Türkiye gazetecilik tarihinin en acı manşetlerinden biri atılacak bugün, “Anne lütfen ölme!” Annesi gözleri önünde katledilen 10 yaşındaki kızın annesine son cümlesiydi, “Anne lütfen ölme!” Kanlar içindeki annesinin feryadını tarif edebilecek söz bile bulamıyorum: “Ben ölmek istemiyorum.”

38 yaşındaki Emine Bulut, eski eşi tarafından, boğazı kesilerek katledildi. Meseleyi “alıştığımız” kadın cinayetlerinden ayrıştıran ise olayın 10 yaşındaki kızın gözleri önünde gerçekleşmesi oldu. Facianın hemen ardından çekilen kısa bir video kaydı internet üzerinde yayıldı, videoda boğazı kesilen Emine Bulut kanlar içinde feryat ediyor, “Ben ölmek istemiyorum!” diyor. Annesi için ne yapacağını bilmeyen kızcağız ise bağırıyor, “Anne lütfen ölme!”


Ne diyebilirim, böyle bir olay üzerine ne denebilir bilmiyorum. Hiçbir satır içimizdeki duyguları tarif etmeye yetmeyecek, bir çocuğun yaşadığı travmaya etki etmeyecek, vahşice katledilmiş bir kadını ise asla geri getirmeyecek. Hatta failin tutuklanması, en ağır cezaya çarptırılması bile bir anlam ifade etmeyecek.

Nazlı Uyanık 44 yaşındaydı, Zonguldak’ta büyütüp beslediği oğlu tarafından öldürüldü. Namus/töre cinayetiymiş.

Hacer Çetin, 36 yaşında İzmir’de öldürüldü. Fail, eski eşi. Sebep, barışma isteğini reddetmesi.

45 yaşındaki İpek Karakaya ise Tekirdağ’da öldürüldü. Onu da eşi öldürdü, onu aldattığından şüpheleniyormuş.

İstanbul’da tanıdığı bir erkeğin ilişki teklifini reddettiği için öldürülen Helin Palandöken ise yalnızca 17 yaşındaydı.

Yalova’da cinsel saldırıyla ölen Eylül ise 6 yaşındaydı daha 6!

Bu olaylar, daha yüzlercesi gibi 2017 yılında yaşandı. Görüldüğü üzere ne şehir fark ediyor ne yaş. 44 yaşındakinin öldürülmesinde de sebep etkili, 6 yaşındaki küçük meleğin öldürülmesinde de; “Kadın olması.” Birçoğu ise gündeme gelmiyor bile. Gazetelerde 3. sayfada vesikalık fotoğrafları ve birkaç satır metinle haberleri verilip geçiliyor.

Toplum sağlığı öyle bir halde ki, göz göze geldiğimiz herhangi birinden bile şüphelenir hâle geldik. Erkek arkadaşımızdan, eşimizden, ağabeyimizden, komşunun oğlundan, numaramızı verdiğimiz pizzacıdan, otobüste yan yana geldiğimiz adamdan bile çekiniyor, hatta korkuyoruz. Çünkü her an üzerimize saldırabilir, bizi taciz edebilir, tecavüze uğrayabiliriz. Tüm fertlerinin paranoyak olduğu bir toplum haline geldik neticede.

Peki tüm bunların perde arkasında yatanlar neler?

  • “Kız dediğin bu saatte dışarı mı çıkarmış?”
  • “Abin görürse öldürür ikimizi de kızım!”
  • “Sen kadınsın, susup oturacaksın!”
  • “Erkek o tabi yapacak.”
  • “Şöyle aslan gibi bir oğlum olsaydı keşke.”
  • “Akşam baban gelince görürsün sen!”

Ülkemizde Kadın Cinayetlerinin İstatistiğine Dair Bir Tablo

Bu cümleler her gün yüzlerce kez kuruluyor farkında mıyız? Erkek olmak özgürlük için yeterli görülüyor, kız olmak ise kısıtlanmaya. Babalar, abiler, eşler; şiddet uygulamak için, yayın kullanımla dayak atmak ve dövmek için yetkiye sahipler. Kim veriyor bu yetkiyi? Biz veriyoruz. Tam da yukarıda sözünü ettiğim cümlelerle. 22 yaşındayım, şu cümleyi o kadar çok duyuyorum ki, “Bu saatte dışarıda ne işin var senin?”

Artık o kadar sert kalıplar haline gelmiş ki; kadınlar akşam dışarı çıkamaz, bir erkek yakını olduğu kadınlar üzerinde söz sahibidir, kadınlar çalışmaz, kadının kıyafetindeki en ufak görünür nokta veya en ufak bir hareketi erkeği ona cinsel saldırıya haklı kılar, erkek yayıla yayıla oturabilir ama kadın bacak bacak üstüne dahi atamaz.

“Beni tahrik etti.”

“E o da öyle giyinmeseymiş canım!”

“Hak etmiş!”


Ülkemin ve yaşadığım dünyanın geleceği adına bin bir türlü umut taşıyan bir insandım, fakat benim bile ümitsizliğim baskın geliyor yaşananları gördükçe. Her an başıma bir şey gelebileceğini düşünmeden edemiyorum. Yolda yürürken arada bir arkama dönüp bakıyorum takip ediliyor muyum diye. Biriyle hayatımı birleştirmek üzerine düşünürken, acaba diyorum evleneceğim kişi bana zarar verir mi.

Bu kadın erkek eşitliği ile ilgili değil, kadına değer verilmesiyle ilgili bir konu. Kadınla erkeğin eşit değil, farklı fıtratlarda yaratıldığı, âdil olmaları gerektiğine inanıyorum. Pozitif ayrımcılığı -yanlış tutumlar müstesna- ve toplumsal cinsiyet adaletini savunuyorum, destekliyorum.

Muhsin Başkan’ın gençlik yıllarında kürsüde söylediği bir söz var, sık sık hatırlatıyorum kendime: “Şayet nefes alıp verecek kadar ayakta isek, konuşabiliyorsak; Allah’ın emaneti bedenlerimizi, aslımızı, gönlümüzü seferber edip; bu gidişe dur demeye mecburuz.” Toplumumuzu içerisine düştüğü bu rezil durumdan kurtarmalıyız arkadaşlar. Anne baba olurken, çocuk yetiştirirken; onun bir ferdi olacağı toplum için endişe duymalıyız. İnsanlara önce insan oldukları için saygı duymayı öğretmeliyiz.

Rica ediyorum elimizden ne geliyorsa yapalım bu konuda. Yalvarıyorum toplumumuzun bilinçlenmesi ve bu olayların daha fazla yaşanmaması için harekete geçelim. Lütfen bir iki cümle söyleyip, siyah fotoğraf paylaşıp iki gün sonra unutmayalım.

