karanlık geceye uğrarsa yolun
unuturum ben karanlığı ve geceyi
varlığın yeter bana
azizsin her şeyden gönlümde
unuturuz her şeyi
bildiklerim birer çöp olur
karışır hayalde miyim, hakikatte mi
diller susmayı adet edinse de
yüzünü görenin diner mi feryadı
yeter ki doğ sen
gece dönsün güne, gün kavuşsun geceye
şaşırdım, aklımı kaybetmeden
gece bizi terk etmeden
doğ
aydınlıktan da aydındır
senin yüzün leyla
bilmiyorsun…

bazen sığdırabilmek için seni tarife
satırlara düştü kara saçların
kalem düştü
hece hece işlendi bakışların
sözlüklerde yazmaz hiç bir halin
sen ey leyla, öyle güzelsin ki
adın geçse
nöbetleri sonlanır kalbin.

şimdi sen
hayal misin, hakikat mi
başka alemler doğar sanki saçlarından
biz iftihar ederiz
adınla
gerçek sensen hayal nedir?
hülyalarda doğan nedir?
dinmez hasretin adıdır
adın
ah leyla…

Leyla bir kere aya dönmüş yüzünü
gözleri son dördünden dönerken
ve kitabın ortasından konuşurken
bu güzellik tanrıçalara bile fazlayken
harami kesilmiş hala yorgun kalbim
onda Helen ışıltısı
ben de Paris gibi sebebiyet varken

Leyla saçlarını geceye yatırmış
aylı bir gülüşü yüzünde taşırken
geceleri talan etmeyi beceren ben
eteklerine çiçekler dikmeye niyetlenmişim
niyet dedimse
asırlık bir savaş sonrası için
aynada yüzüme bakmak gibi

Leyla dilese sesinde çiçek bile yetişir
dilese benimle konuşan uykular
sesiyle titreşen sular
kuşları kıskandıracak kanatları olur
yalnızca gülmekle mükellefmiş gibi
kutsal şehirleri kıskandırırcasına
gülmekle mükellef

bir kadın bin savaşın çıkış anahtarını
böyle iki dudağı arasına asar
Leyla muteber bir kudretle dilese
iki dudağı arasına kıble ya da yaşamak sığar

Alperen Alparslan Gözen

“Aç insanların gözlerinde giderek büyüyen bir gazap oluşuyor. Ruhlarında yumru yumru gazap üzümleri oluşuyor, büyüyor, ağırlaşıyor, bağ bozumuna hazırlanıyor.John Steinbeck, Gazap Üzümleri

John Steinbeck, Gazap Üzümlerini yazdığı vakit Amerika’da başlayan Büyük Buhran dünyayı kasıp kavuruyordu. İnsanlar, taşıyabildikleri umutlarıyla birlikte tarlalarını bırakıp yeni bir arayış içinde Batıda yeni kurulmaya başlanan California eyaletine göç etmeye başlamışlardı. Açlık ve işsizliğin verdiği çaresizlik içindeydiler. Gazap Üzümleri, tam da bunu anlatıyordu. Açlığın ve sefaletin verdiği çaresizlik… 1929 yılında Amerika’da ortaya çıkmış Büyük Buhran’ın Covid-19’un dünya ekonomisine verdiği zarardan pek bir fark yok aslında. Birçok uzmanın dediği gibi Covid-19’dan sonra gelecek kriz, Büyük Buhran’dan itibaren karşılaştığımız en büyük kriz olabilir mi? Bunun cevabından önce geriye, çok geriye, 90 sene öncesine gideceğiz. Bu yolculukta yıkılmak bilmeyen borsalar, ekonomiler, hemen hepsi domino etkisiyle birer birer çökecekti.

Arka Planı

1.Dünya Savaşı sonunda Amerika Birleşik Devletleri; başta Avrupa’da Almanya, Fransa olmak üzere birçok ülkeye en fazla kredi veren ülke konumuna gelmişti. Üretim ve yatırım alanlarında dünyada lider ülkelerden biri olmuştu. Savaştan sonra bir süper güç olarak çıkan Amerika Birleşik Devletleri, savaş tazminatını altın olarak ödenmesini istiyordu. Fakat Almanya başta olmak üzere Avrupa devletlerindeki hiçbir ülkede altın rezervi yeterli değildi. Amerika’daki küçük şirketler savaşla beraber birleşmeye başlamışlardı. Bu birleşme 1929 yılına gelindiğinde ülkedeki ekonominin %50’sinin sadece 200 şirketin eline geçmesine sebep oldu. Bu durumda 200 şirketin bir tanesinin batması demek, Amerika’da ciddi resesyona sebep olabilirdi. 1920’lerden itibaren insanlar kolay yolla para kazanacakları düşüncesiyle borsadaki hisse senetlerine yatırım yapmaya başlamışlardı. Bu durum borsanın ciddi bir şekilde yükselmesine sebep oldu. Spekülasyonlara iyice açık duruma gelen borsa 1928 yılından itibaren tavan yapmıştı. Bir diğer spekülasyon Florida’daki emlak balonunda görüyoruz. 1920’lerin başından itibaren insanlar Florida’daki gayrimenkullere yatırım yapmaya başlamıştı. Turizm ve bulunduğu konum nedeniyle gelecek vaat eden Florida’da ki bu durum, çıkan bir tropik kasırgayla 400 kadar insanın ölümüne ve binlerce evin yıkılmasına sebep olmuştu. Fatura ağır ve yıkıcıydı. Bir diğer etkense para arzının az olması ve faizlerin inmesiydi. Paranın likidite olmaması sonucu insanların parayı nakit olarak tutmasıyla beraber gelen para akışının az olmasıydı.

 

İlk Domino Taşı

1929 yılına kadar gelindiğinde Amerika Birleşik Devletleri, dünyanın başat ekonomilerinden biri ve üretimin, yatırımın yoğun olduğu bir ülkeydi. Fakat her şey 1928 son aylarından itibaren değişmeye başladı. New York borsası Ekim 1929’da büyümeye devam ettiği gibi Ekim ayının 24’ünde aniden büyüme durdu. Borsadaki yatırımcı oluşan durum karşısında panik yaparak, ellerindeki hisse senetlerini ellerinden çıkarmaya başladılar. 28 Ekime gelindiğinde borsa çökmüştü. Yaklaşık 4,2 milyar dolar birkaç gün içinde yok olmuştu. İnsanlar işlerini, evlerini kaybetmişti. Borsada yatırımı olan insanların bazıları, depresyonla birlikte intihar etmişlerdi. Herkes çaresiz ve ümitsizdi. Bu büyük krizin nasıl ortaya çıktığını veya ne zaman biteceğini kimse bilmiyordu. Başkan Hoover ilk olarak çözümü gümrük tarifelerini arttırmakta bulmuştu. 1931 yılında Başkan Hoover bankaların Ulusal Kredi İşbirliği adında bir oluşum kurması için bankalara teklifte bulundu. Bu önlemler yeterli olmadığı gibi ekonomik kriz daha da etkisini hissettirmeye başlamıştı. Bu durum Amerika’da başkanlığın değişmesine sebep oldu. Başkan Hoover başkanlık seçimlerini kaybedip yerini Franklin Roosevelt’e bıraktı. Franklin Roosevelt, Amerika Birleşik Devletleri başkanı olduğu vakit ülkede her dört insandan birisi işsiz olduğu gibi üretim %30 oranında düşmüştü.



Büyük Krizle Beraber Keynesçiliğin Yükselişi

1929 Kriziyle beraber Amerika’da birçok küçük banka batmıştı. Büyük bankaların küçük bankalara yardım etmede isteksiz olması Amerika’da Federal Bankası yani kısa adıyla FED’in ipleri eline almasına neden oldu. Krizle birlikte makro ekonomi, finans literatürüne girdiği gibi ekonomide Keynesçi ekonomi modeli tüm dünyada yükselişe geçti. Devletler artık sosyal ekonomi politikaları uygulamaya başlamıştı. FED’in bankalara müdahalesi ve Keynesçiliğin yükselişiyle beraber devletlerin ekonomiye müdahaleleri de arttı. Bu durum 1980 yılına kadar neo-liberalizmin yükselişine kadar sürdü.



