ne anasının ocağında ne sevdiğinin kucağında
gecenin koynuna girmiş çocuk
dünya, yörüngesinde kaç tur attı kim bilir
zaman ne çabuk katetmiş tüm yolları
içinde kimi gidişler ve geri dönmeyişler barındıran
anadolu bu, yine nereye uzanmış olmalı

üç kare bir dikdörtgen genel anlamda evmiş diyorlar adına
tanımı dört duvar beyaz kireçli odalarda gün doğumuna selam verememek olsa gerek
hep bir evvelin aynısı olan ertesi günler
hüsransın sen, seni tanıyorum
peki sen, kuyuya düşen çocuğu gördün mü hiç
niçin öldüğünü biliyor musun

Muhammed Furkan Özdoğan

“Gel
Anne ol
Çünkü anne
Bir çocuktan bir Kudüs yapar”(N. P)



Kulağımızdan hiç eksilmeyen Kudüs sesleri, savunmaları, savaşları, eziyetleri,
nidaları,hakkında bir şeyler anlatan onca profesörler.. Peki Kudüs bizim neyimiz olur,
Kudüs’te beklenen neden bir Türk evladıdır da şeriatle yönetilen bir Arap devleti değildir?
Tarihte ilk defa 751 Talas Savaşıyla Abbasilere yardım eden Karluk Türkleri dünyanın kaderini
tamamen değiştirerek yenilmesi an meselesi olan ve islamın tek kaynağı olan bir devleti kurtararak
islamın bugünkü coğrafyalara yayılmasının önünü açmış, denilebilir ki islam yayılabildiyse bugün
bunun en büyük sebeplerinden birisi Karluk Türkleri olmuş. Bu savaşta İslamı tanıyan Türklerin
topluca İslama geçişiyle İslam tarih boyu mihmandarlığını yapacak fedaisini bulmuş Peki Kudüs?
Kudüs şehri hem Yahudilik hem Hristiyanlık hem de İslam dini açısından oldukça önemli ve merkezi,
Yahudilik açısından önemli olma sebebiyse; Yahudilik tarihinde Kudüs’ün gündeme gelmesi ve önem
arz edişi Hazreti Davut Aleyhisselam’ın Kudüs’ü Fethi edip Kudüs’ü İsrail krallığının yani devletin
merkezi yapması ile başladı o zamana kadar Kudüs Yahudi teolojisinde bir önem taşımıyordu. Yahudi
kutsal kitabında Kudüs sadece Hz.İbrahim döneminde Tevrat’ta yer aldığı şekliyle Salem olarak
geçiyordu. Salem bugünkü Jeru Selam olarak alınırsa Tevrat çerçevesinde oraya ilk giden Ceddül
Enbiya olarak kabul edilen Hz.İbrahim Aleyhisselam, yani üç dinin ortak halifesidir. Bu noktada
Kur’an-ı Kerim Hz İbrahim’in ne Yahudi ne Hıristiyan ne de putperest olmadığını onun dosdoğru bir
Müslüman olduğunu “Hanifen Müslima” ile ifade eder. Bu noktada görülür ki Hz. Musa da Kudüs’e
girmeyip vadedilmiş Topraklar olarak addedilen Lut Gölü yakınlarında ki Nebo Dağı tepesine vefat
etmiştir. Böylece Yahudilikte Kudüs’ün önemi ve değeri Hz Davut ile başlamış, Hz Davut 40 yıllık
krallığı’nın 7 yılını Hebron da El-Halil(Batı Şeria) kentinde geçirmiş, Kudüs’ü alınca da Kudüs’ü
Devleti’nin başkenti yapmış böylece Yahudilik de İsrailoğulları Hz. Davut ‘la yerleşik hayata geçmiş
oldular. Hz Davut’un amacıysa Kudüs’e Yahudilikte son derece kutsal olan içerisinde hem Tevrat’tan
bir nüsha olan ve 10 emrin yazılı olduğu iki taş da olan ahit sandığı için bir mabed yaptırmaktı.İlk
olarak kendisi için bir saray yaptırdı,daha sonra da planladığı bu mabedi yaptırmak istedi ama
Yahudilik inancına göre Hz.Davut çok fazla savaşa katıldığı ve çok fazla kan döktüğü için Allah için
yaptıracağı bu mabedin yapımını oğlu Hz.Süleyman’a nakletti. Hz. Süleyman, Hz. Davut’tan sonra
Kudüs’te Yahudiler için Kudüs’ün son derece önemli oluşumunun temel sebebi olan Süleyman
Mabedi olarak adlandırılan bu tapınağı yaptırdı ve dolayısıyla Kudüs Yahudiler için en Merkezi yer
haline gelmiş oldu. Bunun sonucunda bugün Yahudi literatürüne bakıldığında semavî Kudüs’ün
dünyanın sonunda gelindiğinde yerdekinin yerini almak üzere ineceği inancıyla, Kudüs yeniden
kurulduğunda ve ölüler diriltildiğinde mâbedin bulunduğu tepeye yakın olduğu için zaman kazanmak
ve sıkıntıyı azaltmak amacıyla Zeytindağı’na gömülme arzusu, Yahudi Fısıh bayramının seder sofrası
ve kefâret günü ibadeti “seneye Kudüs’te” dileğiyle sona erdirilip, hiç bitmemiştir.Bugün dahi İsrail
Devleti Mescid-i Aksa’nın altını kazarak, Süleyman mabedinin temelini araya devam ederek,mabedin
temelini bulup, inançlarının temellerini detekrar inşa etmek istiyorlar.

