna akma ben bir dertliyim, 

Yâr peşinde koşan kara bahtlıyım.”  

  ESTERGON SON KEZ TÜRK KONTROLÜNDE 

    Yıllar 1604’ü gösterdiğinde “Sokolluzade Lala Mehmed Paşa” vezîr-i âzam ilan edildi. Serdâr-ı Ekrem olarak İstanbul’dan Budin’e hareket eden Paşa, Peşte ve Vaç Kalelerini aldı. Ancak Estergon Kalesi Lala Mehmed Paşa’nın içinde bir ukteydi. Onu kendi elleriyle düşmana teslim etmek zorunda kalmıştı. Estergon, Tuna’ya yaslanmış vaziyette gerçek sahiplerini bekliyordu. 

    Paşa, Estergon’a sefere çıkacağı gün Cuma namazını Ayasofya’da kılmış ve Estergon’da da kılmak için niyetini yapmıştır. Sonrasında Sultan I. Ahmed ile görüşür ve yola koyulur. Estergon’a saldırıdan önce gelecek olan kaynakları engellemek için Ciğerdelen ve Aziz Thomas Kaleleri’nin zaptı önemliydi[5]. Bu kalelerin alınmasıyla Estergon’un fethine yönelik engeller ortadan kalkar.

    Lala Mehmed Paşa komutasındaki ordu, 3 Ekim 1605 tarihinde toplu hücûm ile şehri zapt etmişti. Lala Mehmed Paşa’nın istekleri yerine gelmiş ve duası kabul olmuştu. İstanbul’a dönen Lala Mehmed Paşa, bugün hâlâ mezar taşında yazan “Estergon Fâtihi” unvanıyla şöhretlendirildi. Sadrazamlığı da vefâtı dolayısıyla kısa sürmüştür. 

    II.Viyana Kuşatması ve Kutsal İttifak-Osmanlı Savaşlarına kadar 78 yıl boyunca kale Türk hâkimiyeti altında kaldı. Osmanlı’nın Ciğerdelen Muharebesini kaybetmesiyle Leh Komutanı Jan Sobieski 29 Ekim’de kaleyi kuşattı. 1 Kasım’da teslim edilmesiyle kale, Türk kontrolünden tamamen çıkmış oldu.

    Bugün Estergon’da yapılan birçok Türk eserinden geriye sadece “Öziçeli Haci İbrahim Camii” kaldı. Birçok cami ve minareler maalesef Avusturyalılar tarafından tahrip edilmiştir. 

Estergon Türküsü’nün günümüze ulaşan dizeleri şöyle devam eder:

“Estergon Kâl’ası bre dilber aman 

Su başı durak aman 

Kemirir gönlümü bre dilber aman

Bir sinsi firak.” 

Batuğhan Tatar 

15.05.2020

                                                                      KAYNAKÇA

1. Portal., The history of our town. Esztergom.hu. [Çevrimiçi] 

2. —. Internet Archive. [Çevrimiçi] http://www.esztergom.hu/wps/portal///english?menuid=ADMR- 6WPSHD&docid=ADMR-6WPT7B. 

3. Uzunçarşılı, İsmail Hakkı. s, 329. Osmanlı Tarihi II.Cilt. 

4. Uzunçarşılı, İsmail Hakkı. s, 339. Osmanlı Tarihi II.Cilt. 

5. Tektaş, Nazım. Osmanlı Tarihi 1 – Çadırdan Saraya. 

6. Atak, Ali Osman. s, 58. Kanije Zaferi. 

7. Uzunçarşılı, İsmail Hakkı. s, 92. Osmanlı Tarihi III.Cilt. 

8. İnalcık, Halil. s, 203. Devlet-i Aliyye III.Cilt. 

9. Türk Macar Dostluk Derneği. [Çevrimiçi] http://www.turkmacar.org.tr/macaristanin-estergon- oziceli-haci-ibrahim-camii/. 

[1]CITATION The \l 1033

[2]CITATION The1 \l 1033

[3]CITATION IIC \l 1055

[4]CITATION Tek \l 1055

[5]CITATION Ata \l 1055

Pazarlamanın evrelerine baktığımız zaman üretimden insana doğru bir eğilim olduğu görülmektedir. Üretime yönelik pazarlama ile başlayan serüven müşteriye yönelik pazarlamaya doğru değişim ve gelişim göstermiştir. Bunun en büyük sebeplerinden biri olarak küreselleşmeyi gösterebiliriz. Küreselleşmenin 90’lı yıllardan sonra büyük bir ivme kazanmasıyla birlikte pazarlama stratejileri de değişim göstermiştir. Küreselleşmenin bir getirisi olarak ele alacak olursak kitle iletişim araçlarının gelişmesiyle birlikte insanlararası etkileşimin artması insanların isteklerinin ve arzularının da birbirine benzemesine sebep olmuştur. Markalar da buradan yola çıkarak insanı merkezine alan pazarlama stratejileri içerisine girmiştir.

Antroposantrizm, felsefede insanı dünyanın merkezine koyma anlamına gelmektedir. İnsanın her şeyin merkezinde olduğunu öne süren bu yaklaşım evrendeki her şeyin insana ait olduğunu ya da evrendeki her şeyin insana hizmet etmek için var olduğunu savunur. Antroposantrizmi bir pazarlama yaklaşımı olarak ele alacak olursak; markaların yapmış olduğu çalışmaların hemen hemen hepsi müşteriyi merkeze alan, müşterinin kendisini iyi hissetmesini sağlayan, müşterinin pazarlamış oldukları ürüne ilgisi olmasa dahi ilgisi varmış gibi hissetmesini sağlayan çalışmalardır. Bu çalışmalar sonucunda markaların insanlar üzerinde bırakmış oldukları etki bir sonraki satışlarını da olumlu yönde etkilemektedir. Sosyolojik çalışmalar ve araştırmalar yapmadan bir pazarlama stratejisi geliştirilemeyeceğinin en güzel örneklerinden biri olarak insanların istek ve duygularının değişmesine paralel olarak markaların da buna uygun yeni ve insanların duygularını okşayan, onları memnun etmekten öte tatmin etmek için çalışmalar yapmasıdır. Müşterilerin üzerinde her zaman fobik nevroz etkiler bulunmaktadır. Bir marka müşterisinin satmış olduğu ürün ya da hizmete karşı fobik nevroz etkiler altında kalmaması için hem müşteriyi doğru yönlendirmeli hem de müşteriye satmak istediği ürün ya da hizmeti onu mutlu edecek şekilde pazarlamalıdır.

Müşteri memnuniyetinin markalar için vazgeçilmez olduğunu ve yine buna paralel olarak müşterinin her geçen gün daha fazla bilgilendiğini ve bilinçlendiğini ele alacak olursak; markaların tamamı kendi çemberi içerisinde bulunan müşterilerini kaybetmemek adına onları merkez alan, onların istek ve arzularını karşılayan ürünler, bu ürünleri onlara satabilmek için de müşteri kitlesine uygun pazarlama stratejileri geliştirmesi zorunlu bir hal almıştır. Kendi müşterilerini tanımayan, onların istek ve arzularını karşılayamayan markaların günümüzde ömrünün çok da uzun olduğunu düşünmemekteyim. Kendi müşterilerini tanımak adına birçok markanın müşteri kitlesine özel veritabanları oluşturduğunu ve bu veritabanları sayesinde hem müşterilerini daha iyi tanıdığını hem de olası müşterilere dair isteklerin tahmin edildiği bilinmektedir. Enformasyon sistemlerinin öneminin her geçen gün artıyor olması insanı daha fazla merkeze alan yaklaşımları da beraberinde getirmektedir.

Markalar, antroposantrik yaklaşımlarını ilerleterek kendi müşteri kitleleri içinde müşteri kontrol mekanizmaları oluşturarak müşteri güdülerini analiz etmesi sonucunda hedef kitlesini genişletebilir. Müşterinin kendisini değerli hissetmesini sağlamak markanın hem müşterinin gözünde hem de müşterinin sosyal çevresi içerisinde prestijinin artmasını sağlayacaktır. Antroposantrik yaklaşımların git gide artıyor olması markalar arasında büyük bir “savaş”a da sebep olacaktır. İlerleyen yıllarda markaların felsefe, sosyoloji ve psikolojiden daha fazla faydalandığını izleyecek olmak beni şimdiden heyecanlandırıyor.

Ersin Aktaş

1) Şiir Sanatı, Erdoğan ALKAN, Tün Kitap

    Yeni başucu kitabım olan bu kıymetli eseri özellikle edebiyatçı genç arkadaşlara tavsiye ederim. Uzun süredir baskısı olmayan Şiir Sanatı, -aynı zamanda Mülkiyeli olan- şair ve çevirmen Erdoğan Alkan’ın takdire şayan dikkati ve tecrübesi ile okuyucuya doyurucu bir tat vadediyor. Tün Kitap, son zamanlarda bastığı güzel kitaplarla gündemde. Fakat mezkûr eserin nezdimde yeri ayrı. Şiire düşkün herkesin, edebi akımların kronolojik sıra ile anlatımını, Fransız yazınının Türk şiirine etkisini en iyi şekilde anlatan bu kitabı severek okuyacağını düşünüyorum.

2) Şiir Sanatı, Yaşar Nabi NAYIR -Salih BOLAT, Varlık Yayınları

     Tanpınar’dan Necatigil’e, E. Allan Poe’dan T. S. Eliot’a birçok meşhur şairin şiire dair düşüncelerinin derlendiği bu kitap ise 1948’de Yaşar Nabi tarafından yayına hazırlanmış. 2004’te ise Salih Bolat, deyim yerindeyse kitabı güncellemiş. 1940 sonrası akımları temsil eden şairlerin şiire değgin yazılarını eklemiş. Türk ve yabancı şairlerin önemli bir kısmının poetikaları hakkında kısa kısa da olsa bilgi veren Şiir Sanatı, adeta bir edebi çeşni oluşturmuş. Bu açıdan önem verdiğim bir kitap. Şiire dair fikirlerin hamasetten arınmış olarak derli toplu sunulduğu nadir eserlerden zannımca.

3) Etkilenme Endişesi, Harold BLOOM, Metis Yayınları

     Bir başka başucu kitabım olan Etkilenme Endişesi’ni özellikle şiirin felsefi arka planını merak edenlere salık veririm. Bloom’un “Altı Revizyon Kategorisi” olarak adlandırdığı süreci okurken anlamakta güçlük çekilebilir. Fakat bir şairin nasıl gerçek şaire dönüştüğüne dair ustaca yorumlar göreceksiniz. Özetle, şiirsel etkilenme sonucu şair olunacağını savunan Bloom, önemli bir Amerikan edebiyat eleştirmeni. Şiir tarihini mitolojik ögelerle kendine has bir üslup ile yorumluyor ve kitabın sonunda muhakkak çoğu hususta ikna oluyorsunuz. Mesela, “Yanlış Okuma” mefhumu… Daha fazla ayrıntıya girip ipuçları vermek istemem. Şiire ve poetikaya meraklı herkese öneririm bu zor eseri.

4) Poetika Dersleri, M. Orhan OKAY, Dergâh Yayınları

    Merhum Okay’ın meşhur kitabı Atatürk Üniversitesindeki muhtelif yıllarda verdiği seminerlerden teşekkül ediyor. Türkiye’de Poetika alanındaki en net çalışmalardan biridir. Cumhuriyet döneminin üç poetikası başlığıyla sınırlandırılmış gibi görünse de poetikaya ve şiir sanatına dair mühim soruların cevabı aranır bu eserde. Bidayette poetikanın basit bir tanımı yapılarak, Garip Akımı, Ahmet Haşim ve Necip Fazıl üzerinden aslında çok da uzun olmayan bir dönemin poetik fotoğrafı çekilir. Edebiyat öğrencilerinin zevkle, şiir severlerinse merakla okuyacağı hoş bir derlemedir. Orhan Hoca’nın şiire dair fikirleri olan önemli şairlerin iddialarını da nasıl ustaca çürüttüğüne tanıklık etmek isteyenler bu kitabı okumalı.

5) Uzamın Poetikası, Gaston BACHELARD, İthaki Yayınları

    Fransız filozof Bachelard’ın “Mekânın Poetikası” olarak da çevrilen meşhur eserini bu listede bir bonus olarak düşünün. Çünkü mezkûr eser aslında tam bir poetika yani şiir felsefesi kitabı değil. Daha çok zihnin analitik ve bilimsel yorumlarına felsefi bir pençe atma diyebiliriz. Neden önemsiyorum bu eseri? İmgeyi ve imgelemi en iyi anlatan kitaplardan biri çünkü. “Şairlere kulak vermek gerekir.” diyen Bachelard, şiirsel üslubuyla okuyucuyu tavlıyor.

6) Baudelaire’in Poe’su, Charles Baudelaire, Sel Yayıncılık

    Eski romantik yeni sembolist şair Baudelaire’in Amerikan edebiyatının muazzam ismi Edgar Allan Poe’ya olan hayranlığını hayranlıkla okuduğum ince bir kitap. Şairin toplumla ilişkisinin nasıl olması gerektiğine ve imgeleme dair önemli yorumları saptadığım için özellikle genç kardeşlerime tavsiye ediyorum. İmgelemi çok önemsiyorum. Bizzat şiirin özüdür, kendisidir imgelem. O yüzden bu kitapla hem vakit kaybetmeyecek hem de Avangardı tanıyacaksınız.

