Dünyada ve Türkiye’de kadının yaşamın içindeki konumu uzun yıllar tartışma konusu olmuştur. Özellikle Türkiye’de kadının konumunu değerlendirmeye alırken maalesef kadın cinayetleri konusuna temas etmeden meseleyi açıklamak imkânsız. Son günlerde de Emine Bulut’un katledilmesi; çoğumuzun konuşmaktan kaçındığı ve genellikle bilinçli bir şekilde göz ardı ettiği bu meselenin, bizleri nasıl adım adım toplumsal bir buhranın eşiğine getirdiğini gösteriyor.

Günümüz Türkiye’sinde kadının toplumsal statüsünü konuşmaya başlayarak, hatta daha temelde toplumsal cinsiyet temelli kök yargıların bizi bugün yaşadıklarımıza nasıl adım adım getirdiğini tartışmaya açarak, kadın cinayetlerinin engellenmesi noktasında bir dizi çözüm sunabiliriz belki.

İnsanların, toplum olma süreçlerinde kadın ve erkeklere farklı cinsiyet değerleri yüklediğini söylemek yanlış olmaz. Özellikle Türkiye’de toplum (özellikle kültür), kız çocukları ile erkek çocuklarının cinsiyet temelli kimliklerinin kuruluşunda onlara birtakım ön kabuller yükler. Bu ön kabuller içinde yaşadığımız toplum tarafından öyle kanıksanmıştır ki bunun neredeyse doğal bir durum gereği olduğu kabul edilir. Kadının doğuştan korkak, zayıf, duygusal, erkeğe göre güçsüz olduğu ön kabulü örnek olarak verilebilir. Yine aynı toplumsal cinsiyet temelli yargılar erkeğin iktidar sahibi, güçlü ve cesur olduğu gibi temel bazı değerler getirir. Bu ve benzeri ön kabuller neticesinde kız ve erkek çocukları, toplumun yüklediği bu değerler vasıtası ile kendilerine kimlikler oluşturur. Erkeğin iktidar sahibi konumu onu sosyal, siyasi ve ekonomik hayatta toplumun diğer öznesi olan kadın üzerinde tahakküm kurmasına yol açar. Bu da otoritenin genel anlamda eril bir varlığı olması sonucunu doğurur.

Türkiye’de kadınlara bazı roller verilir. Toplum tarafından uygun görülen işlerde çalışma, ev işi, çocuk bakımı, kocayı mutlu etme gibi. Kurgulanan bu rollerin dışına çıkıldığında ise onların ne ile karşılaşacağını kestirmek pek zor olmasa gerek. En basit hâliyle genel bir kınama durumu baş gösterecektir.

Türkiye’deki kadınların ev içinde ve dışında maruz kaldıkları şiddetin birçok sebebi olduğu söylenebilir. Yukarıda yazdıklarım bu sebeplerden sadece birkaçı. 

Kadın ve erkeklerin eşit haklara sahip olması, eğitim, siyaset, ekonomi, kısacası hayatın her alanında haklardan yararlanması temelinde geçmişten bugüne birçok gelişme yaşandı. Bunlar yadsınamaz ancak toplumumuzda geçmişten bu yana eşitlik amacıyla atılmış bir dizi kazanımdan günümüzde etkili ve konuyla bağlantılı olanları; 6284 sayılı kanun, İstanbul sözleşmesi gibi kadınları bulundukları dezavantajlı konumdan kurtarmak amacıyla ortaya çıkan bu metinlerden en bilinenlerinin, bazı kişi ve kurumlar tarafından ısrarla reddedilmesini anlamak da mümkün değildir.  

Söz konusu sözleşmede siyasal iktidarın tavrını incelediğimizde ise, kanunu ve sözleşmeyi desteklediğini ancak cinsiyet eşitliği bakış açısından yoksun olması sebebiyle öngörülen hedefleri gerçekleştirmek noktasında zaman zaman yetersiz kaldığı şeklinde yorumlayabiliriz. Bu noktada kitlelere hitap edenlerin kullandığı dil ile ilgili de bir parantez açmak gerektiğini düşünüyorum. Topluma hitap eden kişilerin kullandığı dilin daha kapsayıcı ve özellikle bahsettiğimiz konular üzerinde toplum içinde bir bilinç oluşturacak şekilde kullanılması kitlelerin konuya dikkatini de çekecektir.

Şunu anlamak gerekir ki hayatımızın her yanını çevrelemiş olan bu yozlaşma, sadece kadınları da değil, erkek çocuklarını, kız çocuklarını, kısaca günlük hayatta egemen olanın karşısında bulunan herkesi istismar edilmeye açık bir duruma getirmektedir.

Türkiye’deki kadınların hayatın her alanında eşit birer yurttaş gibi muamele görmeleri amacıyla elde ettikleri kazanımlardan bahsetmiştik. Bunlardan en bilineni 6284 sayılı Ailenin Korunması ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesine Dair Kanun’dur. Doğru uygulandığında cinsiyetçi şiddetle mücadelede etkin bir metindir 6284 sayılı kanun. Ancak yasa, engelleyici olsa da maalesef sorunun çözümü için yeterli olmayacaktır. Bunun ilk sebeplerinden biri kanun uygulayıcılarının meseleyi ele almadaki isteksizliği ve basiretsizliğidir. Kanun uygulayıcılarının nitelikli hukuk eğitimi almayışı, aldıkları eğitimin toplumsal cinsiyet temelli yargıları yıkacak biçimde olmayışı bilinen sebeplerdendir. 

Kadınların aile, evlilik, sosyal hayatta bulundukları konumun farkında olsak bile, bu konumu değiştirecek toplumsal ve kültürel koşullar sağlanmadıkça bu durum devam edecektir. Yapılması gereken ise, toplumsal ve kültürel anlamda radikal birtakım değişimlere gitmektir fakat bunun tek tek fertlerin eliyle başarılması mümkün gözükmemektedir. Bu noktada kurumların bahsedilen konularda ve meseleyi ele almadaki ciddiyeti gündeme geliyor ancak yukarıda da bahsettiğim gibi gereken bakış açısındaki eksiklik  ve diğer sebepler konunun çözümü noktasında daha katedilecek çok yolumuz olduğunu gösteriyor.

Bu durumda yapılması gereken, her bir bireyin; toplumsal, kültürel ve politik birçok besleyici kaynağı olan bu meselede, kendini insan onuruna yakışır noktada konumlandırmasıdır. Çünkü hepimizin, insan olarak birlikte yaşadığımız diğer insanlara karşı sorumluluğu var. 

Kadın ve erkekler olarak daha iyi bir dünya, daha iyi bir Türkiye tasavvur edebiliriz ve bunun da ancak birbirimize, yaşadığımız toplumdaki herkese karşı insanca muamelede bulunarak gerçekleşeceğine inanıyorum. Yani “insan olmanın hakkını vererek.”

Hilal Bıçak

0 cevaplar

Cevapla

Want to join the discussion?
Feel free to contribute!

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir