Bazen tek bir başlık dünyanın her önemli başkentini gezmiş kadar büyüler sizi.
Bazen tek bir kelime binlerce nasihatten iyi gelir.
Ve çoğu zaman da kelimelerle anlatamadığın ne varsa- tek bir bakışınla uzanıverir imkansızlar semtine.
*
Sırada yağmur yağdıracağım kaldırımlarım var;
Ülkemi karış karış gezdim- görmedik yer bırakmadım..
Neredeyse bir o çok merak ettiğim Karadeniz dışında her yerde bir adet fotoğrafım oldu, her yöresel yemeğin tadına bakma fırsatım oldu..
Bazı tatlar kolay silinmez hafızalardan,ülkemi seviyorum.
*
Politika rüzgarları neden esiyor peki yazılarımda.
Anlayamadığım soru işaretleri beynimi gıdıklıyor; aklımı kaşındırıyor da ondan..
Hiçbir şeyi fazla derinlemesine araştırıp bir de ona doğrudan şahit olduğunuz oldu mu ?
Yani gerçek bir film kesitinin hayatınızın tam ortasına düştüğünü hayal edin.
Benim oldu.. benim düştü..
Şimdi kahvemi yudumlamadan soluksuz yazmam da bu sebepten olsa gerek.
*
Genel olarak; kostümlerinin ve makamının içerisinde kendine yer bulamamış karaktersiz politikacı görünümünden bahsediyorum.
Bu saydığım sıfatlardan daha ağırı var ise o da taktir edersiniz ki, halkı kendi çıkarları doğrultusunda yönlendirmeye çalışan günümüz siyasetçilerinin gerçek yüzleridir.
Böyle şiirsel anlatmaya çalışmam, hayal dünyam hala çok yerinde ve taze- insan kolay kolay karartmıyor dünyasını.
Hem kim için ne için karartacağız?
*
Ülkemizde aralıksız ve salgın yayılan bir hastalık var ki o da kadınlarımızın kendilerini ifade edememeleri.
Kadın haklarının ; kova kova sularla kirli denizlere dökülmesi.
Adaletli ve karakterli duruş sergileyenleri ise;yok edip gitmemiz. Acımasız kurallardan oluşuyor aslında bu toplum dediğimiz alt yapı.
Politika ve kadın haklarının aynı çatıda yer alma sebebi ise belli “içi beni dışı seni yakar..” buraya tam oturacak galiba..
*
Devletimizin siyasi partileri, kurumunda ömrünü ülkesine adadığından bahsedenler, ve hatta ve hatta her fırsatta ulu önder Mustafa Kemal Atatürk’ün ismini ağzına alarak aydın kitleleri kendilerine çekmeye çalışan bir kısımdan bahsediyorum.
Nedendir ki üzüntüm burada artarak devam ediyor.
Günümüz Türkiye’sinde siyasetçilerimizin almış olduğu kabın şekli çok uzaklardan mide bulandırmaya yetiyor.
Genç bir kadın , bir gazeteci veya işini yapmayı kafasına koymuş bir insan olarak düşünün kendinizi.
Şimdi geçtiniz bir devlet adamının,kuruluşun veya işverenin karşısına kendinizi anlatmaya çalışıyorsunuz..
Size düşen görevler aslında o işi en iyi şekilde yapabileceğinizi karşı tarafa göstermekten başka ne olabilir ki.
Eğer devletin en başında ki kimselere güvenemezsek kime güveneceğiz.
Cevabı içinde soruyu yine kendim yanıtlayacağım ;
“Kendimize güveneceğiz.. Olduğumuz kişiye, olmaya çalıştığımız kişiye güveneceğiz. Ve eğer ki bulunduğumuz ortam tam da istediğimiz gibi değilse; bize saygı duyulmamışsa o masadan kalkıp gideceğiz…”
Bunun için biraz yaşamış tecrübe edinmiş olmak gerek.
Biraz hayatın mayasını tatmış olmak gerek.
Biraz ne istediğini bilmek; ve karakterini yeri geldiğinde sarsıp kendi kendinin öğretmeni olabilmek gerek.
*
Türkiye’de kadınların işsizlik istatistikleri 2018 raporu göz önüne alındığında iş gücüne katılım oranı erkekte %72.1 iken kadında maalesef %33.8’de kalmış …
Bu istatistik aslında ülkenin medeni durumu,kalkınmışlık seviyesi,ekonomik ve sosyokültürel dengesi, politik, felsefik yapısı gibi gerçek hal ve durumları da gözler önüne seriyor.
*
Devlet adamları ile iç içe çalışan,TV ve medya- halkla ilişkiler mesleğini icra eden kadınlar için bu durum gittikçe vahim bir hal alıyor.
Ülkenin başlarına doğru çıkıldıkça sektörel açıdan ise ; karakterin gittikçe alt seviyelere indiğini gözlemliyoruz.
Neden bu şekilde negatif bir tablo ele aldık;
Çünkü gerçeklerden kaçmayı bırakmalıyız;
Çünkü kendisine rütbe takılmış bu insanların hepsinin içinde gerçek bir kalp ve haysiyet olup olmadığını bilemeyiz.
Halkın önünde konuşma yapan toplululukların neyi ne için söylediğini kestiremeyiz…
Yalanlardan , riyakarlıktan ,sahtekarlıktan beli bükülmüş günümüz adamlarını normal göremeyiz…
Her şeye elbet bir cevabımızın olduğu asi toplululuklar görme hayalimizi bir kenara bırakamayız.
Esas meseleler söz konusu olduğunda asla ama asla boyun eğemeyiz!
Ve bu sayılar rakamlar; ve gerçek hikayeler ile bir an önce yüzleşmeliyiz.
*
Yüzleşmeliyiz çünkü kız çocuklarımız olacak;
Yüzleşmeliyiz çünkü erkek çocuklar yetiştireceğiz..
Onlara nasıl davranacağını bilecek ;öğretmenler,doktorlar- bilim insanları yetiştireceğiz.
00Editörhttps://www.30eksi.com/wp-content/uploads/2020/11/30eksi-header-300x84.pngEditör2019-09-03 13:44:002019-09-03 13:44:00Yüzleşmeliyiz Çünkü Kız Çocuklarımız Olacak!
“Deniz ufkunda bu top sesleri nerden geliyor? Barbaros, belki, donanmayla seferden geliyor! Adalardan mı? Tunus’dan mı, Cezayir’den mi? Hür ufuklarda donanmış iki yüz pare gemi Yeni doğmuş aya baktıkları yerden geliyor; O mübarek gemiler hangi seferden geliyor?”
Büyük Türk denizcisi,amirali,korsanı,kaptan-ı derya Barbaros Hayrettin Paşa Midilli’de doğmuştur.Babası Vardar Yenicesi’nden Midilli’ye gelen Yakup Ağa’ydı.Yakup Ağa Midilli’nin fethi üzerine buraya gelmiş bir kale muhafızıydı.Asıl adı Hızır olan Hayrettin Paşa’nın doğum tarihi kesin olmamakla birlikte 1466-1483 arasında çeşitli rivayetler vardır.1478 yılı civarında doğduğu tahmin edilmektedir.Asıl adı Hızır olmasına rağmen Hayrettin ve Barbaros lakablarıyla tanınmıştır.Hayrettin lakabını Yavuz Sultan Selim (“Hızır Reis nasrüddîndir,hayrüddîndir.”) Barbaros (İtalyanca/la barba:sakal) lakabını ise ağabeyi Oruç Reis dolayısıyla Avrupalılar takmıştır.
Hızır Reis’in Oruç ve İshak adında iki ağabeyi,İlyas adında bir kardeşi vardı.Oruç ve Hızır deniz ticareti ile uğraşıyordu.Bir gün küçük kardeşleri İlyas’ı da yanına alarak Şam Trablusu’na doğru yola çıkan Oruç Reis’in gemisi Rodos Şövalyeleri tarafından tutuldu.Oruç Reis esir alınıp zindana atıldı kardeşi İlyas ise şehit oldu.Oruç’u fidye vererek kurtarmaya çalışan Hızır Reis bunu başaramadı Oruç Reis ise bir fırsat bulup Rodos Şövalyeleri’nin elinden kaçtı.Bu olaydan sonra Oruç Reis korsanlığa başladı.Hızır Reis ise biraz daha ticarete devam etti ama daha sonra o da ağabeyi Oruç Reis’e katıldı.
Kaptan-ı Derya Hayrettin Paşa,Kanuni Sultan Süleyman’ın emriyle anılarını yazdırmıştı.Türk denizcilik tarihinin en önemli kaynaklarından biri olan bu eserin asıl adı “Gazavât’ı Hayreddin Paşa”dır.Eserin müellifi, muhtemelen XV. yüzyılın son çeyreğinde doğan ve bahriyeden yetişen, 1525’te yazılmış olan Kitâb-ı Bahriyye’nin telifinde görev alan, daha sonra Kaptanıderyâ Barbaros Hayreddin Paşa’nın hizmetine giren Murâdî mahlaslı şair Seyyid Murad’dır.Gazavât-ı Hayreddin Paşa gazavatnâme türü eserlerin en önemlilerindendir. Sadece Barbaros’un deniz seferlerini ihtiva eden bir tarih kaynağı olarak değil Kanûnî Sultan Süleyman’ın deniz politikasını yansıtan bir eser olarak da türünün en güzel örneklerinden biridir. Murâdî, eserini her şeyden önce Hayreddin Paşa’nın kendisine anlattıklarına dayanarak kaleme almışsa da gazavatnâmeye bir edebî değer de katmıştır.(Aldo Gallotta)
Barbaros Hayreddin anlatıyor:
Oruç Reis esir ediliyor!
“Kimseye muhtaç değildik. Kendi işimizi işleyip rahat yaşıyorduk. Ben, daha çok Selânik ve Eğriboz’a sefer ederdim. O taraflara sefer etmek hoşuma giderdi. Amma, Oruç reis, küçük karındaşımız İlyas’ı da yanına alıp Şam Trablusu’na doğru sefer etmek İstedi. Kaza kader bu ya, yolda giderlerken ansızın Rodos gemilerine rast geldiler. Ulu cenk eylediler. Karındaşımız İlyas şehit düşüp ecel şerbetini içti. Meskeni cennet-i a’lâ oldu. Rahmetullahi aleyh. Elhâsıl kâfir gemileri galip geldi. Dertli ağam Oruç Reis’i gemisiyle esir aldılar.Bu kara haber âleme yayılıp, Midilli’ye de ulaştı. Haberi alınca gerek ağam Oruç’un esareti, gerek İlyas karındaşçığımın şehâdeti beni ağlatıp perişan etti. Sonunda « Allah’tan gelene hoş geldin, denir. Hüküm tek ve kahhar olan Allah’ındır.» deyip «OIacak olsa gerek çâr ü nâ-çar, «Gerek kalbin geniş tut gerek dâr.» sözüne uyarak İşe çare düşünmeye başladım. Ağam Oruç’u yer altına attılar. Midilli’de tanıdığım bir kâfir bezirgân vardı. Daima Rodos’a varıp gelip ticaret ederdi. Adı Kirigo idi.
Bu kâfire ağamın halini anlattım.
“İşte yârenlik dostluk bu günde belli olur.” dedim.
Kirigo’yu gemime alıp, Bodrum’a getirdim. Ben Bodrum’da kaldım. Onu, eline Oruç Reis’i kurtarması İçin onsekizbin akçe verip Rodos’a gönderdim. “Var şimdi sen Rodos’a git. Ben burada durayım. Bak gör, karındaşım Oruç Reis ne âlemdedir. Ona göre bana bir haber getir. Tedbirli davran, kendisi ile görüş” diye tembih ettim.”Baş üstüne!” dedi.