Avrupa’ya Etkisi ve Faşizmin Yükselişi

1929 krizi Amerika Birleşik Devletleri’nde patlak verdiğinde, etkisinin global olarak hissedilmesi uzun sürmedi. Avrupa’da hiperenflasyonla mücadele eden Almanya, büyük buhranın başlangıcından itibaren krizin en çok etkilediği ülke olup 1933 yılında Nasyonal Nazi Partisinin iktidara gelmesine neden oldu. Birçok işsiz genç ekonomik buhranın verdiği umutsuzlukla, Alman Nasyonal Sosyalist Partisine üye olmaya başladı. Hitler bu fırsatı iyi bir şekilde değerlendirip doğuştan gelen konuşma yeteneğiyle kitleleri etkileyip adeta hipnotize edip 1933 yılında Almanya Şansölyesi olarak seçildi. Nazi Partisi iktidara geldiğinde bir dizi ekonomik önlemler aldı. Üretimi arttırıp işçi maaşlarında belli bir düzeyde iyileşmeye gidildi. Almanya Versay anlaşmasının ağır hükümlerinden kurtulup silah üretimine geçmişti. Büyük Buhranın etkilediği bir diğer ülke olan Avusturya’da Avrupa’nın en köklü bankası olan Creditanstalt Büyük Buhranın yıkıcı etkisiyle batmıştı. Büyük Buhran’ın etkilemediği tek ülke Sovyetler Birliğiydi, Sovyetler uyguladığı devletçi politikalarla büyük krizden etkilenmemişti. Ağır sanayi yatırımlarını uygulayan Sovyetler, 2.Dünya Savaşından sonra bir süper güç haline gelecekti. Büyük Buhran sonucunda Almanya ve Finlandiya’dan Sovyetler Birliği’ne ara ara göçler olmuştur. İlginç bir anekdotsa John Steinbeck’in Gazap Üzümleri kitabı Sovyetlerde Kapitalizmin kara propagandası olarak okutulmuştur.



Türkiye’ye Etkisi

Türkiye Cumhuriyeti 1923 yılında kurulduğunda ekonomik olarak iflas etmiş bir imparatorluğun mirasını devralmıştı. Lozan Anlaşmasında kapitülasyonlar ve Duyun-u Umumiye idaresi kaldırılmıştı. Fakat Osmanlı döneminden kalma borçları ödemek zorundaydı. 1929 Büyük Buhranına kadar ekonomide özel teşebbüsü destekleyen ve liberal politikalar izleyen Türkiye Cumhuriyeti, 1929 krizinden sonra devletçi bir ekonomi politikası izlemeye başlamıştı. Ülkede artan huzursuzluklar ve Cumhuriyet Halk Partisine karşı tepkiler, Serbest Cumhuriyet Fırkasının Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün direktifiyle kurulmasına neden oldu. Genel olarak dışarıya bağımlı ve tek ihracat kalemi tarım ürünleri olan Türkiye’de Büyük Buhranın etkisiyle fiyatları düşen tarım ürünleri ve ihracat ürünlerinin fiyatının düşmesi Türkiye’nin ekonomisini oldukça etkiledi. Bu oluşan krizde Türkiye çözüm olarak, 1925 yılında dostluk anlaşması yaptığı Sovyetler Birliğine yönünü çevirdi. Türkiye’de dönemin Başbakanı İsmet İnönü’nün Moskova ziyareti sonucu, Sovyetler Birliğiyle ekonomi temelli kredi anlaşması yapıldı.

Krizin Sonu

2.Dünya Savaşı’nın sonundan itibaren başta Amerika Birleşik Devletleri olmak üzere üretimi arttırıp bankaların spekülatif hareketlerine karşılık devletlerin uyguladığı Keynesçi müdahaleci politikalar sonucunda Büyük Buhran atlatıldı. Dünya tarihinin gördüğü en büyük ekonomik kriz olan Büyük Buhran sonucunda birçok kişi işsiz kalıp evlerini, servetlerini ve bazıları da yaşadıkları psikolojik bunalım sonucu hayatlarını kaybetti. Krizle beraber kadınlar çalışma hayatında daha fazla yer almaya başladı. Ekonomide müdahaleci yaklaşım yaygınlaştı. Sonuç olarak 1929 Ekonomik Krizi Covid-19 etkisiyle oluşan ekonomik krize kadar dünyanın gördüğü en büyük kriz özelliğini taşıdı.


Ali TAMAHKÂR

Raphael Sanzio veya Santi’nin bu meşhur eseri Bakire Meryem ile Aziz Joseph’in evliliğini gösterir. Panel üzerine yağlı boya olan tablo 1504’te tamamlanmıştır ve Raphael’in sanatçı olarak artan olgunluğuna ve güvenine bir örnektir. Burada eserin renkleri canlıdır ve karakterlerinin yüzleri özel ve sakindir. Raphael, üç yıl önce Perugino ile çıraklığını bitirmiş ve Floransa’ya gitmek üzere olduğu Umbria’da yaşıyordu. İlk eserleri komşu Città di Castello kasabası kilisesi içindi. Bunlardan biri Albizzini ailesi tarafından yaptırılan Bakire Meryem Evliliği idi. Joseph ve Mary’nin düğününün teması, Perugino tarafından yapılan önceki çalışmalardan ilham alınmıştır. Papaz, gelin ve damat ön plandadırlar.

Resim; görüntülerin, parlak renklerin ve şeffaf alanın kullanımının gösterilmesi açısından muhteşemdir. Bir Rönesans sanatçısı olarak Raphael, perspektifi güzel bir şekilde betimleyebilmiş ve bu durum tabloda açıkça görülüyor. Resmin arka planında, yuvarlak ve heybetli olan İtalyan tapınağını görebiliriz. Tapınak duvarlarında kapıların boyandığı ve tapınağın açık olduğu anlaşılmaktadır.

Açık kapılardan biri ile parlak mavi gökyüzünün görüntüsü ve altındaki tepelerin görünümü vardır. Tapınak tuvalin en üst kısmına yerleşmiştir.

Tören kıyafetleri giymiş çeşitli insanlar bulunmakta ve gerçekleşmekte olan evliliğin öneminin farkında olmadıkları çok belli.

Ön planda düğün havası egemendir ve nikah yüzüğünün yerleştirilmesine hazırlanırken hem gelinin hem de damadın elini tutan rahibi gözlemleriz.

Bakire Meryem’in arkasında, kimlikleri bilinmese de belki de akrabası olan bir grup kadın duruyor. Ayrıca kırmızı elbise giyen görüntünün solunda küçük bir kız gözlemliyoruz. Doğrudan gözlemciye bakıyor. Aziz Joseph’in arkasında duran bir grup insan var ve yine kimlikleri bilinmiyor. Oldukça büyüleyici olan ise tüm insanın çubuk taşıyor ama çiçek açan tek çubuk Aziz Joseph’in çubuğu.

Bakire Meryem kırmızı bir elbise giyiyor; saçları ince bir örtü ile süslenmiş ve canlı mavi bir pelerin giyiyor. Joseph, omuzlarının etrafına sarılmış ayrıntılı bir pelerin ile, düz bir cüppe giydiği görünüyor.

Yusuf (İbranice: Yosef; Yunanca: Ioséph), İsa’nın annesi olan Mary ile evlenen ve İncil’de İsa’nın yasal babasıydı. Luka İncili’nde, Yusuf Nasıra’da yaşadı ve İsa Beytüllahim’de doğdu çünkü Yusuf ve Meryem, oraya seyahat etmek zorunda kaldı.