“Eğer seni unutursam ey Yeruşalim,sağ elim hünerini unutsun; eğer seni anmazsam, eğer
Yeruşalim’i baş sevincimden üstün tutmazsam dilim damağıma yapışsın” (Mezmur, 137/5-6)
Hristiyan inancındaysa Markör incili’ne göre Hz. İsa Galile bölgesinden tebliğe başlamıştır.
Oradaki halkın olumsuz yaklaşımları sonucu Kudüs’e geçmiş mabedi temizlenmiş fakat
Yahudiler tarafından olumsuz tavırla karşılaşınca şehrin cezalandırılacağını söyleyerek
uzaklaştığına, Hz.İsa’nın dünyevi hayatının burada sona erip, çarmıha gerildiğine, çarmıha
gerilediği esnada da mabedin perdesinin yırtıldığına inanılır. Hristiyan inancında ki 5 Hac
noktasından biridir Kudüs. İslamiyette ise Kudüs’te bulunan Mescid-i Aksa Müslümanların
ilk kıblesidir Kudüs.İlahi tebliğe şahitlik etmiş ve Peygamberimiz Hz.Muhammed Mescid-i
Aksa’dan miraca yükselmiştir. Cenabıhak İsra Sûresi’nin ilk ayetinde şöyle buyuruyor:
“Kulunu birtakım ayetlerimizi göstermek için bir gece Mescid-i Haram’dan çevresini
mübârek kıldığımız Mescid-i Aksa’ya yürütenin şanı pek yücedir.” Kudüs, Hz. Ömer
devrinde fethedilmiş ve Mescid-i Aksa yaptırılmış, işte bu denli mukaddes bir emanet tarih
boyunca işgal altında tutulmuşken tarihin en kritik noktasında 80 yıllık haçlı işgali altındaki
Kudüs bir Türk hükümdar tarafından kuşatılarak şanlı bir zafere ulaşılmış, Selahaddin
Eyyübü’nin bu şanlı zaferiyle İslamiyetin yayılmasının önü bir Türk hükümdar tarafından
tamamen açılmış oldu. Talas savaşından Selahaddin Eyyubi’ye kadar böyle bir davada İslam
önderliğini sloganı halen denilebilir ki;Kudüs için Türklük. Osmanlı yönetiminde de Kudüs
Filistin halkına geri verilerek korumaya alınmış. Bu mukaddes emanet 1967 yılında İsrail
Devleti tarafından işgal edilerek 1880 yılında kabul ettiği kanunla bölünmez başkenti olarak
ilan edildi. İlk olarak napolyon Bonebarte’ın fikriyle ortaya atılan Kudüs’te bir Yahudi devleti
kurma fikri, Basel’de yapılan Birinci Siyonizm Kongresi sonucunda Dünya siyonizm
teşkilatının bu yönde harekete geçmesiyle Osmanlı idaresinde bulunan Filistin’in, Birinci
Dünya Savaşı sırasında İngiltere’nin desteğini alan Araplar tarafından bölgede Osmanlı
hakimiyetine son verilerek, Birinci Siyonizm Kongresinde yayınlanan Basel programıyla
planlanan yüzbinlerce Yahudi göçünün gerçekleştirilmesine izin verdiler. İsrail’in siyonizm
propagandası yönelik bu hareketi halen süregelen sürede yüzbinlerce Filistinli Halkın bugün
dâhi kendi topraklarında mülteci konumunda yaşamalarına sebebiyet verir.Bu kısımda kendi
topraklarında mülteci olarak yaşatılan ve 1986 yılından beri İsrail Devleti’nin siyonist
amaçlarla müebbet zindanlarda tuttuğu ve işkence ettiği yüzbinlerce Filistinli erkeğin sosyal
medyaya yansımasını önünü keserek, müebbet zindan işkencesiyle çocuk sahibi olması
engelliyor, İsrail devletinin en önemli silahı haline gelen bu eziyet ve Filistin halkının hain yok
edilmeleri amaçlanan bu zalimlik bir sevincin de kaynağı oldu. Filistinli kadınlar zindanlarda ki
eşlerinin spermlerini kaçırarak doktor yardımıyla hamile kalıyorlar, Sefir-ul Hurriye, yani
özgürlük elçileri adı verilen bu çocukların 81.cisi geçtiğimiz günlerde Filistinli esir Velid
Dukka’nın kızı doğdu. Bu dünya her gelenin göçebelik yaptığı bir hanuman, görülmeyeni yok
saymak zihni küçümsemekle eş ;zihni küçümsemekle kainatı varoluşla her haliyle
reddetmek bir bardak suya okyanus demek denize haksızlık ;denizi seyredip okyanusu
bulduğunu sanmaksa enaniyet. Umarız Hz. Meryem’e keşke ölsem diye düşündürten
sancıları bir peygamber doğumuyla müjdelendiği gibi, sancıları sona ermeyen Filistin halkına
bu müjdenin tohumları bir bahar sabahı Kudüs’ün üstüne güneşin doğumunu müjdelerler.
Kudüs ise bizim evimiz olur.

Şeyda ÖZDEM

Bahadırhan Dinçaslan’ın 1 Temmuz 2019 tarihli yazısıdır.
mbdincaslan.com

“Doğal” ve “normal” kavramları sıkıntılıdır. Doğal olan nedir? Sözgelimi, fabrika doğal mıdır? Bence doğal: Fabrika, doğada bulunan elementlerden oluşur. Doğada bulunan elementlerle çalışır. Doğanın yarattığı insan zekasıyla inşa edilmiştir. Doğaüstü yahut doğaötesi bir bileşeni yoktur. Normallik de böyle; “normal” olan, zaman ve mekanla sınırlıdır. Dün, insanların kokması normaldi. Bugün buna burun kıvırırız. Yarın, muhtemelen, evde çocuk bakan baba figürü normalleşecek. Üstelik normal olmayan kötüdür demek, zaman ve mekanla sınırlı olduğunu bilsek bile yanlış, zira üstün zeka, üstün yetenekler vs. de “anormal”dir. “Doğal ve normal” olmak üzerine argüman kurmak sıkıntılıdır; bu argümanları “Türk x yapmaz” diyenlerin argümanlarına çok benzetirim. 

Eşcinsellik de böyle, hem eşcinsellik taraftarı, hem eşcinsellik aleyhtarı (bu konunun aleyhtarlık yahut taraftarlığı aslında saçmadır, fakat kolaylık olsun diye bu ifadeyi kullanalım) argümanlar mutlaka “doğallık” ve “normallik” kavramlarına değinirler. Bu konudaki görüşlerimi paylaşmadan evvel, tarihteki ilginç bir motifi paylaşayım. Eski Yunan’ın Thebes şehrinde, “Mübarek Tabur” (Hieros Lochos) diye bir askeri birlik vardı. Bu birliğin en önemli özelliği, 150 çift erkek eşcinselden müteşekkil olması. Rivayetlere göre, böyle teşekkül etmesinin nedeni, sevgilileriyle birlikte savaşacak askerlerin, hem onları korumak, hem onların gözüne girmek için daha yiğitçe çarpışacağı fikri. 

Nitekim öyle de olmuş. Görev yaptığı sürece gözüpekliği ve askeri efektifliğiyle nam salan “Mübarek Tabur”, nihayet meşhur Büyük İskender’in babası II. Philip tarafından yenilgiye uğratıldıklarında, 2 kişiye kadar kırılmalarına rağmen meydanı terk etmemişler. (Bu arada Philippos ismi “at seven” anlamına gelir. Bu Yunanlar hakikaten tuhaf arkadaş. Zaten lezbiyen adı da Lesbos adasından geliyor.) Thebesliler de, yıllar boyu ayakta kalan bir anıt diktirmişler bunlar için, yiğitliklerinin hakkını teslim ederek, üzerine de yazmışlar “Bu adamların münasebetsiz olduklarını düşünen kim varsa helak olsun!”. (Bu anıt Yunanistan bağımsızlığını kazandıktan kısa bir süre sonra hazine arayan bir Yunan komutan tarafından yıkılmış.) 

Bu kesit bize ne anlatıyor? Birincisi, eşcinsellik insan olmaya, yahut asker olmaya mani değildir. İkincisi ve daha önemlisi, bize “Eski Yunan’da eşcinsellik çok yaygındı, Osmanlı’da kol gezerdi” diye anlatılsa da, Thebeslilerin diktiği anıtın alt metninde başka bir şey var. Evet, eşcinsellik hiç değilse bugünün ortadoğusuna göre daha görünür, ama hala “normal” olmayan bir şey. Belki de dalga geçilen bir şey. O yüzden, anıta “bu adamlar münasebetsiz değildi” yazma ihtiyacı hissetmişler. Bu yaygınlık meselesine geri döneceğiz, doğallık konusuna girelim şimdi.

İnsana dair her şeyde olduğu gibi, iptida, evrimsel sebeplere bakmak gerekir. Evrimsel sebepler “her şey” değildir, zira insanoğlu sosyal bir evrim de geçirmiştir, diyelim ki bir erkek binlerce kadınla birlikte olabilecek “biyolojik donanım”ı haizdir ama böyle yapmaz. Yapmak zorunda değildir, yahut bunu yapmıyor oluşu evrime karşı gelmek de değildir. Göktürklerin atlı göçebe bir kavim olduğunu tespit edip, bugünün Türklerine bakarak “neden at sürmüyorsunuz” demek gibi bir şey bu. Peki, nedir eşcinselliğin altında yatan evrimsel sebepler/itkiler? Evrim çoğalmayı hedeflemez mi, neden bazı canlılar eşcinsel olmaya itilmiş? Eşcinsellik, bu veçhile, evrimsel bir hata, bir bozukluk, bir çıkmaz yol kabul edilebilir mi? 