7) Poetikaya Giriş, Tzvetan Todorov, Metis Yayınları

    Bulgar asılı Fransız akademisyen Todorov’un Türkçeye ilk çevrilen kitabıdır bu. Birçok kez okuduğum bu kitabın dili biraz ağır gelebilir. Ama düşünce sınırlarını zorlaması ve poetikaya farklı bir bakış açısı getirmesi bakımında önemli görüyorum. Listede tavsiye ettiğim eserler aslında “şiir nedir” sorusunun değil “şiir ne değildir” sorusunun yanıtını veriyor, bu kitap ise bana göre “poetika ne değildir” sorusunun yanıtını. Bu eserde “Yapısalcı” görüşün kendi içindeki paradokslarını görmenizi isterim.

8) Poetika, İlhan BERK, Yapı Kredi Yayınları

    İkinci Yeni’nin kurucu şairi İlhan Berk’in şiire dair özgün, kısa, net ve vurucu kitabını, “coşkunun şiirde neden önemli olduğu” hususunda aydınlatıcı gördüğüm için listeye aldım. Modern şiirin poetikasını anlamak isteyenler için harika bir kitap. Hem şiirsel hem eğlenceli.

9) Yunus Emre Divanı, Ziya BAKIRCIOĞLU, Ötüken Neşriyat

     Yunus’u okumak Türkçeyi okumaktır. Her listede olmazsa olmazımızdır. Bizim için şiirde “kanon” olduğu için Yunus Emre Divanını her Türk gencinin okuması gerektiğini düşünüyorum. Türk şiirin “bütüncül poetikasını” çözmek istiyorsanız birkaç mühim isim vardır. Yunus, bunların başında gelir.

10) Han Duvarları (Toplu Şiirler), Faruk Nafiz ÇAMLIBEL, Yapı Kredi Yayınları

     “Poetika Önerisi” diye isimlendirilen işbu listenin sonuncusuna bir şiir kitabı iliştiriyorum. Poetika, şiirsiz okunmaz. Şiire dair meseleler bizzat şiirde halledilir. Faruk Nafiz, Türk şiirinin en maharetli ve en kusursuz isimlerinden biridir. Bu yüzden ilk sekiz sırada yer alan eserleri okuyan arkadaşlar son iki sırayı mutlaka okumalı ki kendi şiir evrenimizin şifrelerini çözebilsin.

Ne mutlu şiire sığınanlara! Esenlik dolu günlere kavuşmak dileğiyle…

Son yıllarda komplo teorilerinin kaynağı olan Türk Atlantik Gençlik Konseyi veya bilinen adıyla YATA Türkiye hakkında dolaşan iddialara karşı kamuoyunda oluşan merakın giderilmesi açısından kendimizi anlatma ihtiyacı hasıl oldu. Bu satırları yazdıktan kısa bir süre sonra YATA Türkiye, çevrimiçi genel kuruluyla yeni yönetim kurulunu belirleyecek. 52 üyeden oluşan teşkilatımız genel yıllık durumunu masaya yatıracak. Peki YATA Nedir?

1954 yılında NATO Sivil Diplomasi Bölümü (Public Diploamcy Division) teşvikiyle Brüksel’in askeriyesine ait bir sosyal tesisin içinde Atlantik Anlaşması Derneği (Atlantic Treaty Association – ATA) kuruldu. Bu STK’nin, NATO’nun siyasi ve sivil politikalarını belirlemek ve istişare etmek üzere üye ülkelerden akademisyen, gazeteci, iş adamları ve kanaat önderlerini bir araya getirmesi öngörülüyordu. Bu kapsamda tüm üye ülkelerde birer ATA Derneği (national chapter – ulusal bölüm) kurulması istendi. Türkiye’de ise 1965 yılında Dışişleri Bakanlığı’nın desteği ile Türk Atlantik Konseyi Derneği “ATA Türkiye” adıyla Ankara’da kurularak Atlantik Anlaşması Derneği bünyesinde Türkiye’yi temsile başladı. Yıllar içerisinde İhsan Sabri Çağlayangil, Haluk Bayülken, Oktay Ekşi, Orgeneral Muhsin Batur, Muammer Baykan, Nuri Birgi, Ferit Melen, Aydın Alacakaptan, Nihat Erim, Sadi Irmak gibi tanınan birçok gazeteci, asker ve siyasetçi bu kurum bünyesinde çalışmalarda bulundu. Bugün bile ATA Türkiye’nin üyeleri arasında cumhurbaşkanı danışmanlarından Prof. Dr. Mesut Hakkı Caşın, Prof. Dr. Nurşin Güney, Prof. Dr. Çağrı Erhan bulunmaktadır. Zaman içerisinde emekli diplomatların ATA Türkiye’de çalışmalarına devam etmesi bir gelenek hâlini aldı.