Dilerim o 10 yaşındaki kızcağız ve mağdur olan tüm kızlar ve kadınlar yaşadıkları travmaları atlatıp yaşama bağlanabilirler yeniden. Dilerim hukuk sistemimiz daha caydırıcı şekilde uygulanabilir. Dilerim bir gün geceleri sokağa çıkarken tedirgin olmadığımız bir ülkemiz olabilir. Dilerim birbirimize biraz daha saygı duyabiliriz. Dilerim insanlar içimizdeki bu vahşete daha fazla kurban gitmezler.

İlk yazımın bu konuya dair olmasını inanın hiç istemezdim. Kafamda birçok fikir ve konu vardı. Fakat yazmasam çıldıracaktım. Bu yazı da benim çığlığım olsun. Çünkü ben de ölmek istemiyorum.

Fatma Kutlu






*Bir posta katarı gibi simsiyah dumanlar çökerek

Bazan gelmesi beklenen bazan ansızın çıkagelen

Haberler bilirim mektuplar bilirim.

Yakamozun buruk seyrinde usul usul yağan yağmurun tıpırtıları içinde demlenen çayın keyfini hep birlikte çıkarıyorlardı. Çay bardağının boşalmasını fırsat bilen kadın, müsade buyurarak evi terketti. Kendisini eskisi kadar iyi hissetmiyordu. Belirsizliğe her gün düşler giydiriyor, umutlar yedirip, keder kusuyordu. Beklemek mefhumunun fazlası şirkti belki de, zamanın insanın zoruna gitmesinden mütevellit. Kadın farkına varmadan da olsa hayatını tarumar etmemek adına bu çileli bekleyişe katlanmıştı. Nihayet ki gelecek gün ağardığında hasrete veda edeceklerdi. Şairin de dediği gibi “Ne görsem ötesinde hasret çektiğim diyor/ Kavuşmak nasıl olmaz mademki ayrılık var?”

Evine girdi, içi içine sığmıyordu. Bir çiftçinin hasadı beklemesi gibi güneş toplamayı bekliyordu. Evin dar koridorunda hızlı fakat bir o kadar efkârlı voltalar atıyordu. Nişanlısını aylar sonra görecek olmanın verdiği huzuru, lise zamanlarında uzun süren ayrılıktan sonra baba ocağını ziyarete gideceği sabahın akşamında da hissederdi. Nişanlısına yorgun görünmek istemedi. Camın önünde bir süre kaldı. Caddedeki serserilerin sokağı bekleyişini, karşı kaldırımdaki fırıncı çırağının fırındaki ekmekleri bekleyişini, tramvay durağında otogara ulaşmak üzere bekleyen yolcuların bekleyişlerini gördü. Hayatların beklenti ve umutlardan ibaret seyrettiğini, beklemesi gerekmeyenlerin yaşamdan kopuk yaşadıklarını düşündü. Uykusu geldiğini fark etti, düşler içinde yatağa uzandı.

Sabahın ilk saatlerinde bir grup asker mücadeleden henüz dönmüştü. Kazak komutan Abzal, içtima alanında askerlik mesleğinin verdiği ciddiyetle kayaları andıran duruşta bekliyordu. Gözlerindeki korku bir babanın evladını askere göndermesi gibi, göçmen kuş sürüsünün ülkeyi terk etmesi gibiydi. Bıçkın bir asker olan komutan içtimada Gündoğdu isimli Türkmen’in olmadığını farketti ve onun en yakın arkadaşlarından Kırımlı Sedat’ın bir adım öne çıkmasını emretti. Komutanın gözlerindeki korku, yerini köklü ve sanki yıllanmış bir mateme bırakıyordu. Gündoğdu disiplinli bir askerdi, izinsiz bir yere kıpırdamazdı. Bir adım öne çıkan Sedat yüzünü eğdi, gözlerini kapadı. Vücudu olabildiğine titriyordu. Uzun süre sessizlik devam etti. Komutan yılların verdiği tecrübeyle söze atıldı:

-Arkadaşınızı toprağa mı emanet ettiniz evlat?

Sedat toprağa küfürler yağdırarak başını salladı. Gözyaşlarının sebebinin Gündoğdu’nun evini yıktığını yüreğinin en derinlerinde hissetti. Komutan kısa bir süre sessiz kalsa da lafı tekrar diline aldı:

-Bu vahim durumun sizler için ne elem şey olduğunu biliyorum. Tanrı Gündoğdu’yu bağışlasın, bu haberi ailesine duyurmak Sedat’ın borcudur. Ailesine bir mektup yaz oğlum. Acılarını paylaştığımızı, onları buraya getirmek için gereken ulaşım olanaklarını en kısa zamanda hazır edeceğimizi bildir.

Sedat ellerini yüzüne götürdü, konuşmak ve görmek istememesi tabiiydi, komutan onun bu hâlini en iyi anlayandı. Sedat hemen bir mektup ile durumu bildirdi. Mektup sanki mürekkeple değil de kurşunla yazılmış gibi ağırdı. Birkaç cümleden oluşan mektubu düzinelerce sayfa anlatmaya yetmeyecekti.

*Erdem Bayazıt’ın “Sana,bana, vatanıma, ülkemin insanlarına dair” şiirinden alıntıdır.

3oeksi adlı projeye geçen sene sosyal medya üzerinden ufak ufak denemeye başladığım seyahat yazılarımla dahil olacağım. Ben tabii bu yazıların herhangi bir gezi yazısından farklı ve bu mecradakilerin ilgisini çekeceğini düşünüyorum. Çünkü bu yazılar turizm camiasında alışılagelen teorik bilgiden, akademik bakış açısından yoksun, tabiri caizse karadüzen anlatıcıların yahut kolejde okumuş, yalıda büyümüş, dertsiz, tasasız, yapmacık söylemlere sahip kişilerin kaleminden çıkmayacak. Bu yazılar; ebediyete göçtükten sonra kaç kişi tarafından hatırlanacağını umursayan, bilime, insanlığa, Türklüğe ufak da olsa katkıda bulunma gayesi güden milliyetçi bir Anadolu genci tarafından yazılacak.

Turizm fakültesinden yeni mezun olmuş bir turist rehberi adayı olarak öğrencilik hayatımda, içerisinde çalışma ve eğitimi kapsayan bazı seyahat fırsatlarına ulaşma şansım oldu. Bu fırsatlar yoğun çaba ve emeğin sonucunda geldiği için kıymetini bildim ve onlardan yararlanabildiğim kadar yararlanmayı kendime görev addettim. Seyahatlerimi genellikle eğlenceden uzak, öğrenmeye ise olabildiğince yakın planladım. Çünkü bir Türk evladı olarak, ellerin yaptıklarının iki katını yapmakla yükümlü olduğumun bilincindeydim. Biz, otuz yaş altı gençler, dünyayı tanıma konusunda pek şanslı olmayan bir neslin yetiştirdiği evlatlarız. Şu halde, elimize bu konuda fırsatlar geçiyorsa bunları en iyi şekilde değerlendirmek bizleri yetiştiren ve bizlerin yetiştireceği nesillere olan yegane borcumuzdur.

Toplum olarak birçok alanda dünya ülkelerinin gerisinde kaldığımız su götürmez bir gerçek. Bu gerçeği kabullenip kendi yağımızda kavrulma fikri bana veya herhangi bir Türk milliyetçisi gence yakışmazdı. Bizim bilgiye aç bir nesil olmamız lazım ki yarınlara etkimiz olabilsin. Deneyim ve düşünce birikimimizden aydın bir nesil türetelim ve bu şekilde muasır medeniyetlerin bayrak taşıyıcısı olabilelim.

Bu düşünceler çerçevesinde, Türk milliyetçisi gençler olarak sosyal hayatın her alanında bulunmamız gerektiğini düşünüyorum. Tek tip insanlar değil, aynı ülkü uğruna yaşayan farklı insanlar olmalıyız. Yöneldiğimiz farklı alanlarda başarılı ve söz sahibi kimseler olmalıyız. Ancak bu yolla çağdaş, bilinçli, kültürlü ve donanımlı kişiler olabiliriz.

Seyahat…

Bugüne kadar gerçekleştirmiş olduğum seyahatlerden çok şey öğrendim. Her seyahatimin sonunda kendimi bir kitap bitirmiş yahut bir eğitimi tamamlamış gibi hissettim. Şüphesiz bunun altında yatan şey kendimce geliştirmiş olduğum seyahat metoduydu. Gerek meraklı olmam, gerek akademik alanım olduğu için bu iş benim için oldukça keyif vericiydi.

Şimdi bu konuda edindiğim tecrübelerden yola çıkarak kendimce nasıl seyahat edilmesi gerektiğini yazacağım.

Öncelikle ”Çok okuyan mı bilir, çok gezen mi?” sorusuyla giriş yapalım. Benim bu soruya cevabım verilen iki seçenekten çok daha fazla.

Okuyun, Gezin, Dinleyin, Gözlemleyin, Düşünün, Hayata Karışın ve Hissedin!

Rota Oluşturma:

Yola çıkmaya hazırlanıyorsunuz. İlk yapmanız gereken,ziyaret edeceğiniz yerleri belirleyip ilgi alanınıza, bütçenize ve zamanınıza göre bir rota oluşturmak. Hazırladığınız rotayı ulaşım imkanlarını da göz önünde bulundurarak revize etmenizi tavsiye ederim. Rotanızda her zaman yedek ve fazladan alternatifler de bulunsun ki karşılaşacağınız herhangi bir sorunda veya zaman artımında yapabileceğiniz bir alternatifiniz olsun. Bu süreçte elinizde mutlaka bir harita olsun ve gitmeden önce o haritaya bakarak şehrin veya bölgenin genel yapısını çözmeye çalışın, kalacağınız yerin konumunu ezberlemeye çalışın.

Ziyaret edeceğiniz yerleri belirlerken ilgi alanlarınız dışına da çıkmaya çalışın. Diyelim ki mühendissiniz. Sadece havacılık, tren, makine vs. müzeleriyle kendinizi sınırlamayın. Doğa tarihi müzesini de, bir kişiye atfedilmiş müzeleri de, sanat galerilerini de mutlaka görün. Bu, belki de o güne kadar farkına varmadığınız ilgi alanlarınızı ortaya çıkaracaktır.

Bilgi Toplama:

Belirlediğiniz rota uyarınca ziyaret edeceğiniz noktaların genel tarihi hakkında bilgi toplayın, fotoğraflarını inceleyin ve kısa notlar tutun. Herhangi bir sorunla karşılaşma riskini en aza indirmek için daha önce buraları ziyaret edenlerin yazmış olduğu blog yazılarını okumanızı, varsa burayla ilgili çekilmiş videoları izlemenizi tavsiye ederim.

Gideceğiniz yerde Türk izlerini arayın. Büyük bir milletin evlatları olarak dünyanın herhangi bir yerinde kendinize ait şeylerle karşılaşabilirsiniz. Örneğin Washington D.C’de bir Atatürk heykeli görebilirsiniz. Letonya’nın kasabadan hallice bir şehri Cesis’te Plevne savaşında esir düşüp hayatlarını orada kaybeden Türk erlerin mezarını ziyaret edebilirsiniz (ediniz!) yahut Litvanya’nın Trakey şehrinde Karay Türkleri ve Kırım Tatarlarının izlerine rastlayabilir, bir güzel Karay yemeği olan “kıbın” yiyip dönebilirsiniz. Buna dair örnekler elbette çoğaltılabilir.

“Letonya / Cesis Türk Erleri Mezarlığı — 2018”

Konaklama Seçimi:

Konaklama seçimi bir seyahatin en önemli aşamalarından biridir. Özellikle otuz yaş altı bir gezginseniz bütçeniz ne olursa olsun bir hostelde kalmanızı tavsiye ederim. Otuz yaş üstü ihtiyarlar için konfor alanının dışına çıkmak haliyle biraz daha zor olacağından otelde konaklamayı tavsiye ederim. Hosteller minimum düzeyde konfor sunar fakat ucuz ve sosyalleşme imkanı sunduğundan tavsiye ediyorum. İnsanları inceleyerek, öğrenme deneyiminizi daha da kaliteli bir hale getirebilirsiniz.

Burada tabii ne tür bir gezgin olduğunuz da önemli. Benim tavsiyem, seyahatinize tek başınıza çıkmanız ve yanınızda sadece ihtiyacınız kadar eşya bulundurmanız, hatta mümkünse tek bir sırt çantasına tüm ihtiyaçlarınızı sığdırabilmeniz. Bu şekilde hareket kabiliyetiniz yüksek olacağından zamanı daha verimli kullanacak ayrıca tek başınıza olduğunuz için düşünmeye, net bir biçimde gözlemlemeye ve yorumlamaya bolca fırsatınız olacaktır. Tabii ki arkadaşlarla seyahat etmenin tadı başkadır fakat yukarıda bahsettiğim çerçeveler göz önünde bulundurulduğunda öğrenme amaçlı bir gezi için tavsiye verdiğim unutulmamalıdır. Tek başınıza gezmek özgüven patlamasına da sebebiyet verir. Bu da bir insanın kendi kabuğunu kırmasındaki ilk adımdır. Sınırlarınızı zorlamaktan çekinmeyin!

Sosyalleşmek:

Yalnız gezmek sosyalleşme konusunda da avantajlıdır. Tek başınıza olduğunuz için yabancılarla tanışmada daha rahat davranırsınız. Gittiğiniz yerlerde yerlilerle tanışmak orayı daha iyi kavramanıza çok büyük katkı sağlar. Hatta bunu seyahat planınızın asıl hedeflerinden biri haline getirmenizi tavsiye ederim. Farklı kültürlerde yetişmiş yeni insanlar dünyaya bakış açınızı değiştireceği gibi yabancılar hakkındaki sahip olduğunuz muhtemel ön yargıları da yıkacaktır. Bu yolla çok iyi arkadaşlık ilişkileri de kurabilirsiniz. Asla çekinmeyin ve konuşun. Girişken olun. Onlar üzerinde bırakacağınız olumlu herhangi bir algı da ülkemiz adına çok önemli bir katkı olacaktır. Şunlara Orta Doğu’lu olmadığımızı göstermenin vakti gelmedi mi sizce de?