Bilimadamlarının tespitlerine göre, birçok hayvan türünde eşcinsellik gözlemleniyor. Türlere göre oran değişiyor; zira muhtemelen eşcinselliği türün çiftleşme sistematiği, çevresi, yaşam tarzı vs belirliyor. Ancak her türde belli oranlarda eşcinsellik “kesin olarak” gözlemleniyorsa, diyebiliriz ki eşcinsellik doğaldır. Peki neden gözlemleniyor? Birkaç teori var. Örneğin, türün yaşam tarzı “tek bir alfa erkeğin çiftleşme tekelini elinde tuttuğu” bir sisteme dayanıyorsa, diğer erkekler eşcinselliğe yöneliyorlar. Bazı maymun türlerinde ve insanlarda, bazı bireylerin eşcinsel olması, kaynakların daha az tüketilmesine ve “komün”ün çocuk sahibi olmuş çiftin çocuklarına daha fazla emek ve ilgi vererek bakmasına vesile oluyor diyen bir teori de var. Biz daha fetüs evresindeyken, parmaklarımızı birbirine bağlayan hücreler intihar ederek, parmaklarımızın ayrılmasını sağlarlar. “Canlılığın devamı”, “genin bencilliği”, “hayatta kalma içgüdüsü” ve “çoğalma içgüdüsü” büyük resimde anlamlı tespitler, ama özele indiğinizde yetersiz kalabiliyor. Hücreler neden intihar etsinler? Hücre canlılığını devam ettirmeye programlı değil mi? Diğer hücrelerin yaşamaya devam etmesini mümkün kılıyorsa ve genetik materyali buna uygun gelişmişse, hücre intihar eder. Aynı şekilde, genetik yatkınlığımız varsa, uygun koşullar oluşunca eşcinselliğin tetikleniyor olması da mümkün, “yeğenler”in daha iyi bakılması ve bu sayede genlerimizin doğrudan değilse de, dolaylı olarak varlığını sürdürmesi için. Eşcinsellik ayrıca “güç gösterisi” yahut sürü üyeleri arasındaki “bağları pekiştirmek” işlevi ile de hayvan topluluklarında gözlemleniyor. 

Demek, eşcinsellik doğal fakat anormaldir. Normu teşkil etmiyor, ama doğada gördüğümüz diğer her şey kadar doğal. 

Gelelim “gay pride”, LGBTİJKLM gibi yeni fenomenlere. Feminizmin yaşadığı müthiş ve muzır dönüşüm, bu meselede de karşımıza çıkıyor. Sözgelimi, bugünün normları ve ahlak anlayışı dünden farklıydı dedik. Evet, Osmanlı’da eşcinsellik daha görünür ve daha “kabul edilir” bir şeydi. Ama bu Osmanlıların tamamının eşcinsel olduğu anlamına gelmiyor. Yahut eşcinselleri sevmemek ya da onların görünürlüğüne karşı olmak “gizli eşcinsellik” belirtisi değildir. Hakikati çarpıtan ve yeni hakikat inşa etmeye çalışan, bunu yaparken de politize olan ve belli bir ajandaya sahip bir hareket, LGBT; bu yönüyle yeni dalga feminizmle benzer ve en az onun kadar iğrenç, ahlaksız, gereksiz, zararlı ve aptalca.

Cinsiyet teorileri, “birden çok cinsiyet” gibi meselelere girmek konuyu çok uzatacak, belki bu kaçak güreşmek gibi de algılanabilir zira hem yeni dalga feminizm, hem de LGBT, sıkıştığı her yerde, paradigmayı en temelden yeniden inşa etmek ve bambaşka bir düzlem yaratmak suretiyle, atıflarını bu yeni “cinsiyet/cinsellik teorisi”ne yapıyor. Argümanlarınıza cevap vermiyor, kendi düzlemini gösteriyor. Bu, bir islamcıyla tartışmak gibi bir şey, yahut bir marksistle; o yüzden o konuya girmeyecek ve devam edeceğim. 

Eşcinsel insanlar var mı? Evet, varlar. Burada özel alan ve kamusal alan ayrımı yapmamız gerekiyor. Özel alanda insanların neden hoşlandığına vs karar vermek zaten en müstebit rejimlerin bile gerçekleşsin diye çaba göstermediği bir zulüm. Ama tartışmalar kamusal alan ve o alanın olguları üzerinden dönüyor ve saçma sapan teoriler ile vıcık vıcık kampanyalar olmasaydı bu tartışmalar faydalı da olabilirdi. 

Evvela, mesele bir hukuk meselesi. Cinsel yönelim, aynı cinsiyet gibi, insana has ve özel bir motif, dolayısıyla cinsel yönelim sebebiyle bir ayrımcılığa uğramayacaklarının garanti altına alınması talepleri gayet makul. Bu anayasal talebin ötesinde, evlilik konusunda da haklı olduklarını düşünüyorum ve “eşcinseller evlensin mi” referandumlarını saçma buluyorum. Benim evliliğim referandum konusu olsa çok bozulurdum. Neden evlensinler? Evlilik, hukuken birçok hak ve garanti yaratıyor, eşcinseller de hayatlarını birleştirirken bunlardan yararlanabilmeliler. Bunun yanında, adını hatırlayamadığım bir İngiliz politikacının sözü düşüyor aklıma: “Eşcinsellerin evlenmesini savunuyorum, çünkü ben muhafazakarım ve evlilik muhafazakar bir kurumdur.” Eşcinselliğin bu şekilde legal ve “aydınlık” alana çekilmesi, fuhuş ve uyuşturucu dolu yeraltı dünyası eşcinselliğini zayıflatacak ve topluma son tahlilde faydalı olacaktır. Henüz karar veremediğim tek konu, evlat edinme hakları; zira burada eşcinsellerin kendi tercihleri değil, kamunun dahli sözkonusu: Yetiştirme yurdundaki çocuklar için ana-babasızlıktansa iki anneli yahut iki babalı bir ailenin daha iyi olacağını söyleyen eşcinseller var. Fakat, bu konuda henüz yeterince deneyim sahibi değiliz ve kamunun vesayetindeki çocukların psikolojisi ile gelişimlerini nasıl etkileyeceğini bilmediğimiz bir konuda aceleci davranmak doğru değil. 

Hukuk dahilindeki konularda gayet pro-eşcinsel olduğumu söyleyebilirim. Fakat ötesi? Zurnanın zırt dediği yer burası.

“LGBTSJDSJ” ve türevi adlar altında örgütlenen eşcinseller, esasen apolitik olan bir temel insani özelliği politik bir payda haline getiriyorlar. Elbette, STK’lar bunları kendilerine payda edebilir ve hatta etmelidir de; kadınlarla, çocuklarla yahut down sendromlularla ilgilenen, alanını bu kesimler için özelleştirmiş STK’lar faydalıdır. LGBT örgütlenmeleri bununla kalmıyor, hayatın her alanında bu paydayla söz sahibi olup, sosyal, siyasi, ekonomik ve felsefi düzlemlerin hepsini işgal etmek istiyorlar. Bunu yaparken de yeni inşa edilen bir felsefeyi ve paralel gerçekliği dayatıyorlar. Her dizide, her filmde bir eşcinsel olması gerektiğini, bunun “şart” olduğunu savunabiliyorlar; bir salon beyefendisi olmasam “bok yesinler” derdim. Bu tarz kararlara ve “beğeni”lere karışmak, hatta LGBT’nin dayattığı beğeniyi paylaşmayanların kusurlu, yarım, faşist vs. olduğunu iddia etmek, en az eşcinsel avlamak amacıyla örgüt kurmak kadar aşağılık ve had bilmez bir tavırdır. 

