(Brindesi’nin eserlerinin bulunduğu kitap)

Osmanlı ve Doğu memleketleri Batılı gezginler için her zaman merak konusu olmuştur. Oryantalizm denilen akımın oluşmasını sağlayan bu merak, gezginleri gittikleri yerlerin tasvirini,resimlerini yapmaya sevk etmiştir. Özellikle İtalyan ressamların bu konularda büyük etkinlikleri olmuş ve çoğu bizzat sarayın baş ressamı olmuş, padişah himayesinde işlerini yapmışlardır.

(XIX. yüzyılda gelişen bir bilim dalı olan Oryantalizm, Fransızca “Orientalisme” kelimesinden türemiştir. Bu kelime başlangıçta Doğu insanlarının dinlerinin, dillerinin ve tarihlerinin incelenmesi anlamında kullanılmıştır. Yüzyılın ortasında özellikle Theophile Gautier’nin yazıları yoluyla bu terim, Doğu dünyasını konu alan bir resim türü için kullanılmıştır.

O zamandan beri Oryantalizm, Batılıların İslam dünyası karşısındaki tavırlarını belirten genel bir terim olarak benimsenmiştir. Oryantalist ressamların ortak yanı üslupları değil ele aldıkları konulardır(Zeynep İnankur- Selma Germaner,1989,s. 3-7 ).

Oryantalizm önce bilimde, ardından edebiyat, tiyatro müzik, mimarlık ve güzel sanatlar da, XIX. yüzyılın Batı dünyasını etkisi altına almış bir olgudur. Bu yüzyılın siyasi olayları ekonomik ilişkiler, bilimsel ve arkeolojik araştırmalar, Doğu’ya yapılan gezi koşullarının düzenlenmesine Romantizmin etkileri Avrupa’da zaten yüzyıllardır Doğu ülkelerine karşı duyulan ilgiyi artırmış ve bir Oryantalizm modasının doğmasına yol açmıştır. (Akademik Bakış Dergisi Sayı: 30 Mayıs-Haziran 2012
Uluslararası Hakemli Sosyal Bilimler E-Dergisi ISSN:1694-528X İktisat ve Girişimcilik Üniversitesi, Türk Dünyası Kırgız – Türk Sosyal Bilimler Enstitüsü, Celalabat – Kırgızistan) )

Hayal dünyalarında yarattıkları doğu imajı erken dönemlerden beri doğuya yapılan seyahatlerin ve merakın sebebi olmuş, o dönemler doğudaki toprakların büyük bölümüne hakim olması sebebiyle Osmanlı İmparatorluğu bu seyahatlerin merkezi olmuştur. Hayal dünyalarındaki bu egzotik ve esrarlı Doğu’yu kimi zaman abartılı olarak, kimi zaman da kendi içinde bizzat bulunarak eserlerinde tasvir etmişlerdir.

Bu ressam ve oryantalistlerden biri de Giovanni Jean Brindesi’dir. Yukarıda da bu akımda İtalyan oryantalistlerin çok büyük yeri olduğunu belirtmiştik. Brindesi de bir İtalyandı.Abdülmecid döneminin sivil ve askeri tiplerini resmeden Brindesi, bunun yanında Haliç ve Boğaz’ın da bulunduğu İstanbul’un çeşitli yerlerinin gravürlerini yapmıştır.

Yaptığı resim ve gravürleri iki albümde toplayan Brindesi, ilk albümde sadrazam, kazasker, kaptan paşa, yeniçeri ağası, şeyhülislam, kızlarağası, başçuhadar, silahtar ağa gibi ordu ve devlet ileri gelenlerini ve kalyoncu, nizam-ı cedit neferi, humbaracı nefer, peyk, solak gibi Osmanlı Ordusu’nun mensuplarını tasvir etmiştir. İkinci albümde ise İstanbul’un günlük yaşamından kesitler yer almaktadır. Lemercier tarafından yayımlanan “Toures de Constantinople” ve “Souvenir de Constantinople” adlı bu iki albümde Pitoresk hayat sahneleri ile İstanbul’u tasvir etmiştir. Albümler İstanbul Topkapı Sarayı müzesinde ve İstanbul Üniversitesi kütüphanesinde bulunmaktadır.

Brindesi’nin bazı eserleri (Bu eserlerin çoğu sonradan başka gravürcüler tarafından renklendirilmiştir.) :

1_8NdY6-LK7J6sHxAflCSYKA

I

Başımızdan geçenlere şöyle bir bakalım:

Bakalım bakmasına ama nereye bakacağız?

Başımızdan geçenler, geçmiş zamanda. Geriye baktığımızdaysa görmek istediklerimizden çok görmek istemediklerimiz gözümüzün önüne gelecektir. Bu, elbette bizi geriye bakmaktan alıkoymamalı. Peki, bunun için ne yapmalıyız?

Ders çıkaracağımız sonuçları aramak uğruna binlerce müsvedde kağıdıyla karşılaşacağımız bir gerçek. Bunlarla başa çıkmanın yolu ise onları görmemek değil. Aksine onlara odaklanmak. O müsvedde kağıdını bir hatırlasınıza… O, sizin ne umutlarla karalamış olduğunuz bir kağıt değil mi? Derinlerde ne umutlar, ne ışıklar barındıran bir karalama…

Eğer ki geçmişe düşmanlıkla değil de asıl hâliyle bakarsak işte o zaman aradığımızı buluruz. Çünkü sıkılmayız. Anılar bizi daraltamaz. Bugüneyse yarım bir tebessüm, hafif bir iç çekme, aradığımızı bulmanın verdiği huzur, belki bir de o günlere duyulan özlem ile döneriz. Sanmayın ki geçmişe dönmek o özlemi körükledi, geçmişine düzenli olarak özlem duymayan insan zaten hiç yaşamamıştır.

Yaşayın! Zira bu size yakışıyor. Dünle, bugünle, yarınla yaşayın. Bugün için, dün için ya da yarın için değil! Yaşamak için yaşayın! Çünkü yaşamak, bir fiilden öte anlamlar barındıran bir kelime.

Evet, haklısınız. Hepimiz hayattayız. Ancak yaşamak, aldığımız nefesin soluk borusundan akciğere inerken çiçekli yollar görmesiyle var olur. Yaşamak, en büyük acıda bile umut bulanların ekmeğidir.

Bugün erken uyanın. Mehtaba karşı pencerenizi açıp o temiz havayı içinize çekin. Bırakın soluk borunuzda çiçekler açsın. Kırağı aydınlatsın yüreğinizi.

II

“Umut, fakirin ekmeğidir.”

Bizler bu dünyada gurbetçiyiz. Her ne kadar maddi veya manevi olarak zenginliğiniz doruklarda olsa dahi bir gurbetçi olduğunuzu aklınızdan çıkarmayın. Vatanımızdan kovulduk! Ne çabuk unuttunuz? Zenginliklerimizin önemi yok! Vatanımıza kavuşamadıktan sonra bu evrenin tamamına hükmetsek ne yazar? En zengin halimizde bile fakiriz. Bu yüzden umut etmemiz şart, yoksa ekmek yiyemeyiz.

Derler ya hani, oruç fakirin halinden anlamak içindir diye… Yalaaan! Tabii ki yalan! Oruç fakir olduğumuz için tuttuğumuz bir şey, fakirleri anlamak için değil!

Fakir insanlar günü gelir yemek yemez öteki güne de yemek çıkarabilmek için. Pekâlâ bizler ki ucunu bilmediğimiz bu gurbet hayatında bir gün öteye yemeğimizi saklamazsak ne hâle geliriz? Oruç dediğimiz şey bir ibadetten öte, bize ne olduğumuzu hatırlatmaya çalışan bir ritüeldir. Umut etmeyi öğretir. Peki bunca yol tabelasının içinde neden hâlâ yol aramaktayız? Umut etmek, sonu boşa çıksa bile en güzel eylemlerdendir. Umutsuz olmak demek, “İlla ki üzüleceğim, niye mutlu olayım ki?” demeye benzer. Hayat, tek başına bir şeye benzemez. Yaşamak lazım, tüm duyguları yaşamak, yaşamayı hissetmek.

Biraz önce dediğim, bu sabah mehtaba karşı yapacağınız ritüeli aman ha ihmal etmeyin!

Niye bir aradayız?

Bahadırhan Dinçaslan:

Türk milliyetçilerinin birtakım sorunları var. Bu sorunların başında hayal kırıklığı problemi var. Özellikle şehirli, modern Türk milliyetçilerinde ciddi bir hayal kırıklığı söz konusu. Yakın zamanda tesadüfen yaptığım çağrım cürmümden fazla ses getirdi. Pek çok tanımadığım insanın aynı hassasiyetleri taşıdığını gördükten sonra daha sistemli bir çalışma olması amacıyla bir araya geldik. Bu formatın fiziksel imkanlar dolayısıyla kısıtlı bir format olduğunu belirtmeliyim.