İnceleyin:

Dağı inceleyin, taşı inceleyin, geceyi ve gündüzü inceleyin, şehirleri inceleyin, mimariyi inceleyin, yolları inceleyin, kaldırımları inceleyin, insanları inceleyin, marketlere girin, parklarda oturun, sorular sorun. Sadece bakmayın yahut fotoğraf çekip geçmeyin. Anlamlandırmaya çalışın. Farklılıkları sezmeye çalışın. Karşılaştırmalar yapın. Mesela bisiklet yollarına odaklanın zira bisikletliye verilen değere bakarak bir ülkenin medeniyet seviyesi hakkında bilgi edinebilirsiniz. Gelişmiş ülkede bisiklet vardır! Trafiği inceleyin. Toplumun ne kadar hoşgörülü ve saygılı olduğunu, insana ne kadar değer verildiğini karşıdan karşıya geçerken anlamanız mümkündür. Yorumlayın! Bu, düşüncenizi geliştireceği gibi hayata dair beklentilerinizi ve standartlarınızı da yükseltecektir. Azla yetinen olmamalıyız.

“Vistül Nehri / Varşova — 2018”

Hissedin:

Diyelim ki tarihi bir mekanı ziyaret ediyorsunuz. Kendinizi mekanın büyüsüne kaptırın. O mekan hangi çağa aitse kendinizi bir an orada hissedin. Takın kulaklığınızı ve ortamla uyumlu bir müzik dinleyin. Unutmayın, bir yerde kendinizi ritmine kaptırarak dinlediğiniz bir müziği daha sonra tekrar duyduğunuzda kendinizi yine oradaymış gibi hissedersiniz (bunun bilimsel açıklamasını nörobilimci arkadaşlara bırakıyorum) Diyelim ki bir Orta Çağ kalesindesiniz. Kendinizi oraya adapte etmeye çalışın. Zamanında orada olan yaşamı zihninizde canlandırmayı deneyin ve kendinizi de o hayatın bir parçasıymış gibi hayal edin. (Örneğin, Age of Empires oynayan arkadaşlar bu işi kolaylıkla yapabileceklerdir 🙂

Seyahatlerinize yeterince zaman ayırdığınızdan emin olun. Kısa süreli bir turda bu dediklerimi yapmanız pek mümkün değil. Bir şehri sırf görmek için değil orayı öğrenmek için çabalayın. Daha fazla Instagram şovmenine ihtiyacımız yok.

Bisiklet kiralama şansınız varsa mutlaka kiralayın. Böylece trafiğe karışıp, yukarıda da bahsettiğim gibi sosyal hayata dair daha iyi yorumlama yapabilirsiniz. Ayrıca bisiklet kiralamak erişim alanınızı genişleteceğinden daha fazla yer görebilirsiniz.

Gezi alanınızı sadece turistik bölgelerle sınırlı tutmayın. Halkın yaşam alanlarına, mahallelere girin. Zengin semti de yoksul semti de iyice inceleyin. Örneğin bu, gelir eşitsizliğini yorumlamanıza yardımcı olur.

Seyahatiniz süresince yanınızda mutlaka bir kitap bulundurun. Bir kitabı farklı yerlerde okumanın da güzel bir anısı olacağına inanıyorum. Şahsen ben yanımda bir şiir kitabı taşımaya özen gösteririm.

“Maskavas Dārzs / Riga — 2018”

Kendinize gittiğiniz yerleri simgeleyecek şeylerden bir koleksiyon yapabilirsiniz. Ben gittiğim yerin en popüler gazetesini almayı tercih ediyorum. Bu gazeteleri anlamasam da fotoğraflardan yola çıkarak ülkenin o dönemdeki gündemini az çok anlayabiliyorum.

Telefonunuzun hafızasını boşaltmış şekilde gidin ve oradan dolu bir şekilde dönün. Şu an bu yazıyı yazmama ve gelecekte yazacağım yazılara kaynak olan şey çektiğim sayısız fotoğraf ve kendi kendime konuştuğum birkaç videodur. Bunlar geçmişi hatırlamada size yardımcı olacak şeylerdir.

Son olarak, gezinize biraz neşe katmanızı tavsiye ederim. Unutmayın, keyifle yaptığınız her şey yanınıza kar kalacak, gelecekte çok daha iyi anımsayacağınız anılar olacak.

Seyahatinizi öğrenme gayesiyle hazırlayıp ufkunuzu genişletin, kendinizi yetiştirin ve farklı dünyaların da olabileceğinin farkına varın. Varın ki; siyasi sınırlarıyla, dağlarıyla, dereleriyle değil; feyzi ile, ümranı ile, kalemi ile, sanatı ile yeni bir vatan çizip ortaya çıkarabilelim!

Atasının belinden, anasının rahminden dünyaya düştüğü ilk andan itibaren göç eder Türk. Toprakla, iklimle, ihtiyaçla, düşmanla olan mücadele göçlerinin yerini yaylak-kışlak göçleri almıştır zamanla. Koyaklar aşılmış, dereler geçilmiş, bozkırlar ezilmiş, nicesi ölmüş, pek çoğu doğmuş, kimisi yürümüş, bazısı akınlamış ama hep toprak arşınlanmış. At yoldaşı, it koruyucusu, kurt yolbaşçısı, evdeşi güneşi, güneşi tuğu olmuş. Göçmüş Türk, durmadan bin yıllar, türlü yollar aşmış. Anlatmış Türk, sürekli anlatmış, kavgasından yazamamış, bir soluk alınca kitabelerini dikmiş sonsuz olsun diye. Peki başka? Dedik ya yazmamış, yazamamış. Bu dünya göçü, medeniyet tekamülünde eksik bir yer bırakmış: yazı. Ama anlatmış, öykünmeden öykülemiş, destanlaşmış, Dede’m Korkut’lanmış. Yazı gediğini söz büyüsü ile tıkamış.

Ya şimdi? Hala göçüyor Türk, otobüste evden işe, işten eve, okula, gezmeye, kanepeden kanepeye yükü TV kumandası, ağzından uyuklarken akan akıntısı. Göçüyor hala Türk, yürüdüğü sokaktan, sigarasıyla balkondan, çantasıyla pazardan, cumaları namazdan geçiyor. Bu göçlerde hep bir şeyler yaşıyor, anlatıyor, gülüyor, güldürüyor, hüzünlendiriyor, ağlıyor, ağlatıyor ama yazmıyor. Yazmak külfetli geliyor, göçü durur diye korkuyor belki de.

Türk, romanla yaşamıyor, hayatı roman ama öyküyle yaşıyor, her anı öykü. Yazılmayınca hatırda kalışı da uzun sürmüyor. “Aaa ya şey vardı, hani siz maça gitmişsiniz de bir şey olmuş, top mu yarılmış, hakem mi kovalanmış, ofsayt mı kalkmış, forvet mi lazımmış, neydi? Tüh hatırlayamadım anlatsana” anlatıcı da hatırlayamıyor çoğu zaman, her defasında ya abartı ekleniyor ya eksik kalıyor. Halbuki yazsa, bilgisayara yazsa, kağıda yazsa, günlük tutsa, hiç olmadı imkansızlık içinde imkan yaratan atası gibi taşa yazsa, yazsa kalacak, edebiyat gelişecek, kültür gelişecek, kendisi gelişecek, tarih gelişecek yani geleceğin geçmişi şekillenecek. Daha çok bilinecek, unutulmayacak.

Birey değişiyor, toplum, dünya değişiyor. Haliyle Türk, bunlardan ayrı değil o da değişiyor. Ruh da değişiyor, daha bir pırıl pırıllaşıyor, bu parıldayan neslin kuvvetli bir kalemi var. Dergiler çıkıyor, makaleler, şiirler, öyküler… Ancak anlatı kabiliyeti çokluğuna nazaran, yazın alanında hala çok eksiğiz. Utanıyor ya da üşeniyoruz. Bence üşeniyoruz. Türk’e bir kaç yüzyıldır yapışan bu tembellik “hasletini” üzerimizden atmakta güçlük çekiyoruz, özellikle ürün ortaya koymada.

Öykünmeden öykülemek gerek, Rus’a, Alman’a, İngiliz’e ya da başka birine öykünmeden. Türk’ün dili kuvvetli, haznesi geniş, hafızası taze, değerlendirmek gerek, yazmak gerek, nesle aktarmak, tarihe bırakmak. Oysa hepimizin ne kadar çok anlatacak öyküsü var, düşüncesi, üzüntüsü, eleştirisi, haykırışı yaşadığı ya da yaşamak istediği, yaşamak istemediği ama kurguladığı yahut dinleyip etkilendiği ne çok şey.

Gülmek için, bilmek, öğrenmek için, öğretmek için hatta sevmek ve sevilmek için, biraz daha iddialı olayım; Türk, ‘olmak’ için yazmak zorunda. Evet olmak, var olmak, varlığını ölümsüzleştirmek… Tarihin başından, uzayın dahi bilinir olmaya başladığı bu çağa kadar kendine has öyküsü ile gelen Türk, bundan sonraki yolu da kendince gidecek ama bu yürüyüşü yazdıkça ses getirecek, yazdıkça daha çok bilinecek.

Yaşa, anlat, yaz arkadaş.

Üstte gök çökmedikçe, altta yağız yer delinmedikçe Türk’ün öyküsü bitmez arkadaş!

Sen yaz!

Mustafa Oğuz BAYAT

Tanrım, biz zamanın çarmıhına nasıl gerildik

Tedrici gelen o tinsel hazzı

Tanrım ellerin midir unutturan

Çehresini her bakışta yineleyen o genç adamı.

Kargılar doldurdum kirpiklerime

Kolonyal şapkamla eğiliyorum önünde

dünya sömürgeler tarihine ekliyorum kendimi

Ve ben ellerinde kastanyetler çalan çıplak kadınların yazgısına eşlik ediyorum.

Kuzey denizlerinin kadınlarına çağrımdır

-ölmemek direnmektir-

Genç adamların bakışları öldürür.

 

Hilal BIÇAK

Yunanistan’ın Batı Trakya’da 5 Türk okulunu daha kapatmasıyla Türk dünyasının bir kez daha sızlayan yarası; “Batı Trakya Türklerinin” vaziyeti, epey sınırlı şekilde de olsa bugünlerde basınımızın gündeminde. 

Soldan Sağa: Afet İnan, Venizelos, Bayan Venizelos, Atatürk

İşin aslı, Atatürk ve Venizelos’un harpten sonra başlattığı iyi niyet ortamı İsmet Paşa ve Adnan Menderes döneminde de devam ettirilmişti. Öyle ki, Lozan’da Batı Trakya Türklerinden “müslüman azınlık” olarak bahsedilmişken, Mübadele Anlaşması’nda “Türk” ifadesi açıkça kullanılmıştır. Bu dostluk rüzgarlarının estiği dönemde Yunanistan “Türk etnik kimliğini” tanımış hatta Türk isminin okulların adında geçmesini kanunla dahi zorunlu hale getirmiştir. Lâkin Türkiye-Yunanistan ikili ilişkilerinin izlediği rota sebebiyle 1955’ten itibaren bu durum artık tam tersine dönmüştür. Örnek olarak 1987 senesinde “Batı Trakya Türk Öğretmenler Birliği” ve “Gümülcine Türk Gençler Birliği Derneği”, “Türk sıfatının Yunan vatandaşları ve Müslüman Yunanlılar için kullanılamayacağı” gerekçesiyle kapatılmışlardır. Kökleri yarım asırdan öteye uzanan bu baskı politikalarını, bunların açık ve acı neticelerini hemen her alanda görmek kabildir. Örneğin bugün, Yunanistan’da okur-yazarlık oranının en düşük olduğu yer Batı Trakya’dır. Yunan Hükümeti, Batı Trakya Türklerinin eğitim haklarına mütecaviz politikalarını uzun yıllardır sürdürüyor. Lozan’a göre azınlıkların kendi eğitim kurumlarını işletme hakkı olsa da, Hükümet bu kurumları “Din İşleri ve Eğitim Bakanlığı’na” bağlı olarak elinde tutuyor. Bu da zaten bölgede süregelmekte olan “sistematik eğitimsizliğin” Yunan Hükümeti açısından bir tür sağlayıcı cihazıdır.

“TEK SUÇUMUZ YUNANİSTAN’DA TÜRK OLMAK”