Çıplak gezmek, toplum içinde cinsi münasebette bulunmak ve benzerleri, cinsel yönelimin ne olduğundan ayrı olarak toplumun geneli tarafından ayıplanacaktır ve bu kötü bir şey değildir. Ahlak, elbette mükemmel değildir ve bazen muzır bile olabilir, ancak bin yılların ve milyonların nesillerdir tevarüs eden irfanını bir çırpıda yabana atmak da akıl karı değil. Eşcinseller “görünür olmak”tan eğer “Queer Theory” ve benzeri “sıradışılık”ların norm olması arzusunu beyan ediyorlarsa, ki bahsettiğim örgütlenmeler bunu yapıyorlar, başarılı olamayacakları gibi, kendilerine düşmanlığı pekiştirmekten öteye gidemeyecekler. 

Eski kafalı, İngiliz tarzı bir “muhafazakar” olarak, cinselliğin ve cinsel yönelimin zaten uluorta konuşulmasını, bir kamusal alan meselesi haline getirilmesini, muhataplarından ötesine taşırılmasını abes ve sevimsiz buluyorum. Bana “günaydın” yerine “selam ben eşcinselim” diyen komşudan rahatsız olurum, ama “herhangi” bir diğer komşumla konuştuğum gibi, konuştuğum kadar ve “özel olmayan” muhabet edebileceğim bir eşcinsel komşudan rahatsız olmam. 

Şunu da söylemeden edemeyeceğim. Kişi kendisini ne hissediyorsa o değildir. Cüzdanımı çalan adamı polise tarif ettiğimde, “otuz yaşlarında zenci bir erkek” dediğim zaman, “hem ırkçısın hem de peşinen cinsiyet yükledin” diye tepki göreceğim bir dünya istemiyorum. 

Başlıktaki görsel, görüşümü özetliyor aslında. Eşcinseller birey bireydir. Her vatandaşın hakkı onlara da tanınmalı. O vatandaşlara uygulanan kısıtlamalar onlara da uygulanmalı. Eşcinseller bireyse, fakat, her görüşten olabildikleri, farklı istek, arzu ve heveslere, hikayelere sahip oldukları, sırf eşcinsellik teması üzerinden birleşemeyecekleri görülmelidir. Ancak o zaman eşcinsellik “normal” olabilir.

Son olarak, “gay pride” bence anlamsız; insan heteroseksüel olmasıyla gurur duyamaz mesela. Meşrebine göre, belki, binlerce adamı/kadını tavlamış olmasından gurur duyabilir belki. Ama “heyoo, ben esmerim” demek ne kadar saçmaysa, ezilen ve ötekileştirilen bir dezavantajlı grup dahi olsalar, eşcinsellerin bununla “gurur”lanmasını ve onlara gururlanmaları gerektiğinin söylenmesini anlamıyorum. Ama çarpıcı -ve maalesef tiksindirici- eylemlerle gündem yaratıyorlar ve muarızları da onları eleştirirken buna su taşıyor. Ermeni meselesinde de tavrım aynı: Bu konuda, 24 Nisan dışında her gün konuşulabilir, ama Ermenilerin seçtiği ve gündem belirlediği günde konuşulmamalı. Bencileyin “eşcinsel insandır, beni ilgilendirmeyen konularda hadsizlik yapmam, nasıl yaşadıklarıyla ilgilenmem, eşcinsellerin homojen (pun intended) ve yekpare bir grup gibi yansıtılmasından ve bunun üzerine politik bir kimlik inşa edilmesinden rahatsız olduğum kadar, kamusal alandaki taleplerinden ve fikirlerinden de rahatsızım” diyen arakdaşlara tavsiyem, bu tür günlerde umursamaz davranmaları. Sosyal medyada anasayfam eşcinselliğe dair görüşlerle dolduğu için bu yazıyı yazmadan edemedim, ama en azından onların seçtiği günde yapmadım.

Bahadırhan Dinçaslan

Bazı insanlara doğuştan yazabilme yetisi verilmiş sanki. Onlar hiç kitap okumamış olsa bile, konuşuyormuşçasına akıcı bir biçimde yazabiliyorlar. Yazdıklarıyla bize tesir ediyorlar ve bizi büyülüyorlar. Tek kusurlarıysa az yazmaları sayılabilir. Ben ise yazabilmek için tıpkı Montaigne gibi eve kapanıyorum. Bir sürü kitap karıştırıyorum ve onları sindirmeye çalışıyorum. Bunlarla da kalmayıp boş bir kâğıda saatlerce ve hatta günlerce baktığım oluyor. Bazen de fikirler, odamın kapısını sessizce açıp bana uğramadan gitmesinler diye tilki uykusuna yatıyorum. Kısacası benim için yazmaya çalışmak, kaygılar ve belirsizlikler denizinde ayan beyan yüzmenin somut hali oluyor. Fakat tüm bunlara rağmen yazmak ve yaşamak beni huzurlu kılıyor diyebilirim, üstelik yazmanın da yaşamanın da çetin bir savaş gerektirdiği bu çağda.

“Ben gönlümce yazabilmek için evime çekiliyorum.” demiş Montaigne Denemeler’inde. Çoğu insanın malum sebepten ötürü evine çekildiği bugünlerde yazmak yine herkesin aklının bir kenarında duruyor ama öyle kolay değil. Sanki herkes yepyeni şeyler üretmekle meşgul ve zorundaymış gibi hissediyorum. Tedirgin edici ve geleceği belli olmayan bir dünyada yaşamak bunu anlayabilmeyi mümkün kılıyor. Ayrıca insan oturduğu yerden yapınca bu üretme ve bilhassa yazma işini, doğrusu çok da lezzetli buluyordur diye düşünüyorum. Kimi ekmek yapıyor, kimi yazıyor. Ben ikisini de seviyorum. Çünkü düşünme fırsatını ve kendimi bu iki eylemi yaparken yakalıyorum. Yazarken aslında sandalyede sadece bedenim kalıyor, ruhum ise o esnada çoğu zaman boş dönse de hayal gücümün tüm imkanlarını kullanarak birçok yerde dolaşıyor.

Edebiyatın asil savunucularının yazmak zorunda değilsin diye çıkıştığını görüyorum bazen. Bana kalırsa her insan bir şeyler yazmalı. Bunun en samimi biçimi günlük yazmaktır. Edebiyat alemine bir şey sunma iddiasından uzak, düşünerek ve biraz da felsefeyle yoğurulmuş bir biçimde hayatımızdaki olayları kayda geçirmenin ne zararı olabilir? Aksine ileride günlüğe yazdığımız şeyleri okumak, nereden nereye geldiğimizi yahut nelerin üstesinden geldiğimizi ya da gelemediğimizi görmek ve ihtimal ki elli yıl sonra bizi kimsenin hatırlamayacağı bu dünyadan somut bir şeyle ayrılıyor olmanın heyecanını tatmak… Bunlar bile birer kazançtır.