Katılımcılara 6 dakikayı aşmamak şartıyla zihninde biriktiği çözüm önerisi, tespitler sunması için süre tanındı. İki kısım olması yönünde planlandı. İlk kısımda teorik sorunlar, çözümler; ikinci kısımda ise pratik sorunlar, çözümlerin konuşulması kararlaştırıldı fakat katılımcıların buna uyduğu söylenemez. Konuşmalarda genellikle pratik, teorik sorunlar bir arada değerlendirildi. Benzer bir toplantı İstanbul başta olmak üzere birkaç ilde daha gerçekleştirilecek.

Katılımcı (1):

Benim gördüğüm en büyük sıkıntı Türk milliyetçiliğinin temelinin rasyonel ve bilimsellikten uzak olması. Temelinin çoğu zaman duygulara dayanıyor olması. Türk milliyetçilerinden, kendine milliyetçiyim diyenlerden; derin akademik ekonomik bir plan, çalışma göremedim. Milliyetçilerden tarım, teknoloji, sanayi vb. gibi ülkemizi kalkındıracak alanlarda çalışmayı görmek isterdim. Türk milliyetçileri arasında teknoloji, tarım gibi derin problemlere bakış açısı, çözüm göremedim. İlk başta halledilmesi gereken Türk milliyetçiliğinin rasyonel zemine oturtulması, akademisyenler tarafından ele alınmalıdır aksi taktirde ne kadar toplanırsak toplanalım bir çözüm bulamayız. Asıl Türk kültürünün şehirlerde bozulmaya başladığını düşünüyorum. Şehirde oluşturulan fikirlerin kırsala dayatılması yanlıştır. (Şehirli Türk milliyetçiliği tanımına bir eleştiri getiriyor.)

Katılımcı (2):

İdeolog yetişmiyor. İdeolog olacak kişilerin belli bir rahatlık seviyesine ulaşması gerekir. Hoş, mesela Gökalp ne kadar rahattı onu da tartışmak gerekir. Birçok ideolog hayatını devam ettirme kavgasında olduğu için para, vakit, fırsat bulamıyor. Romantizmden şikayetçi olanlar var ama romantizm olmazsa kitleleri davaya angaje etmek sorun olur. İnsanların davadan çekilmesinin sebebi zaten içindeki romantizmi kaybetmesi. Bir diğer noktada kaynaklar — İnsan kaynağı, para gibi unsurlar — yanlış kullanılıyor. Genç arkadaşlar bizim partimiz olmasa da olur diyecektir. Dünyanın hiçbir yerinde milliyetçiler siyasetsiz iktidara ulaşmamıştır. Kitle hareketi şeklinde siyasi bir oluşum gereklidir. (Kendisi siyasi tarihçi olduğunu belirtti.)

Katılımcı (3):

Lise dönemimde milliyetçilik tanımıyla karşılaştım. 10- 15 sene geçti. Kendimi yazılım gibi alanlarda geliştirdim. İnsanlara baktığımızda -bir kısmı hariç- herkes kavga peşinde kendi cebini doldurmanın peşinde. Yeni partiye bir şeyler değiştirebileceği umuduyla gittik gördük ki referansla, tanıdığıyla, arkadaşıyla bir yere gelme peşindeler. Milliyetçilik tanımları parti kalıplarının dışına çıkmalı. Elimden maddi, manevi geliyorsa yapmaya hazırım.

Katılımcı (4):

Örgütlü küçüklü, büyüklü Türkçü gruplarla iletişimimiz var mı? Onlara bakış açımız, onlarla iletişimimiz nasıl olmalı?

Bahadırhan Dinçaslan:

Kısa bir süre biyoloji eğitimi aldığım için genetik çeşitlilik gibi bakıyorum. Popülasyonunzda farklı fenotip, genotip olması hayatta kalma olasılığını güçlendirir. Avantaj olarak görüyorum. Herkes işe başka bir tarafından yaklaşıyor. Buradaki insanların herhalde en homojen olduğu konu ise şehirli, seküler milliyetçilik. Başka görüşler de olabilir. Bunlardan biri rüştünü ispat edip başarılı olduğunu gösterecek. Toplum nezdinde belirleyici olan başarılı olandır. Sonra diğerleri de o şemsiye altına girecektir zaten. Zoraki birliktelik değil organik olarak bir araya gelinmelidir.

Doğrudan iletişimin sorunu şudur bir noktadan sonra çatışmaya yol açıyor. Yeterince kuşatıcı ve yeterince dışlayıcı bir tavır ortaya koymak gerekir. Yeterince dışlayıcı olmazsan homojenliği kaybedersin. İlerleyen zamanlarda buradan bir irade çıkarsa o zaman bunun bir de stratejik bir cevabının olması gerektiğini düşünüyorum.

Azmi Karamahmutoğlu — Ülkü Ocakları Eski Genel Başkanı

Ülkü Ocakları’nda genel başkan olduğum dönemde ocak tüzel kişiliğinden başka kişilik tanımıyorduk. Dergi vs. çıkartan insanlar oluyordu. Bunları yasaklardık. Bugün ne kadar büyük bir hata yaptığımı fark ediyorum meğer biz insanların zihinlerinin etraflarına çitler örüyormuşuz. Şu an aynı imkanım olsa insanları istediğini yazıp, çizmesi noktasında serbest bırakırdım.
Tekelcilik fikri üretimde kısırlık doğurur. Başka topluluklar da olmalı. Örneğin 12 Eylül darbesinden sonra Türk milliyetçilerinin yaşadığı en büyük iç çatışma İran’dan ihraç edilen düşünceydi. Bugün AKP’nin temsilciliğini yaptığı Neo-Osmanlıcılık içimizdeydi bunlar Muhsinciler olarak ilerliyordu. Bu çatışma bir yandan da bizi besliyordu. Nasıl ki Komünizmle mücadele ederken o yapının her yanını öğrenmek durumunda kaldıysak o dönemde de tartışmalarda altta kalmamak için, üstün gelmek için Siyasal İslam’ı öğrenmek zorunda kaldık. Karşı tarafı okuduk. 1992’de Yazıcıoğlu ekibi ayrılınca onları okumayı bıraktık. Durgunlaştık, durağanlaştık. Anladım ki gelişimimizin aleyhinde bir durum oldu. Kesişen kümelere sahip olduğumuz karşıt fikirler de olmalı aynı çatı altında olmasak da.

Katılımcı (5):

Ben özgün bir şey söylemeyeceğim. Türk milliyetçiliğinin tanımını yaparken sınırlarını çizerken Atatürk milliyetçiliği baz alınsa birçok zahmetten tasarruf etmiş olmaz mıyız?

Bahadırhan Dinçaslan:

Atatürk milliyetçiliği ifadesi bana yanlış geliyor. Atatürk belki milliyetçiliğe dair bir kitap yazmış olsa olabilirdi ki zaten kendisini sadece Türk milliyetçisi olarak tanıtıyor. Atatürk, Ziya Gökalp’ın fikirlerinin olgunlaşmış fikirleri vardı kendisi de bunun takipçisi.

Katılımcı (6):

Burada toplandığımıza göre, dinlediklerime göre sanıyorum ki temellere dönüş yapıyoruz. Milliyetçilikten bahsetmek için millet tanımı yapmak gerekir. Gördüğüm kadarıyla kendini milliyetçi olarak addeden topluluklar, bu sıfatla milliyetçilikleri birbiriyle uyuşmayan işler yapıyorlar. Bizim noktamız dinamizm olmalı. Milliyetçiler var olanı kabul etmemeli daha iyisini yapmalı. Tarih boyu bir çok din, ideoloji öze dönüş söylemleri geliştirmiştir. Öze dönüşten ziyade hayatın var olan problemlerine odaklanmamız gerekir. Gençlerde bir potansiyel görüyorum ama risk de barındırıyor. Şu an liseliler benim 10 sene önceki liseli arkadaşlarıma göre milliyetçiliğe daha sıcak bakıyor. Potansiyeli doğru değerlendirmek gerekir. Bu olayın kitleselleştirmesi bizi yanlış yola sokacaktır. Prensiplerimizin belirlenmesinde kitleselleşmeyi dikkate almamalıyız.

Katılımcı (7):

Atatürk’ün içinde bulunduğu koşullarla bizimkiler çok farklı. Biz ileriye gideceksek önceden gelen insanların ortaya koyduğu fikirlerin de ilerisine gitmeliyiz. X, Y, Z kişilerine takılı kalmak bizi geriye götürür. Burada pusulamız herhangi bir kişi, görüş değil rasyonellik ve bilimsellik olmalı. Kitleleri kendi etrafımıza toplamaya odaklanmak yerine yapıcı çözümler sunarsak kitleler zaten bizi takip edecektir. Kitlelerin iknası yerine, yapıcı çözümler, rasyonel fikirler sunulmalı. AKP’nin arkasında %50 vardı bir aralar teknoloji, tarıma dair sorunlar çözülebildi mi? Hayır. İlk olarak kalifiye insanların çözümler üretmesi gerekir sonrasında hitabeti iyi olan insanlar ise bu fikirleri halka anlatmalıdır.