Kamuoyunda yakından tanınan Antalya Güvenlik Konferansları ise başka ülkelerden devlet başkanlarını ağırlayan, Türkiye’den de devlet düzeyinde katılımın olduğu etkinlikler hâlini almıştır. En son 2015 yılında Türk Atlantik Konseyi tarafından organize edilen Antalya Güvenlik Konferansı, dernek başkanımız Emekli Büyükelçi Sayın Ömer Akbel’in vefatından sonra gerçekleşmemiştir. 2015 yılındaki konferansta ise davetli dışişleri bakanlarının kol kola girerek “We Are The World” şarkısını söylemesiyle konferans dünya gündemine oturmuştu.

YATA kısmına gelecek olursak, 1985 yılında Danimarka Atlantik Anlaşması Derneği “Genç Atlantik Semineri” organize ederek STK’nin gençleşmesinin temelini attı. Atlantik Anlaşması Derneği ise 1997 tarihli Genel Kurulunda her ulusal bölümden bir gençlik teşkilatı kurması ve üyelerini 35 yaşına kadar bu bölümde değerlendirmesi yönünde tavsiye kararı verdi. Bu kapsamda Atlantik Anlaşması Derneği de, gençlik teşkilatlarının üst teşkilatını oluşturması amacıyla Genç Atlantik Anlaşması Derneği’ni (Youth Atlantic Treaty Association – YATA) kurmuştur. Türkiye’de ise bu dernek, 2005 yılında Türk Atlantik Gençlik Konseyi (YATA Türkiye) adıyla faaliyet göstermeye başlamıştır. 

2006 yılında Maslak Harp Akademileri’nde ilk uluslararası etkinliğini yapan YATA Türkiye, o yıllardan beri düzenli olarak “Turkish Atlantic Youth Seminar – TAYS” adıyla uluslararası etkinlikler düzenlemektedir. Sonuncusunu 2018 yılında düzenlediğimiz TAYS 2018 Konferansı’nda “Hibrit Savaş” kavramı ele alınmış, 30’dan fazla yabancı akademisyen ve gazeteciye PKK, FETÖ başta olmak üzere terör örgütlerinin kullanmakta olduğu hibrit ve psikolojik savaş enstrümanları anlatılmıştır. Burada amacımız şuydu: Ülkemiz özellikle FETÖ konusunda yurt dışında kendisini anlatmada zorlanıyordu, biz de bunu misafirlerin anlayacağı dilde yani NATO’nun yıllardır gündeminde olan Hibrit Savaş çerçevesinde anlatmaya karar verdik. Katılımcılardan oldukça olumlu geri dönüşler aldık.

Etkinlik dışında ise ülkemizde yaşanan olağanüstü gelişmelerle alakalı olarak yurt dışındaki NATO PA üyesi milletvekillerine, ATA/YATA temsilcilerine, NATO yetkililerine konuyla alakalı kendi bakış açımızı ortaya koyduğumuz mektuplar gönderiyoruz. Bunu, eski başkanımız 15 Temmuz sonrasında FETÖ tehlikesine dikkat çekmek için başlattı. Sonrasında benim dönemime gelindiğinde ise Zeytindalı Harekâtı arifesinde YPG’nin uluslararası örgüt raporlarına giren insan hakları ihlallerine dair bir belge hazırlanıp gönderildi ve TSK harekâtının hukuki dayanakları anlatıldı.

Sadece Türkiye değil, diğer ulusal bölümler de yıllık seminerlerini yapıyorlar. Almanlar her yılın ekim ayında, Norveçliler şubat ayında, Portekizliler ağustos, İspanyollar eylül ayında kendi ülkelerinde geniş katılımlı seminerler vererek ittifakın bölgesel ve küresel gündemini ele alıp politika önerileri geliştiriyorlar. Özellikle Alman Atlantik Anlaşması Derneği’nin düzenlediği Gençlik Konferansı’nın sonuç bildirileri doğrudan doğruya NATO’da karar alıcılara sunulacak cinsten ciddi şekilde ele alınıyor.

2020 yılı için planladığımız etkinliğimiz Çin Virüsü’nden kaynaklı tedbirler sebebiyle iptal edildi. Ancak en yakın zamanda yeniden organize etmek için gayret gösteriyoruz. Özetle, iç politikaya dair bir çalışmamız olmadığı gibi içeriye yönelik bir etkinliğimiz de olmuyor. Bu STK, özünde sivil diplomasi yapmak üzere kurulmuş olup kuruluş amacına bağlıdır. Özellikle AKP iktidarının yıllar önce ülkenin lobicilik/sivil diplomasi faaliyetlerini FETÖ’cülere teslim etmiş olması sebebiyle 15 Temmuz sonrası Türkiye’si bu alanda oldukça zor durumda kaldı. Kendimizce kısıtlı imkânlarla sivil diplomasi alanında gönüllü faaliyetlerle ülkemize hizmet etmek için çabalıyoruz.

Karanlık komplo teorilerinin arka planında üyelerimizin kim olduğu, kimler tarafından finanse edildiğimiz gibi sorular da merak edilmekte. Öncelikle üyelerimiz 30 yaş altı Hukuk, Ekonomi, Uluslararası İlişkiler, İletişim ve Siyaset Bilimi Bölümü öğrencisi veya mezunu gençlerden oluşuyor. Üyelerin ezici çoğunluğu hâlen öğrenci. Biz kendilerine bir diplomasi tecrübesi sunuyoruz. Öğrencilerin Model United Nations simülasyonunun gerçeğini tecrübe etme fırsatı veriyoruz. YATA International Genel Kurulları, bazı ulusal bölümlerin karar alıcılara ulaştırılacak kararlara varılan etkinlikleri gerçekten diplomatik görüşmeler havasında geçiyor.

YATA Türkiye’nin yöneticilerinin uzun süre boyunca Dışişleri Bakanlığı’na girmesi bir gelenekti. Önce akademisyenliğe bir yönelim oldu sonrasında özel sektörde kalmayı tercih ettiler. Kendi açımdan, çocukluğumdan beri Dışişleri Bakanlığı’na girme gibi bir hayalim vardı ancak hayat beni şu anlık avukatlık mesleğine yönlendirdi. Ben de diplomasiye olan merakımı bu alandaki faaliyetlerimle gideriyorum. Dışişleri Bakanlığı’nda kariyer hedefleyen arkadaşların YATA tecrübesinin, bakanlık nezdinde değerli olduğunu biliyoruz.

Finansman kısmı ise karışık. Yakın zamana kadar ATA Türkiye yönetim kurulu üyesi Prof. Dr. Mustafa Aydın, Kadir Has Üniversitesi’ni fiziksel olarak kullanmamıza imkân sağlıyordu. Rektörlüğü bıraktıktan sonra bir süre daha devam ettik ancak sonrasında yönetim kurulu üyesi arkadaşların ofislerinde toplanmanın daha rahat olduğunu gördük. NATO Sivil Diplomasi Bölümü proje bazlı olarak yapılacak etkinliklere fon vermekte, yurt dışı seyahatlerimiz için ise ev sahibi olan ülke birçok masrafı üstlenmektedir. Üstlenilmeyen masraflar ile ilgili olarak da Dışişleri Bakanlığı’ndan bütçe talep etmekteyiz. 

Sonuç olarak YATA hakkında dolaşan kontragerilla yapılanması olduğu, içeride algı operasyonları yürüttüğü, siyasi partilere yön verdiği, etki ajanları yetiştirdiği gibi asılsız ve uçuk komplo teorileri ile uzaktan yakından alakamız bulunmamakta olup  tüm faaliyetleri şeffaf olan ve denetlenen bir yapıyız. 1965 yılından beri var olan oldukça değerli isimleri aramızda bulunduruyoruz. Bu saldırılar son 3 yıldır var. Kimi odaklar birtakım siyasi partileri yıpratmak için hakkımızda dezenformasyon üretirken kimi odaklar ise Türkiye’nin demokratik hukuk devletleri arasındaki eksenini değiştirmek için bizi kullanarak dezenformasyon yayıyor. Türkiye’nin içinde bulunduğu siyasi bunalımın geçeceğine inanıyor ve bu saldırılara karşı güçlü duruyoruz. Neticede akademik camia, sivil toplum ve devlet nezdinde yaptıklarımız takdirle karşılanıyor. 

| Emir A. Gürbüz