Dünyanın yavaş yavaş ve korkutucu bir değişime uğradığını gördüğüm bu güvensiz zamanlarda, istediğim gibi yazamamak benim için azap verici hâle geliyor. Yine de her akıllı insanın yaptığı gibi her türlü azaptan Allah’a sığınıyorum. Dünyanın beni bu türlü salgın hastalıklarla, krizlerle değiştirmeye çalışması, dünyayı bir anda katletme isteğiyle dolduruyor içimi. Tıpkı başkalarının bizi değiştirmesine müsaade etmektense her şeyi yok etmeyi yeğlememiz gibi. Genellemeyi bir kenara bırakıp yine kendimden yola çıkarsam eğer, belki de okuyucu beni görmezden gelerek yazmamı istemiyor ve beni böylece yok etmek istiyor olabilir mi, diye düşünüyorum. Aslında birçoğumuz gibi düşünüyorum. İnsanoğlu hüsrana uğramayı, yazma meselesinde olsa bile kendine yakıştıramıyor, göz ardı ediyor ise göz göre göre eriyen şu dünyanın bize sadece “evde kal” demesine ve daha büyük türlü dertlerine başka ne yapabilir ki?

Yusuf Karakurt

Ben hüzünlü dağların yorgun gezgini
Arar dururum yaşarken gömülen bedenimi
Bir gece vakti kovuldum yurdumdan
Derimi yakan bir soğuk, kavga ediyordu gözyaşlarımla
Çirkin ruhlu insanların suretine bürünmüş rüzgarlar
Güç gösterisindeydi iki kolumda
Boğazımda ise iki düğüm; çığlıklarım…
Ben sustukça binaların arasından yükseliyordu
Kaybolmuş dervişlerin sedaları

Ben, bir gece vakti kayboldum evim bildiğim sokaklarda
Utanç çökmüştü kaldırım taşlarına
Suçlu gökyüzü eğilmiş önümde
Masum toprak çekiyordu içine
Önden gidiyordu topallayan bacağım

Ruhum özgür, bedenim yenikti
Kavgadan mağlup gözyaşlarım
Kirpiklerimde kelepçeli
Korkuyordum
Ve korkusuzca gömdüm bedenimi.
Ruhum gezgin bir derviş
Seslenir derinliklerden:
“Karanlıkları görmem gerek.
Benim aydınlık keşifler yapabilmek için
Karanlık diyarlardan geçmem gerek.”

Rümeysa Yağmur SAÇAN

Pan-İslâmizm, Pan-Turanizm, Pan-Slavizm, Pan-Cermenizm… Bu fikirleri hepimiz duyduk, okuduk. Pan-Asyacılık (Büyük Asyacılık ya da Japon Turancılığı) fikri ise bu fikirler karşısında arka planda kalmıştır.

Japonya’da Meiji döneminin başlamasıyla birlikte, Japonya; dış dünyaya kapalı olan kapılarını açarak kapalı bir toplum olmaktan çıkmış ve Meiji Modernleşmesi ile birlikte Batılılaşma çalışmalarını hızlı bir şekilde tamamlamış ve teknolojik, ekonomik alanlarda yaptığı atılımlar ile büyük devletler arasına girmeye başlamıştır.¹

1894-1895 yılında I. Çin-Japon Savaşı’nda Japonya, Çin ordularını mağlup etmiş ve bu savaş sonucunda emperyal boyutta ilerleme kaydetmiştir.

Bu savaştan on yıl sonra Japonya adını dünya çapında duyurmayı başardı. Mançurya ve Kore üzerindeki rekabet iki devleti savaş pozisyonuna getirdi. Japonya aldığı galibiyetle,
Uzak Doğu’da yenilmez bir kuvvet hâline geldi. Fakat bu savaşın sonuçları bölgesel değil küresel bir boyuta ulaşmıştı. Bir Şark devletinin (Japonya), bir Garp devletini (Rusya) mağlup etmesi, özellikle Türk ve Müslüman halklar üzerinde büyük bir sevinç yaratmış; Japonya’nın mazlum
hakların temsilcisi olarak adlandırılması ve Şark milletlerinin, Batılı güçlere karşı başarılı olabileceği görüşü oluşmuştu.² Çünkü, Rus-Japon Savaşı’na kadar Şark milletleri, Batılı Devletlerin istilaları karşısında aciz bir durumda kalıyordu.³

1905 tarihinden itibaren Uzak Doğu’da tartışmasız en büyük güç olan Japonya, yayılmacılık faaliyetlerine devam etmiştir. 1905 yılı ile birlikte başlayan Büyük Asyacılık fikri, II. Dünya Savaşı’nın sonlarına kadar devam etmiştir. Japonya’nın iki büyük rakibi olan Çin ve Rusya’nın zayıflaması temel hedef olarak belirlenmişti. Bu nedenle, Rusya ve Çin boyunduruğu altında yaşayan Türk ve Müslüman halklar ile iletişim kurulmaya başlanmış ve Asya halklarının Japon egemenliği altında yaşaması hedeflenmiştir. Çin ve Rusya esareti altında yaşayan Müslüman halkların ciddi bir nüfusa sahip olması ve İslâm’ın sadece bir din olmayıp sosyal, siyasî, ekonomik alanlarda da etkisinin bulunması; Japonya’yı İslâm halklarına yöneltmeye itmiştir.⁴


1920’li yılların başlarından itibaren Japonya’da Büyük Asyacılık fikri daha çok güçlenmeye başlamıştı. Bu yıllardan beri sadece Rusya ve Çin’de değil, aynı zamanda Büyük Britanya boyunduruğu altında yaşayan Hindistan üzerinde de faaliyetler yürütülmeye başlanmıştı. Yine bu dönemde Han Çinlileri de Japon ilgisinin odağıydı.



Japonya, Pan-Asyacılık ideali için Türk aydınlar ile de temaslarda bulunmuştur. Bu aydınların başında Abdürreşid İbrahim gelmektedir. 1905 Rus-Japon Savaşı sonrasında İbrahim, Beynülhak gazetesinde yazdığı elliden fazla makalesinde Japonlara olan sevgi ve saygısını ifade etmiştir. Daha sonra bu makaleler İstanbul’da yayımlanan Sırât-ı Müstakîm dergisinde de yer almıştır.⁵

Sadece Türk aydınların propaganda faaliyetleri ile yetinmeyen Japonya; Asya topraklarına heyetler, ajanlar göndermiş; dernekler kurdurmuş ve yazılı propaganda araçları ile Türk ve Müslüman halklar ile diğer Asya halkları üzerinde de nüfuz etmeye çalışmıştır.

Japonya, Rusya Müslümanları üzerinde propaganda faaliyetleri yürütmüştür. Bu faaliyetler kısaca şöyledir:

Dinî Birlik: Japonya; Rusya Müslümanlarına Hristiyan bir devlet olmadığını, Hristiyan işgalci devletlere karşı mücadele eden bir devlet olduğunu bildirmiştir. Japonlar ile Müslümanlar arasında dinî ortak yönlerin olduğu vurgulanmış ve Pan-İslâmist yayınlar desteklenmiştir.

Irkî Birlik: Türk-Tatarlara yönelik faaliyetlerde iki halkın da (Japonlar ve Türkler) aynı saç ve göz rengine sahip olduğu, aynı ırk ve aynı dil ailesine mensup olunduğu belirtilmiştir.

Coğrafî Birlik: Japonya, Türkler gibi Asyalı olduğunu ve Asyalıların ortak düşmanı olan Batılı güçlere karşı Asyalı halkların yanında olduğu vurgulanmıştır.⁶

Çin’de ise Müslümanlara yönelik faaliyetler kurulan dernekler ve çıkarılan yayınlar üzerinden yürütülmüştür. Çin’deki propaganda merkezinin en başında gelen yer, Şanghay’da kurulan Işık/Nur Cemiyeti’dir. Bu cemiyet, Çin Müslümanlarını Pan-İslâmist harekete kazandırmaya çalışmıştır. Pan-İslâmist hareketin güçlenebilmesi için Japonya’da bir cami kurulması ve Çinli Müslüman öğrencilerin Japonya’ya eğitim almak üzere gönderilmesi amaçlanmıştır. Bunun yanı sıra 1927 yılından itibaren “İslâm” adı altında bir dergi çıkarılmıştır. Derginin ana konusu, Çin’deki İslâmiyetin durumu ve Müslüman liderler hakkında çıkan haberlerdi.⁷

Japonya’da 1921 yılında Turan Halkları Birliği (Tsuran Minzoku Domei) adlı ilk Turan örgütü kurulmuştur. Fakat bu örgütün varlığı uzun soluklu olmamıştır. Japonya’daki konjoktür olgunlaşıncaya kadar Turancılık rafa kaldırıldığı için örgüt kısa bir süre sonra kapanmak zorunda kaldı. 11 yıl sonra (1932) Japonya’da Turancılık yeniden gündeme gelmiş ve Turan Cemiyeti (Nihon Tsuran Kyokai) kurulmuştur. Cemiyetin amacı, Asya Anakarası’nda Turan kökenli olan halkların yaşadığı topraklarda genişlemeyi savunuyordu. Pan-Turanist hareketler Japon siyasî hayatında yeni bir sıçramanın yönetim parolası olacaktı. Japonlar, ata toprağı olan Asya Anakarası’na Turancılık sayesinde dönmeyi amaçlıyorlardı.⁸

Büyük Asyacılık fikrine her ne kadar Japon Turancılığı denilse de Turancılık ile Büyük Asyacılık fikirlerini destekleyen insanlar farklı kişilerden oluşmuştur. Büyük Asyacılık fikrini benimseyen kişilerin Turancı harekete gereken önemi vermemesindeki sebep; Turancılığın, Büyük Asyacılık fikrine ters düşmesinden ibaretti. Çünkü Büyük Asyacılık tezine göre, Britanya İmparatorluğu yaşayan Aryan kökenli Hintliler; Çin’de yaşayan Han Çinlileri ve Tibet halkı Asya’nın birliği için olmazsa olmazken Turancılar için aynısı geçerli değildi. Ayrıca Japonya, Hindistan ve Güneydoğu Asya’nın bağımsızlığına odaklanmış ve bu netice doğrultusunda Büyük Britanya İmparatorluğu’nu en büyük rakip/düşman olarak görüyordu. Turancılar ise, düşman kategorisine İngiltere’den önce Rusya’yı koymuşlardı.⁹

Japon Turancılığını, Osmanlı Devleti’nin son döneminde ortaya çıkan Turancılık ile karıştırmamak gerekir. Çünkü Osmanlı’da Türkçülük hareketinin gelişmesiyle birlikte ortaya çıkan Turancılık anlayışında Kafkasya, İran ve Balkan Türklüğü yer alırken; Japon Turancılığında bu durum söz konusu değildir. Japonya, siyasî meseleler nedeniyle yalnızca Çin ve Rusya içerisinde yaşayan Müslüman Türk halkları ile ilgilenmiş ve onları ayaklandırmaya çalışmıştır.

1 Ali Merthan Dündar, Panislâmizm’den Büyük Asyacılığa Osmanlı İmparatorluğu, Japonya ve Orta Asya, Ötüken Yayınları, İstanbul, 2006, s. 14
2 Selçuk Esenbel, “1904/05 Rus-Japon Savaşı”, Toplumsal Tarih, No 176, 2008, s. 70
3 Şayan Ulusan Şahin, Türk-Japon İlişkileri, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara, 2001, s. 149
4 Dündar, s. 143
5 İsmail Türkoğlu, Türk Dünyasında Hayali japon Casusları, Abdürreşit İbrahim ve Zamanı: Türkiye ve Japonya Arasında Orta Avrasya Sempozyumu Kitabı, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara, 2018, s. 146

6 Dündar, s. 206-209
7 Dündar, s. 213-215
8 Sinan Levent, Japon Turancılığı, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul, 2016, s. 73-107
9 Levent, s. 75-80

Mustafa Kemâl KAYA

Allah’ım seni çok seviyorum
Ve Rûz-ı mahşerden korkuyorum

Ölümün sonunda bir ölüm yok 
Biliyorum 
Beyaz mermerli bahçemde kara çiçekler açar
Ve kuşlar bir tas suya hasret kalır akşamüstlerinde
Ölümlünün ardında zulüm yok
Anlıyorum

Neden geldim bilmiyorum
Ama gün geldiğinde farkındayım gidişimin
Toprağa yapılan bu başkaldırıda iç geçirmek hakkı yok bende 
Allah’ım koru beni 
Bu, dünyaya ilk gelişim 

Allah’ım koru beni 
Acizim
Günah işletmeye aşık kaypak nefsim
Sorguda verecek cevabım yok 
Bir parça katıksız somuna tokum

Sorguda verecek cevabım yok
Acizim
Çünkü kuru dudaklardan esintiyle geçerdim
Çarşıları gezdim 
Çünkü
Ekmeği yere düşürünce öpmedim
Ve tıraşı uzamış adamlardan öğrendim küfretmeyi

Allah’ım seni seviyorum 
Ve Rûz-ı mahşerden çok korkuyorum


M. Sadık Çilova

anılarımı geri getirin gözlerimin önüne
bir çentik daha atacağım şiir defterime
ben ki gecenin karanlığından korkup
anamın göğsüne saklanmak isteyenim
bu şiir yazma cüreti de ne

tutamadım kendimi ve doğurgan kalemimi
yazmayacaktım bir daha şiir
pek afili şair de değilim
271. sokak silinmesin bende diye
kendi benliğimi çiğnedim

tozlu raflara kalkıyor anılarım
aklımın uçurumundan birer birer uçarak
bu şiir aslen ağlama duvarıdır uçurumun kıyısında
ilmek ilmek işliyorum dizelerini
bir darbede yıkılmasın diye

uçup giden anılarımın
ipini tutmalıyım şimdi
ellerinden uçurtmaları kaçan çocuklar gibi
peşinden koşarak
tutup bağlamalıyım penceresiz odalarıma

turuncu bir deftere düşen şiirin son mısralarıdır artık bunlar
ipini tutamadığım anılarımı
sen getir gözlerime ey zaman
bilirim, bir çentiğe sığmaz
bilirim, üç beş defterden ötedir
271. sokak kadardır çocukluk

Mehmet Subaşı

484 yılında Sasaniler’in Ceyhun kıyılarında Ak Hun-Eftalitler tarafından mağlup edilmesi sonucu girmiş olduğu bunalım döneminde zaten yoksul olan halk iyice yoksullaşırken, ülkede güvensiz bir ortam oluşmaya başlamıştır. Halka umut verecek en ufak bir eylemin neleri meydana getireceğinin tahmin edilemeyeceği, halkın adeta bir uçak kazazedesinin cankurtaran botunu beklediği gibi bir kurtuluş beklediği  bu buhranlı ortamda kendisini Mazdek olarak tanıtan ve yeni bir mezhep icat ettiğini iddia eden birisi zuhur etmiştir.1

İçtimai ve iktisadi bunalım geçiren Sasani halkı üzerinde Mazdek’in telkinleri adeta bir cankurtaran botu olarak belirmiştir. Kalabalık kitleler akılları ile değil duyguları ile hareket ederler ve kapıldıkları telkinlerin ateşli birer savunucusu olurlar.2 Mazdeki ayaklanmasının kendi dönemine kadar olan bölümdeki diğer ayaklanmalardan farkı, ilk “Komünist Ayaklanma” olarak tarihe geçmesidir. Tipik komünist propagandası olan malların ortak kullanımı Mazdekilerde, servetin ve kadının ortak kullanımı olarak tahakkuk etmiştir ve eğer bunların her ikisi de herkesin ortak malı olursa yeryüzünden kötülük kalkacaktır. Bu propaganda neticesinde Mazdekiler tarafından birçok dini mekan tahrip edildi, kadınlar tecavüze uğradı, evler yağmalandı. Hatta Mazdek’in telkinlerine uyan dönemin lideri Şah Kavad hapsedilmiştir ancak kendisi Ak Hun Devletine kaçarak Mazdekilere karşı savaşmak için destek istemiştir. Mazdek, günümüz komünistlerinin cebir ve şiddet olmadan inkılap yapılamayacağı düşüncesinin aksine fikrinin tahakkuku ve inkişafı için şiddet kullanmamış, halkı ihtilale davet etmemiş; dönemin hükümdarını etkileyerek onun fermanlarıyla, kanunlarıyla geniş halk kitlelerine yaymıştır.3 Bu fikir hareketi yüksek sınıfın en hassas yerlerine, yani kese ve midesine dokunduğundan soylular ve ruhban sınıfı; özellikle İslam tarihçilerinin “Mezdek-i Zındık-ı Aliyü’l-la’ne” (Lanetlenmiş Zındıkların En Başta Geleni Olan Mezdek) şeklinde belirttikleri harekete karşı her türlü vasıtayı kullanarak karşı koymuştur.4 Mazdek’in fikirlerinin çarpıklığını ilk ağızdan izah etmek gerekirse Nizamülmülk’ün Siyasetnamesi’nde geçen şu satırlara ehemmiyet verilmelidir:

Mezdek şöyle bir kanun koydu: “Bir kişi evinde yirmi kişiyi ağırlamışsa, onlara ekmek, et, şarap ikram edip çalgıcı hazırlamalıdır. Ziyafetten sonra, konukların tek tek kalkarak ev sahibinin karısıyla cinsel ilişkide bulunmasında bir mahsur yoktur.5 Pek gayretli mücadelelere rağmen Mazdeki hareketi ancak 400 binin üzerinde Mazdek taraftarının ve Mazdek’in katliyle sonuçlanmıştır. Yine de Mazdeki hareketinin bir sonucu olarak İran’da doğmuş olan komünist hakimiyeti otuz sene kadar daha devam etmiştir. İslamiyet’ten sonra dahi Mazdek ve fikirleri şekil değiştirerek varlığını korumuştur. Abbasiler döneminde İran’ın kuzey taraflarında ve Azerbaycan coğrafyasında Mazdekilik, isim ve şekil değiştirerek “Hurremilik”olarak yayılmıştır.

Halife Memun ve Mu’tsım devrinde zuhur etmiş olan Hurremilik hareketi, siyasi, içtimai, sosyolojik ve iktisadi nedenler bakımından Mazdekilik hareketinin, İslamiyet maskesi ardına saklanmış bir kopyasıdır. Hurremi hareketinin başı Babek de aynı Mazdek gibi “malda, mülkte, kadında” ortaklığı savunmakta ve komünist fikir ve telkinler yaymaktadır. Aynı Mazdekiler gibi kadın erkek bir arada çalgılı çengili eğlenceye ve şaraba düşkünlükleri vardır. Babek, Türk komutan Afşın tarafından esaslı bir mağlubiyete uğradığı ve Halife tarafından idam edildiği hâlde Hurremilik hareketi yaklaşık yirmi sene daha sönmemiştir.6 Zaman zaman komünizm fikrinin kuvveden fiile geçmesi dolayısıyla bölgede isyanlar olduysa da bunların hiçbiri Hurremiye isyanı kadar geniş çaplı ve tehdit edici düzeye erişmemiştir.

1İbrahim Kafesoğlu, Türk Milli Kültürü, syf.85
2Ayrıntılı bilgi için bkz: Gustave Le Bon, Kitleler Psikolojisi ve Eric Hoffer, Kesin İnançlılar
3Yusuf Akçura, Muasır Avrupa’da Siyasi ve İçtimai Fikirler ve Fikri Cereyanlar, syf.83-85
4a.g.e syf.85
5Nizamülmülk, Siyasetname, syf.470-471
6Ayrıntılı bilgi için bkz: Osman Turan, Makaleler I, syf.204-209

Ahmet Baki İMAM

Örs üzerinde dans eden çekicin çıkardığı ritimli ses tüm sokağa yayılmıştı. Anlayana içli bir musiki mertebesindedir bu ses. Fakat cami imamının oğlu Davut’un dışında herkes için kuru bir gürültüden ibaretti. Öğle ezanı okunalı bir saati geçmişti. Mayıs ayının sıcağı tüm haşmetiyle kasabanın üzerindeyken bir de dükkandaki ocağın ateşi İshak Dede’yi hayli terletmişti. Boynundaki havlusuyla terini sildikten sonra dinlenmek için yerdeki tabureye oturmadan kıraathanenin çırağı Durmuş’a çay istemek için seslenecekti ki, dükkânın kapısından içeriye Davut girdi. İshak Dede’nin yorgun yüzü hemen tebessüm halini aldı. Kapıya yanaşarak tok sesiyle “Durmuş! Evlat, buraya bir çay, bir de oralet!” diye seslendi.

Davut, İshak Dede’nin dükkanının tek müdavimiydi. Her gün okuldan sonra yemeğini yer, nefesini dükkanda alırdı. Çünkü İshak Dede’ye ayrı bir muhabbet beslerdi.  Orada dinlediği hikâyeler, şiirler; aldığı öğütler o kadar hoşuna giderdi ki, eve varır varmaz babasına anlatıverirdi hemen. Babası da “Yahu bu demirci benden iyi yetiştirecek oğlumu…”diye söylenirdi her defasında.

Demirci İshak’a kasabadaki herkes mesafeliyken, Davut’un her gün dükkânda olması tuhafına giderdi insanların. Hatta çok defa imam efendiyi uyarmışlardır da, “Demircinin yanına gönderme şu çocuğu” diye. “Saçtan, sakaldan, bıyıktan herifin yüzü görünmüyor yahu! Bir de namaz kılıyor. Bıyıkları ağzına doluyor, insan bir makaslar. Öyle değil mi hocam?” diyerek hem şikâyet ediyorlar hem de eleştiriyorlardı Demirci İshak’ı. İmam da her seferinde gülerek, “Demirci iyi adamdır, uğraşmayın! Yıllardır bu kasabada yaşar, bir yanlışını gördünüz mü?” diye sorarak savunurdu adamcağızı.