Bir kefere teknesine binip Rodos’a gitti.”
Kirigo Oruç Reis’le görüşüyor.
“Krigo ne yapıp edip, ağamla görüşmüş.
Gizlice: “Karındaşın Hızır, sana çok selâm ve dualar eder. Senin haline çok üzülüp perişan olmaktadır. Hasretinin clemiyle gece gündüz, Hazreti Yakup gibi yaşlar dökmektedir. Beni sana gönderdi. Seni kurtarmak için çareler aramamı söyledi. «Mal ile mi hile ile mi, her nasıl ise, karındaşımı kurtar» diye bana minnetler eyledi, şimdi benden hayırlı bir haber bekliyor.” diye, bir bir anlatmış,
Oruç Reis, bu sözleri duyunca çok sevinip ağlamış: “Berhurdar olsun. Bugünkü günde karındaşlığını gösterdi.”
Diye dualar etmiş. Sonra: “Sen şimdi git, işine bak. Konuştuklarımızı sırtındaki gömleğin bile duymasın. Kendi halinde ol. Ben bir şekil düşüneceğim. Bakalım âyine-i devran ne suret gösterir. Amma, arada bir yine gizlice birbirimizle görüşelim” demiş.
Bunun üzerine ayrılmışlar. Kirigo, Oruç Reis’in dediğine göre hareket edip, fırsat buldukça ağamla görüşür harçlık yiyecek gibi şeyler de verirmiş. Ne yapacaklarını konuşuyorlarmış. Oruç Reis’in Rodos’ta, Santurluoğlu adında bir kâfir tanıdığı vardı. Rodos’ta adı sanı maruf bir adamlardı. Daima Oruç Reis’i gözetir, hatırını alırdı.”
Oruç Reis “Beni satın al” diyor.
“Oruç Reis «Beni satın al» dedi. Kirigo geldikten bir zaman sonra bir gün, Oruç Reis, Santurluoğlu’na şöyle dedi: ” Ey Santurluoğlu sana bir sözüm var. Eğer İstersen söyleyeyim.”
” Elbette, benden hiç çekinmeden, kalbinde ne varsa söyle.”
“Biz seninle dostuz, beni satın al. Sana hizmet edeyim.”
“Pek güzel eğer satarlarsa, canıma minnet alayım. Ancak bunu belli etmeyelim. Senin sahibin olan kaptan ve diğerleri filân yerde filân dükkânda oturup cemiyet ederler. Sen onları gözle. Filân gün gelip de o dükkânda toplandıklarında sen oradan geç. Amma sakın iki tarafına bakınma. Hemen yoluna gider gibi geç git. O zaman ben seni görür, almak İsterim. Eğer benim elimden yiyecek nasibin varsa olur biter. Amma bu sır aramızda kalsın isterim.”
Oruç Reis bu sözü Santurluoğlu’ndan işitince, esirlik hali değil mi, güya azat olmuş kadar ferahlamış. Günlerden bir gün kaptanlar ve büyük kâfirler, o dükkâna oturup cemiyet eylediklerinde, Oruç Reis de bunları gözetip hemen o dükkânın önünden sür’atle güyâ bir hizmete gidercesine geçip yürümüş. Santurluoğlu, Oruç Reis’in geçtiğini görünce: “Acaba şu geçip giden esir kimindir? Bârekâllah her zaman görürüm. Buradan geçer, hizmetine hemen ateş gibi gider. Eğer şu esiri sahibi sataydı alırdım” diye, sahteden ortaya bir söz atmış.
Cemiyette bulunan sahibi: “Benimdir. Eğer istersen vereyim. Söyle ne istersin?”
“Bin altın isterim”
Dükkânda bulunan kaptanlar da aracılık edip sekizvüz altına Oruç Reis’i satın almış.”
Oruç Reis’in hilesi anlaşılıyor.
“O zaman Rodos’ta bir âdet vardı. Vilâyete iki zâbit hükmederdi. Biri derya İşlerine, biri vilâyet İşlerine bakardı. Amma gör hikmeti sen ki, esirin işi güç olur, bu sırada vilâyete bakan kâfir mürd olduğundan, deryaya bakan kâfir onun yerine Komandor olmuştu. Yeni oturan bu Komandor, Oruç Reis’in satılmasını istemedi: “Onbin altın vermeye kadir olan kaptanı sekizyüz altına vermektik büyük aptallıktır. Satana haksızlık olur, buna rızam yoktur.” dedi.
Santurluoğlu’na akçasını çevirip, Oruç Reis’i tekrar esir eylediler.”
Kirigo’nun Oruç Reis’e Hıyâneti
“Oruç Reis’i tekrar esir etmelerinin sebebi, benim Rodos’a gönderdiğim, ol kâfir-i billâh, mel’un Kirigo imiş. Yeni oturan kumandana bizi çaşıtlamış. Hem benim, karındaşımı kurtarsın diye verdiğim onsekizbin akça yanına kalmış, hem de çaşıtlığının mukabelesinde, kumandan ona büyük mansıp vermiş. Kirigo kâfiri kadar İslâma hayın bir kimse var mıdır? Sana dostluk yüzü göstermesi hemen fırsatı buluncaya kadardır.
Bundan sonra Oruç Reis’in hali pek fenalaştı. Mel’un bir kâfir olan yeni Komandor, Oruç Reis’i yer altına zindana attırıp şiddetle eziyet edilmesini emretti. Eline ayağına boğazına ağır demir zincirler vurup belâya giriftar ettiler. Ölmeyecek kadar ekmek verdiler.”
Oruç Reis Komandor’la konuşuyor.
“Mürd olan eski Komandor zamanında vakti iyi geçermiş. Yalnız ayağında hafif bir demir bilezik varmış. Çokluk İş bile yaptırmazlarmış. Karındaşım dertli Oruç, artık yer altında kendi haline yakınıp:”Yarab, bu hal nedir? Bana bu azap nerden geldi” diye ağlardı.
Elden ne gelir.”İnnaIlâhe maassâbirîn” deyip AIlah’ın kaza ve kaderine razı olup durdu.
Günlerden bir gün, kendisini bekleyen gardiyana:”Gel beni bugün buradan çıkar, Komandor’a götür. Onunla konuşacak sözüm var.” dedi.
Gardiyan:” İzinsiz çıkarmaya kadir değilim. Haber verelim. Eğer çıkar derlerse, o zaman götürürüm.” cevabını verdi.
Şimdi hâkim olan Komandor’a haber verildi. Getirilmesine İzin verince, Oruç Reis’i yer altında çıkarıp onun katına götürdüler. Oruç Reis Komandor’la alay ediyor. Komandor, Oruç Reis’i görünce gazaplı bir suratla:”Niye geldin!” dedi.
Oruç Reis: “Ey sinyor! Bana bu kadar eziyet eylemekten maksadm nedir? Esirlik yolu bu yol mudur?” deyince, kâfir:”Ey Türk! Sana edeceğim azabm daha binde biri İcra edilmemiştir. Sen sekizyüz altına paha biçip de gideceğini mi sandın? Bak ben adama ne iş keserim! Karındaşın Hızır Reis’in dünya kadar mal İle Bodrum’da senin için göz kulak olup —Acaba karındaşırnı şunların elinden nasıl halâs edebilirim— diye bu hileyi hazırladığından haberimiz yok mu zannedersin? Yoksa sen bizi uyur mu sandın?” dedi.
Oruç Reis de o zaman Kirigo kâfirin alçaklığına uğradığını anladı.Hepsini inkâr edip:” Hâşâ! Benim bunlardan haberim yoktur. Bunları benim hakkımda kim söylemişse yalan söylemiş. Bu garip halimde bana hadden aşırı iftira etmişler.Ben o dinsiz münâfıkı cümle kâinatı yoktan var eden Allahu azimüşşana havale kıldım.”Dedikten sonra: “Ama muradın, beni hakikaten satmak İse, beni yine kendime sat.” diye ilâve etti.
Bunu duyan Komandor biraz yumuşayıp sordu: “Söyle bakalım ne verirsin?”
Oruç Reis: “Sana bütün Rumeli’ni arpalık ve Anadolu’yu cep harçlığı verdikten sonra nakit olmak üzere de yüzbin altın vereyim.” dedi.
O zaman Komandor pür-ateş olup: “Bre diyavolo! Bu ne biçim sözdür? Yoksa sen beni maskaralığa mı almak istersin!” diye hiddete geldi.
Oruç: “Sinyor, sakın benim sözüme darılma, zira darb-ı meseldir: “Böyle eyyam-ı gamın, böyle olur nevrûzu” derler. Sen bana: “Karındaşın teknesini mal ile doldurmuş, seni bir fırsatta elimizden halâs etmek için Bodrum’da bekler imiş” dedin. O sözün cevabı budur. Evvelâ bu kadar çok malın sahibi olan kişinin deryada işi ne? Beni teknemle başımla aldınız. Sonra dönüp “Bize onbin altın ver” diye eziyet eylemek AIlah’ın emri değildir. Makul olanı sen bilirsin.” cevabını verdi.
Ebedî mel’un ve sermedî hınzır, Oruç Reis’ten bu nükteli cevabı işitince hınzır gibi homurdamp kakıdı, yıldırım gibi şakıdı. Gazaba gelip Oruç Reis’i yer altına yolladı. Eskisinden daha fazla eziyet etmeye başladılar.”
Ak yüzlü bir pir Oruç Reis’in rüyasına giriyor.
“Oruç Reis bu kâfirden kendisine bir fayda gelmeyeceğini anladı. O gece sabaha kadar Azizü zül-intikam olan ma’bûd-i bîzevâlc tazarru ve niyaz edip “HâIimi sen bilirsin” deyip, yüzünü toprağa sürüp ağladı ve dedi ki:
“Ya İlâhi’l Âlemin! Bütün kimsesiz kalmışlara derman senden olur, İbrahim Peygambere Nemrud’un ateşini gülistan eden sensin. Yusuf Peygambere zindandan necat veren sensin. Bütün zorlukları kullarına âsan eden sensin. Habibin Muhammed Mustafa hakkı için, ben bîçare kuluna dahi meded ve inâyet edip, beni şu belâ girdabından halâs eyle!..”
Gözyaşlarından, bulunduğu yer balçığa döndü. O hâl İle yatıp uyudu. O gece rüyasında ak yüzlü bir pîr gelip: “Ya Oruç! İslâm uğruna her ne eziyet çekersen sabr eyle. Ferahın yakındır. Sen sekizyüz altın vermeye razı olmuştun. Amma buradaki kısmetin kesilmediği için işin aksi gitti. Allah, seni bir akça vermeden kurtarmaya kadirdir. Daha çok gazalar edeceksin.” deyip kayboldu.
Oruç Reis, uykudan uyanıp: “Ya Rabbi şükür!” diyerek, sabaha kadar ibadet ve taatte bulundu.”
Oruç Reis küreğe veriliyor.
“Sabah oldukta, bütün kâfir kaptanları bir araya gelip, Oruç Reis’e dair aralarında konuştular: “Bu ne iştir? Bizim kumandanımız deryada gezmez ve derya işlerini gereği gibi bilmez. Esirlik hali bugün Oruç Reis’e ise yarın bizedir. Deryada gezen adamın başına çok haller gelir. Sen bana elbette şu kadar akçe vereceksin, diye yer altına atıp bu denli eziyet eylemek Allah’ın emri değildir.” diye ittifak edip, cümle kaptanlar, kumandana varıp, bu hali izah edip anlattılar.Kumandan dahi kaptanların sözlerinden çıkmadı. O saat, Oruç Reis’i yer altından çıkarıp bir kaliteye küreğe kodular. Oruç Reis: “Yer altında olan eziyete göre kürek yine nurun alâ nurdur. Yarabbi şükür, dünya yüzünü gösterdin!” diye azatlık olmuş kadar mesrur oldu.