Bahadırhan Dinçaslan:

Biz aslında kitleselleşmiş, kalabalık durumdayız. Çok uzun yaşamadım ama 20 yaşımdayken gördüğüm şeylerle şimdiki gördüklerim farklı. Değişim dönemindeyiz A. Bican Ercilasun’un deyimiyle kaynama dönemindeyiz. Adını bizim gibi koymasa da yaşayışla, fikriyle bizim gibi olan bir insan çok var. Sosyoloji bizim yanımızda. Türkiye’de bir eski bir yeni millet var . Kültürel göstergeleri oturmamış yeni bir millet geliyor. Bunun en önemli kanıtlarından biri Gezi’dir. Atatürk bizim için bir kalkandır. İnsanlar kendileri ben bunu istemiyorum demeye cesaret edemediği için — ki bu onların suçu değil büyük bir korku imparatorluğundayız — Atatürk’e sığınıyorlar, Atatürk adına talep ediyorlar.

Hakan Ünser — Ülkü Ocakları Eski Genel Başkanı:

Sosyoloji değişiyor demişken benim dönemimde Ankara’da 52 ocak vardı. Başkanları ilkokul, ortaokul mezunuydu. Şimdi ise salona baktığımızda hepiniz lisans, yüksek lisans öğrencisisiniz. Milliyetçiliğin temsilinde partilerin bir problemi var. Milliyetçilik siyaset için çok kullanışlı bir argüman. Herkes alıyor eline oynuyor. Bu kullanışlı argüman olunca elde milliyetçi siyasette ahlaklı adam değil kurnaz adam öne çıkıyor. Burada çağdaş, milli, özgür bir irade koyup yapısal olarak deniz feneri şeklinde yön vermek gerek.

Katılımcı (8):

Türk milliyetçiliğinin tanımını yaparken din konusunun ne kadar kapsayıcı ne kadar dışlayıcı olduğu belirlemek gerekir. Herkes değmemeye çalışıyor bu konuya. Bir fikriyat ortaya koymaya çalışıyorsak mutlaka belirlemeliyiz.

Katılımcı (9):

Bir şeyden bahsediyoruz ama özne yok. Bu yapılmalı, şu yapılmalı deniyor ama öznesi yok. Mutlaka bu işin öznesini belirtmeliyiz. Milliyetçiler kitselleşmeli mi, kadrosallaşmalı mı sorusunun cevabını bulamadık. Kadro milliyetçiliğini istiyor olabiliriz ama bir yandan da Anadolu’da şapkalarında Göktürkçe Türk yazan, Türkçü yetişen nesil var. Bazı şeylerden uzağız. Kadın hareketlerine, tarihe vs. karşı bakışımız ritüelistik düzeyde. Hamasi söylemleri bir türlü aşamıyoruz. Sembollerin milliyetçiliğini yapmayı çok seviyoruz. Siyasal İslam’a karşı bir reaksiyon gösteriyor olabiliriz ama Avrupa Amerika penceresinden bakıldığında seküler toplum oluşturulmuş ama dini ritüeller yaşatılıyor.

Biz niş değiliz. Azınlık durumuna düşmüş ana akımız!
İskender Öksüz

Kaldırımda yürürken tekrar hatırladı, buraya ait olmadığını. Bu sokakların, bu kokuların ve bu yüzlerin hatıralarında sessiz kaldıklarını fark etti. Mecburen tüm yaşananları ardında bırakıp İstanbul’a gelmişti. Kemal Bey’in istemeyerek Elazığ’ı terkedişinin tek saiki bu şehirdeki bir anadolu lisesine atanmasıydı. İtiyadı üzere yürüyordu, kalabalıklara aldırış etmeden Bahariye caddesinden Altıyol’un kesiştiği Boğa Heykeli’ne varmıştı. Mesleğinin ilk senesinde de — yaklaşık iki sene önce — İzzet Paşa Camii’den başlar Postane Meydanı’ndan Tren Garı’na kadar yürürdü. Sonra oturur tren garında vedaları izlerdi. Yalnızca insanları değil ağaçları, hayvanları, rüzgarları da dinlerdi. Ne kadar çok acı var diye geçirirdi içinden, hele ki içlerinden ayrılık kaç okka çekerdi bir nesne olsaydı? Umut vardı bir yanda da, Kemal Bey bazan tren garındaki insanların kimisinin yüzüne sirayet eden umudu da görürdü. Tren garındaki bekleyişleri, şehadetleri mütemadiyen devam etti. Dinledi kendisine seslenen herkesi ve her şeyi, imtina etti kırıp dökmekten. Birçok öğretiyi kazıdı hafızasına bu şehirde. Bu toprakları terk ettiğinde gidişini farkeden bile olmamıştı. Elazığ günleri geride kalmıştı. Yeni yerleştiği bu şehirde de oyalanacak bir şeyler bulmuştu Kemal Bey, rıhtımda vakit geçiriyor, otobüs duraklarında bekliyor — otobüsün gelmeyeceğini bildiği halde- , meydanları yükleniyordu. Altıyol’a intikal etmişti, Elazığ’da ki tren garına benzemiyordu. Orada ayrılık vardı, burada kavuşma. Orada hüzün vardı, burada tebessüm. Manzarasını samimi bulmamıştı Kemal Bey, tren garındaki esaslı hüznü gören gözleri buradaki tebessümlerin ekserisini sunî bulmuştu. Teessür dolu yüreğiyle terk etti Altıyol’u. Daha sonra Osmanağa Camii’nin sağından sokağa girdi. Bağırışlarla evine ekmek götürmeye gayret eden tezgahtârların heyecanı içini ısıttı. Biraz ileride balıkçıların tezgâhlarını suladığını gördü, sanki tezgâha serpilen su balıklara çarptıkça sokağı kesif bir koku kaplıyordu. Köşede bir lokanta vardı, mübeccel bir dostu işletiyordu. Yaklaşık on senedir haberleşmemişlerdi, eğer umduğunu bulursa uğrak duraklarından olacağa benziyordu. Lokantanın önündeki ağaç gölgeleri, çevredeki gülen yüzler ve eprimiş alçak iskemleler gözüne baba evi samimiyeti gibi görünüyordu. Zafer Usta onu görünce işi gücü bıraktı, sarıldılar. Zafer Usta:

– Kardeşim seni hangi rüzgar attı, vay benim aslan kardeşim.

Kemal Bey:

– Tayinimiz buraya çıktı, Kadıköy’de ifa edecek ömrümüz, yiyecek ekmeğimiz varmış be Zafer.

Uzun uzadıya konuştular, saat epey ilerlemişti. Kemal Bey müsade istedi, yakın zamanda uğrama sözünü de kaptırarak dönüş yoluna koyuldu. Kapanmış balıkçı dükkanlarını geçip ana caddeye çıkmak üzereyken bir ses duydu:

– Kemal!

Bu ses onun asla unutamadığı bir ses, hatıralarının bile boğamadığı bir sesti. Bu sesi duymadığında bile hissederdi bazan. Yine öyle olabileceğini düşündü fakat ses muhayyilesinde değil hakikatteydi bu kez. Yeni yeni hatıralarından silmeye çalıştığı sesi şimdi kanlı canlı karşısında bulmuştu sanki, duymamış gibi davrandı. Yoluna devam etti. Sesin sahibinin yirmi yıldır görmediği babası olabileceğini düşündü.

Bu itirafı çok gizli olmak şartıyla bulabilmek için XVIII. yüzyıla kadar gelmek lâzımdır. Ahmed III’ün sefiri Yirmisekiz Çelebi Mehmed Efendi 1721’de gittiği Paris’i, Evliya Çelebi’nin Viyana’yı seyrettiği gibi Kanuni asrının şanlı hâtıraları arasından ve bir serhat mücahidinin mağrur gözüyle görmez.O, XVIII. asır Paris’ine Karlofça’nın ve Pasarofça’nın millî şuurda açtığı hazin gediklerden ve devlet işlerinde pişmiş zeki bir memurun tecrübesiyle bakar. Filhakika aradaki zaman zarfında imparatorluk iki büyük ve kanlı macera geçirmiş, cihangir muharip ve mücahit gururu yaralanmış, üstüste Budin’i ve Belgrat’ı kaybetmiş, velhâsıl, şartlar mühim bir surette ve aleyhimizde olarak değişmiş bulunuyordu. Üstelik Evliya Çelebi’nin uzak bir tehdit halinde sezdiği Rus tehlikesi artık fiilen mevcuttu.

Hiç bir kitap garplılaşma tarihimizde bu küçük “Sefaretnâme” kadar mühim bir yer tutmaz. Okuyucu üzerinde “Binbir Gece”ye iklim ve mâhiyet değiştirmiş hissini bırakan bu kitabın hemen her satırında gizli bir mukayese fikrinin beraberce yürüdüğü görülür. Hakikatte bu sefaretnâmede bütün bir program gizlidir.

Yirmisekiz Çelebi Mehmed Efendi’nin “Sefâretnâme»sinin devrine doğrudan doğruya müessir olduğunu kabul etmesek bile, bu kitabı zamanında az çok mevcut olan bir ruh hâletinin ifadelerinden biri olarak görmek lâzım gelecektir. Filhakika Avrupa ile münasebet!İlişkilerimizin bu kadar sıklaştığı bir devir pek azdır. Bu, Fâtih’den beri İstanbul’da mevcut olan ecnebi kolonisinin yavaş yavaş yüksek tabakanın hayatına az çok girmeğe başladığı devirdir.

Yukarıda bu Sefaretname’nin batılılaşma yolunda ne ifade ettiğini,Osmanlı’nın, Sefaretname’nin yazıldığı dönemde Batı’ya nasıl baktığını göstermek için Ahmet Hamdi Tanpınar’dan bir alıntı yaptık.Asıl konumuz Mehmet Çelebi’nin ilk kez gördüğü operayı sefaretnamesinde yazıya dökmesi…

Yirmisekiz Mehmet Çelebi’nin Paris Sefaretnamesi,Osmanlı sefaretnameleri içinde en dikkat çekenlerinden biridir.Sefaretnamenin ayrıca tarihi ve edebi bakımdan da önemi büyüktür.Mehmet Çelebi Yeniçeri Ocağı’nın yirmisekizinci ortasına kayıtlı olması nedeniyle bu lakabı almıştır.Osmanlı’yı yurtdışında çok güzel bir şekilde temsil eden Yirmisekiz Mehmet Çelebi,1720 yılının başlarında kalabalık bir heyetle Fransa’ya doğru yola çıkmış,kırk altı gün sonra Toulon’a varmıştır.Daha sonra Paris’e geçen Mehmet Çelebi,Paris’te,büyük kalabalıklarla karşılanmış,Paris’in halkı,sosyetesi ona büyük alaka ve hürmet göstermiştir.

Yirmisekiz Çelebi’nin yaşadığı dönemde Osmanlı ilk defa yüzünü-ilk defa askeri olarak üstün konuma geldiğini kabul etmiş- Batı’ya dönmüş,onun gücünü farketmiştir.Ciddi toprak kayıplarıyla karşı karşıya kalan Osmanlı,Batı’yla temaslar kurmaya karar vermiş ve Yirmisekiz Mehmet Çelebi’yi Fransa’ya yollamıştır.Ülkeye dönüşte padişah III.Ahmed’e sunulan bu eser aslında Sefaretname-i Fransa adını taşır.

Yirmisekiz Çelebi,kralla birlikte ava gittiğini,kralın sarayını gezdiğini anlattığı sefaretnamede en güzel yerlerden biri operayı ilk kez gördüğü ve anlattığı bölümdür.Operayı ilk defa gören Mehmed Çelebi bunu uzun uzun anlatmış ve hayretini gizleyememiştir.(Ayrıca Paris’in kale ve istihkâmlarını gezdi ve kendisini hayretler içinde bırakan operaya da gitti. Onun izlediği opera Thésée’dir ve bu lirik trajedinin librettosu Quinault imzasını taşıyordu. Oyunu besteleyen de Lulli’dir. Mehmed Efendi’nin kralla birlikte izlediği opera sarayda temsil edilmiş, ayrıca oğlu Said Efendi Les Fêtes Venitiennes balesini izlemiştir. Çelebi Mehmed’in ikinci defa gittiği opera sözlerini La Mothe’un yazdığı La Tragédie d’Omphale’dir; bestecisi de Destouches’dur.(Zeki Arıkan))

Sadece Paris’e mahsus, adına «Opera» denilen bir oyun çeşidi varmış, burada çok tuhaf sanat ve hünerler gösteriyorlarmış. Operayı büyük topluluklar seyrediyorlar, daha çok da şehrin zengin tabakası hoşlanıyormuş. Arasıra Vasi’nin geldiği de oluyormuş.

Vasi bir gün bizi buraya davet etti. Biz de gitmeyi kabul ettik. Entroduktor, Kral tarafından bir araba getirdi, daire halkımızla arabaya binip Opera oynanacak yere gittik. Opera binası Vasi’nin sarayının hemen yanındaydı. Bu saray, özellikle bu Opera denen oyun İçin yapılmış. Burada herkesin derece ve rütbesine göre ayrı ayrı oturacak yerleri vardı.

Bizi kralın oturduğu yere götürdüler. Burası kırmızı kadifeyle döşeliydi. Vasi de gelmiş, yerine oturmuştu. Binanın her tarafı kadın ve erkekle ağzına kadar doluydu. Yüzden fazla çeşitli çalgı âletleri duruyordu. Akşama da bir saat kadar vardı. Her taraf kapalı olduğundan, İçerde yanan yüzlerce balmumu ve avize ortalığı aydınlatıyordu. Bu büyük salon İçin büyük masraflar yapıldığı anlaşılıyor; trabzanlar, direkler ve dört bir yan, tavan da dahil altın yaldızlı oymalarla süslenmişti. Operaya gelen kadınlar da sanki İpekli kumaşlara ve mücevherlere batmışlardı. Kadınlar bu kıyafetleriyle mum alevlerinin önünden geçtikçe öyle şaşırtıcı bir manzara meydana geliyordu ki burada anlatamam.

Önümüze, saz takımının oturduğu yere, İşlemeli büyük bir perde asmışlardı. Gelen halkın hepsi yerlerine yerleştikten sonra, önümüzdeki perde aniden yukarı kaldırıldı ve arkasından orta yere büyük bir saray çıkıverdi. Oyuncular sarayın bahçesinde kendi özel kıyafetleriyle ve yirmi kadar peri yüzlü kız pırıl pırıl taşlı elbiseleriyle ortalığı aydınlatırlarken, çalgılar da ortalığı nağmeye boğdular. Bir süre dansettikten sonra, Operaya başladılar.
Opera denilen oyunda herhangi bir hikâye canlı olarak oynanmaktadır. Burada oynanan bütün hikâyeleri kitap olarak basmışlar, hepsi otuz kitap olmuş. Her hikâyenin ayrı ayrı adı var. Ayrıca, her hikâyeyi her oyunda daha henüz yeni oynuyorlarmış gibi gösteriyorlarmış.
Bizim gelip seyrettiğimiz oyunda bir padişah vardı, bu padişah başka bir padişahın kızına âşık oldu ve onu İstedi. Meğer kız da başka bir padişahın oğluna âşık olmuş. Oyun süresince, birbirleri arasında geçenleri ayrı ayrı gösterdiler. Meselâ padişah kızın bahçesine gidecek oldu, önümüzdeki saray bir anda kayboldu, yerine limon ve turunç ağaçlarıyla dolu bir bahçe çıkıverdi.
Oyunun başka bir yerinde padişah dua etmek için kiliseye gidecek oldu, bahçede hemen büyük bir kilise göründü. Padişahla kızın arasını soğutup birbirlerinden ayırmak gerekti, sihirbaza başvurdular, ortaya bir sürü sihirbaz çıkıverdi. Atlı ve yaya askerlerle çeşitli savaşlar gösterdiler. Gökten bulutla yere İnsanlar İndi, yerden göğe doğru yine başka İnsanlar çıktılar.

Kısaca, insanı hayrette bırakan o kadar çeşitli şeyler gösterdiler ki, bunların hepsini burada anlatabilmeme imkân yok.

Gök gürlemeleri ve şimşek çakışları gösterdiler. Gördüğümüz bütün bu şeyler bizzat gözle görülmeyince inanılamayacak kadar tuhaf şeylerdir. Gösterilen garipliklerin hepsini seyrettik. Hele aşk sahnelerini o kadar canlı gösterdiler ki, gerek padişahın, gerek kızın ve gerekse kral oğlunun tavır ve hareketlerine baktıkça insanın acıyacağı geliyordu.

Operanın oldukça kibar bir idarecisi de vardı. Opera çok masraflı bir sanat olduğundan, geliri için büyük devlet malları bağlamışlar. Opera aynı zamanda Paris’in özelliklerinden birisiymiş de.Opera üç saat kadar sürdü, bitince, kalkıp geriye konağımıza geldik.

Bir iki gün sonra tekrar Entroduktor gelip: “Kralın sarayında opera düzenlenecektir. Gelirseniz çok hoşlanacaksınız. Hem Kralla yanyana oturursunuz. Kralın sağ tarafında akrabası ve Prensler vardır. Sol tarafında da elçilerin yeri vardır. Geldiklerinde herkes rütbe sırasına göre oturur. Siz ise bütün elçilerin önüne geçip Kral’ın yanına oturursunuz.” dedi.

Yapılan teklifi memnuniyetle kabul edip, çağırılan günü ikindi sıralarında saraya gittik.
Kralın sarayında. Divanhane tarafında, sadece böyle toplantılar için ayrı bir dans salonu yapmışlardı. Bu salon, daha önce gittiğimiz salondan hem daha büyük, hem de daha çok masrafla yapılmışa benziyordu. Duvarları somaki mermerden, yaldızlı acayip resimlerle süslenmişti. Tavana kadar dört kat halinde localar yapılmıştı, bakır, çalığı mermerden tırabzanlarıyla oldukça güzel ve hoş, bir salondu.

Biz içeri girdiğimizde, zengin kadınlarının çoğu altınlar içinde ve ziynete batmış mücevher elbiselerle gelmişler, her biri ayrı bir locada oturuyorlardı!.
Merdivenlerden yukarı çıktık. Kral için bir sandalye koymuşlar,
Kralın soluna rastlayan sandalyelerin ilkine oturduk. Oraya toplananlar şehir operasına gelenlerden çok fazlaydı.

Biz oturur oturmaz Kral da geldi, yerine oturdu. Sağ tarafına amcasının kızı Matmazel de Charles Conde adındaki ay parçası, soluna bir başka amca kızı Matmazel de Laroche Severin Conti mücevherlere boğulmuş olarak gelip oturdular. Bizim yerimiz de hemen onların yanlarındaydı.
Yine ön tarafta, üzerine bir hayli emek verildiği anlaşılan, nakışlı bir perde asılıydı. Perde birdenbire yukarı kalktı, ortaya çıkan sahneye peri yüzlü kızlar doldular. Onların arkalarında da bir güneş doğdu. Kocaman bir sini büyüklüğündeki güneşi altından yapmışlar. Güneşin arka cephesinde parıldayan mumlar, seyircilere, güneşin ışık saçtığı izlenimini veriyordu.
Opera şarkıcılarının çalgı takımını getirmişler. Hep birden çalmaya başlayınca, kızlar da çalınan parçaya uyarak dansetmeğe başladılar. Söylediklerine göre dansedenler, Prens, Mareşal, Duka ve Bey çocuklarıymış; Kralın sarayında ancak bunlar dansedebilirlermiş. Aynı boyda ve aynı yaştaki bu gençler sekizer sekizer gruplar halinde dansettiler. Bunların sadece dans için, sırmayla ipek kumaş üzerine işlenmiş ayrı elbiseleri vardı. Başlarına da sorguç biçiminde birer başlık geçirmişler, güzel kokulu siyah macunlar ve kızıllık düzgünleri sürünerek güzelliklerini bir kat daha arttırmışlardı.

Opera halkı tam kadro halinde beklerken, tuhaf taklitler yaparak çeşitli oyunlar oynadılar. Oyunlar bitince Kral kalktı gitti, biz de konağımıza geldik.
Vasi Duka Dorleans’ın şehre bir saat uzaklıkta bir sarayı varmış. Adına Saint Cloud diyorlarmış. Vasi’nin yaşlı annesi hâlen o sarayda oturuyormuş. Bize gelip: “Oldukça güzel bir bahçesi vardır. Eğer seyretmek isterseniz gidelim. Hem o gün Fransız askerinin kumandanı durumunda olan Mösyö de Baron da geleceklerdir. Ayrıca o size yiyecek ve araba temin edecektir.” dediler.

O gün öğle üzeri arabalara binip çağırılan yere gittik. Şehrin bitiminden saray bahçesine varıncaya kadar iki tarafa dikilmiş ulu ağaçlar arasından geçerek saraya geldik. Gözlerimizin önünde öyle güzel bir düzen vardı ki, burada anlatabilmeme imkân yok. Vasi gelince, kendisinin oturduğu odaları sırayla teker teker dolaştık. Anasının odası, sırmayla işlenmiş seccadelerle süslü, görülmemiş ufak tefek değerli eşyalarla doldurulmuştu…

Bütün bunlara bakılarak kültürel münasebetlerin tesis ve tanzimi için Fransa’da tetkik yapmağa gitmiş gibi görünen Yirmi Sekiz Çelebi’nin ayrıca bir de siyasî vazifesi vardı: Fransa ve İspanya ile ‘tecavüzî ve tedafüî bir ittifak akdini temin suretiyle Avusturya’ya karşı müttehit bir hareket imkânını hazırlamak.Tarih, Fransızların bu teklifi savsakladıklarını ve bu vesile ile şarkta yeniden bir takım ticarî menfaatler teminine çalıştıklarını gösteriyor. Mehmet Çelebi bu vazifesinde muvaffak olamıyacağını anlayıncadır ki, süratle memleketine dönmek lüzumunu duymuştur.

Yirmisekiz Çelebi Mehmed Efendi, Fransa’dan döndükten sonra defter emini, 1722’de rûznâmçe-i evvel, 1724’te başmuhasebeci oldu. Çerkez Mehmed’in malını zapt için Mısır’a gönderildi (1730). Patrona Ayaklanması’ndan sonra III. Ahmed’e ve Damad İbrâhim Paşa’ya yakınlığı gerekçesiyle Lefkoşe’ye sürüldü ve 1144’te (1731) orada vefat etti. Ölüm tarihi her ne kadar 1732 olarak gösteriliyorsa da mezar kitâbesine göre bu tarih 1731 olmalıdır. Lefkoşe’de Sinan Paşa Camii’nin hazîresinde bulunan mezar taşı kitâbesinde şöyle yazmaktadır: “Bin yüz kırk dört muharreminin on dördüncü günü vefat eden, Yirmisekiz Çelebi demekle mâruf, sâbıkan rûznâmçe-i evvel Mehmed Efendi merhumun kabridir el-Fâtiha sene 1144 (19 Temmuz 1731).” (Zeki Arıkan)

Kaynaklar:

Faik Reşit Unat,Osmanlı Sefirleri ve Sefaretnameleri,Türk Tarih Kurumu Basımevi 1968

Yirmi Sekiz Mehmed Çelebi Sefaretnamesi,1975

Ahmet Hamdi Tanpınar,19.Asır Türk Edebiyatı Tarihi,Çağlayan Kitabevi,1988

İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi, Cilt IV/1

Cevdet Perin,Tanzimat Edebiyatında Fransız Tesiri,Pulhan Matbaası,1946

9 Eylül 1911’de başlayıp,on iki yıl boyunca devam eden bir harp devresinin son günü.9 Eylül Türkiye için savaşın sadece cephe hattında bittiği anlamına gelen bir tarihti…

“Felaketin bin acısına mukabil bir hayrı da olmaz olur mu? Yunanlılar bin seneden beri Hudâvendigar toprağına kök salmış olan Türklüğün köklerini koparmaya savaşırken o topraklar altında yatan ilk Türk beylerini, ilk İslâm şehitlerini, ilk Osmanlı padişahlarını uyandırdılar, (..) Bu saat Hudâvendigâr toprağına doğru bütün Anadolu’da öyle önüne geçilmez bir yürüyüş var, Tesalya ovalarını inleten meşhur türkü bütün Anadolu vadilerinden geliyor:

Eğil dağlar eğil üstünden aşam ,
Yeni talim çıkmış varam alışam!”

Dünya Savaşı’ndan sonra gelen yenilgi üzerine Sadrazam Ahmet İzzet Paşa Wilson İlkeleri çerçevesinde bir anlaşma imzalanmasını istemişti.Bu sebeble Mondros Mütarekesi imzalanmıştı.Ama ne hükümet ne de halk bu mütarekenin gerçek niyetinin farkında değildi.

İngiltere siyasi müttefiklerine daha savaş devam ederken tatmin amacıyla bazı vaatler vermişti.Osmanlı Devleti ise savaşın iki yıl uzamasına neden olmuş, geniş topraklara yaymış ve boğazları kapatmıştı.Güya Türkler bunun hesabını ödeyecek ve bu da toprak koparma yoluyla halledilecekti.Batılıların bu hissiyatından en çok faydalananlardan biri de Yunanistan olacaktı.

Birinci Dünya Savaşı’nda Türkiye’nin yenilgisi bazı çevrelerin -zaten Türk toprakları üzerinde belli emelleri olanların- Türk toprakları üzerindeki iştahlarını daha çok kabartmıştı.Bu yenilgi ayrıca Türk milletini iyice endişeye sevk etmişti.Çünkü -özellikle batı tarafında- Yunanistan/Rumlar toprak sevdasına düşmüştü.Avrupa’nın şımarık çocuğu Yunanistan, Türkleri Asya taraflarına doğru geriletmek ve Ege’nin büyük bölümünü elde etmeyi düşlüyordu.

Birinci Dünya Savaşı’nın kaybedilmesinin ardından imzalanan Mondros Mütarekesi sonrasında, Anadolu’da işgaller başlamıştır. Daha önceki gizli antlaşmalarda İtalya’ya verilen ancak Paris Barış Konferansı’nda İngiltere’nin desteği ile İzmir’i işgal etme iznini elde eden Yunanlılar, işgal için hazırlıkları hızlandırmışlar, 15 Mayıs 1919 tarihinde de 9 Eylül 1922 tarihine kadar sürecek işgal hareketini başlatmışlardır.