Joseph’in mesleği sadece bir kez belirtiliyordu ve marangoz olarak anılıyordu. Joseph Katolik Kilisesi, Ortodoks Kilisesi, Oryantal Ortodoks Kilisesi, Anglikanizm ve Lutheranizm’de Aziz Joseph olarak saygıdeğer bir kişiliktir. Hem Katolik hem de Protestan geleneklerinde Joseph, işçilerin koruyucu azizi olarak kabul edilir ve çeşitli bayram günleriyle ilişkilendirilir.

Raphael, İtalyan ressam ve Yüksek Rönesans mimarıydi. Çalışmaları, formun netliği, Michelangelo ve Leonardo da Vinci ile birlikte, o dönemin en büyük ustalarından biridir. Raphael, 37 yaşında ölmesine rağmen büyük eserler bıraktı ve son derece üretkendi. En bilinen eseri Vatikan’daki Atina Okuludur.

Kariyerine Umbria’da başladı, dört yıl boyunca Floransa’da Floransa’nın sanatsal rönesansı için zaman geçirdi ve sonra Roma’da son on iki yılını iki Papa ve ortakları için çalıştı.

(Raphael tarafından “Bakire Evliliği”, Mary ve Joseph arasında bir evlilik töreni anlatıyor. Perugino’nun esinlendiği benzer temalı versiyon Raphael’e ilham verdi, iki sanat eserindeki farklılıklar Raphael’in daha ince ve zarif stili ile daha çok ön plana çıktı. Bu eserde, 1504 yılında İtalyan Yüksek Rönesans döneminde boyanmış bu eser Fransisken kilisesi için yaptırılmıştır.)

Türkçe, kendisinin bir “ideoloji malzemesi” olmadığını ve olmaması gerektiğini söyleyenlerin rağmına Türkiye’deki siyasî kutuplaşmanın kendisinde mükemmelen tecelli edebildiği tek yapı olmayı sürdürüyor. Dilin taşıdığı bu politize olmuşluk yeni bir vakıa da değil. Türkçenin, sadeleşmeye dair özlemlerin başladığı ilk andan itibaren yenilik arzusu taşıyanlarla muhafazakârların arasında açılmaya başlayan makası takip ederek farklı yönlere seyrettiğini gözlemlemek mümkün. Suavi’nin “aşı”sıyla muhafazakârların “telkih”i, Sâmi’nin “gök”üyle sair gazetecilerin “sipihr”i, Gökalp’ın Türk mantığıyla ürettiği tamlamalarla eski tip terkipler, Seyfettin’in öyküleriyle Ali Ekrem’in “Lisan-ı Osmanî”si arasındaki çatışma yakın tarihimiz boyunca devam ediyor; bir aralık işin içine “ussal, kılgısal, baysal” gibi kelimelerin girmesiyle bu çatışmanın şiddetlendiğini ve karşı tarafın da hücûma geçerek hemen hepsi “m” ile başlayan söz varlıklarına sandıktan yeni çıkmış birçok eski kelime eklediklerini görüyoruz. Bu kavganın yavaş yavaş durulmaya başladığı, hatta günümüzde neredeyse bittiği düşünülebilir fakat öyle değil. Neredeyse aynı şeyi imliyor olmalarına rağmen “çağdaş” ve “muasır” kelimeleri biri diğerinin yerine kullanılamayacak ölçüde bazı “mahalle”lere aidiyet kesbetmiş durumdalar. “Çağdaş uygarlık” lafını tiksindirici bulacak bünyeler, “muasır medeniyetler seviyesi”ne ulaşmayı bir ülkü olarak edinebiliyorlar. “Allah’ın nayeti” ile “tanrısal kayra” aynı şeyi söylemek için kullanabileceğimiz iki ihtimal olmaktan çoktan çıktı, bunlardan birini ötekine tercih edişimizin altında durduğumuz yere dair ipuçları bulmanın mümkün olacağı inancı hemen herkese hâkim. Fakat Türkçenin politik kullanımı onun yarattığı ayrılıklardan -belki en büyüğü fakat- sadece bir tanesi. Oysa dilin bir de statülere göre dizayn edilmiş ikinci bir ayrışma sahası var. Ki bu dilde “yanlış kullanım” diye adlandırdığımız aksaklıkların ortaya çıkışında oldukça önemli bir etken.

Dil ile statü arasındaki ilişki tarihin hemen her devrinde kendini gösterir. Ekonomik ve toplumsal sınıflar arasında yapılacak her gezintide yalnız hayat şartlarının, kıyafetlerin, değer yargılarının değil dilin kendisinin de -bazen tanınmaz denilebilecek ölçüde- değiştiği görülür. Sınıflar arası geçişler zorlaştığı ölçüde bu dil farklılıkları da artar. Sadece kan bağıyla dahil olunabilecek bir sosyal sınıfa yükselmek de o sınıftan aşağı düşmek de mümkün olmadığı için asiller, coğrafya fark etmeksizin, bu dil farklılaşmasının en önemli temsilcileri konumundadırlar. Bazı kelimeler zaman içerisinde “ayaktakımı”na terk edilir ve onları kullanmak kabalık alameti sayılır, bunların yerini o sınıfa mahsus birtakım başka sözcükler alır ve bunlar da diğer sınıflarla paylaşılmaz. Asillerin iktidarı sarsılmaya başladığı andan itibaren kaybettikleri diğer imtiyazlarla beraber bu kelimeler üzerindeki tahakkümlerinden de feragat etmek zorunda kalırlar, saray çevresinin ıstılahları okumuş-yazmış yeni bir sınıfın söz dağarcığına katılır. “Söz”ün bunca önemli olduğu dinî çevrelerde – çünkü Tanrı söz aracılığıyla irtibat kurar- de durum değişmez. Hemen her tarikatın kendisine mahsus deyimleri, söyleyiş biçimleri vardır. Kapı “kapatılan” bir şey değildir, “örtülür”; ölü “gömülmez”, “sırlanır”, “Nasılsınız?” diye sormanın sıradanlığını “Âfiyettesinizdir inşallah”ın cümbüşü alır. Fakat gün gelip de hemen her ilginin birbirine karıştığı, sınıfsal farkların varlıklarını korumakla beraber (hatta bu farklar şiddetlenmekle beraber) daha az vurgulanan bir hâle geldiği, orta sınıf diye adlandırılan kitlenin alabildiğine çoğaldığı modern dünyaya erişildiğinde bütün bu dil ayrılıkları da silinmeye başlar. Lakin bu sefer ortaya çıkan sıkıntı dilin yanlış kullanımını doğurur. Asırlar boyu öyle konuşmaya alışmış sınıfların bu söyleyişler üzerindeki imtiyazı ortadan kaybolduğu ölçüde, öyle konuşmaya hiç de alışmamış birçok sınıftan birçok insan enteresan bir karmaşaya sebebiyet verirler. Dilin bu türlü kullanımı Lampedusa’nın Leopar romanındaki bir sahneyi çağrıştırır: Bir burjuva frak giyerek bir asil malikânesine akşam yemeğine gider fakat bu kötü kesimli frak herkesi güldürür. Bugün insanların kestikleri dil çoğu zaman kendilerini komik göstermeye yeterli gelmektedir.