O sıralarda Sultan Korkut Antalya’da bulunmakta İdi. Âdet edinmişlerdi. Her sehe Rodosluların elinden yüz esir satın alıp Allah rızası için azat ederdi. Yine sene başı yakın olduğundan kapıcıbaşını Rodos’a gönderip, âdeti üzere yüz esir kurtardı. O zamanda, yirmi otuz esir birden azat olursa kendi gemilerine koyup selâmet yakasına götürüp dökmek, kâfirlerin âdeti idi. Bu sefer de kapıcıbaşının aldığı yüz esiri, Oruç Reis’in kürekte olduğu kaliteye koyup, bir selâmet yakasına bırakmak İçin muvafık bir rüzgârda yola çıktllar. Oruç Reis her lisanı bilir bir kişi idi. Rum lisanını da çok iyi bilirdi. Çok şen tabiatlı, sohbeti tatlı bir kimse olduğundan kendisiyle bir kere konuşan kimse ayrılmazdı. Kalitenin kaptanı ve öteki büyük kâfirlerle de şakalaşıp ünsiyet peyda etmişti.”
Oruç Reis’e “Hristiyan ol” teklifi yapılıyor!
“Bir gün kâfirlerle sohbet edip, gülüp oynarken kâfirler:” Ey Türk! Sen güzel sözlü bir kişisin. Bizim lisanımızı da çok iyi bilirsin. Müslümanlıkta ne buldun? Gel, dinimize gir. İçimizde sen de adı sanı belli bir adam olursun.” dediler.
Oruç Reis se: “Elhamdülillahi alâ din-il İslâm ve tevfik-il” dedikten sonra: “Ey akılsız kâfirler ve ey sermedî hınzırlar! Nedir o ki, kendi ellerinizle düzüp yaptığınız ağaç parçasından medet talep edersiniz! Ondan ne fayda olacaktır? Onları ateşe atsalar kendilerini kurtarmaya kadir değillerdir. Yanıp kül olurlar.Kendisine kulluk edilecek Allah’tan başka hiçbir fert yoktur. Bütün kâinâtı yoktan var eyleyen odur. Onun ortağı benzeri yoktur. Mekândan münezzehtir. ve zat-ı şerifi bir hâl üzere sâbittir.”
“Ve bütün günahkârların ve suçluların şefaatçısı olan hazret-i risâlet ve mefhar-i mevcudat Muhammed Mustafa sallâllahu aleyhi ve sellem, onun sevgili kuludur…” diye cevap verdi.
Bunun üzerine kâfirler:”Muhammediniz bütün suçlulara şefaat edecektir, dersin. Bakalım şimdi seni bizim elimizden kurtarabilir mi?” dediler. Oruç Reis: “Behey kâfirler! Yuf sizin aklınıza! Benim sadakatİm, imânım şunadır ki Allah’a ve Resûlüne yapışan kimse mahrum kalmaz. Yakında sizin içinizden halâs olurum.” dedi.
Ebedî kâfirler ise: “Hele sen şimdi küreğini çek de, Muhammed eğer seni kurtarabilirse kurtarsın.” dediler.
O gece Oruç Reis, bütün ihtiyaçları veren Cenâb-ı Kibriya’ya yine ağlayarak dualar etti ve: “Yâ İlâh-el Âlemin! Beni şu kâfir-i müşriklerin İçinde utandırma. Lutf edip, ben zayıf kulunu, yakın zamanda kurtar.” diye ağlayıp yalvardı.
Oruç Reis’in forsa olduğu kalitede bir papaz vardı.Bu papaz kâfirlere:”O, Oruç Reis dedikleri kâfir ile çok konuşmaktan sakının, Zira, Müslümanlık bakımından çok okuyup bilmiştir. Anlarım ki, benden çok yukarı papaza benzer. Siz onu aklınızca dininden çıkarmaya ça’Işırsınız amma, korkarım ki, o sizin cümlenizi turkuvaz eder. Ondan alarga durun.” diyee tembih etmişti. Bunun için kâfirler de onunla eskisi gibi şaka lâtife etmez olmuşlardı.
Nihayet Antalya yakınlarında ıssız bir kıyıya yanaşıp, kapıcıbaşı ile yüz esiri çıkardılar. Fakat o gece rüzgâr muhalif estiğinden kalkamayıp, demirli kaldılar. Kalitenin sandalı da kaptan için balık avlanmaya gitti. Her taraf süt limanlık idi.Böyle iken, bir anda büyük bir fırtına kalktı. Öyle ki Nuh tufanına benzedi. Her yeri karanlık kapladı. Sandal da gelemeyip bir koltukta sindi kaldı. O gece nerdeyse gemi helâk olayazdı.”
Oruç Reis kaçıp kurtuluyor!
“BismiIIahirrahmânirrahim” diyerek o gecenin içinde, ortalık göz gözü görmez iken, Oruç Reis fırsatı ganimet bildi. İmanının bereketi olarakı Hak teâlâ işini rast getirip ayağındaki demiri kolayca çıkardı.
“BismiIIahirrahmânirrahim” diyerek kendisini denize bıraktı. Yüzerek karaya çıktı. Yüzünü yerlere sürüp sonsuz hamleler etti.
Hemen yola koyulup bir köye vardı. Yer gök bilmeyip iki tarafına bakınırken bir kocakarıcık önüne Çıkadüştü.
Oruç Reis’e: “Ey oğul! Zahmetli yoldan gelmişe benzersin. Gel bu gece bana konuk ol” dedi.Ağamı evin götürüp yiyecek neyi varsa önüne kodu, yedirip İçirdi. Urbacığın değiştirdi.Oruç Reis de başından geçen halleri anlatıp, nasıl firar ederek oraya geldiğini nakletti.
Kocakarıcık çok sevinip: “Şükür oğul, elhamdülillâh. Allah teâlâ sana yol vermiş.” dedi, sevindi.
O köyün halkı misafiri pek severlerdi. Oruç Reis köyde on gün eğlendi, öyle ki, Oruç Reis’i elden ele geçirip pay edemezlerdi. Kocakarıcığa o geceden sonra sıra vermediler. ” Sende bir gece misafir olmuş, bizde de olsun!.” diye, kocakarı ile kavga ederlerdi. Kocakarı ise : “Be adamlar, niçin benim misafirimi alırsınız? Allah teâlâ onu bana misafir gönderdi. Gidinceye kadar benim yanımda eğletsin. Varın Allah teâlâ size de misafir versin.” diye söylenirdi.
Meğer yollar üzerinde dolaşıp, düşmüşten kalmıştan, hastadan sayrudan, bulduğunu evine götürüp, taam yedirip, görüp gözetmek bu kocakarıcığın âdeti imiş.Bir tarlası varmış ki, onu sadece misafire ikram için ekermiş. Allah’ın emri ile, bir yerde ekin gelmese, misafir için ekilen o tarlanın ekini, çekmekle tükenmezmİş. Ona böyle bir bereket inmiş.”
Oruç Reis kurtulduktan sonra…
“Şimdi, gelelim kâfirlere: O gecenin yarısında fırtına sakin olup sandal da gemiye geldikten sonra hareket için hazırlığa başlamışlar. Sabah olunca bir de baktılar ki, Oruç Reis’in yeri boş. Firar etmiş…Kalitenin kaptanı saçın sakalını yolmaya başladı. “Gran Mastor’un yanına ne yüzle gideriz?” Diye kasâvete battılar.
Allah teâlâ kâfir-i ebedilerin kasâvet ve ukubetlerini artırsın.Bu kaplanın daha fazla elem çekmesinin sebebi Komandor’a gidip: “Bu senin yaptığın deniz yolu değildir. Bakarsın biz de onların eline düşeriz. Onlar da bize kendi koduğunuz yoldur, diye ondan beter ederler.” diye söyleyenlerden olmasaydı. Oruç Reis’in firar etmesi yüzünden Gran Mastor’un yanında mahcup olacağından, ziyade sıkıntıya düşmüştü.
Oruç Reis’in, söylediği gibi, Allah’ın inayeti ile firar etmesi ise, kâfirler arasında onun anlattıklarının hak olduğuna büyük delil oldu.Çünkü Oruç Reis onlara şöyle demişti:” Yakında, mâbudum olan Cenâb-l Bârî ve şefaatçım olan Sultan – ül Enbiya’nın, beni sizin içinizden kurtaracağı muhakkaktır.”
Şimdi bu söz çıkmıştı. Elhamdülillâhi hâzâ min fazlı Rabbi.
Kâfirler ise o zaman, Oruç Reis’le istihza edip:”Sen şimdiki halde küreğini çek de, Muhammed’in gelsin bizim elimizden seni kurtarsın.” demişlerdi.
Şimdi mahcup olup, başları aşağı düştü… Hak teâlâ din düşmanlarının başlarını daima aşağı eyleyip makhur kılsın. Ve asâkir-i İslâm karındaşlarımızı berde ve bahrde üzerlerine mansur ve muzaffer eylesin.
Fakat gemideki mel’un papaz, kâfirlerin kalplerine şüphe düşüp, hak yola dönmelerini önlemek için: “Onların Muhammedleri öteden beri sihirbazlıkla tanınır bu esiri de sihirle kurtarması da şaşacak ne var” diyerek mel’unların sapık yollarından ayrılmalarına mâni oldu,böylece hüsran içinde çekilip Rodos’a gittiler.
Oruç Reis köyde on gün kaldıktan sonra, Midilli’ye gelmek istedi. Fakat yol sapa düştüğünden gelemedi. Antalya’ya gitmeye karar verip, kocakarıcığa ve köylülere veda ederek yola çıktı. Üç günde Antalya şehrine vardı.”
Oruç Reis kurtulduktan sonra Ali Kaptan’la tanışıp İskenderiye’ye gidiyor.
“Antalya’da Ali Kaptan derler, bir kalyon kaptanı vardı. Onüç alabanda açar gemisi vardı. Daima İskenderiye’ye İşlerdi. Kemal sahibi bir kimse olup, garip yiğidin anası atası idi. Oruç Reis, Ali Kaptan’ın ününü duyunca, doğrulup onun gemisine vardı: “Kaptan baba, biz de bu tekkenin abdallarındanız. Uygun görürsen hizmet edelim.” dedi.
Ali Kaptan da:” Pek güzel oğul, hoş geldin, safa geldin! Gemi benim değil, senindir.” cevabı ile kabul etti. Oruç Reis deniz adamı ve reisler zümresinden olduğu İçin onu ikinci reis eyledi.
Oruç Reis’in derya işlerinde bilgisi pek ziyade idi. Ali Kaptan da “Yürük at, yemini kendi artırır” sözü gereğince onun hatırını alıp çokça pay verdi.Hasılı kelâm, gemi yüklenip, muvafık bir günde kalkıp, İskenderiye’ye gittiler.
Oruç Reis İskenderiye’de Midilli’ye gitmek üzere bir gemi bulunca, hemen bir mektup yazıp, bana yollamıştı…”
https://www.30eksi.com/wp-content/uploads/2019/11/1_hnabp4qzy0fx-qfpahn1fa1611504737544456013-1.jpeg13361054yalcnosmansefahttps://www.30eksi.com/wp-content/uploads/2020/11/30eksi-header-300x84.pngyalcnosmansefa2019-09-03 01:07:422019-09-03 01:07:42Barbaros Hayreddin Paşa Anlatıyor: Oruç Reis Nasıl Esir Düştü ve Nasıl Kurtuldu?