14 Mayıs 1919 günü saat 23.30’da, yâni memleketin her yerinde günlük faaliyetlerin sona erdiği ve herkesin evine çekilmiş olabileceği bir saatte Amiral
Calthorpe’un ikinci notası İzmir valisine ve kolordu komutanına tebliğ edilmişti.Bu notada: “Mondros Mütarekenamesi’nin 7nci maddesi gereğince, İtilâf Devletleri namına, İzmir’in Yunan askerî birlikleri tarafından işgal olunacağı,
bu kararın Babıâli’ye bildirildiği ve çıkarma kuvvetlerinin ertesi gün (15 Mayıs 1919) saat 08.00’de İzmir’e muvasalat edecekleri. Yunan deniz silâhlı
müfrezelerinin 07.00’den itibaren iskeletleri işgal eyleyecekleri, esef verici
olaylara meydan kalmamak üzere, OsmanlI kıtalarının bulundukları mahallerde kalması ve bir Ingiliz deniz piyade müfrezesi tarafından işgal edilecek olan telgrafhanede, sansür edilmek kaydiyle, resmî muhaberata müsaade edileceği ve Yunan askerî makamlarının kendilerine dair olan arzularının duyurulmasına intizar edilmesi lüzumu” bildirilmekteydi. Notanın sonuna da Amiral Calthopre; “… Limandaki kuvvetli İtilâf filolarının, sükûn ve asayişin sağlanması hususunda en müessir âmil olacağı…” tehdidini koymayı da unutmamıştı.Kolordu Komutanı, nota muhtevasını 15 Mayıs 1919 saat 01.00’de telgrafla
Harbiye Nezati’ne bildirmiş ise de, hiç bir cevap alamamış ve Calthorpe’un isteklerini yerine getirmeye mecburmuş gibi, büyük bir tevekkülle, kendisiyle beraber garnizondaki Türk subaylarının haysiyet kırıcı muamelelere maruz kalmalarına ve birçok vatandaşın namus, can ve mallarının tecavüzlere uğramasına sebep olmuştu.Bu notanın, tatbikat bakımından mahiyet ve değeri, herhangi yönden tetkik edilirse edilsin, hukuk ve milletlerarası münasebetler bakımından hiçbir dayanağı olmadığı gibi, bunu kabul etmeye ve tatbik ettirmeye, kolordu komutanı ne yetkili, ne de mecburdu.

Aynı mülâhaza, 56 ncı Tümen Komutanı için de varitti. Kolordu emrine rağmen o, inisiyatifini kullanmak durumunda idi.Kolordu Komutanı, Amiral Calthorpe’un ikinci notası üzerine birliklerine verdiği emirde; 15 Mayıs 1919’da Yunan kıtalarının İzmir’e çıkacaklarını ve peyderpey şehri işgal edeceklerini bildirdikten sonra; “Esef verici olayların
vuku bulmaması için bütün askerî kıtalar bulundukları garnizonlarda kalacaklardır.Karaya çıkacak kıtalar ile kıtalarımız ve askerlerimiz arasında en
ufak bir hadisenin birçok esef verici olaylara sebebiyet vereceği muhakkak bulunduğu için, sükûnetin muhafaza olunması çok lüzumlu görülür. Bunu her
subayın ve her erin dikkat nazarına kemal-i ehemmiyetle koyuyorum” diyordu.Kolordu Komutanı bu emirle, İzmir’in feci âkıbeti için, bilmeyerek, elverişli bir zemin hazırlamış oluyordu. Çünkü bulundukları garnizonlarda kalmalarını
emrettiği Türk kıtalarının müteakip hareket tarzları hakkında hiçbir direktif vermiyor, gerek Türk kıtaları, gerek İzmir halkı, işgal komutanının emir ve arzularına terk edilmiş bulunuyorlardı.Kışlada bulunan 174ncü Piyade Alayı’na ilâveten, inzibat görevleri için İzmir’de bulundurulan Urla’daki 173ncü Piyade Alayı’nın 2nci Taburu da, kolordu emri gereğince 14/15 Mayıs gecesi kışlaya kapatılmıştı.Sefer kadrolu bir düşman tümenine karşı kendilerini savunma imkânlarından mahrum bırakılan garnizon kıtaları, başta Kolordu Komutanı olduğu halde, başlarına gelecek felâketten habersiz oturuyorlardı. Hattâ, geceleyin evlerinde bulunan ve kolordunun emrini almamış olan bir kısım subaylar, 15 Mayıs 1919 sabahı, günlük vazifelerine gider gibi, evlerinden çıkmışlardı.Sonuç olarak; Kolordu emri sadakatle uygulanmış, karşı koyma bakımından en ufak bir tedbir alınmamıştı.(Türk İstiklal Harbi 2.Cilt Batı Cephesi 1.Kısım Ankara Genel Kurmay Basımevi 1994)

İşgalin başlamasıyla Batı Anadolu’da Yunan mezalimi başlamış, Türklere yönelik katliam ve yağmalama hareketleri bütün Anadolu’yu hüzne boğmuş ve millî bir öfkeye sebep olmuştu.İşgal karşısında, yurdun dört bir tarafında protesto mitingleri düzenlenmiştir.

Bu işgale İstanbul’daki vatanseverler de tepkisini göstermiş, 18 Mayısda alınan kararla işgallere karşı Fatih Mitingi’nin duyurusu yapılmıştır. Darülfünun öğrencileri belediye binası önünde dalgalanan bayrağın üzerine siyah bir şal örtmüşler ve elbiselerinin sol tarafına beyaz bir rozet iliştirmişlerdir. Bu rozetlerde “İzmir Kalbimizdir” yazmaktadır.

Mustafa Kemal’in dediği gibi; işgal, düşman karşısında maddeten çok kuvvetli olmasa da çok yüksek manevi kuvvete malik bir “namus cephesi” meydana getirmişti. Ali Fuat Cebesoy’da bu durumu o gününün maddi ve teknik imkânsızlıkları karşısında “Ama bizim ruhumuzda mukavemet var!” diye özetlemiştir.

İzmir, işgal ve sonrasındaki millî uyanış ile tam bağımsızlık yolunda kilit bir rol oynamış ve işgale karşı duruşun simgesi haline gelmişti. İzmir’in işgali Anadolu’yu birleştirmiş ve Türk Kurtuluş Savaşı’na giden yolun başlangıcı olmuştu. İstiklal Savaşı’nın nihai hedefi İzmir’in kurtarılması olmuştu. Çünkü İzmir’in kurtuluşu, Anadolu’nun doğusundan başlayan İstiklal Savaşı’nda kazanılan zaferin bütün dünyaya ilanıdır.15 Mayıs 1919’da Yunan Ordusu’nun İzmir’e çıkması tabiri caizse, Türklerin kafasında yıldırımlar çaktırmış ve durgunluk haline giren Türk Kurtuluş Hareketi silkinip kendine gelmişti.Bölge bölge devam eden,Türk Kurtuluş Hareketi bir topyekûn hale gelmişti.Tabii olarak çok üzücü olan bu olay halkın büyük çoğunluğunun Türk Kurtuluş Hareketi’ne katılımını olumlu etkilemiş ve itici gücü olma vazifesini görmüştür.

İşgallere karşı Türk halkı tarafından gösterilen ilk direniş ve atılan ilk kurşun Fransızlara karşı Hatay Dörtyol’da Mehmet Çavuş ve müfrezesine aittir. İkinci direniş Yunanlılara karşı İzmir’in işgalinden sonra Batı Anadolu’da olmuştur.Hukuk-u Beşer Gazetesi başyazarı Hasan Tahsin, İzmir’de Yunanlılara ilk kurşunu atmıştır. Zaten İzmir’in işgal sabahı “Redd-i İlhak Heyet-i Milliyesi” tarafından
bütün yurda telgraflar gönderilmişti.İşgali izleyen günlerde ülke içindeki protestolar ve telgraf trafiği giderek yoğunlaşmış ve İstanbul’daki işgal güçleri kumandanlıklarına, Osmanlı Sarayına ve Hükûmetine ülkenin her yanından ve bu arada halkın tepkilerini dile getiren telgraflar çekilmiştir.Bu telgraflarda
işgale karşı direnmek için Türk milletinin her şeye rağmen kendini savunacağı dile getirilmişti.İşte bütün bunlar göz önünde tutulmuş olduğu için yabancı basında çeşitli zamanlarda çıkmış olan yazılarda “Anadolu Direnişi”nin oluşma nedeni olarak İzmir’in işgali gösterilmiştir.

Bir Türk aydını Ziya Gökalp’in aşağıdaki şiiri ise İzmir’in işgalinin Türk milleti ve Türk Kurtuluş Hareketi için ne anlama geldiğini özetler niteliktedir:

Durma Yunan, Durma kibrini artır
Türklüğün başına belâlar yağdır
Uyuyan bir kavme bu zillet azdır
Vur eski kölesi utandır onu

Bırakma uyusun uyandır onu
Bu yurdun hazinesi onun elinde
Fakat anahtarı senin belinde
Kalmış aç ve garib kendi ilinde
Vur eski kölesi utandır onu
Bırakma uyusun uyandır onu

Zorla onu yeni revişe girsin
Gemi yapsın alış-verişe girsin
Fabrikalar açsın her işe girsin
Vur eski kölesi utandır onu
Bırakma uyusun, uyandır onu

Sıkıştır onu ordu, donanma yapsın
Garpte ne terakki görürse kapsın
Türklüğü tanısın Tanrı’ya tapsın
Vur eski kölesi utandır onu
Bırakma uyusun uyandır onu

Zannetme yaptığın boşa gitmiyor
Terakkimiz koşa koşa gitmiyor
Emin ol emeğin boşa gitmiyor
Vur eski kölesi utandır onu
Bırakma uyusun uyandır onu…

Bizans İmparatoru X. Konstantinos 1067 yılında yedi buçuk yıllık saltanatından sonra öldü. Konstantinos,geride Evdokia adında bir dulla Mihail adında çocuk yaşta bir evlât bırakıyordu.
Eşi Evdokia geride kalan erkek çocuğu adına devlet naibeliği görevini üstlendi. Evdokia o zamanlar kırk yaşlarında ama yaşına rağmen güzel bir kadındı. Bizans’ın sallantılı yılları olan bu devirde devlet askeri bir güce muhtaçtı. Devletin içinde etkin olan bürokratlar ve yüksek memurlar “dostlar alışverişte görsün” hesabınca devleti yönetiyor,idare ediyormuş gibi görünüyorlar ama özellikle de Bizans’ın askeri güce en çok ihtiyacı olduğu bu zamanda askeri harcamalara yeteri kadar önem vermiyor ve kaynak ayırmıyordu. Evdokia,bu durumun içinden ancak iyi bir kumandanın idaresi ile çıkılabileceğini düşünüyordu, ki zaten öyle yapacak ve bir kumandanla evlenecekti. Böylece evlendiği adam devletin başına geçecek ve devleti bu durumdan kurtaracaktı. Fakat önünde büyük bir engel vardı: Kocası Konstantinos ölmeden önce ona devlet idaresini bırakırken kesinlikle evlenmemesini şart koşmuş ve bir senet imzalatmıştı. Evdokia’nın ilk önce bu engeli aşıp daha sonra gördüğü tehlikeli durumdan çıkma çaresi olarak gördüğü evliliği yapması gerekiyordu. Evdokia kendisine bir koruyucu bulamazsa küçük oğul Mihail’in tahtı koruyamayacağını düşünüyordu.


Bu sırada talih onun karşısına genç bir kumandan çıkardı. Konstantinos’un ölümünü fırsat bilerek ayaklanan fakat Edirne’de yakalanarak İstanbul’a getirilen kumandan yetkisine sahip bir vali ile karşılaştı.Bu kumandan haklı bir üne sahip Romen Diyojen’di. Diyojen otuz yaşlarındaydı ve Sofya valisiydi. İstanbul’da yargılanarak, hakkında verilecek kararı bekleyen Romen’in yakışıklılığı kadar cesur oluşu da Evdokia’yı etkilemiş ve kadın onunla evlenmeye karar vermişti. Evdokia’nın bu evliliğe karar kılmasının tek sebebi tabi bunlar da değildi. Evdokia bu evlilik vasıtasıyla askeri aristokrasinin üstünlüğünü tekrar almayı imparatorluğun bütün ikramlarına ulaşmayı tasavvur ediyordu. Bu şartları sağlamak için kumandanla evlenmeye acele ediyordu.

Bu evlilik için Evdokia’nın önünde bir engel vardı: Patrik tarafından muhafaza edilen ve Patrik Xiphilinos’a bizzat İmparatoriçenin imzaladığı hayatını yeniden bir erkekle birleştirmeme senedi. Burada Evdokia gayet ustaca bir kadın oyunu kullanarak bu tehlikeli vesikayı ele geçirmesini bildi: Memleketin durumunun endişe verici olduğunu belirterek, evlenmesinin belki doğru olacağını bir aracı Saray hadımı, Primikerios Nikolaos vasıtası ile patriğe bildirirken, kendisine koca olarak patriğin kardeşini seçtiğini, fakat bilinen vesika da ortada olduğuna göre, acaba Patrik hazretlerinin nasıl bir tavsiyede bulunacağını öğrenmek istediğini de sorar. Halbuki eski Senatör Patrik Xiphilinos’un kardeşi Bardas, gerçekten bir devleti kurtaracak meziyetlerin hiçbirine sahip bulunmayan sonderecede kabiliyetsiz, üstelik de pek çapkın bir kimse idi. Bunu hiç hesaba katmayan ve beşerî zaafı üstün gelen Patrik, ailesinin dolayısı ile kendinin başına konacak bu devlet kuşuna, elindeki manâsız vesika ile karşı çıkmanın doğru olmayacağını düşünür ve İmparatoriçeyi kardeşi ile evlendirebilmek için senedi kendine geri verir. O da bunu yaktıktan sonra kararını bildirir : Romanos Diogenes İle evlenecektir.Ocak 1068’de bu karar uygulandı ve Evdokia Romen’in karısı oldu.(Semavi Eyice)

Bu arada Selçuklularla savaş devresi geri başlamıştı. Yapılan savaşlarda ün kazanmış olan Romen Diyojen bu ünü doğuda Selçuklu tehlikesini bertaraf edip devam ettirmek istiyordu. Evdokia’nın onu seçmesi asla tesadüf değildi.Selçuklulara karşı savaşı derhal ele aldı ve kaybedilmiş bir gelenek olan imparatorun ordunun başında savaşa gitmesini yeniden canlandırdı.Yeni imparator devleti kurtarma gayretindeydi lâkin ordudaki çürüme hayli ilerlemişti.İmparatorun tüm gayretine rağmen orduya bir tembellik hakim olmuştu. Büyük bir güçlükle, çoğunluğu yabancı asıllı paralı askerlerden – Peçenek, Oğuz, Norman ve Franklar – mürekkeb bir ordu topladı. Girişilen ilk seferde (1068 ve 1069) bu aksi duruma rağmen oldukça başarılı oldularsa da üçüncü sefer korkunç bir mağlubiyetle sonuçlandı. Malazgird’de sayıca üstün olan ama karışık asıllı ve disiplinsiz olan bu ordu feci bir bozguna uğratıldı. Adeta imha edildi.

Bizzat İmparator esir düştü. Esir düştüğü haberi açıklanır açıklanmaz genç Mihail, dayısı İoannis Komninos’un nüfuzu sayesinde, VII. Mihail adı altında imparator ilân edildi. Türkler tarafından serbest bırakılan Romen Diyojen İstanbul’a dönmek istedi.

Romen’i daha yolda siyasi rakipleri zehirletmeye çalışmışlar, fakat bu girişimler başarıya ulaşmamıştı. Eski İmparator yolda korkunç bir dizanteriye tutulmuştu. Romen at üzerinde tutunamayacak halde olduğundan, bir öküz arabasına yatırılmış olarak yol alıyordu.

Romen Diyojen, İstanbul’a varamadan Anadolu’da tutuklandı, kendisine işkence edildi.

Gözlerine mil çekilen Romen Diyojen bir manastırda ölüme terk edildi. Eski imparatorun yaraları iltihaplamış, kurtlanmış, adeta yaşayan bir ölü hâline gelmişti. Evdokia rahibe yapıldığı manastırda, Romen’in durumunu öğrenince onun yanında bulunmak için izin istedi. Nasılsa bu izin verildi. Kadın derhal bu manastıra gelerek can çekişen Romen’e manevî bir destek oldu ve birkaç gün sonra da mikroplanan yaralarının tesiri ile öldüğünde, onu buradaki manastırın bir köşesine gömdürdü….

“Bir gün Süleyman Paşa memleketi gezmeye çıktı. Gezerken Aydıncık’taki temaşaya varıp seyretti. Acayip ve garip yapılar gördü. Onları seyredip hayrette kaldı. Düşünceye daldı. Ece Beğ derlerdi, bir bahadır yiğit vardı. Bir de Fazıl Beğendi derlerdi ki bu ikisi gayet bahadır idiler. “Ey Han! Ne düşünüp hayran kaldın? Fikriniz ne idi?” dediler. Süleyman Paşa şöyle dedi: “Fikrim budur ki bu denizi öte geçmeye çare olaydı ki kimse duymasa, kafirlerin haberi olmasa.”

Ece Beğ ve Fazıl Beğ: “Sultanım buyurursa biz ikimiz geçelim.” dediler. Süleyman Paşa: “Nereden geçersiniz?” dedi. Bunlar: “Burada yerler var ki öte geçmeye yakındır.” dediler. Sürdüler, geldiler. Bir yer gösterdiler. O yerin adını Varınça derler. Güvercinlik’ten aşağı, denizde bir hisar vardır. Çimnik Hisarı derler.
Onun yaptığı Ece Beğendi ve Fazıl Beğendi bir sal yaptım. Bindiler. Geceleyin Çimnik * Kalesi civarına çıktılar. Bir kafir yakaladılar. Döndüler. Yine de sala bindiler. Sabahleyin Süleyman Paşa’ya getirdiler. Süleyman Paşa o kafire iyi muamele edip hil’at giydirdi. Bu kafire ki dedi: “Hisara girmeye bir yer var mı mıdır ki kafirler duyamadan hisara girelim mi?” Bu kafir “Ben sizi bir yerden ileteyim ki, kimse duymadan hisara giresiniz.” Dedi.