Bir aralık bir röportaj videosu izliyordum. Röportaj yapılan kişi tasavvuf çevrelerinde bulunmuş orta yaşlı bir hanımdı ve kendisine bu çevrelerde edindiği anılar ve benzeri sorular soruluyordu. Konuşmanın hemen başlangıcında ilgili hanım dünyaya gelişini şöyle anlattı: “1960 tarihinde dünyaya teşrif etmişim.” Bu cümle gözüme dilin “statü”ye uygun kullanımının ve bunun yarattığı sorunların kusursuz bir izahı gibi göründü. Süreç muhtemelen şöyle işlemişti: Bu kadın -daha önce bahsettiğimiz üzere- dil hakkındaki inceliklere önem verilen bir sosyal yapıya mensuptu, dolayısıyla “1960 senesinde dünyaya geldim.” cümlesini kuramayacak kadar sofistike bir lisan kullanması gerektiği kanısındaydı. Çevresindekilerin tasavvuf adabına uygun olarak birinin gelişinden “teşrif etmek” şeklinde bahsettiklerinden de haberdardı. Bu kelimeyi irdeleyip kurcalamadığı için “bir yeri teşrif etmek” şeklinde kullanılması gerektiğini hesaba katmamıştı. Türkçede bir “yere” gelindiği için, yine bir “yere” teşrif edildiğini düşünmekte mazurdu. Fakat işin en sıkıntılı tarafını bunu yüzünde son derece ulvî bir alçakgönüllülük ifadesiyle söylemesi oluşturuyordu. Muhtemelen kendilerinden “fakîr”, evlerinden “fakirhane” diye bahseden, yani durmaksızın mahviyet gösteren çevresindekilerin kullandığı bu “teşrif etmek” kalıbını da bir tevazu ifadesi sanmıştı. Oysa hakikatte “şereflendirmek” mânasına gelen bu kalıp değer verilen kimseleri övmek için başvurulan bir fiildi. Sonuçta tevazu gösterme arzusu, büyük bir büyüklenme ifadesine dönüşmüştü. “Ben” demeyi ayıp sayan bir yapının mensubu olarak “1960 senesinde dünyayı şereflendirdim.” gibi kolayca kibirle ilişkilendirilebilecek, hayli megaloman bir tınısı olan bir cümle kurmuş oldu. Fakat Osmanlıca, Osmanlı Türkçesi, eski Türkçe -ne diye adlandırırsanız adlandırın- kelimeler kullanması gerektiği ön kabulüyle hareket eden ve pot kıran tek kişi bu kadın değil. İnsanlığın bu grubuna dahil olan, daha doğrusunu kendisini zorla bu gruba dahil eden bir dolu insan daha var: İskender Pala okuyup divan edebiyatına merak salanlar, eski olaylarla uğraştıkları için eski dile de hâkim olmaları gerektiğini düşünen tarih öğrencileri, dil hakkında hemen hiçbir fikirleri yokken Dil Devrimi’ne muhalefet etmek isteyen bildiğimiz muhafazakârlar ya da bir moda olarak tradisyonalizme gönül vermiş sosyal medya profilleri… Bütün bunlar ve daha çokları eski kelimeler kullanmak konusundaki umutsuz bir çabanın etrafında birleşmiş durumdalar. Yanlış kullanılan şapkalar, yerli yersiz kullanılan kelimeler, Osmanlı Türkçesi bir sözlük alarak içinden seçtiği kelimeleri uygun düştüğünü sandığı boşluklara doldurarak cümle kurma oyunu oynayanlar insanların kendilerini yazarak ifade ettikleri sosyal medya platformlarının artık sıradanlaşmış manzaraları, haydi bu arkadaşların gönülleri olsun, “vaka-yı âdiyye”si arasına karışmış vaziyette. Hepsinin de temel sıkıntısı, konuşurken asla akıllarında belirmeyecek kelimeleri yazarken kullanmak isteyişleri ve bunun bir dil garabetinden başka hiçbir sonuç yaratmaması. “Alçakgönüllü” kelimesi esas alınarak “mahviyetli” gibi bir kelime üretebiliyorlar, bunun yalnızca “mahviyet sahibi” olarak ifade edilebileceğinin farkında değiller ve olmalarına da imkân yok çünkü mahviyet gündelik hayatlarının bir parçası değil, o sadece kendilerinde vehmettikleri statünün dilsel karşılığını kurabilmek için yararlandıkları bir araç.

Türk toplumu bir müddettir dilin politize olmasının ve kelimelerle kavga edilmesinin yersizliğinin farkına varmış gibi görünüyor. Her ne kadar bu iki durum bizde iki yüz yıllık tarihe sahip bir itiyat hâline dönüştüğü için onlardan henüz kurtulamamış olsak da en azından bu konuda bir mücadele vermemiz gerektiğinin farkına varmış gibi görünüyoruz.

Oysa dilin siyasî konuma göre farklı kullanılmasının yarattığı sorunlar dilin kendisinin tahribatına değil onda bir ikilik oluşmasına sebep oluyor. Öte yandan dilin statüye göre kullanımı Türkçenin kendisine ilişkin bir dizi probleme yol açıyor. Dolayısıyla “şehir” kelimesinin de “kent” sözcüğünün de lanetlenecek şeyler olmadıkları kadar, kimsenin hiçbir sebeple belli tarzda bir Türkçe konuşma mecburiyeti taşımadıklarını hatırlatmak da bir görev hâlini alıyor. En nihayetinde dile yapılabilecek en büyük hizmet onu doğru kullanmaktır. Bunu yapabilmenin yegâne yolu da bildiğimiz kelimeleri kullanmaktan geçer. Aşinası olmadığımız tedavülden kalkmış eski kelimeleri ya da tedavüle girememiş yepyeni kelimeleri kullanarak edinebileceğimiz ya da sergileyebileceğimiz bir statü yoktur, aksine bu kullanımlar o kelimeleri bilenler nazarında kendimizi küçük düşürmekten başka hiçbir işe yaramaz. Dolayısıyla her Türk’ün bildiği Türkçeyi konuşması gerekliliği, özellikle kendimizi pazarlamaya bunca teşne olduğumuz sosyal medya göz önüne alınırsa, vurgulanmaya değer bir husustur. Cumhuriyetin ilk yıllarından kalma eski bir slogan vardır: Vatandaş Türkçe Konuş. Bu slogan yeni kurulmuş bir ulus devletin kendi resmî dilini bilmeyen azınlıklarına karşı yaptığı bir uyarı niteliğindeydi, yüzüncü yılına yaklaşmış Türkiye’nin artık böyle bir uyarıya ihtiyacı kalmadı. Fakat bu sloganın bir kelime eklenmiş versiyonuna hâlâ ihtiyaç duyduğumuz söylenebilir: Vatandaş Bildiğin Türkçeyi Konuş.

Doğukan ORUÇ

Gençlik, insan yaşamında çocukluk ve yaşlılık arasında kalan bir kısımdır. Gençlik her millet için çok önemli bir kuvvet ve çok önemli bir potansiyeldir.

Öğrenme, yaşam boyu devam eden bir süreçtir. O yüzden yetişkinlikten çıkıp yaşlılığa adım atsak dahi öğrenmeye açık olduğumuzu söylemek isterim. Burada sizlere bahsettiğim gibi sizinle bir yaşıtınız olarak düşüncelerimi aktarmak isterim.

Türkmen genci kimdir? Türkmen varlığını sürdürmeye, vatanını, milletini, geleceğini düşünen, bilinçli ve sorumluluk alabilen, iyi yetişmiş, zor şartlarda dahi Türk kimliğinden vazgeçmeyen bir Türk gencidir. Gururla Türk olduğunu dile getiren ve bununla övünen kişilerdir.

Türkmenler sürekli zorlu mücadelelerden geçmişlerdir. Bizlere düşen en önemli ve olması gereken ise geçmişte yaşanan mücadeleleri, zorlukları ve tarihimizi bilmek. Türkmeneli’nin asıl kimliğini bilmek, kim olduğunu okuyup anlamak çok önemli. Bizler genç nesil olarak ve gelecek nesillere kimliğimizi aktaracak bireyler isek bize düşen en önemli görevlerden biri de, kimliğini bilen bir Türkmen genci olmaktır.

Türkmenler yıllar boyunca zor mücadeleler atlatmış, yeri gelmiş hırpalanmış, yeri gelmiş hor görülmüş fakat asla kimliğinden vazgeçmemiş. O zaman, aynı mücadeleyi sürdürmek boynumuzun borcudur. Çok uzak değil babalarımız, dedelerimiz ne zorlu günler yaşamış ne zorlu yolları aşmış bizler de içinde bulunduğumuz günleri geride bırakarak güzel günler göreceğimiz vakitlere inanmalı ve birliğimizi diri tutmalıyız.

Bahsettiğim gibi, Türkiye ile Türkmeneli coğrafyasında tabii ki kültür farkı çok, ama gelişmemiz, yenilenmemiz, özgür düşünceye sahip olmamız -nerede olursak olalım – imkansız değil.

Genç arkadaşlarım peki nasıl düşünüp nasıl hareket etmeliyiz?

İlk önce hiçbir zaman kendimizi yetkin ve donanımlı hissetmeyip sürekli gelişime açık bireyler olmalıyız. Gerçekçi hayallerimizden sakın vazgeçmeyelim. Elimizden geldiğince yeni fikirler üreterek milletimize hizmet etmek için çaba gösterelim.

Türkmen genci bu noktada neler yapmalı? ilk başta genç kendini tanımalı, hangi alanlara ilgi duyuyor, hangi alanlara yönelmek istiyor bunları bilmeli. Genç kendi istekleri doğrultusunda alanını seçip yönelmişse ne güzel. Herkes kendi ilgi alanına göre sevdiği, becerebildiği şeylere göre başarı elde eder ve kendini daha da geliştirme fırsatı sağlar. Zaten insan çevresine, başkalarının ve kendisinin yaptıklarına anlam vermek, yorum getirmek ve düşünmek zorundadır.

Türkmen genci ne ister?

  • En başta fırsat verilmesini bekler ve ister. Bildiğiniz üzere içe vuruk ve dışa vuruk kişilik türleri vardır. O yüzden gençlerimize her anlamda fırsat verilirse ellerinden gelen desteği yardımı göz önünde bulundurarak fırsatları iyi değerlendirilebilir. Bir anlamda kendilerini verilen fırsatlar doğrultusunda gösterebileceklerini inanıyorum.
  • Motive edilmek ister. Bazen olumsuz ifadeler insanın başarıya ulaşmasında hırs yapmasına sebep olabilir. Fakat, olumsuz ifadeleri sürekli duymak da, diğer yandan kötü etkileyip yapabilecekleri şeylerden vazgeçebilirler ya da başarısız olacaklarına kendilerini inandırırlar. O yüzden motive edilmek insanı çok rahatlatır. Güzel sözler duymak, anlaşıldığını, dinlendiğini hissetmek kişiye güç verir.
  • Genci, istekleri doğrultusunda yönlendirmek de çok önemlidir. Burada anlatmak istediğim, bireyin kendi okulunu seçmesinde ailesinin karar vermesi gibi. Kişi kendi isteklerini kendisi seçmelidir.

Örneğin; İlgi ve becerilerim doğrultusunda bana uygun meslek seçmek istiyorum. Bunun için gidip başkalarının fikrini alırsam sizce doğru olur mu? Tabii ki olmaz. Doğru olanı işin uzmanlarına danışmaktır. Doktor mu olmak istiyorsun? O zaman bir hekimle görüşüp mesleğin hakkında bilgi alabilirsin ya da herhangi bir meslek grubuna yönelik bu tercihler olabilir. Ya da ilgi ve yeteneklerine yönelik bir meslek seçimine yönelik danışmanlıklar ya da internette kendinde uygulayabileceğin mesleki envanterler var.

Burada bahsettiğim bir meslek örneğiydi. Gençlerimiz bazen başkalarının baskısı altında kalabiliyor. O yüzden yetişkin bireylerden tek ricamız eğer bilgi birikimimiz varsa gençler olarak doğru yönlenmek hakkımızdır.

  • Milli şuur anlamında halen eksiklik gösterdiğimiz konular var. Tabi ki ben de bu konuda yetkin değilim ama öğrenmeye, okumaya, fırsat buldukça, büyüklerimizin konferanslarına katılarak ya da kitaplarını okuyarak öğrenmeye çalışıyorum. O yüzden gençlerimize yönelik Türkmeneli hakkında milli bilincin oluşması için yeterli kaynak ve imkanların sunulmasını dilerim. Daha çok bilgi bize bir düşünce kazandırır, düşünceler ise ufkumuzu genişletir. O yüzden eksikliklerimizi çok geç olmadan tamamlayalım. Sizlere de olabildiğinden fazla düşünmeyi, sorgulamayı ve merak etmeyi bir görev haline getirmenizi isterim.

Okuduğumuz okullar artık bize artı bir şey katmıyor. Bizim kendimizi geliştirmemiz bu noktada çok önemli, bir mesleğimiz oluyor evet ama artık bu yeterli olmuyor. İşe alınacağımız zaman yanında yapabildiğimiz ek kabiliyetlerimiz, zamanla yarış içerisinde oluşumuz, takım halinde çalışmaya uygun olup olmadığımız, aklınıza gelmeyecek her şey isteniyor.

Dünya çok adaletsiz genç arkadaşlarım, haksızlığa karşı duramadığımız bir dünyada bizler birlikte olmalıyız. Yeri geldiğinde bu haksızlıklara karşı susmamalıyız, bir kişiden bir şey olmaz deme o bir kişi birçok şeyi değiştirip yön verebilir. Kendini hiçbir zaman küçümseme, yeri geldiğinde ayağını yere vurabilen biri olmalısın. Yeri geldiğinde ise olayları izleyip sessiz olmasını bilmelisin. Türkmen genç nüfusu donanımlı ve eğitim seviyesi yüksek bireylerden oluşmaktadır. O yüzden genç; bir ülkenin geleceğini kuran, değişimi başaran, korkusuz olan, yaşamak istediği dünyanın temel taşlarını kendisi koyan ve kendisi şekil verendir.

Birlik ve beraberlik içerisinde olmalı, zor zamanlarımızda kenetlenmeyi bilmeli ve birimizin bir yanlışında onu küçümsemek yerine onun yaptığı yanlışı düzeltmede yanında olmalıyız. Kişilere karşı en ufak bir etiketlemelerden kaçınmalıyız.

Kadınlarımıza gelince, tüm dünyada kadınların önemli rolleri var. Bizler dünyanın bir parçasıyız o yüzden görev almaktan çekinmemeliyiz. Kendimizi hak ettiğimiz yerlerde görmeliyiz. Türkmeneli için nasıl faydalı olabiliriz bunlar için nasıl çaba göstermeliyiz. Bunları bilmemizde fayda vardır. Sakın kendini küçümseme, ”Benim yapacağım bir şeyle ne olur?” deme. İnancın doğrultusunda milletin için gösterdiğin çaba kimse ne yaptığını bilmese dahil sen milletin için faydalı bir şey yaptıysan için rahatsa dünyanın en güzel hissine kapılacağının bir garantisini verebilirim. Türkmeneli’yi temsil etmekten hiçbir zaman utanma ve kendini sakın küçümseme. Bizler doğru yolda olduğumuz sürece arkamızda duran ve bizi destekleyenler hep olacaktır.

Son sözlerimi burada noktalıyor ve şu cümlem ile bitiriyorum. Biz Türkmen gençlerinde olan inanç, tutku, sevgi ve ahlak oldukça Türkmeneli’nin biz gençler sayesinde refaha sahip olacağına inanıyorum.

Bir başka yazımda görüşmek dileğiyle. Sevgiler.

İpek Elif Yahyaoğlu

*İlk olarak Kerkük.net’te yayımlanmıştır.

Sen bir eski çağ tanrısının,
Titreyerek baktığı
Hareli bir gün batımısın
Ellerinden çıkmış sanki ressamların.
Sırdaş bir sokağısın İstanbul’un
Parmaklıklı pencerelerden
Sarkan çiçeğin özlemisin kırlara
Ya da kırmızı bir gelincik
Tek başına,
Ayaz yemiş boş tarlada.
Neşesi benzer seni görenlerin
Yağmur sonrasında güneşe
Güneş de bekler pencerende
Girmek için koynuna.
Bir gün girecek olursan
Kadınların arasına
Venüs seslenir uzaklardan
“Hey kadınlar!
Bakın biz güzelliğimizi aldık
Bu kadından!”

Senden dinlenir bu diyarda
Şarabın gizem dolu şarkısı
Göğsünde çalar
Nakaratları eski zamanların
Omuzlarında geziyor güneş
Gerdanında balı tanrının.
Venedik Leh, Macar, Rusun
Ya da Almanya’da servinâzın
Her biri dursun hareminde
Yeter bize senin ışığın.

Ünü her yeri dolaşırken isminin
Karanlık yerlerdeki resimler gibi,
Aşkın erdemini taşıyor gözlerin.
Bilmem ki Kâbe midir evin?
Her gün tavaf ettiği güneşin.
İyiliğin güzellikten sakınıldığı bu dünyada
Al beni hapset dudaklarına giden fincana
Kokun sihridir baharda kırların
Tanrıların hediyesi tenindeki yumuşaklık
Özlemidir ipek yastıkların.


Yine de yetmez bütün övgüler sana
Şanına leke sürer
Hayranlarının kofluğu
Adını kirletirken kara diller
Güzelliğine bulaşır
Ceset çiçeklerinin kokusu.
Mahrum bırak onları
Sen soylu bakışlarından
Güzel yüzünü eskitir
Peşindekilerin bayağılığı.
Ya senin gönlünde bir mezar yeri
Ya da mutluluğa veda etmek
Sana tutkunların
Dertli başlarının yazgısı.
Mâhpâre, ya sokaklarda açlıktan
Ya da sınırlarda kurşunla
Ölmekten daha kötüsü varsa
O da düşmek senin sevdana.

Bölüm 1: İnsanlar ikiye ayrılır. İnsanları en iyi tanımanın yolu onlarla yolculuğa çıkmaktır derler. Bu elbette ki iyi bir yoldur fakat daha zevkli bir yolu daha vardır: oyun oynamak. Bir iskambil destesi düşünün, destenin tamamını boş verelim, sadece aslar (1’ler) ile bir oyun oynayalım. Bu 4 kağıdı karıştırıp kapalı olarak önünüze koyayım ve 1 kart çekmenizi isteyelim. Ben köylüyü severim, eğer köylüyü temsil eden sinek açarsanız (bilmeyenler için yoncayı andırır), yani sinek as gelirse ben kazanırım. Eğer diğer kartlardan biri gelirse siz kazanırsınız. Eğer siz kazanırsanız size 100 lira veririm.
Eğer ben kazanırsam bana hiç borcunuz yok ama size hiç para vermem. Böyle çok eğlenceli bir oyun olmadı. İşleri biraz daha ilginçleştireyim. Bu oyunu oynamadan önce bana bir teklif sunmanızı istiyorum ve eğer beni ikna ederseniz o miktarda parayı size
vereceğimi taahhüt ediyorum. Burada göz önünde bulundurmanız gereken şey şu: sizin kazanma ihtimalinizin %75 olduğunu biliyorum. Yani “Eğer bana 100 lira verirsen oyundan
çekilirim.” demenizi kabul etmeyeceğimi veya “Eğer bana 1 lira ver bu iş huzur içinde çözülsün.” teklifinizin üzerine atlayacağımı göz önünde bulundurmanız gerekiyor. %75 olasılıkla 100 lira %25 olasılıkla 0 lira kazanacağınız bir durumun içerisine girmeden, %100 oranla kaç para istediniz? Direkt olarak 75’i mi isterdiniz? 60 sizin için makul mü?
Yoksa 90’dan aşağısı kurtarmaz mı diyorsunuz? Teklifiniz ne olurdu?
Bu durumu bir de %75 ihtimalle 1000 lira kazanacağınız şekilde düşünün. Bu durumda teklifiniz kaç para olurdu? Yani demin oynayacağımız oyunda, eğer doğru kartlardan birini
seçerseniz, size vereceğim parayı 10 katına çıkaracağımı söylüyorum. Bu durumda oyunu oynamamak için kaç para teklifte bulunurdunuz?
Peki ya parayı biraz daha arttırsak %75 ihtimalle 10000 lira kazanacak olsanız. %25 ihtimalle 0 lira kazanacak olsanız oyunu oynamadan kaç paraya razı olurdunuz? Mesela 3.000 sizin için yeterli mi? Bütün bu sorular aslında sizi ayırmak için soruldu: ikiye. Çünkü insanlar ikiye ayrılır. Risk alanlar ve riskten kaçınanlar. Ben riskten kaçınmam mı diyorsunuz. Tebrikler, Dünya’daki
küçük bir azınlığın içerisindesiniz.

“Beklenen Değer: Olası Kazanç (Kayıp) * Kazanç (Kayıp) Olasılığı”

Peki oynadığımız oyuna göre risk alan mı yoksa riskten kaçınan mı olduğunuzu nasıl anlayacaksınız? Eğer sizin bana teklifiniz beklenen değerin üzerindeyse; örneğin, 80 lira ver ben bu oyundan çekileyim diyorsanız, sizin için 75 liranın (100 * %75 = 75 lira) eşdeğerliği 80 lira oluyor ve siz risk almayı seven bir kişi oluyorsunuz. Veya misalen sizin teklifiniz 60 liraysa, yani sizin için beklenen değerin, 75 liranın eşdeğeri 60 lira ise, siz riskten kaçınan bir insan oluyorsunuz. Tabii bir opsiyon daha var, teklifinizin 75 lira olması. O zaman da riske duyarsız oluyorsunuz, pek insan işi değil gibi. Daha makinece bir yaklaşım. Tam olmadı mı? Hadi gelin bu işi net bir çerçeveye oturtalım. “Var mısın? Yok musun?” isimli yarışma programını hatırlıyor musunuz? Kutuların açıldığı, tekliflerin havada uçuştuğu, 10’dan
geriye sayımlar yapılarak gerilimin arttırıldığı yarışma. Hatırladınız sanıyorum. Orada yarışmacı olduğunuzu ve son iki kutu kaldığını düşünün. Sizin kutunuz ve açılmamış bir kutu. Geriye kalan meblağlar 500.000 lira ve 1 lira. Hamdi Bey’in teklifi ise tamı tamına 120.000
lira. Sizce de %50 ihtimalle 500.000 lira kazanma ihtimali varken biraz düşük bir teklif değil mi? Ver 300’ü bu iş huzur içerisinde çözülsün mü diyorsunuz yoksa bu miktarda meblağ sizin için yeterli mi? İşte bu teklifi reddedip kutunuza gidiyorsanız risk almayı seven bir insansınız. Yok ben bunu riske atamam kimsecikler de kusuruma bakmasın diyorsanız siz riskten kaçınan bir insansınız.
Tabii ki bir insanın her zaman risk alan veya her zaman riskten kaçınan olması çok mümkün değil. Bazı insanlar olası kazanç durumlarında bazı insanlar ise olası kayıp durumlarında risk alan bir profilde olabilir. Kazanılacak miktar arttıkça risk alan bir profilden riskten kaçınan bir profile dönüşebilirsiniz. Oynadığımız oyunda sizin profiliniz nasıldı, risk mi aldınız yoksa riskten kaçındınız mı?
Bölüm 2: Sayısalı Bulduğun Hafta Köpekbalığı Saldırısına Uğramak.