Uzun yıllar boyu, Türk azınlığın üzerinde güdülen baskı politikaları kapsamında, Türklerin topraklarının ellerinden alınması, hukuken “yetim” kılınmaları, Türklerin yerel yönetimlerdeki “çöpçülük, temizlikçilik” gibi işler haricinde kamu görevlerine asla kabul edilmemeleri, Türklerin kurduğu vakıf, dernek gibi her türlü sivil toplum kuruluşunun ortadan kaldırılması ya da işlemez hale getirilmesi ve Yunan Hükümetinin üzerlerinde sürdürmekte kararlı olduğu “sistemli eğitimsizlik politikası” vasıtasıyla Batı Trakya Türkleri bugün, “karnını doyurmaktan” başka hiçbir şeyi düşünemez bir topluluk halinde tutulmaya çalışılıyor. Bütün bu asimilasyon siyaseti neticesinde, Türk azınlığın ekseriyeti kaliteli ilköğrenim alamadığı için yüksek eğitimden fiilen mahrum durumdadır. Yüksek eğitimin olmadığı yerde de haliyle öğretmen yetişmiyor ve Yunan Hükümeti Türk öğretmenlerin olmadığı yerleri Yunan öğretmenlerle doldurarak Türk okullarında Türkçe eğitimi her fırsatta daha da kısıtlıyor. İhtiyaca binaen, İstanbul’daki Rum öğrencilerin öğretmenlerine karşılık olarak Türkiye’den gönderilen öğretmenlerin, vazifelerine yönelik her türlü engellemeyi yapan Yunan Hükümeti, bu öğretmenlerin bir kısmını da her yıl reddediyor. 1973 yılından beri Türkiye’de eğitim görüp Yunanistan’da vazife üstlenmesi için girişilen hiçbir öğretmene, Batı Trakya’da Türk dilinde eğitim veren hiçbir okulda çalışma müsaadesi verilmedi. Her yıl, Türk okullarında eğitim döneminin başlamasına yakın başlayan ve uzun süren göstermelik tadilatlarla zaten zor işleyen müfredatta mütemadiyen değişiklikler yapılıyor ve maksatlı çıkarılan kanun gereği sınıra yakın yerlerde inşaat ve tamiratların ruhsata tabi olması nedeniyle okullara gerekli bakımları yapılamıyor. Bütün Batı Trakya’nın da bu “sınıra yakınlık” kapsamına girdiğini siz de takdir edersiniz.

Batı Trakya Türklüğünün gördüğü mezalim tabii ki eğitimle sınırlı değil. Şüphesiz ki vakıflar bir cemiyetin varlığını koruyan en mühim cihazlardandır. Lozan, 40. maddesiyle “Yunanistan’daki müslüman azınlığa, masrafları onlara ait olmak üzere, her türlü hayır kurumlarıyla dini ve toplumsal kurumları, okulları kurmak, yönetmek ve denetlemek” hakkını tanısa da Yunan Hükümeti Türk azınlığın bu hakkına saygı duymuyor. Ülkede başa gelen darbe yönetimleriyle bu vakıfların idareleri çok defa değişse de bu değişikliklerin asla Türklerin haklarını iade eder şekilde gerçekleştiği vaki değildir. Son yıllarda bu baskılar hafiflemiş olsa da müdahaleler hala sürüyor. Zaman zaman bu vakıflara ait, hukuken vergiden muaf olan birçok menkul ve taşınmazlara hayali vergiler tahakkuk ettirilip, sonra da ödenmediği gerekçe gösterilerek ipotek konuluyor, kısaca vakıf malları zamana yayılan bir tür yağmaya tabi tutuluyor.

“Lozan Konferansı Zabıtları” ve Anlaşma’nın resmi verileri dikkate alındığında Batı Trakya Türkleri 1920’lerde bölge arazilerinin % 84’üne sahipti. Günümüzde bu oranın % 20’lere düşmüş olması Türk azınlığın üzerindeki baskının ne denli kuvvetli olduğunu gözler önüne seriyor. Göreve gelen -neredeyse- bütün Yunan hükümetlerinin Yunan vatandaşlarının bölgeden toprak alması için sağladığı imtiyazlar, ayrılan kotalar, Türklere ait bu toprakların kamulaştırılması ve “anasdasmos” denen arazilerin birleştirilmesi uygulamasına tabi tutulması, Osmanlı toprak dağılımının ve mülkiyetlerinin durum Yunanlıların lehine olduğunda tanınıp, Türklerin lehine olduğunda çift standart uygulanarak tanınmaması gibi baskı politikaları sonucu toprak dağılımı böyle dramatik bir biçimde değişmiştir. Kamulaştırılan arazilerin % 80–90’ının Türklere ait olması kamulaştırma politikasının amacını sarih şekilde ortaya koymaya yetiyor. Temelde “verimli arazilerin değerini artırıp, kullanılmayan araziyi yeniden tarıma kazandırmayı hedefleyen, miras gibi sebeplerden dolayı bölünerek zamanla ekonomik verimliliğini kaybetmiş toprakların kendi aralarında ya da başka topraklarla birleştirilerek yeniden dağıtılmasına” dayanan “anasdasmos” uygulaması sıra Türklere geldiğinde hep en verimli arazilerin alınıp, daha büyük ama verimsiz ve değersiz arazilerin verilmesi şeklinde işlemiştir.Batı Trakya’daki arazi dağılımını kendi lehine değiştirmek konusunda insan haklarını ihlâl etmekte ve kendi yurttaşları arasında etnik temelli ayrımcılık yapmakta hiç beis görmeyen Yunanistan, Batı Trakya’daki demografik yapıyı Türklerin aleyhine değiştirmek için de elinden gelen çabayı sarf etmiştir. Bölgedeki Türk azınlık baskı siyaseti ile vatanlarından göçe zorlanmış ve dönemin Sovyetlerinde yaşayan Yunan kökenliler çeşitli imtiyazlar ile getirilerek Batı Trakya’da iskân edilmişlerdir. Bu taşıma nüfusa Batı Trakya Türklerine ait birçok araziler kamulaştırılarak dağıtılmış ve üstüne, Rodop ilinde “Romania” ve İskeçe’de “Eketenepol” adlı göçmen yerleşimleri oluşturulmuştur. Son olarak, bölgede demografik dengeyi bozmaya dönük yapılan en ırkçı uygulama ise öyle sanıyorum ki 1999 yılında Yunanistan Başpiskoposu Hristodulos’un Batı Trakya’da üç çocuğa sahip olan “Elen-Ortodoks” ailelere yerel metropolitliklerce ayda 40 bin Drahmi maddi yardım yapılmasına yönelik kararıdır. Bütünüyle ırkçı emeller taşıyan bu uygulama herkesçe anlaşılacağı üzere bölgenin demografik yapısını Batı Trakya Türklüğü aleyhine değiştirmeyi amaçlamaktadır. Lâkin bence bütün bu uygulamaların içinde en zalimâne olanı “vatandaşlıktan ıskat” meselesidir. 1955 senesinde çıkarılan “3370 Sayılı Yunan Vatandaşlık Kanunu’nun” 19. maddesi hem Yunan Anayasası’nın 1. ve 2. maddelerine, hem de Lozan’a aykırı bir şekilde vatandaşlık hakları açısından “Yunanlı ile Yunanlı olmayanı” birbirinden ayırmış ve uzun yıllar boyu Yunan hükümetlerinin elinde; bölgenin etnik fotoğrafını Yunanlılar lehine değiştirmek adına en mühim cihazlardan biri olmuştur. Bu zalim uygulama 1998 yılı başında kaldırıldığı o güne kadar çeşitli bahanelerle, toplamda 60.004 Batı Trakya Türkü vatandaşlıktan atılmıştı. Bu kanun öyle bir garabettir ki, “vatandaşlıktan çıkarma” yetkisini Ulusal Konseye danışılması koşuluyla ancak hangi kriterler üzerinden kullanacağı belli olmayan bir şekilde İçişleri Bakanlığı’na vermiştir. Bu hesapsız (ve hesaplı) inisiyatif aslında bir kriter gözetmek durumunda da değildi; zira, tek bir amaç vardı: “Batı Trakya Türklerinin sayısını mümkün olduğu kadar azaltmak!”