24 Aralık 1761’de doğan III.Selim’in babası III. Mustafa, annesi ise Mihrişah Sultan’dır. III. Ahmed’den sonra tahta geçen I. Mahmud ve III. Osman’ın çocukları olmamış, aradan geçen kırk yıl zarfında hânedanda erkek şehzade doğmadığı için Selim’in dünyaya gelişi üzerine İstanbul’da büyük şenlikler yapılmış ve şairler şehzadeye muhtelif tarihler düşürmüşlerdi: “Dehre Sultan Mustafadan geldi Şehzade Selim, Eyledi âfakı ruşen mevlîdi Sultan Selim…”
III.Selim şehzadeliği dönemini “kafes” denen usulle geçirmiş, bu dönemin büyük bölümünü Şimşirlik Dairesi’nde hapis olarak yaşamıştı. Amcası I.Abdülhamid tahtın başka varisi olmamasından dolayı Selim’in eğitimine özen göstermiş ve ona iyi muamele etmiştir, tabiri caizse Selim’in üzerine titremiştir. Şehzade Selim ‘’İlhami’’ mahlasını kullanarak şiirler yazdı ve musiki dersleri aldı, ayrıca kendisi de besteler yaptı. Osmanlı padişahlarının hemen hemen hepsi şiirle, musikiyle ilgilenmiştir. Aldıkları eğitim sayesinde arkadaş çevreleri de genelde şairler, müzisyenler gibi insanlar olmuş ve bu tür insanlar padişahlar nezdinde hep değer verilen kişiler olmuştur. Ama Osmanlı padişahlarından hiçbirinin mûsiki sevgisi, ilgisi ve bestekârlığı III. Selim düzeyine ulaşmamıştır.¹ Özellikle geleneksel tambur üslûbunun üstadı Tanbûrî İzak’tan aldığı tambur dersleriyle devam etmiştir. Mûsikiyle en fazla meşgul olduğu dönem şehzadelik yılları olmuş ve en güzel eserlerini bu dönemde bestelemiştir.² Sultan III. Selim’in, 1 Ayin, 1 Durak, 1 Tevşih, 2 İlâhi, 29 Peşrev, 29 Saz Semaisi, 1 Kâr, 10 Beste, 10 Semai, 20 Şarkı olmak üzere toplam 104 bestesi günümüze kadar ulaşmıştır. Şiirle de ilgilenen III.Selim İlhamî mahlasının yanı sıra İlham ve Selimî mahlaslarını da kullanmıştır. Şiirlerinden oluşan bir Divanı bulunmaktadır. III. Selim aynı zamanda iyi derecede Farsça ve Arapça bilmekteydi.
Yorgun hükümdar I. Abdülhamid, Özü Kalesi’nin Ruslar tarafından işgalini bildiren sadrazam kaimesini okurken, âniden gelen bir felç sonucu 7 Nisan 1789’da vefat etti. Seher vakti Darüssaâde ağası hareme Sultan Selim’in oturduğu daireye gitmiş ve huzurda yer öperek saltanat nöbetinin kendisine geldiğini bildirmişti. Veliaht heyecanla yerinden kalkmış ve beraber haremden çıkmışlardı. Daha sonra devlet erkânı vaziyetten haberdar edilip birer birer saraya davet edildiler. Ricale,erkâna ipka kürkleri giydirildi. Bir nisan sabahında sofadan, Sarayburnu’ndan, Yedikule’den, Kızkulesi’nden ve Hisarlardan atılan toplar Sultan Selim’in cülûsunu bildiriyordu. Yeni padişah Osmanlı tahtına başında “Yusufi tabir olunan kisve ve sorguç, ala kaplı kapace tabir olunan mücevher şemseli ve kebir yakalı kürk” giyinmiş olarak oturmuştu. 29 Mayıs 1807 tarihinde tahtı amcasının oğluna bırakan III. Selim, 28 Temmuz 1808 tarihinde öldürüldü. Bazı besteleri ve şiirleri:
https://www.30eksi.com/wp-content/uploads/2019/11/1_x1ng3qdufzqz4bwchaltmg5022823025015183109-1.jpeg20481636yalcnosmansefahttps://www.30eksi.com/wp-content/uploads/2020/11/30eksi-header-300x84.pngyalcnosmansefa2019-09-02 16:01:562019-09-02 16:01:56Şair ve Musikişinas Bir Padişah: Sultan III.Selim
Boğazımda dikenler var! Bu yüz küsür sayfalık romanda insanlığın bütün sorununu göreceksiniz. Toprak Ana, bir savaş öyküsü. Ne kandan, ne silahtan eser var. Yalnızca acı ve yaşama içgüdüsü… Öldürdük, öldürdük ve öldürdük. Sığamadık, yetmedi bize bu topraklar. Aytmatov, dünya edebiyatının en önemli isimlerinden olmayı sonuna kadar hak ediyor. Çocukluğu tarlalarda geçmiş ve kendisi elbette ikinci dünya savaşının etkilerinden nasiplenmiş istemeden. Bunu da kalemine en güzel şekilde yansıtmış. Bir savaş ancak bu kadar sessiz ve vurucu şekilde anlatılabilirdi. Harp meydanında yaşanılanlardan ziyade, geride kalan köylülerin çektiği sıkıntılardan bahsediliyor. Bir kadının, bir ananın ağzından anlatılıyor olanlar. Acısını, hüznünü ve bunlara rağmen yılmayışını en derinde hissettiriyor okuyucuya. Yer yer Tolgonay ananın toprakla konuşmasına şahit oluyoruz. Onu bir insanmışçasına karşısına alışını, derdini anlatışını çok başarılı buldum. Ayrıca tüm bunların yanında tasviri öyle kuvvetli ve can alıcıydı ki hiç gitmediğim bu köyün her köşesini ezbere biliyor gibiyim. Tarlaların, ekinlerin, güneşin, yağmurun, emeğin kokusu bu romanın içinde saklı. Ağlayarak okudum, buruk bir gülümsemeyle bitirdim.
Toprak Ana’yı herkese tavsiye ediyorum. Kitapla kalın!
“İki insan birbiriyle tam bir uyum içinde yaşarsa, konuşmadan ya da yarım sözcüklerle bile anlarlar birbirlerini.”
“İşte o anda anladım ki bir ananın mutluluğu, bir milletin mutluluğundan doğuyor. Aynı kökten olan ağacın dalları gibi bir kökten geliyor. Kaderi de onun kaderiyle bir oluyor. Çektiğim tüm acılara, hayatın bana indirdiği korkunç darbelere rağmen bugün de bu düşüncedeyim. Ne olursa olsun milletim yaşıyor, ben de yaşıyorum.”
“Savaş kanlı çizmeleriyle insanları kırk yıl çiğneyip ezebilir, onları öldürebilir, her şeyi yakıp yıkabilirdi ama insan denen varlığa baş eğdiremez, değerini düşürüp onu gerçek anlamda mağlup edemezdi.”
Senelerdir Liman Kalesi’ni geri alamayan Gazi Umur Beğ, (Dukas’ın yazdığı Bizans Tarihi’nde de bu duruma çok üzüldüğü belirtilir.)bu duruma çok üzülüyordu. Liman kalesi, haçlıların elinde iken Bizans ve Doğu Avrupa işlerine karışması, üzerine yeni yeni kuvvetlerin yönelmesine yol açmış, fakat Umur Beğ bunları etkisiz kılmayı başarmıştı. Buna rağmen, Aşağıkale haçlıların elinde idi. Öteki yandan Haçlılar da küçük bir kalede sinmiş, hareket edemez olmuşlardı. Umur Beğ ise diğer faaliyetlerini devam ettiriyordu. Haçlılar ile Umur Beğ arasında 1347 senesi sonlarında bazı temaslar başladı. Ayasuluğ (bugünkü Selçuk/İzmir) hâkimi Hızır Çelebi ile İzmir hâkimi Umur Beğ, 1347 sonları ile 1348 başlarında Haçlılarla bir anlaşma sağlamışlardı. Bu anlaşmanın şartları belliydi: İzmir Liman Kalesi, haçlılarca yıktırılıp, şehir Türklere teslim edilecekti. Buna karşılık Türkler de haçlılara her iki liman ve çevresinde bazı imtiyazlar vereceklerdi. Ancak Papa Vl.Clement’in kurmak istediği Haçlı gücüne bütün Avrupa devletleri iştirak etmemişti. Meselâ Cenova buna katılmıyordu çünkü Cenevizlilerin Türklerle erken devirde barış anlaşması vardı. Bu açıdan bazı Avrupa devletlerinin de aynı şekilde ticârî ayrıcalıklar elde etmesi diğer devletleri rahatsız ediyordu. Bu sebeple Aydınoğulları ile Latinler arasında sağlanan anlaşma Papa’nın onayını alamadı ve yürürlüğe girmedi. İzmir’in Liman kalesi meselesini çözmek isteyen Umur Beğ ise barış imkanının kalmadığını görünce hayli müteessir oldu. Geriye savaşmaktan başka seçenek kalmıyordu ki o da zaten yıllardır bunun içindeydi. Fakat bu işi de kesin olarak çözmeye kararlıydı. Umur Beğ’in hayatını anlatan ve Şair Enverî tarafından yazılan “Düstûr-Nâme” adlı eserde onun bazı rüyaları anlatılmaktadır. Ağabeyi Hızır Çelebi’nin hasta olduğunu rüyasında görünce hemen Ayasuluğ’a koşmuş, orada onu sağ görünce çok sevinmişti. Bu defa orada rüyada kendisini meleklerin ortasında gördü. Rüyâsını anlattığı kardeşleri, onun şehid olacağına işaret olunduğundan ağlaştılar. Hızır Çelebi’den gayri, küçük kardeşleri Süleyman Şah ile İsa Beğ’de birlikte idiler. Paşa, gece gündüz gözünün seğirdiğini, yüzünün kara kana bulaştığını söylüyordu. Bundan sonra “Hakdan dilediğinin şehid olmak olduğunu, geride kalanların bu dünyada mutlu olmalarını” istemişti. Artık Umur Beğ, rüyasında kendisine gösterilmiş olan şehidlik yolundaydı. Düsturnâme’deki satırlar olayı daha açık olarak açıklamaktadır:
Dedi hem Dündar Beğe; “Ey dür
Yedi nice pehlivanları bu yer
Gel senünle Hak yoluna ölelim
İkimiz varup şahâdet bulalum
Baş açup dün gün ölümü isterüz
Hak yoluna başa kılıç yastaruz.”
Dedi Paşa, “Gireyim ben pusuya
Gireyim derya kenarında suya.”
Dedi Dündar’a, “Sehergâh sen görün
Birkaç er ile pusu yerin
Çıka kâfir kılmaya senünle cenk
Son demi bolayki kiram çok frenk.”