-İşbu bölüm kral bir Nobel Ödülü olan “Prospect Theory’yi” konu alır. –
Bir önceki bölümde insanların ikiye ayrıldığından bahsetmiştim. Hatta nasıl risk sever veya riskten kaçınan olduğunuzu hesaplayabileceğinizi de kısaca anlatmıştım. Oyun oynamayı
sevdiyseniz eğer biraz daha oyun oynamaya devam edelim. Size borcu olan bir insan düşünün. Diyelim ki benim size 3000 lira borcum olsun. Size 3000 lirayı direkt olarak verebilirim. Ama içerisinde 8 mavi top 2 de kırmızı top bulunan bir kaptan top çeksek mavi top çekersek size 4000 lira versem; kırmızı top çekersek ise hiç para vermeyeceğim bir opsiyon sunsam hangisini tercih edersiniz?(Yani %80 olasılıkla 4000 liranız olacak %20 olasılıkla para alamayacaksınız.) Direkt olarak parayı vermemi mi istersiniz yoksa
top mu çekeriz? Peki tam tersini düşünelim sizin bana 3000 lira borcunuz olsun ve yine top çekme opsiyonunu da dahil edelim. Eğer mavi top çekersek 4000 lira verirsiniz. Yani eğer top çekersek %80 olasılıkla 4000 lira vereceksiniz %20 olasılıkla da borcunuz hiç para vermeden silinmiş olacak. Sizin tercihiniz ne olur? Kahneman ve Tversky de insanların kayıp ve kazanç durumunda hangi duruma dahil olduklarına bu gibi örneklerle bakmışlardır.
Daniel Kahneman – (1934 – )

Evet, insanlar ikiye ayrılırlar fakat kayıp ve kazanç durumlarında genelde farklı davranışlar
sergilerler. “Prospect Theory”nin öne sürdüğü şeylerden biri budur. İnsanlar genellikle kazanırken, kazanma durumlarında risk almayı sevmezler. Bunu; kazanırken, “ya elimdekinden de olursam” korkusu ile kaybederken ile “battı balık yan gider” serkeşliği ile açıklayabiliriz.
Karantina günlerinde evde kapalı kalmak herkesi yıprattı. Herkesin biraz uzaklaşıp kafasını dinlemek istediği bir tatile ihtiyacı var. Peki size şöyle bir şey önersem ne dersiniz?

İngiltere, İskoçya ve İrlanda tatili.

Biraz kafa dinlemek için sizi 2021 yılında bir tatile göndermek istediğimi farz edelim. Yukarıda
belirtilen 3 ülkeye gidebileceğiniz bir tatil ama 2 tane opsiyon var:

  1. Opsiyon: Yazı-tura atarız ve eğer seçtiğiniz taraf gelirse sizi 3 haftalık İngiltere-İskoçya-
    İrlanda tatiline gönderirim.
  2. Opsiyon: Yazı tura atmak gibi bir riske girmezsiniz ve sadece 1 haftalığına İrlanda’ya
    gidersiniz.
    Hangi opsiyonu seçmek istersiniz?
    Tabii ki size sadece ada tatili yaptıracak değiliz. Temmuz’da yaptığınız tatilin ardından bir de
    Ağustos’ta Kıta Avrupası tatili var.

İtalya, Fransa ve İspanya tatili.

Burada da seçebileceğiniz 2 opsiyonunuz var.

  1. opsiyonunuz; 3 haftalığına İtalya, Fransa ve İspanya tatili ve bunun size çıkma ihtimali %5.
  2. opsiyonunuz ise 1 haftalığına Fransa tatili ve size çıkma ihtimali %10. Peki burada seçiminiz
    ne olurdu?

Kahneman ve Tversky de aynı soruyu sormuşlar ve İngiltere-İskoçya ve İrlanda tatili için, katılımcıların %78’inin kesin seçenek olan 2. opsiyonu seçtiğini gözlemlemişler. İtalya-Fransa ve İspanya tatili için de katılımcıların %67’sinin ilk opsiyonu, yani %5’lik şansa yöneldiklerini gözlemlemişlerdir.

Amos Tversky – (1937 – 1996) Rest in peace…

Burada Kahneman ve Tversky’nin dikkat çekmek istedikleri şey, 1. tatil seçeneğinde büyük olan olasılık seçilirken 2. tatil seçeneğinde katılımcılar küçük olasılıklı opsiyonu tercih etmişlerdir. Aslında iki tatil paketinde de büyük olasılık küçük olasılığını iki katıdır. Burada
söylemek istedikleri şey tam olarak şudur: Eğer sayısal loto için kupon dolduruyorsanız bunun size çıkacağı durumu düşünüp çıkan parayla ne yapacağınıza dair hayaller kurarsınız. Aslında bunun size çıkma olasılığı tam olarak “on üç milyon dokuz yüz seksen üç bin sekiz yüz on altı”da, 13983816’da 1’dir. Yani bu sayı kadar kupon oynarsanız birisi size çıkar. Sayısalı vurduğunuz hafta bir bademcik ameliyatınız varsa o ameliyatlarda gelişebilecek
komplikasyonları düşünmekten uyuyabilir miydiniz? Oysa ki bademcik ameliyatında ölüm
oranı çok düşüktür. İşte temel olarak Kahneman ve Tversky’nin söylediği şey düşük olasılıktaki şeyleri daha yüksek algıladığımız; yüksek olasılıktaki şeyleri daha düşük algıladığımızdır.

Kahneman ve Tversky yukarıda anlattığım örnekler ve bu örneklere benzer pek çok problemi çeşitli katılımcılar ile irdelemişler ve insanın irrasyonelitesini ortaya koymuştur. Bu iki adama Nobel Ödülü’nü kazandıran şey aslında hepimizin bildiği şeydir. İnsanoğlu mantıklı karar veremeyecek kadar aciz bir yaşam formudur. “Prospect Theory” veya dilimize “ümit teorisi” olarak geçen teori budur. Bu iki adam insanlığın karar verme süreçlerindeki irrasyonelitesi üzerinden 2002 Nobel Ödülü’nü kazanmışlardır. Kahneman, artık hayatta olmayan Tversky’nin
anısına ödülü almıştır. Bu iki adamın insanı rasyonel bir varlık olarak görenlere vurduğu güzel bir darbe de ”asian disease problem” olarak bilinen problemdir. Düşünün ki bir hekimsiniz. Covid-19’a yakalanmış 600 tane hastanız var ve elinizde A ilacı ve B ilacı olarak bu hastalığın tedavisinde kullanılacak 2 ilaç var ve 1 tane ilacı seçip tüm hastalara uygulamalısınız:

  • Eğer A ilacını seçerseniz 200 hasta kurtulacak.
  • Eğer B ilacını seçerseniz 1/3 (%33) ihtimalle herkes kurtulacak 2/3(%67) ihtimalle kurtulan
    olmayacak.
    A ve B ilaçlarından hangisini seçersiniz? Düşünün ki bir ilaç firması C ve D ilacı olmak üzere
    iki yeni tip ilaç geliştirdi.
  • Eğer C ilacını seçerseniz 400 hasta ölecek.
  • Eğer D ilacını seçerseniz 1/3 ihtimalle hiç kimse ölmeyecek ve 2/3 (%67) ihtimalle herkes
    ölecek
    Sizin C ve D ilacı arasından seçiminiz hangisi olurdu? Bir şey fark ettiniz mi? A ve C ilacı; B
    ve D ilacı tıpatıp aynı ilaçlar. Aralarında aslında herhangi bir fark yok. Kahneman ve
    Tversky’nin yaptığı çalışmada 152 katılımcıdan oluşan bir grup %72 oranında A ilacını tercih
    ederken %28 oranında B ilacını tercih etmişlerdir. 155 kişilik başka bir grup %22 oranında C
    ilacını tercih ederken %78 oranında D ilacını tercih etmişlerdir. Tıpatıp aynı olan, birinde
    “kurtarma” kelimesiyle sunulan diğerinde ise “ölüm” kelimesiyle sunulan bir problemde
    insanların karar yönü tam tersine hareket etmiştir. Oysa ki iki problem de aynı şeyi ifade
    etmektedir.

Ampirik: Bir şeyi deney yoluyla gözlemlemek, deneysel.

İşte insan aslında budur. Hepimiz kolay manipüle edilebilir, yönlendirilebilir ve rasyonel karar
veremeyen varlıklarız. Kahneman ve Tversky de bunu matematiksel ve ampirik olarak ortaya koydukları için 2002’de Nobel Ödülü’nü kazanan insanlardır.