Dr. Sadık Ahmet ve Alparslan Türkeş

Batı Trakya Türklüğünün en sancılı ve bir türlü çözüme varmayan meselelerinden biri de “müftülük meselesi”. Hâlihazırda da, Gümülcine ve Dedeağaç’ın ikişer ayrı müftüsü var. Birisi atanmış, birisi seçilmiş olan; aynı anda iki müftü. Tuhaf değil mi? Türk azınlık 1985 senesine değin 1913 Atina Anlaşması gereği kendi müftülerini kendisi seçiyordu. Hukuktan eğitime; vakıf işlerinden cami idarelerine kadar müslüman azınlığın neredeyse bütün meselelerine dair yetkileri ve görevleri olan müftüler Yunanistan’daki diğer Hristiyan din adamlarıyla eşit haklardan ve muafiyetlerden yararlanıyorlardı. Lâkin 1984 yılında Gümülcine Müftüsü Hüseyin Mustafa Efendi’nin vefatıyla yerine Yunan Hükümeti tarafından Rüştü Ethem atanır. Müslüman azınlığın fikri alınmadan yapılan bu atama üzerine Türkler 1990’da yeni ve resmi makamlarca kabul görmeyen bir seçim yaparlar ve Mehmet Emin Aga İskeçe’ye, İbrahim Şerif de Gümülcine’ye Müftü olarak seçilir. Yunan Hükümeti bunun üzerine 2345 sayılı kanunu kaldırır ve yerine 1920 sayılı kanunu getirir. İşte bu yeni kanun, müftülerin cemaat tarafından seçilmesini men eder ve müftülerin tayini hususunu bütünüyle Yunan Hükümetine bırakır. Daha sonra çıkarılan kanunlar ile müftülerin ellerinden vakıf malları üzerindeki yetkilerinin alınması ya da diğer Müslüman cemaatlerle yapılacak yazışmaların Türkçe olmasının yasaklanması gibi dayatmalar ihdas edilir. İşte, müftülük meselesinde ikiliğin ortaya çıkmasına giden süreç aşağı yukarı böyle gelişir.

İskeçe Seçilmiş Müftüsü Ahmet Mete

Şu anda İskeçe’de biri Yunan Hükümeti tarafından atanmış olan Mehmet Emin Şinikoğlu ve diğeri İskeçe Türk Azınlığı tarafından seçilmiş olan Ahmet Mete olmak üzere iki müftü bulunmaktadır. Aynı şekilde Gümülcine de biri Yunan Hükümeti tarafından atanmış olan Cemali Meço ve diğeri Gümülcine Türk Azınlığı tarafından seçilmiş olan İbrahim Şerif olmak üzere iki müftü bulunuyor. Her ne kadar AİHM tarafından, 14 Aralık 1999’da İbrahim Şerif davasında “Şerif’e karşı yürütülen idari işlemlerin Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin düşünce, din ve kanaat özgürlüğüne dair 9. maddesinin ihlali” olduğu gerekçesiyle ve 2006 yılında Mehmet Emin Aga davasında bir kez daha haksız bulunarak mahkum edilmiş olsa da, Yunanistan; gayrimeşru uygulamalarıyla zaten bin bir türlü gadre uğrattığı Batı Trakya Türklerini dini anlamda da bölmek çabasıyla haksız ısrarını sürdürüyor. Öyle ki Yunan Hükümeti Batı Trakya Türklerinin hür iradeleriyle seçtikleri Müftüleri İbrahim Şerif ve Mehmet Emin Aga’yı defaatle yargılamış ve haksız hapis cezalarıyla cezalandırmıştır. Mevcut İskeçe Seçilmiş Müftüsü Ahmet Mete tehdit edildiğini açıklamıştı. 2017 yılında cenaze namazı kıldırdığı için “makamı gasbetmek” suçundan 7 ay hapis cezasına çaptırılan Mete, Yunan Maliyesi tarafından yeni aldığı arabasının kredisini bildirmediği gerekçesiyle 41 bin Euro para cezasına çarptırılmıştı. Tam da sırası gelmişken Yunan Hükümeti’nin “uygun gördüğü hallerde” vergiden muaf olan vakıf mallarına dahi vergi tahakkuk ettirip borcun ödenmemesi gerekçesiyle ipotekler koyduğunu hatırlatmak isterim. Ayrıca Atina yönetiminin seçimleri kaldırarak atamalar yapmasını eleştirdiği için yargılanan gazeteciler Cengiz Ömer ve Feyzullah Hasankaya geçtiğimiz şubat ayında 15’er ay hapisle cezalandırılmışlardı.

Gümülcine Seçilmiş Müftüsü İbrahim Şerif

İşte Batı Trakya Türklüğünün üzerindeki mezalim öyle birkaç okulun kapanması ile mahdut bir mesele değildir. Yunanistan’ın zalimâne politikaları yıllardır durmadı. Batı Trakya Türkleri’nin nefesini ebediyen kesmeye azmettikleri ama Avrupa Birliği’ne giriş sürecinde gevşetmek zorunda kaldıkları ilmeği yine ve yeniden, her fırsatta daha da sıkıyorlar. Faal olarak kullanılan, tarihi eser statüsündeki camilerin tadilatı için ruhsat vermek konusunda dahi her türlü zorluğu çıkarıyorlar.

İki Devletin diplomasi tarihinde görüldüğü üzere Batı Trakya Türklerinin durumu ile diplomatik gelişmeler hep paralellik gösterdi ve bugün; hem Ege’de, hem Doğu Akdeniz’deki durumu dikkate alırsak Türk azınlığın şu anda ve yakın gelecekte muhatap oldukları, olacakları şartlar ile ilgili iyimser olmak maalesef mümkün değil.

Batı Trakya Türklüğünü yetim koymak hür ve hürriyet aşkıyla mayalanmış olan Türk Milleti için züldür. Devletimizin Batı Trakya Türklüğü uğruna Doğu Akdeniz ve Ege’deki haklarından vazgeçeceğini ya da aynını yapması için Yunanistan’ı ikna edebileceğini düşünmüyorum. Lâkin bu meseleyi düşününce hatırımda ilk canlanan, Müslüman Türk halkının namusunu Yunan’a ve Bulgar’a terk etmek anlamına gelen “Geri çekil!” emrini reddedip, tüm yetki ve rütbelerinden azade olarak tarihteki ilk Türk Cumhuriyeti olan Batı Trakya Türk Cumhuriyeti’ni kuran Süleyman Askerî Bey ve silah arkadaşları geliyor. “Vakıf İmparatorluğu” kurmuş bir tarihin varisleri olarak “cemiyetçilik” anlayışımızı artık “köy, kasaba dayanışma derneklerinin” dışına çıkararak “Dış Türklerle” ve “Esir Türklerle” ilgili ciddi toplumsal çabalar ortaya koymalıyız. Önce Türk, sonra uluslararası kamuoyuna sağlıklı ve güncel bilgiyi ulaştıracak platformları ortaya çıkarmalı ve oluşacak kamuoyunun “Esir Türkler” için birikecek beklentilerini karşılamak üzere atılabilecek olan adımları da atmalıyız.