Gece Paşa geldi pusuya girür
Geldi Dündar, ol pusu yerin görür
Çünki tenha gördü Dündar’ı adû
Cümle taşra çıkdı ötdürür boru
Alay ile çünki taşra çıkdılar
Pusu yok sanub kenara bakdılar
Nâgehân çıkagelür şah-ı Guzât
Tiğ elinde saldı a’dâ üzre at
Ol firenk alayı içine dalar
Sağ u sola tiğ-ı burrânı salar
Doldu ol leşker içi zâr u figah
Sel gibi oldu kan akdi revân
Doldurur ol yeri anda küşteden (küşte: ceset)
Yığılur kâfir yücelür püşteden (püşte: tepe)
Kıra kıra kale içine tıkar
Kılıcı oduyla hasm evin yıkar
Kalenin önünde bir divan var
Tokad ağzında ağaç var üstüvâr
Kurtulan sürtüp girürler içerü
At depüp yortup gelür Paşa gerü
Göğsü gürlerdi köpüğü saçılur
Yüzüğün kaldırdu yüzü açılur
Erişür iki azep der “Tokadı
Ya kesün yahud bunu açun” dedi
Çaldı tokadı kılıç elde tutar
Kılıç ol ağacun içine batar
Der ki “Bu kaleyi bugün ya alam
Almaz isem ya şehid olup ölem”
Bunu derken döndü nâgâh bir firenk
Urdu ok ile alm hatm oldu cenk
Aktanlub ol dem ol kûh-ı girân
Getürüb ol dem şehâdet verdi cân
Hak anun kıldı duasın müstecab
İki âlemde bulur ol feth-i bâb
Uşcı arı canı cisminden çıkar
Hak ana cennet kapusın açar
Karşu çıktı huriler rıdvan ile
Gaziler canlan hem gılmân ile
Götürür kalkan ile anı eren
Kan edüb göz yaşını anda eren
On sekiz yaşı ata oldu süvâr
Hem yeğirmi bir yıl etdi kâr-zâr
Yediyüz hem kırk sekiz idi sâl
Yaşı otuzdokuz etdi intikal
Eylemişdür ol yeğirmi altı gazâ
Rahmet anun rûh-i pâkine sezâ
Hak anun ruhunu kılsun şâdıman
Ravza-ı cennet içinde her zaman…
Bizans Tarihçisi Dukas ise Umur Beğ’in ölümü şöyle anlatmaktadır:
“Ömer bey (Aydın oğlu Ömer Bey’e Umur Bey de derler) İzmir’e geldiği zaman şehrin Haçlılarla dolu olduğunu görünce, çok mustarip oldu ve kendi kendine «Ya kaleye zaptetmeliyim ve yahut ölmeliyim» dedi. Bu «frâre»ler harp işinde mâhir adamlardı. Şehir ise başka binaların inşasına hacet kalmayacak derecede mamur idi. Ömer bey «frere»ler ile muharebe etmeğe başladı ve harbin kazanılması için mevcutlara ilâveten iktiza eden yeni tedbirler aldı. Gece gündüz durmadan çarpışmalara devam ediyordu. Toprağı kazıp siper yapıyor ve düşmanın taarruzunu defetmek için duvarlar inşa ediyordu. Bu mücadele ve çarpışmalar esnasında Umur bey, bir Licos gibi taarruz ederek, ordusu ile beraber kale hendeğini bile geçmeğe ve kale duvarlarına merdivenler koymağa muvaffak oldu ve kudurmuş kurt gibi, askerinin en önünde yukarı çıkmağa başladı. Muzafferiyet mükâfatım yalnız kendisi için almak istedi. Fakat her şeyi iyi bir şekilde idare eden ve istediği gibi çeviren İlâhi mukadderat Ömer beyin canavarca ve devâsâ hücumunu gördü, her ne kadar merdiven basamaklarından yukarıya çıkarken kalkanı ile kaleden atılan oklara karşı kendisini muhafaza ediyor idiyse de duvarın en yüksek yerine çıkmak için daha ne kadar mesafe kaldığını görebilmek üzere, miğferini biraz yukarıya kaldırdığı sırada, atılan bir ok alnına isabet etti, iki kaşı arasına girdi ve baş aşağı yere yuvarlandı. İstediği şanlı ölüme kavuştu. Aynı zamanda Türklerden bir çok kimseler maktul düştü. Hendeğin içine yuvarlanmış olan Ömer beyin ruhsuz cesedini askerleri alarak İzmir şehrine naklettiler. Dağın tepesindeki bu şehir eski ve ahlâkı bozuk İzmir’in kalesi (Kadife kalesi) idi. Bu şehri az zaman evvel Şarkî Roma imparatoru Ioannis Dukas imar etmişti. Ömer beyin babası ve bir Türk beyi olan Aydın ise ihtiyar Andronikos’un saltanatı zamanında İzmir’i zaptederek, o zamandan beri elinde bulunduruyordu. Ömer beyin encamı da bu suretle sona erdi.”
Umur Beğ şehit olduğunda 39 yaşındaydı. Askerleri onun naaşını önce Kadifekale’ye götürdüler. Orada gerekli hazırlıklar yaptıktan sonra Birgi’ye götürdüler. Umur Beğ, kendisi için İzmir’de babasının türbesi yakınlarında bir türbe ve bitişiğinde zaviye inşa ettirmişti. Ancak kardeşleri onu buraya değil, babalarının yanına defnettiler. Türbede (Aydınoğulları Türbesi) Aydınoğulları’nın kurucusu Gazi Mehmet Beğ ve Gazi Umur Beğ’in yanı sıra Gazi Mehmet Beğ’in oğulları İsa Beğ ve Bahadır Beğ’in de sandukaları vardır. Türbe bugün İzmir’in Ödemiş ilçesinde bulunmaktadır.
https://www.30eksi.com/wp-content/uploads/2019/11/9397e-1xvtuwvroon32tp-oyg5hjq-1.jpeg6490yalcnosmansefahttps://www.30eksi.com/wp-content/uploads/2020/11/30eksi-header-300x84.pngyalcnosmansefa2019-09-01 23:36:582019-09-01 23:36:58İlk Türk Denizcilerinden Aydınoğlu Gazi Umur Bey’in Şehadeti
18 Şubat 2018
Akşam vakti, saat kaç bilmiyorum. Dolunay var işte havada! Bu saati betimlemeye yetmez mi size? Daha hayatımın ilk senelerindeyim, arada bir kimileri soruyor, “Kaç yaşındasın?” diye. Diyemiyorum ki “Daha konuşmayı yeni öğreniyorum, yaşımı nasıl sayayım?” diye.
Henüz annemin karnındayken duyduklarıma kadar birçok şeyi hatırlıyorum. Hatta anlatayım bir şeyi: Annemle babam tartışıyorlardı. Ortalık iyice kızışacak gibi olduğunda anneme içeriden bir tekme attım, annemin canı acımıştı galiba, biraz acıyla inlemişti de. Hızımı zar zor ayarlıyordum, ne bileyim canının acıyacağını. Canım annem… İşte sonra sanıyorum ki oturdu bir yere, onu da annemin vücudunun şeklinden anlamıştım. Sonra babam önden kulağını koydu, o değdi mi hissediyordum. Anlıyordum ki bir tekme daha bekliyor. Ve bir kez de yavaşça, annemi incitmeden vuruyordum. Tartışma iyice yok oluyordu ve şenleniyordu ortalık.
Neyse, bugüne geleyim tekrar. Annemle az evvel oyun oynadık. Çok eğlenceliydi! Tabii, size saçma gelecek şeyler ama olsun. Ben eğleniyordum. Annem de benim eğlenmeme eğleniyordu. Büyüyünce ne garip oluyoruz!
Bir yoldayız ama nereye gidiyoruz bilmiyorum. Şu araba yolculuklarında hep bir uyku bastırır beni. Bu arada annem komşu teyzeye söylerken duydum, üç yaşındaymışım. Çok çabuk büyüyormuşum, yani öyle dedi teyze. Anlamıyorum ki! Büyüyorum işte, başka işim gücüm mü var sanki? Yat, kalk, yemek ye, oyun oyna ve tekrar aynısı. Rutin hep, hiç planlanmadık bir şey olmuyor ki!
Allah be! Araba durdu. Bu ne ya hu? Gürültüler kulaklarımı tırmalıyor. Bak iyice yaklaşıyoruz. Düğün müymüş, neymiş bu. Yetişkinlerin saçma sapan işleri işte. İçeri girdik, oturduk. Annemler falan çıktı, göbek atıyor. Ben de takılıyorum öyle kendimce. Bir amca geldi az evvel, sevdi beni. “Sen ne güzelsin öyle Maşallah.” falan dedi. Klasik laflar işte. Bebek sevmek için yok mu yeni bir lafınız? Bak yine o amca geldi. Kucağına aldı beni. Anladı herhalde sesten rahatsız olduğumu, arkadaki odalardan birine gidiyoruz. Amca üstümdekileri çıkardı. Sıcak değildi oysaki, anlamadım ki! Amca kendisi de soyundu, banyo mu yaptıracak acaba? Amca bana bir şeyler yapıyor, bezimi değiştirir gibi ama öyle de değil, çok acıyor. Bildiğim üç-beş kelimeyle haykırasım geliyor. Tam bağıracağım ağzımı kapıyor ama o ele rağmen bağırmaya çalışıyorum. Canım çok yanıyor. Bağırıyorum… Kulaklarımda da bir acı başlıyor ama bu acı amcanın bana yaptığının yanında hiçbir şey! Yavaş yavaş kendimi kaybediyorum ve güçsüz düşüyorum. Güçsüzlükten yarı baygınken o amca devam ediyor. O acıyı hissediyorum. Her geçen saniye katlanıyor acı. Bir süre sonra amca gidiyor. Odaya bir teyze giriyor, göz ucuyla görüyorum her şeyi. Elleriyle ağzını kapıyor. Korkmuşçasına bir ses çıkarıyor. Daha sonra başıma toplanıyor bazı kişiler, belki annemler, bilmiyorum. Daha sonra bir ambulansa bindiriliyorum. Sonra bir iğne yapıyorlar, daha önce yapılan iğneler çok acıtmıştı ama bu umurumda bile olmuyor. Sonra yavaş yavaş uykuya dalıyorum. Artık gözümü açmak istiyorum ama nafile, olmuyor. Ne olduğunu anlamaya çalışıyorum. Yanıma iki kişi geliyor. Beyaz kıyafetli, beyaz suretli, nur içinde iki kişi… Melek galiba bunlar. Ne işleri varsa benle! Selam veriyorlar, selamlarını alıyorum. Bana ne olduğunu ve onların benimle ne işi olduğunu soruyorum. Söylüyorlar… Ölmüşüm.
21 Şubat 2018
Annem mezarımın başında. Suskun, ağlamaya bile mecali kalmamış. Babam hâlâ öfkeli, bana dert yanıyor. O canavar ölmemiş. Öldürmek istemiş ama polis gelmiş. İyi ki ölmemiş. Aynı toprağın altında yatacak olmanın düşüncesi bile ruhumu titretiyor.
14 Ocak 2019
Bugün babam geldi. Bir kardeşim olmuş. Sevine sevine anlattı onu, bir fotoğrafını bıraktı toprağıma. Sonra telefonu çaldı. Açtı. Konuşmadan ağlamaya başladı hüngür hüngür. Kızım dedi, bu böyle olmaz. Ne böyle olmazdı? Kardeşim olmuştu, her şey olması gerektiği gibiydi. Ne olması lazımdı ki?
18 Şubat 2019
Annem ağlıyor. Kardeşimin ağlayışıyla karışıp ağaçları söküyor yerinden. İmkanım olsa çıkıp sileceğim gözyaşlarını. Babam… Hapse girmiş. Kanım yerde kalmamış. Huzur içinde uyuyabilirmişim. Mahkeme tutuksuz yargılama kararı vermiş bana bunu yapana. Babam da çareyi kendinde bulmuş.
Şiddet bir insanlık sorunudur ve rengi, cinsi, ideolojisi yoktur. İnsan insanın kurdudur desek bir diğerine dost olmanın yolunu arayan milyonlarca iyi insanı gücendireceğiz, demesek her gün bir diğerine işkencenin/eziyetin yollarını arayanları yok sayarak kötülüklerine ortak olacağız. Şiddeti ve kötülüğü yok saymak ve insanlığı yücelten türlü tanımlar aramaktansa şiddeti tanımlamak ve çözüm bulmak istiyoruz. Şiddet bir insanlık sorunudur, ne tür bir insan olmayı seçmemizle ilgili bir sorun! Ve biz birbirimize dost, kardeş olmak istemekteyiz.
Şiddet günlük hayatımızda hemen her gün yeniden üretilen bir kavram, yaşadığımız apartmanda, gittiğimiz okulda, yürüdüğümüz sokakta, izlediğimiz dizide, okuduğumuz kitapta her gün yeniden üretiliyor. Şekli değişebiliyor bu şiddetin, fiziksel, psikolojik, cinsel veya ekonomik… Şiddet denildiği zaman yalnızca fiziksel şiddet anlaşılsın istemiyoruz, zira diğer şiddet türlerini şiddet olarak tanımlamaya istekli olmadığımız için şiddet bizi sinsi bir kanser gibi sarıp bitirinceye kadar ses çıkarmama eğiliminde oluyoruz çoğu zaman. Ses çıkaracağız ve şiddetin hiçbir türünü hoş görmeyeceğiz!
Şiddeti bitirmek istiyoruz, dünyayı değiştiremeyeceğimizi bilmek ve dalgaların acımasızca sahile denizyıldızlarını taşıması bizi yıldırmıyor! Bir denizyıldızının dünyasının değişmesinin, dünyalara bedel olduğunu biliyoruz! Maruz bırakıldığı şiddet benliğini incitmiş, boynunu bükmüş, kalbini paramparça etmiş, yoluna saçılan çakıl taşları ayaklarını delik deşik etmiş, bir adım daha atacak gücü kalmamış herkese sesleniyoruz! Biz buradayız, attığınız ve atacağınız her adımda yanınızdayız.
Şiddeti ele alırken kullanacağımız yöntem şiddetin çok boyutlu olarak ele alınması ve sosyolojik, psikolojik, hukuki açılardan incelenmesidir. Bu bağlamda en büyük çabayı şiddete sosyal öğrenmelerden dolayı maruz kalan, bırakılan, katlanan, izin veren veya bu öğrenmeler sonucu bir diğerine şiddet uygulayan bireylerin kalıp yargılarını, ilgili şemalarını ve davranış kalıplarını değiştirme konusunda harcayacağız. Bu hedefi gerçekleştirme yolunda şiddete maruz bırakılan tüm bireylere her daim psikolojik ve hukuki desteklerimizi sunacak, gerekli mercilere yönlendirmelerde bulunacağız.
Şiddet sana ait olmayan sahada top koşturmaya çalışmaktır, bir çizginin aşılmasıdır! O çizgi geçildikten sonra gol de sanılsa BİZCE OFSAYT!
İyi Parti’de Ne Oldu, Ne Oluyor, Ne Olması Gerekiyor?
İyi Parti son zamanlarda sancılı bir süreç geçiriyor. İyi Partili birtakım yöneticilerin tavrı, sözleri tabanda rahatsızlık oluşturdu. Sosyal medyada geniş yankı bulan tepkilerle birlikte özellikle genç kesimden peş peşe istifalar geldi. Durumu daha iyi anlamak için Talha Barış Yapıcı ve A. Kutalmış Işık’ın “İyi’den İyi’ye” adlı seslenişini noktasına dahi dokunmadan sizlerle paylaşıyoruz.
Başlarken
Barika-i hakikat, müsademe-i efkardan doğar (Hakikat nuru fikirlerin çarpışmasından doğar)” lakin biz yine de Türk milletinin ve onun değerlerinin büyüklüğünü kabullenen, bunlara bütünüyle saygılı ilerici Türk gençleri olarak siyasetimizin, özellikle de İyi Parti’nin içinde bulunduğu duruma dair hatalar tespit eden, şikayetler barındıran satırlar karalamaktan hem kendi adımıza hem de muhataplarımız adına artık bıkıp usandığımızı hal beyanımıza başlarken belirtmekte fayda görüyoruz. Siyaseti her şeyden önce ‘halk için’ bir uğraş olarak algılayan, sağlıklı ve düzgün kurumların şahsi çıkar davası peşindekileri çember dışında bırakarak inşa edilebileceğine inanan kalem sahipleri olarak icradakilerin bu yazıyı içeriden bir sesin dışarıdan bakan gözlerle karaladığı bir tenkit şeklinde algılamasını arzu ederiz.
İsyanımız Var!
İlk kıvılcım, bir iç isyandı. Milliyetçi Hareket Partisi’ndeki önemli isimler mevcut idareye baş kaldırmaya başlamıştı çünkü istikrarlı bir başarısızlık tercih ediliyordu. Başarısızlık sorgulatır; hedefler, söylemler, fikirler, politikalar, kısacası her şey sorgulanmaya başlar. Böyle oldu, millet ve milliyetçilik tanımlamaları arasındaki farklar belirginleşti. 15 Mayıs 2016’da yapılacağı ilan edilen kongre, sadece parti içi demokrasinin bir gereği değil, siyasî arena özelinde “Milliyetçi Reform”un da ilk adımı olacaktı. Kongre çağrısı sadece MHP’lilere değil; tabelalar yerine milletine aidiyet besleyen milyonlara umut oldu. Zaman geçti; elektrikler kesildi, salonlar basıldı, türlü mağduriyetler yaşandı ve bir yanda reformun zemini tamamlanırken öte yanda da yaratılan mağduriyetlerin müsebbipleri AKP ve MHP, daha sonra resmiyete büründürecekleri ittifaklarının da ilk adımını atmış oldu. Süreç sonuçlandığında ‘farklı’ olanlar yeni bir yuvaya sahip oldu. Özellikle değersizleştirmeye, ötekileştirmeye çalışılanların; herkesin oyunu üzerinden kurduğu lakin oyuna dahil etmek istemediklerinin; gençlerin ve kadınların uzun zaman sonra ilk kez ‘seslerini gür çıkarabilecekleri’ bir oluşuma kavuşması büyük bir heyecan yarattı. “Ben bu yolu gençler olmadan yürümem” diyen ilk kadın Cumhurbaşkanı adayının etrafında gelişen ve büyüyen bir kadın hareketi, bir gençlik hareketi meydana geldi. İddia büyüktü; yeniden umut olmak, yeni bir milliyetçilik tanımını tatbik etmek, siyasette daha yüksek kadın ve genç katılımını sağlamak, kutuplaştıran siyasete son vermek. Henüz emekleme aşamasındaki bir parti için her seçmenin ağzından ‘oy vereceğim’ ifadesini almak zordur ancak ‘oy verebilirim’ diyen seçmen sayısı iyi bir ölçüttür. Anketler, işte bunu, yani halkın Akşener’e kulak vermek istediğini ve partinin büyük potansiyelini gösteriyordu. İktidar yürüyüşümüze ket vurmak için AKP-MHP koalisyonu ülkeyi ivedilikle sandığa götürdü. Milletvekilliği aday adaylığı sürecinde yapılan hatalara, aday listesinin tabanda yarattığı hayal kırıklığına rağmen örgütlenmesini sağlıklı biçimde tamamlayamamış, kurumsal yapısını tam olarak inşa edememiş İyi Parti, 24 Haziran’da ittifaksız dahi meclise girebileceğini gösterdi.
Memnun Olduk ve Memnun Ettik Mi?
24 Haziran, iktidar hedefi koyan bir parti için başarısızlıktı, halk AKP diktasından kurtarılamadı. Gayet haklı mazeretler sıralanamaz mı? Pek tabiî ki, alt alta koyduğumuzda uzayacak liste Beştepe’den Balgat’a yol olur ama ulaşılmak istenen nokta da belli, ulaşılan nokta da… Yıllardır, kaybedilen her seçimden sonra CHP ve MHP genel merkezlerinden yapılan anlamsız ‘zafer’ açıklamalarına benzer açıklamaları 24 Haziran’dan sonra İyi Partili siyasetçilerden duymak ve hatta birkaç gün sonra duymak doğal olarak içeriden dışarıya rahatsızlık yarattı. Bunu aşmak ve başarısızlıkla yüzleşmek için Afyon Çalıştayı organize edildi. Burada İyi Gençlik Kurucu Genel Başkanı Osman Ertürk Özel’e yapılan alçakça saldırı ve Meral Akşener’in ‘dönmeyeceğini ilan ederek’ sunduğu istifası uzun süre hem parti hem ülke gündemini meşgul etti. Özel’e yapılan kapatılamamış bir defter olarak kalması sebebiyle partinin yine bir ayıbı olarak rafa kalktı. Genel Başkan ise uzun uğraşlar neticesinde ikna edilip milletin tevdi ettiği görevinin başına geçti. Bu süreçte kendini Meral Hanım’ın kapısına zincirleyenlerin olması ise halen tabelaya veya başa imanı olanların içimizde olduğunu maalesef bizlere göstermiş oldu. 31 Mart Mahalli İdareler Genel Seçimlerinin özellikle büyükşehirler ekseninde kaderini tayin eden oluşumlardan biri de İyi Parti oldu. CHP ile ittifak görüşmelerindeki fedakâr tutum Millet İttifakı’na 11 büyükşehir, 10 il, 209 ilçe belediye başkanlığı kazandırdı. 23 Haziran da bu galibiyetin taç giyme töreni oldu. 25 Ekim 2017’den bu yana geçen kısa sürede vatanın felahı, milletin refahı için güzel işlere imza atıldı ancak hem yeterli olmadı hem de İyi Parti’de sular durulmadı, Peki neden?
Kan Kaybı
24 Haziran’da İyi Parti, Demokrat Parti Genel Başkanı’nı saymazsak TBMM’ye 42 milletvekili taşıdı. Sırasıyla İstanbul Mv. Hayati Arkaz, İstanbul Mv. Fatih Mehmet Şeker ve Manisa Mv. Tamer Akkal’ın istifalarıyla bu sayı 39’a indi. Özellikle bu istifalar partinin aday listesinin yanlışlığını gözler önüne sermeye yetti. Arkaz, en zayıf halkaydı, gitmesi kimseyi şaşırtmadı. MHP Genel Başkanı’nın elini öpmüş, tepkiler çığ gibi yükselmiş ve Meral Hanım’ın kapıyı göstermesiyle gerçek yuvasına dönmüştü. Buradaki hata, ihraç edilmeyip istifa etmesine müsaade edilmesiydi. Bir diğer İstanbul vekili Fatih M. Şeker. Partiden istifa etti, bağımsız olarak görevine devam ediyor. Kendisini bir İyi Parti adayı olduğu için seçen, meclise taşıyan seçmene partiden neden istifa ettiğini izah etme nezaketini sergilemeye bile tenezzül etmedi. Tamer Akkal, İyi Parti’yi HDP ile ittifak yapmakla itham edip AKP saflarına katıldı. Akkal’ın istifası için söylenecek çok söz vardır ancak o, en güzel cevabı İyi Parti milletvekiliyken danışmanı olan Cenk Özatıcı’dan almıştı.
İstifalar meclis kadrosuyla sınırlı kalmadı. Partinin kuruluş aşamasında en çok gündeme gelen kurucu üyeler Yusuf Halaçoğlu, Özcan Yeniçeri ve Nevzat Bor ise 24 Haziran seçimlerinin sonuçlarını beğenmeyip düzenledikleri bir basın açıklamasıyla istifalarını açıkladılar. Parti kuruluşundan aday listesinin açıklandığı güne kadar yaptığı konuşmalarla, örnek teşkilatlanmasıyla, kariyeri ve duruşuyla büyük takdir toplayan Kurucular Kurulu üye ve Gençlik Kolları Kurucu Genel Başkanı Osman Ertürk Özel de 24 Haziran’dan sonraki süreçte parti ile yollarını ayıran isimlerden biri oldu. Özel’in istifasındaki detayları taraflar yazılı olarak açıklamadığı için yazının konusu dışında bırakmak uygun olacaktır. Bununla beraber 4. Olağanüstü Kurultay’da talep üzerine çarşaf liste usulü tercih edildi. Çarşaf içindeki blok liste tepkilere neden oldu. Rahatsızlık duyuldu ancak bu rahatsızlık neden ciddiye alınmadı ve üstü kapanıp gitti? Gençlik Kolları, partinin 30 yaş altı üyelerinin kahir ekseriyetini tatmin etmiyor. Sorunları çözmek yerine tüzükte ufak bir değişiklikle Gençlik Kolları Genel Merkezi’nden kurtulmak fikri neden tepki dahi çekmedi? Ortalıkta Gençlik Kolları başkanlığına aday olan isimler var, bir ‘Gençlik Kurultayı’ talebi var. Neden ciddiye alınmıyor? İyi gençlik tabanı parti kuruluşundaki umudunu, heyecanını geri istiyor. Parti içi liyakatin ölçütü koşulsuz itaat mi? Yoksa gerektiğinde öneri sunabilen, fikirlerini açık beyan eden partileri mensubu olarak katkı sunmaları mı? Bizce bu sorular doğru cevaplandığı takdirde bir değişim olması kaçınılmaz. Önceki meseleye dönecek olursak istifa listesine daha pek çok isim ilave edilebilir fakat varmaya çalıştığımız nokta için bu kadarı kafidir. Gittikçe genişleyen listeyi M. Bahadırhan Dinçaslan ismiyle noktalamak doğru olacaktır. Çirkin bir linç kampanyasıyla partiye ve lidere de büyük zararlar vermeyi göze alarak yola çıkanlara karşı fedakârca Genel İdare Kurulu üyeliğinden istifa eden Dinçaslan, parti için çalışmaya, tavsiyeler sunmaya devam etti. Ensarioğlu’nun partinin resmî hesabından yayınlanan ilgi çekici basın açıklaması ise Dinçaslan’ın parti üyeliğinden de istifa etmesine sebebiyet verdi, esasında bu bir çığlıktı ve uzunca bir yazıyla muhataplarına haykırdı. İşte öyle veya böyle henüz 2 yaşına girmemiş İyi Parti’nin kan kaybı… Kimi istifalar yanlış isimlerle yola çıkmanın kaçınılmaz neticesiyken kimiyse doğru isimlerin yanlış politikalara kurban edilmesinin eseriydi.
Daha İyi Parti olduk mu?
Bizce ve seçmenlerce İyi Parti, bir liderlik sorunu yaşamıyor. Sayın Genel Başkan’ın verdiği son demeçlere bakılırsa seçmenin sosyoekonomik kimliğini saptamakta da bir problemi yok, bu yönüyle seçmenini tanıyor fakat bir sorun var. Seçmenin MHP’den ve diğer partilerden kopup güçlenerek partileşen ‘İyilik’ hareketini siyasî yelpazede algıladığı mevki ile 2 yaşındaki İyi Parti’nin bugün oturduğu konum arasındaki mesafe giderek açılıyor. İşte biz bunu içimize sindiremiyoruz. Devletin aciz bırakıldığı ‘Çözüm’ adı verilen ihanet hareketine destek veren, ‘Bebek Katili’ için ev hapsi teklifi veren bir siyasîyi parti yönetiminde görmeyi kabullenemiyoruz. Eleştirilere karşı geri adım atmak yerine, aynı noktada durduğunu gösteren bir açıklama yapmasını ve bunun partinin resmi hesabından paylaşılmasını reddediyoruz. Cumhuriyetin kuruluş ilkeleriyle problemi olan, Anayasa’nın 66. maddesini tanımayarak Türklüğünü reddeden, Gazi Paşa’ya ‘asimilasyon’ iftirası atmaya yeltenen ve belki de hepsinden acısı bunları PKK’nın televizyon kanalına röportaj vererek yapmakta bir yanlış görmeyen siyasîyi tabanı temsil kabiliyetinden mahrum olarak nitelendiriyoruz. Yaptığı açıklamayla eleştirilere cevap vermek yerine demagojiye başvurmayı tercih ederek Genel Başkan’ı güç duruma düşürmesinden ve partinin elini zayıflatmasından büyük üzüntü duyuyoruz.
İyi Partili Gençler Rahatsız!
Bizler, Türk milliyetçisi gençler olarak geriye dönüp baştan sona kesintisiz devam eden AKP hükümetlerinin icraatlarına baktığımızda millî ve manevî değerlerin tahribatını ve istismarını, çivisi çıkmış millî eğitim sistemini, birbirinden ağır ekonomik krizleri, yolsuzluk ve rüşvet davalarını, meşrulaştırılmaya gayret edilen nepotizm hastalığını, kültürel buhranımızı, uluslararası itibar kaybını hatırlıyor, bunların arasında hayırlı bir işten bahsetmekten veya bahsedenlerden utanıyoruz. Bizim için bundan daha büyük yegâne utanç vesikası ise saydıklarımızı temizlemek için çıktığımız yolda bu dönemden ‘onca hayırlı işe imza atılmış bir dönem’ olarak bahseden bir siyasîyi partimizin en yüksek makamlarına taşımaktır. Yarın 18 yıllık israf devrinin sembolü olarak anılacak Saray’a ‘Külliye’ diye hitap edilmesinden rahatsızız. Daha yeni 31 Mart’ta millî iradeyi ayaklar altına alıp 23 Haziran’a sebebiyet veren Erdoğan’ın iradesinin millet iradesi olduğu şeklinde beyanat verilmesi de rahatsızlığımızı kat be kat artırıyor. Bu bilinçle İyi Parti Genel Başkan Yardımcıları Salim Ensarioğlu’nu, Hasan Seymen’i ve Parti Sözcüsü Yavuz Ağıralioğlu’nu istifaya davet ediyoruz. Tabanı temsil kabiliyetinden giderek uzaklaşmaları, özür dilenecek eylem ve söylemlerinde ısrarcı olmaları bu güzergahı mecburi yol kılmıştır. Genel Başkan’ı daha da zor duruma düşürmeden, İyi Parti’nin siyasi kimliğine, ana saiklerine ve duruşuna daha fazla zarar vermeden, düşmanlarının ekmeğine daha fazla yağ sürmeden istifa kararı almaları bizim nezdimizde de kendilerine yakışan erdemli bir karar olacaktır.
Milliyetçi Reform
Talebimizi ve bu yöndeki istifa teklifimizi İyi Parti’nin kuruluş aşamasından bahsederken telaffuz ettiğimiz “Milliyetçi Reform” ile temellendiriyoruz. Türkiye’de Türk milliyetçiliğinin özellikle İyi Parti’nin oturduğu sosyoekonomik tabandaki karşılığı, aynı zamanda Türkiye’nin kurucu fikri olması hasebiyle yeniden iktidara talip olma arzusu sergileyerek İyi Parti’yi kurdu. İyi Parti; Meral Akşener, Koray Aydın ve Ümit Özdağ’ın ortaya koyduğu müşterek iradeden fazlası, Türk milliyetçiliğinin duyduğu ihtiyacın ürünü ve kurucu fikrin yeniden iktidara taşınmasının vesilesidir. Beşerî bilimlerin ilgi alanına giren, birçok disiplinden beslenen, aynı zamanda bunları besleyen siyasetin icra kademesi bilimsel düşünceden ve bilimsel metotlardan soyutlanamaz. Kararlılıkla değindiğimiz Milliyetçi Reform kalıbını kullanmakla hem milliyetçilikte reformu hem de milliyetçilerin reformunu içinde barındıran bir anlam çeşitliliği yakalamak istediğimizden millet ve milliyetçilik tanımlarını da işte siyaseti soyutlayamayacağımız bu gereklilikler ışığında ele almak lazımdır. Bunu başarmak mecburiyetindeyiz çünkü bu sadece haklı ve mütevazı talebimizin temellendirilmesindeki bir vasıta değil, aynı zamanda partinin kuruluşundan bu yana dillendirdiğimiz ‘merkez parti’ iddiasının doğru algılanmasını ve ayakta kalmasını, bu yolla partinin iktidara taşınmasını sağlayacak bir önkoşuldur.
Millet, en yalın haliyle aynı soydan gelen, aynı dili konuşan, bir vatan algısı bulunan insan topluluğudur. Dil, yalnızca konuşup anlaşmanın değil, aynı zamanda düşünmenin de vasıtası olduğu için milletlerin doğdukları tarihten bugüne kadar ürettikleri sözcüklerin, bu sözcükleri üretme ve cümle kurma şekillerinin aynı zamanda millî bir üslup olması hasebiyle en kalın kırmızı çizgidir. Vatan, millî vicdandır ve bilhassa milliyetçiliğin açıklanması merhalesinde Türk milleti için ne ifade ettiği daha iyi anlaşılacaktır. Soy mefhumu, ırk sözcüğünü de karşılamaktadır ve bu yönüyle tanımımızın kapsayıcılıktan uzak bir noktaya sürüklendiği yanılgısına sebebiyet verebilmektedir. Fakat sözcüklerin asırlar içerisinde genişlemeye ve değişmeye müsait bagajları da hesaba katıldığında görülmektedir ki, soy mefhumuna şerh koymakla hem ırk psikolojisi gibi ilmî bir hususa dikkat çekmekte hem de tarihî karabete işaret etmekteyiz. Nihal Atsız’ın tarihî ’44 savunmasında kendisini Türk olmamakla itham eden Savcı Alöç’e verdiği cevap tanımımızın kucaklayıcılığını açıklamak için yeterli bir örnek olacaktır. Atsız, bütün ataları Türk olmasa bile bunun ülküsüne zarar vermeyeceğini savunurken “îlmi hakikatler ve tarihi zaruretler, şahısların hususi durumuna bağlı değildir” diyordu. Sahiden de dava, birilerinin damarındaki kanı teste tabî tutmaya indirgenecek kadar ehemmiyetsiz bir dava değildir. “Logical Nationalism” tanımı faşizme, ütopyaya, dinciliğe uzak bir noktadadır. Sekülerdir, akılcıdır, çağdaştır ve bir ideolojiden öte hem bireysel hem toplumsal bir inanış bir yaşam tarzı meselesidir. Milliyetçilik, her şeyden evvel bir içgüdüdür. İnsanın kendinden olanı sevmesi ile açılan bu pencereden bakıldığında milliyetçiliğin siyasetin de merkezine yerleşebilecek en uygun fikir olduğu görülür. Fakat modernizmin etkisiyle gerçekleşen milliyetçilik türlerinin politikaya sirayet etmemesi de düşünülemez. Genel hatlarıyla millet tanımıyla uyumlu bir milliyetçiliğin kabulü ve tatbikinden ötesini kıstas bellemeye ne hacet… Milletten millete değişen tanımların içerisinde milletimize en münasip tanımın kabulünden hareket ettiğimiz takdirde zaten din tüccarlarına kapı kapanmakta, bölücülüğün önü alınmakta, Türkiye Türklüğü ülküsüz Anadolu yığını olmaktan kurtulmaktadır. Fertlerin, hatta ileri götürerek ifade etmek gerekirse hiziplerin dahi parti çatısı altında milliyetçiliğin kollarından birini benimsemesi partiye zarar verecek bir mesele değildir, yeter ki kimse herkesi tek tip görmek gibi ahmakça bir arzuya yelken açmasın.
Meclis faaliyetlerine ve Genel Başkan’ın birçok konuşmasına bakarak çatımız altındaki ezici çoğunluğun vatan denince müşterek bir harita telakki ettiğini anlıyoruz. Partimiz Batı Trakya, Doğu Türkistan, Türkmeneli, Kırım ve hem esir hem hür bütün Türk ellerini vatan sayan bir şuura sahiptir. Millet ve milliyetçiliği tanımlayışımızda, yani her işin temelini atarken partinin her kademesinde kusursuz bir ahenk temin etmek, sağlıklı bir kurumsal yapı inşa edilebilmesi için de elzemdir.
Bitirirken
21. yüzyılda Batı örneği demokrasi müessesesinin sivil toplum faaliyetleri ile paralel şekilde müspet bir ivme kaydettiğini göstermiştir. “Dünya cenneti vadetmeyen”, Garp medeniyetinin esas unsurlarını benimsemiş, seküler Türk milliyetçilerinin eksik kaldığı nokta işte budur. Nitelik ve nicelik eksiğiniz olmasa da fikirlerinizi tek bir ağızdan paylaşamıyor oluşunuz ciddiyetinizin ister istemez zedelenmesine sebebiyet verecek bir durumdur. Siyasette polifonik müziğin icrası belki daha çok kişiyi tatmin eder ama homofonik müzik vesilesiyle birbirini tamamlayan koronun icrası daha kuvvetli ve ahenkli olur. Ortak paydalarını ön plana çıkaran bir örgütlenmeye başvurmak, Türk milliyetçilerinin kaçınılmaz ödevidir.
Son noktayı koyarken ayağına bastığımız herkesin bizleri birilerinin talimatıyla hareket etmek ve provokasyon hedeflemek gibi çirkin iftiralarla itham etmesini hatırlıyor, hatırlatıyor ve onlara da selam ediyoruz.
Halihazırda Güneydoğu ve Doğu Anadolu bölgelerinde kayda değer oy alamayan CHP, Türkiye Cumhuriyeti siyasi tarihinde açılım manevraları yapan siyasi partilerin oyu artış gösterdiği için bir açılım manevrası yapıyor.
CHP’nin Güneydoğu’da ve Doğu Anadolu’da oyunu yükseltmesi mümkün mü?
CHP, burada stratejik bir hata yapıyor. Bu hamlelerle bu bölgelerde oyunu yükselteceğini sanıyorsa yanılıyor. Bu yönde yaptığı her hamle kendisine değil HDP’ye oy kazandırır. Taklitler aslını yaşatacaktır.
CHP içindeki ulusalcı kesim rahatsız. Her kesim olası sözde çözüm süreçlerinin zararlarını bizzat yaşayarak gördü. Bu manevradan CHP’nin değer kaybederek çıkması işten bile değil.
Muharrem İnce’den terör bağlantıları nedeniyle görevden alınan Ahmet Türk’e ziyaret.
CHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu İstanbul’da Kürt Dili ve Edebiyatı mezunlarıyla bir araya geldi.
Kılıçdaroğlu: İBB’ye bağlı faaliyet yürüten İSMEK’te Kürtçe dil kurslarını faaliyete geçireceğiz.
Kemal Kılıçdaroğlu, Kürt dili mezunlarını devlet istihdam edemiyorsa kendilerinin istihdam edeceğini, yerel yönetimler bünyesinde Kürtçe öğretmenlerine iş vereceğini belirtti. Ayrıca CHP’nin geçmişinde bazı kesimlerden kopuk olduğunu söyledi.
Ekrem İmamoğlu söz vermiş.
Kendini muhafazakar Kürt olarak tanıtan Hakkı Savunanlar Platformu adına konuşan İlyas Buzgan şu sözleri kaydetti:
Ekrem İmamoğlu ve Kılıçdaroğlu ile seçimden önce görüştük. İstanbul seçimlerinden önce bize Kürtçe kurslarının açılacağını ve belediyelerde Kürtçe hizmet verileceğinin sözünü aldık.
İlerleyen dönemlerde Babacan’ın da bu tarz söylemlerde bulunacağını düşünüyorum. Türkiye’nin bu tuzağa bir kez daha düşmemesi noktasında uyarıyorum.
Aslında soru basit bu görüntülere benzer durumların üniversitelerde tekrar yaşanmasını istiyor musunuz, istemiyor musunuz?
Dünyada ve Türkiye’de kadının yaşamın içindeki konumu uzun yıllar tartışma konusu olmuştur. Özellikle Türkiye’de kadının konumunu değerlendirmeye alırken maalesef kadın cinayetleri konusuna temas etmeden meseleyi açıklamak imkânsız. Son günlerde de Emine Bulut’un katledilmesi; çoğumuzun konuşmaktan kaçındığı ve genellikle bilinçli bir şekilde göz ardı ettiği bu meselenin, bizleri nasıl adım adım toplumsal bir buhranın eşiğine getirdiğini gösteriyor.
Günümüz Türkiye’sinde kadının toplumsal statüsünü konuşmaya başlayarak, hatta daha temelde toplumsal cinsiyet temelli kök yargıların bizi bugün yaşadıklarımıza nasıl adım adım getirdiğini tartışmaya açarak, kadın cinayetlerinin engellenmesi noktasında bir dizi çözüm sunabiliriz belki.
İnsanların, toplum olma süreçlerinde kadın ve erkeklere farklı cinsiyet değerleri yüklediğini söylemek yanlış olmaz. Özellikle Türkiye’de toplum (özellikle kültür), kız çocukları ile erkek çocuklarının cinsiyet temelli kimliklerinin kuruluşunda onlara birtakım ön kabuller yükler. Bu ön kabuller içinde yaşadığımız toplum tarafından öyle kanıksanmıştır ki bunun neredeyse doğal bir durum gereği olduğu kabul edilir. Kadının doğuştan korkak, zayıf, duygusal, erkeğe göre güçsüz olduğu ön kabulü örnek olarak verilebilir. Yine aynı toplumsal cinsiyet temelli yargılar erkeğin iktidar sahibi, güçlü ve cesur olduğu gibi temel bazı değerler getirir. Bu ve benzeri ön kabuller neticesinde kız ve erkek çocukları, toplumun yüklediği bu değerler vasıtası ile kendilerine kimlikler oluşturur. Erkeğin iktidar sahibi konumu onu sosyal, siyasi ve ekonomik hayatta toplumun diğer öznesi olan kadın üzerinde tahakküm kurmasına yol açar. Bu da otoritenin genel anlamda eril bir varlığı olması sonucunu doğurur.
Türkiye’de kadınlara bazı roller verilir. Toplum tarafından uygun görülen işlerde çalışma, ev işi, çocuk bakımı, kocayı mutlu etme gibi. Kurgulanan bu rollerin dışına çıkıldığında ise onların ne ile karşılaşacağını kestirmek pek zor olmasa gerek. En basit hâliyle genel bir kınama durumu baş gösterecektir.
Türkiye’deki kadınların ev içinde ve dışında maruz kaldıkları şiddetin birçok sebebi olduğu söylenebilir. Yukarıda yazdıklarım bu sebeplerden sadece birkaçı.
Kadın ve erkeklerin eşit haklara sahip olması, eğitim, siyaset, ekonomi, kısacası hayatın her alanında haklardan yararlanması temelinde geçmişten bugüne birçok gelişme yaşandı. Bunlar yadsınamaz ancak toplumumuzda geçmişten bu yana eşitlik amacıyla atılmış bir dizi kazanımdan günümüzde etkili ve konuyla bağlantılı olanları; 6284 sayılı kanun, İstanbul sözleşmesi gibi kadınları bulundukları dezavantajlı konumdan kurtarmak amacıyla ortaya çıkan bu metinlerden en bilinenlerinin, bazı kişi ve kurumlar tarafından ısrarla reddedilmesini anlamak da mümkün değildir.
Söz konusu sözleşmede siyasal iktidarın tavrını incelediğimizde ise, kanunu ve sözleşmeyi desteklediğini ancak cinsiyet eşitliği bakış açısından yoksun olması sebebiyle öngörülen hedefleri gerçekleştirmek noktasında zaman zaman yetersiz kaldığı şeklinde yorumlayabiliriz. Bu noktada kitlelere hitap edenlerin kullandığı dil ile ilgili de bir parantez açmak gerektiğini düşünüyorum. Topluma hitap eden kişilerin kullandığı dilin daha kapsayıcı ve özellikle bahsettiğimiz konular üzerinde toplum içinde bir bilinç oluşturacak şekilde kullanılması kitlelerin konuya dikkatini de çekecektir.
Şunu anlamak gerekir ki hayatımızın her yanını çevrelemiş olan bu yozlaşma, sadece kadınları da değil, erkek çocuklarını, kız çocuklarını, kısaca günlük hayatta egemen olanın karşısında bulunan herkesi istismar edilmeye açık bir duruma getirmektedir.
Türkiye’deki kadınların hayatın her alanında eşit birer yurttaş gibi muamele görmeleri amacıyla elde ettikleri kazanımlardan bahsetmiştik. Bunlardan en bilineni 6284 sayılı Ailenin Korunması ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesine Dair Kanun’dur. Doğru uygulandığında cinsiyetçi şiddetle mücadelede etkin bir metindir 6284 sayılı kanun. Ancak yasa, engelleyici olsa da maalesef sorunun çözümü için yeterli olmayacaktır. Bunun ilk sebeplerinden biri kanun uygulayıcılarının meseleyi ele almadaki isteksizliği ve basiretsizliğidir. Kanun uygulayıcılarının nitelikli hukuk eğitimi almayışı, aldıkları eğitimin toplumsal cinsiyet temelli yargıları yıkacak biçimde olmayışı bilinen sebeplerdendir.
Kadınların aile, evlilik, sosyal hayatta bulundukları konumun farkında olsak bile, bu konumu değiştirecek toplumsal ve kültürel koşullar sağlanmadıkça bu durum devam edecektir. Yapılması gereken ise, toplumsal ve kültürel anlamda radikal birtakım değişimlere gitmektir fakat bunun tek tek fertlerin eliyle başarılması mümkün gözükmemektedir. Bu noktada kurumların bahsedilen konularda ve meseleyi ele almadaki ciddiyeti gündeme geliyor ancak yukarıda da bahsettiğim gibi gereken bakış açısındaki eksiklik ve diğer sebepler konunun çözümü noktasında daha katedilecek çok yolumuz olduğunu gösteriyor.
Bu durumda yapılması gereken, her bir bireyin; toplumsal, kültürel ve politik birçok besleyici kaynağı olan bu meselede, kendini insan onuruna yakışır noktada konumlandırmasıdır. Çünkü hepimizin, insan olarak birlikte yaşadığımız diğer insanlara karşı sorumluluğu var.
Kadın ve erkekler olarak daha iyi bir dünya, daha iyi bir Türkiye tasavvur edebiliriz ve bunun da ancak birbirimize, yaşadığımız toplumdaki herkese karşı insanca muamelede bulunarak gerçekleşeceğine inanıyorum. Yani “insan olmanın hakkını vererek.”
https://www.30eksi.com/wp-content/uploads/2020/03/8marthb-2.jpg5121024Editörhttps://www.30eksi.com/wp-content/uploads/2020/11/30eksi-header-300x84.pngEditör2019-08-27 23:28:062019-08-27 23:28:06Gündemin Ötesinde Kadın Problemi