Soru, görüş ve önerileriniz için:
cagri-budak@hotmail.com
https://twitter.com/mcagribudak



Dün bir kadın gördüm aynada
Yüreği paslanmış, gözlerinde kin.
Tek kelime edecek hâli de yok,
Yaşamak ile ölmek arasında.

Dün bir kadın gördüm aynada
Yüzünde tonla yaşanmışlıklar.
Yaşamayı teğet geçmiş
Ancak henüz ölmemiş.

Dün bir kadın gördüm aynada
Acılarını hep içine atmış.
Henüz yirmisinde bir baharken
Zemheriyi yaşamış.

Dün bir kadın gördüm aynada
Her şeyi elinin tersiyle itmiş.
Yüreğini toprağa gömüp
Yeniden başlamak için dirilmiş.

Hacer Nur YÜZBAŞIOĞLU

Bu yazılan, Mecnun’un ağzından Leyla’ya bir mektuptur. Mektup Mecnun’un mirası üzere açık bırakılmıştır ve kıyamete kadar yalnızca gerçek aşıklar tarafından tamamlanacaktır.

Kulağıma uzaktan bir ses geliyor. İsmimi söylüyor. Belli belirsiz
fakat tanıdık bir ses bu. Hatta o kadar tanıdık ki bir ara kendi sesimle
karıştırıyorum onu. Ağlayarak uyanıyorum uykumdan sonra. Bin yıl mı
geçti, hiç uyanıp tekrar uyudum mu bilemiyorum. Küçük bir düş
hatırlıyorum sadece ve o düşe ait bir ses. Derken biri ismimi söylüyor,
kulağıma fısıldayarak. Bu ses o ses mi diye dinliyorum dikkatlice, bu o
değil, üçüncüde anlıyorum. Zaten kulağıma fısıldanan da benim ismim
değil. Zaten burası da memleketim değil. Her şey garip! İçine
hapsolduğum bu beden de kimin? Hani, o ses nerede? Oysa artık o
kadar çok ses duyabiliyorum ki. Bunlardan birçoğunun bana ait
olduğuna yemin edebilirim fakat hangisi benim bilmiyorum. Tanıdığım
tek bir kişi var, onu bekliyor gibiyim. Sanki bana kim olduğumu
söyleyebilecek biri o. Sesini en son duyduğumda şairin “ervah-ı ezel”
dediği zamandaydık. Ervah-ı ezel, kalu bela… Burada şairler bana
memleketimi hatırlatıyor. Ondan bir haber verirler diye birçok kez
danıştım. Bazıları onu görmüş gibi konuşur, bazıları onun gibi… Bense
sadece onun sesini taklit etmeye ve baktığım her yerde onu aramaya
devam ediyorum.

Bana bu alemde “insan” diyorlar, tanış olduğum bazı şairler ise “yolcu”.
Memleketime döneceğime dair umut veriyorlar. “Gideceksin, merak etme”
diyorlar. Zaten burada şairlerden başkasına güvenilmez. Fakat kime
şair dediğin de önemlidir. Ben sadece memleketlilerime şair diyorum.
Çünkü biliyorum ki şiir, benim memleketimin şarkısıdır. Oranın rüzgarı
bile değse kulağına, asırlar süren bir sarhoşluğa düşüverirsin. Yavaş
yavaş hatırlıyor muyum ne? Hatırlamasam ne çıkar gerçi! Özlüyorum
yine de. İnsan unuttuğu şeyi de özlermiş diyorum. Bu, insan olmaya dair
öğrendiğim ilk şey. Belki insan sadece özlemekten yapılmıştır diye de
geçiyor içimden. Bir gün biri, “Özlüyorsan göğe bak” demişti. Aşağıdan
yukarıya yalvarır gibi bakıyorum şimdi. Sonsuz mavilik ve yılmaz bir
irade ile başımın üstünde duran bu kubbe, özlemimi bir nebze alan,
kalbimin endişesini biraz olsun yatıştıran bir serinliğe dönüşüyor.
Yalnız yürüyorum yolumu. Fakat bir rehavet çöküyor. Bedeni uyuşturan,
yolu uzatan bir ağırlık… Göz kapakları bile sadece gökten gelebilecek bir
haberin umudu ile açılmaya zorluyor kendini. Dönüyorum ki yanıma,
dostum tebessüm ederek bakıyor bana. Elinin altında olup kaçmasından korktuğu bir şeyi tutar gibi göğsünü sıkıyor ve diyor ki: “Yalnız hüznü vardır kalbi olanın”. İşte o zaman hatırlıyorum sanki unuttuğum her şeyi, bir bir hatırlıyorum… Önce kalpler yaratıldı, daha sonra bedenler. Yaratılan her kalp ikiye ayrıldı ve her bir parça birer bedene yerleştirildi. Şimdi ise gönderildiğimiz bu yerde yarım kalple yaşamanın hüznünü çekiyoruz. Meğer bunca zaman içimde hissettiğim boşluk bir yarının eksikliğiymiş. Kalbin yarısı, ömrün yarısı, inancın ve umudun yarısı… Yaşam dedikleri şeyse bir olmanın ya da olamamanın hikayesiymiş.

Yoluma devam ediyorum tekrar. Tıpkı dostum gibi, elimi kalbimin üzerine
bastırarak bunca zaman unutmanın acısını çıkarır gibi hasretle
yürüyorum. Bir de bakıyorum ki ileriden gelen biri görünüyor. Hiç
unutmadığım sesi ile ismimi söylüyor, ismimizi. Ve işte sensin…
Karşımda duran sen, gözleri ile bana memleketimin sonsuzluğunu
getiren sevgili. İçinde yanan ateş cennetimin güneşidir. Senin gelişin
memleketimin baharı, yaprak dökmeyen dalları kirpiklerin. İnip
kalktıkça aşk karşımda duruyor. Silinen hafızamın tek anısı sensin.
Kendimi unutturan seni unutturmadı bana. Vaktidir tamamlanmanın.
Fakat, hayır! Neden arkanı dönüyorsun bana? Hayır, o koşarak
zirvesine tırmandığın dağ bizim değil! Neden bakmıyorsun yüzüme?
Döndüğün yön bizim değil! Anladım bakmayacaksın buraya. Zirvesine
yerleştiğin dağdan, tırmanmaya çalışırken kaç kere düştüğümü bile
görmedin. Oysa elini bir uzatsaydın tutacaktın. Zirveden birlikte
bakacaktık göğe. Secdelerimiz bir olacaktı. Bende kalan bir emanetin
var, onu da verip gideceğim. Senden göremediğim merhametin asıl
sahibine, merhametin kendisine gideceğim. Tek sığınağım O’dur.
Ve gidiyorum bu diyardan… Kaç yüzyıl geçti bilmem, kaç denizde
boğuldum, kaç dağ yıkıldı üzerime, kaç şair öldü benden sonra, kaç
kalp yarım kaldı, kaç güneş battı bilmem. İçimde memleketimin hasreti,
bir kavuşmaya doğru gidiyorum. Hikayem anlatılacak asırlarca. Aşık
oldu değil, aşık öldü diyecekler arkamdan. Kalbimin akıbetini soracak
çocuklar benden sonra dedelerine. Titreyen elleri, sarkmış yüzünden
süzülen tek damla yaşı silerken, kalbimin nasıl beni bıraktığın o dağın
eteğinde, göğüs kafesimi yırtarak çıkıp sana doğru uçtuğunu anlatacak
ve senin bedeninde nasıl diğer yarısıyla bir olduğunu. Benim nasıl bir
hiç olarak o dağın eteğinde kaldığımı da ve diyecek ki: “Oysa aşk değil
de nedir bir ömrün feda edileceği, aşk değil de ne?”


(1) İlhami Çiçek, Satranç Dersleri kitabından alıntıdır.

Nazlı SOLMAZ