*Süleyman Askerî*

Tüm bunları yapmaya ve bu yolda çabalamaya tarih bizi memur eyledi. Zira unutmayalım ki şu söz bir dileğin değil, tarihi bir tespitin tezahürüdür: “Türk’ün Türk’ten başka dostu yoktur.”

1_LYrwWp-GCJ9g3SSL8cj1zA

Herkes bilmez ama

Sevmek yol bazında

Altı yüz kilometreye eşittir

Ağız dolusu altı yüz kilometre

Issız bir yolda

Bir kadını dahi çıldırtır.

Serin bir gecede

Çiçekler bezeli ellere bulaşır

Kılıçları kınından

Şoförü yolundan çıkartır.

Sevmek yol bazında

Altı yüz kilometre uzunluğundaysa

Çiftçi tarlayı ömür boyu sürer

Tam tamına bir ömür boyu

Bir kadına bir adam dahi bekletir

Mektubuna “ömrün yarısı” dediği yerde

Ölen şaire de selam ekletir

Çünkü sevmek şair bazında

Üç yüz kilometre uzunluğundadır

Kimse bilmez

Sevmek yol bazında kelimelere denktir

Ve kelimeler dur durak bilmeden

Onu yaratanı tesbih eder

Ve bir hilalin ışığında bir derviş

Sükûnete yürür

“Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla”

Çünkü sevmek teslim olmaktır Allah’a

Hep Allah’a…

Türk kimdir sorusuna yanıt ararken tanım sorunlarıyla karşı karşıya kalıız. Bunun yanına bir de kavram kargaşaları eklenir çünkü Türk aynı zamanda bir ırkın, etnisitenin, milletin, ulusun adıdır.

Türk bir ırkın adıdır. Irk, ortak atadan gelme esasına dayanır. Esasında biyolojik kalıtıma, fenotipe göre sınıflandırmadır. Irk kelimesi zaman içinde daha dar grupları ifade etmek için kullanılmaya başlandı. Beyaz ırk, sarı ırk, siyah ırk gibi genel ifadeler yerini Türk ırkı, Alman ırkı gibi özel ifadelere bıraktı.

Türk; etnik aidiyet belirtir, bir etnisitenin adıdır. Etnisite, ortak atadan gelen insanların aynı zamanda aynı kültürü taşımasıyla oluşur. Bu topluluktaki insanlar ortak mitolojiye, tarihe sahiptir. Yeme içmeleri, giyimleri, müzikleri benzerlik gösterir. Bu ortak kültür boylara (uruklara) göre farklılık gösterebilir.

Türk, millet adı belirtir. Millet doğuştan gelen özelliklerle değil kolektif irade beyanıyla ortaya çıkmıştır. Aynı soydan gelme şartı aranmazken, kültür ortaklığı şarttır.

Türk; bir ulus adıdır, vatandaşlıktır. Hukukî bir kimliktir. Vatandaşlıkta dil ve milliyet farkı gözetilmez. Türk vatandaşlığı, Türkiye Türklerine özel bir kimliktir. Örneğin Azerbaycanlılarla aynı milletten olmamıza rağmen Azerbaycanlılar Türk vatandaşı değildir. Bu kimlik anayasal bir durumdur. Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının 66. maddesi, Azerbaycan Cumhuriyeti Anayasasının 52. maddesi bu kimliği belirler.

Eğer Türklük tartışmaya açılacaksa bu dört farklı kavram üzerinden, farklı zeminlerde tartışmaya açılmalıdır. Aksi halde tartışmalarda doğru sonuca varılmaz ve verim alınmaz.

Her gencin kimliğinin oturmaya başladığı, birçok dostlarının ve büyüklerinin onun için endişelenmesine sebep olacak derecede karakteristik değişiklikler geçirdiği bir dönemi vardır. Bazı “nasipli gençlerin” gerçek nasihatçileri olurken, bazılarının ise gencin ikbali için doğru olanı asla düşünmeyen, sadece marka değeri yüksek bazı okullara öğrenci göndermeyi vazife edinmiş cahil rehber öğretmenleri vardır.

İşte, adı “sistem” konularak kör bir nefrete tabi tutulsa da onu değiştirmek, düzeltmek adına tek adım atılmayan bu kaos ortamından mucizeler yetiştiğini pek görmedik. Hem görsek bile, onlar “mucize”. Değil mi?

Bir ülkenin maarifi ne işe yarar? Her yıl eğitim görmesi gereken nesiller yetişir ve ülkenin kısa, orta, uzun vadeli plan ve hedeflerine göre ihtiyaç duyduğu meslek ve yetenek sahiplerinin yetiştirilmesi gerekmektedir. Bu anlayışa dayalı “gerçek bir sistem” dahilinde de sınav, sadece nesillerin doğru ve en verimli şekilde eğitimi için “temayüllerini ve temel yeteneklerini” görme yöntemi olabilir. Bir eleme vasıtası değil! Ancak ve ancak, böyle bir anlayışa dayalı bir eğitimin sürdüğü yerde gençler “kendini bulabilir” ve harikalar yaratabilir. Aksi halde, zaten -hepimizin malumu olan vakıa budur- nesiller yok oluyor. Az evvel zikrettiğim “mucizeler” de yurt dışına göç ediyorlar. Milli hisleri uğruna burada kalanlarının ise ideallerinin kenarından dahi geçemediğini biliyoruz.

Bir hakim olarak adalet peşinde koşarken ilkleri başarabilecek olan bir genç tıbbiyeye sürükleniyor ve mutsuz. Bir öğretmen olarak çok parlak gençlere kılavuzluk edebilecek olan bir genç kendini bir anda harbiyede buluyor ve ilanihaye yine mutsuz. Hangi lisans programını bitirdiği önemsiz olmak üzere bilumum Türk gençleri işsizlik yerine polisliği seçiyor ve akıbetleri yine mutsuzluk. Bunlar velev ki işlerinde başarısız olmasınlar yine de bu nesillerin ziyanıdır.

“Kimim ben? Hayatını, Türk irfanına adayan münzevi ve mütecessis bir fikir işçisi.”

Hâsılı, nice nesillerin; ekseriyetin “mutlak doğruya” inandığı bu kaosun çelik dişlileri arasında ziyan olacağına, doğrunun da göreli olduğunun şuurunda bir nizamı ortaya çıkarmak için mücadele etmek sanırım en büyük kıymeti haiz ülkülerden biridir ve bu yolda yürümek isteyenler için öyle sanırım ki en isabetli şiar -Cemil Meriç’in tabiriyle- “fikir işçiliğidir”.