Durmuş, dükkandan içeri girip masa niyetine kullanılan yağ tenekesinin üzerine çayı ve oraleti bırakırken “İshak Dede, ustam artık demirciden parayı peşin al dedi. Yanlış anlama, kıraathane benim olsaydı vallahi böyle bir şey yapmazdım.” diyerek mahcubiyetini belirtti. Demirci İshak, olgunluğunun hakkını vererek “Canını sıkma evlat.” dedi. Cebinden biraz fazlaca para çıkararak “Al bunları götür ustana, neyse borcumuz alsın.” dedi. Durmuş tekrar sıkılgan bir tavır ile “Dedem doğruluğunu, dürüstlüğünü şu kasabada bilmeyen yoktur. Hakkaniyetli adamsın. Ama ustam işte… Sadece ustam olsa iyi. Kimse hazzetmiyor senden. Biraz önce de seni çekiştiriyorlardı. Sonra ustam birden, çayların parasını da al gelirken. Gayrı demirciye veresiye çay yok dedi.” diyerek durumu izah etti. Demirci pamuktan farksız ak sakallarını sıvazladı, çaydan bir yudum aldı ve “Mühim değil evlat, ellerine sağlık bu arada, çay çok lezzetli olmuş. Sen çabuk kavradın bu işi. Herkes böyle çay demleyemez.” diyerek rahatlattı Durmuş’u. Durmuş da gülümseyerek “Afiyet olsun. Bitince seslen, yine getiririm ben. Ustam bekler, bağırmadan gideyim.” diyerek çıktı. Demircinin canı hayli sıkılmıştı ama belli etmiyordu. Hemen Davut’a dönerek “Hele yudumla Davut can oraletini, soğuyacak şimdi. Bir yandan da anlat bakalım, nasıl geçti bugün okul?” diye sordu. Davut, oraletten bir yudum aldı. Bardağı tabağa koydu. Düşünceli bir tavırla “Çarşıdaki bütün dükkânlarda çırak var. Senin çırağın yok. Okulu bırakayım, ben de sana çırak olayım. Ben de demirci olmak istiyorum dede.” dedi. Demirci İshak, gülerek Davut’un başını okşadı. Çay bardağını eline aldı, bardağı eliyle kavradı. Bardağın sıcaklığını avuç içinin tamamında hissetti. Çaydan bir yudum daha aldı. Davut’a “Bak evlat! Ben bu mesleğe on yaşında başladım. Şu gördüğün ateş, örs ve çekiçle elli yıllık dostluğum var. İlk ve tek ustam rahmetli babamdır. Pirim ise Davut peygamber. Evet, severim mesleğimi. Demirciliğin öyküsü, medeniyetin öyküsüdür adeta. Medeniyet, bir demirci ustasının elindeki çekiç darbeleri ile şekillendi dersek abartmış olmayız. Öte yandan Türk kültüründe de önemli bir yere sahiptir demircilik. Geçmişte demir dağı eritti bir usta ve kutlu milletin hürriyet destanı yazıldı. Nice usta ellerden çıkmış zağlı kılıçlarla nice topraklar fethedildi. Bilir misin? İlk demirci Hz. Davut’tur. Yüce Allah’ın hikmetiyle ilk zırhı yapıp giyendir O.”

Birden Demirci İshak’ın aklına ateş geldi. Körüğün başına gitti ve zincirini aşağı çekerek ateşi harladı. Ateşin sönmemesi gerekiyordu. Sabaha elindeki bel küreğini yetiştirmesi lazımdı. Tekrar Davut’un yanına geldi. “He ya Davut can. İsmini taşıdığın peygamber ilk demircidir. Oradaki inceliği fark ettin mi? Davut peygamber kılıç yahut başka bir silah yapmıyor. Savaş darbelerinden korunmak için zırh yapıyor. Nedir bu? Savaşın, kıyımın yanlışlığına işarettir. Şu gördüğün çatlamış, yarılmış eller de çok şükür şimdiye kadar mutfak bıçağı dahi yapmamıştır. Olur da bir cana kıyılmasına uzaktan da olsa sebep oluruz diye… Şimdi gelelim sana. Eğer içinde yaşadığımız asrın Davut’u olmak istiyorsan okula gideceksin. Derslerine iyi çalışacaksın. Bilgiye aşık olacaksın. Unutma evlat, artık insanlığı koruyacak zırhlar laboratuvarlarda bilimle yapılıyor. Senin yerin de köhnemiş demirci dükkânı değil, ilim kokan laboratuvarlar, kütüphanelerdir.” dedi. Davut gerçekten ikna olmuştu. Okumalıydı. Çok çalışmalıydı. Vakit ikindiye yaklaşıyordu. Davut, “Ben artık eve gideyim dedem, yarına ödevlerim var.” diyerek müsaade istedi. Demircinin yüzünde tebessüm belirdi. Alnından öptü Davut’u ve “Ha şöyle evlat. Sana yakışan da budur. Hadi bakalım selam söyle ailene. Söylediklerimi de sakın unutma.” dedi.

Demirci ocağın başına geçti hemen ve bel küreğini bitirmeye koyuldu. Bir yandan da “Belki de son işin olur bu koca İshak, ha gayret…” diyerek mırıldandı.

Sabah namazını kıldıktan sonra hiçbir şey atıştırmadan kasabanın en zengininin evinde aldı soluğunu. Namazlarını ya dükkânda ya da evde kılıyordu. Camiye cumadan cumaya gidiyor, bahçede hasır üstünde kılıyordu cumayı. Çünkü camiye girmesine dahi söyleniyordu kasabalı. Evini ve dükkânını satmak istediğini söyledi. Bir iki konuşmadan sonra değerlerinin biraz altında fiyata anlaştılar. Daha sonra Demirci camiye İmam efendinin yanına gitmek için ev ve dükkânın yeni sahibiyle helalleşip oradan ayrıldı. Tam caminin bahçe kapısına varmıştı ki Hoca ile karşılaştı. Selamlaşıp hâl hatır sorduktan sonra hocaya bir zarf verdi ve “Hocam bu zarfta bir mektup var. Bu mektubu Cuma vaazında cami cemaatine okumanı istiyorum. Çekinmeden okuyabilirsin, tehlikeli bir şey yazmıyor.” dedi. Demirci içleri para dolu iki ayrı zarf daha verdi hocaya ve ekledi “Bunlarla ilgili de mektupta yazdım açık bir şekilde. Davut’a çok selam söyle. Belki bir daha görüşemeyebiliriz. Hakkınızı helal edin.” İmam hemen lafa girerek “Okurum elbet İshak Efendi, beni sıkıntıya sokmayacağını bilirim ama hayrola?” dedi. Demirci bir cevap vermeden gülümseyerek hoca ile tokalaştı ve ağır adımlarla tren istasyonuna doğru ilerledi.

Cuma vaazında İmam efendi mektubu açtı şaşkın bakışlarla kendisini izleyen cemaate okumaya başladı. Mektupta daha fazla kasabada kalamayacağı, kalırsa huzursuzluğa sebep olacağını yazmıştı. Ayrıca Demirci İshak mektubunda, sattığı evinin parasını camiye bağışladığını belirtmiş, dükkânının parasını ise Davut’un eğitimi için harcanmasını istediğini yazmıştı. Bir de kasabalıya “Kusuruma bakmayın ne olur… Her dem nefsimizi makasladığımızdan sakala, bıyığa fırsat bulamadık.” notunu yazmış ve Yunus Emre’nin “Bir kez gönül yıktın ise/Bu kıldığın namaz değil” dizelerini hatırlatmıştı. Mektuptan sonra cami cemaati birbirlerine kafalarını sallayarak pişmanlıktan uzak “İyi adammış vesselam.” cümlesini söylemekle yetindiler. Müezzinin ezanıyla irkilip toparlanmaya başladılar. Az sonra Allah’ın huzurunda namaza duracaklardı.

Muhammet TANG