Hemen birkaç sal yaptılar. Süleyman Paşa yetmiş, seksen kişiyle sallara bindi. Öte yakaya geçtiler. Bu kafirlerini doğru Çimnik Kalesi’ne götürdü. Hisara karşı yığılmış terslik vardı. Hisardan yükselekti. Kalenin içinde de fazla kimse yoktu. Harman vaktiydi ve bağ vaktiydi. Hisar boştu. Geceleyin o terslikten kalenin içinde girdiler. Ama kafirleri incitmediler. Hatta ikramda bulundular. Oğullarına, kızlarına, mallarına el sürmediler ama içlerinden işe yarar kafirleri karşıya, kendi askerlerine girenler. Sonra o tarafta olan askerden 200 kişiyi bu tarafa geçirdiler. Geldiler. Hisara girdiler.

Ece Beğ ve Fazıl Beğ, hisarın atlarından bulduklarını alıp bindiler. Bolayır’daki Akça Liman derlerdi, orada hayh gemiler vardı. O gemileri gidip yaktılar. Geldiler. Yine hisara girdiler. Durmadan bu yakaya adam geçirdiler. 2000’den ziyade adam oldu.

Rumeli’ne geçmeye evvel buradan başlandı. Hicretin 757’sinde (Hicretin 757’si milâdî 5 Ocak – 24 Aralık 1356 arasıdır.) Oldu. Sonra kafirlerini incitmediler. Gönüllerini aldılar. Kâfirler emniyet içinde oldular. Hatunlarını, oğlanlarını, kızlarını gayet hoş tuttular. Çimnik Kalesi’nin kâfirleri bu gazilerle ittifak ettiler. Işluna derlerdi, bir hisar vardı. Varıp o hisarı da aldılar. Ellerinde iki hisar oldu. Bunun halkı ile de barıştılar. ”(Oruç Beğ Tarihi’nden)

“Ebrûdaki görünen şu nukûşâta iyi bak!
Şuûnat-ı ilâhîdir sıfatından ayan Hakk.”

Ebru; su yüzeyinde boyalar ve belirli malzemeler yardımıyla meydana gelen çeşitli desenlerin kâğıda aktarılmasıyla oluşan sanata denir.
Renklerin suda dansıdır, görsel bir şölendir.
İnsana çok şey öğretir, aynı zamanda insandan çok şey bekler.
Her manada tabiat ile iç içe olan, efsunlu bir yoldur.
Gökyüzüne baktığımızda gördüğümüz buluttur, evrenin tekneye sığdırılmış hâlidir.
Denizin dalgasını, yağmur suyunun damlasını, taşı, toprağı, kısacası doğayı bizlere gösterir.
Esasında bu muazzam sanatın özü, toprak ve sudur.
Hakikatin gizi, ebru teknesindeki suya yansır.
Değeri yeterince bilinmemiş Türk el sanatları içerisinde en nadide olanıdır. Bir nefis terbiyesidir. Köklü bir geçmişe sahiptir. İsteyene Hakk’ı gösterir, isteyene huzuru, isteyene sabrı.


Etimoloji:
Ebru kelimesinin etimolojisiyle ilgili farklı bazı görüşler mevcuttur.
Farsça’da “bulut” anlamına gelen “ebr”kelimesi, Arapça’da aynı zamanda “gizlilik” anlamına da gelmektedir. Kâğıt üzerinde bulutumsu şekiller oluşturduğu için “ebrî” denmiştir.
Kelime kökeninin “Âb-ı rûy” (yüzsuyu, su yüzü) olduğuna dair görüşler de vardır.
Farsça’da “kaş” anlamına da gelen ebrû, Şemseddin Sami Bey’in Kamûs-ı Türkî lügatinde ayrıca şöyle açıklanmıştır:
“Ebrû: [Aslı Farsça ebrî, bulut renginde ve daha doğrusu Çağatayca ebre: roba yüzü, kürk kabı.] Hâre gibi dalgalı veya damarlı kumaş, kâğıt vesaire. Cüz ve defter kabı yapmak için kullanılan renkli kâğıt.”
Avrupalıların bu sanata papier marbré (mermer kâğıdı)demesinin sebebi, kâğıt üzerinde oluşan damarların mermere benzetilmesidir.

Tarihçesi:
Çin’de 8. yüzyıl’dan itibaren “Suminagaşi” ismiyle, ebruya çok benzer su yüzeyinde meydana gelen bir sanatın uygulandığı bilinmektedir. Fakat bu sanat, geleneksel Türk ebrusundan birçok açıdan farklıdır.
Ebru’nun aslen menşei Orta Asya’ya dayanır.
Orta Asya’dan İpek Yolu ile İran’a, oradan Anadolu’ya, Osmanlı’ya geldiği bilinmektedir.
Osmanlı coğrafyasında ebru sanatının asıl merkezi tarih boyunca İstanbul olmuştur. Bu dönemden günümüze birçok ebru örneği ulaşmıştır.
Fuzûlî’nin Hadikatü’s Süedâ adlı eserinin bir nüshasında, tespit edilmiş en eski ebrularından biri bulunur.
Çeşitli coğrafyalarda varlığını sürdüren ebru, 17. yüzyıl’da Osmanlı’ya gelen seyyahların sayesinde Avrupa’ya da yayılmıştır. Asırlar boyunca bir kâğıt sanatı olarak uygulanan ebruya, batılılar “Türk kâğıdı” ismini vermiştir.
Günümüzde bilinen birçok ebru sanatçısı olsa da tarihte yaşamış olan ustaları bilmemiz pek mümkün değildir. Bunun sebebi; hepsinin şöhretten uzak, tevazu dolu bir yaşam sürmesidir. Bu yüzden ebru tarihi hakkında kesin bir şey söylemenin pek imkânı yoktur.



Tasavvuf ve Müzik ile İlişkisi:
Ebru sanatını icra etmek bir bakıma tefekkür etmektir. Kimi ebrucular sanatlarını O’nu bulma, O’na ulaşma çabalarında bir aracı olarak görürler. Varlık ile boyanın özünü bir tutarlar. Renklerde oluşan bir gizemin mevcut olduğunu savunurlar.
Ebru, aynı zamanda bir ritim sanatıdır. Boyalar, su üzerinde dağılırken adeta raks ederler. Müzik de ebru da ruhun birer gıdasıdır. Birçok sanatçı ebru yaparken bir yandan kanun, ney, rebap gibi ezgileri dinlemekten hoşlanır ve bunu bir ritim tekniği olarak kullanırlar.
Teslimiyet, tevazu ve sabır terbiyesi sanatçıya yavaş yavaş işlenir. Ebrucu, fırçaya vurduğu her damlada O’nu anar, zikreder. Bu sanatı icra etmek aslında gönül muhabbetinden başka bir şey değildir. Sanatçı kendini maddi boyuttan uzaklaştırır, kendi içinde dünya âlemine manevi bir bakış oluşturur.

“Zan etme ki bu eşkâlin hâlikıyız senle ben!
Gâfil olup şirke dalma! Bir Fâil’dir iş gören.”



Yapımı ve Kullanımı:
Günümüzde hazır malzemelere ulaşmak oldukça kolaydır. Fakat ebru sanatı, doğası gereği hazıra düşmandır. Ebru suyu olarak bilinen deniz kadayıfından oluşan kitreyi hazırlamak uzun zahmet ve titizlikle birkaç gün sürer. Sonrasında kitreyi sıcaklığı düşük, temiz bir alanda muhafaza etmek çok önemlidir. Bazı özel malzemelerle kıvamlı hâle getirilmiş suyun üzerine yapılan bu sanat, ortaya bir renk cümbüşü getirecektir. Fırçasının sapı gül dalından, başı at kılından oluşturulur. Boyalar, doğal toprak boyalarıdır. Toprak boyasının yapımı ise çok daha sabır gerektirir amma velâkin önceden hazırlanmış toz hâlindeki boyaları kullanmanın da mahsuru yoktur. Belli miktarda su ve öd ile ayar yapılır. Boya tekne üzerinde denenir, ayar tutmadıysa bu işlem mükemmele ulaşılana dek tekrar edilir.
Ebru için “sabır işi” denmesinin bir sebebi de budur. Ne kadar zahmetli görünse de esasında verilen emeğin karşılığını alabilmek son derece keyiflidir.

“Yüce Türkler ülkesinde kemâl bulmuş bu hüner;
Rabb’im dâim hıfz eylesin ebrû yapan zümreyi.”

Ebruda her şey dengeden ibarettir. Tıpkı evrendeki gibi, tek bir hata her şeyi mahvedebilir.

Sabır olmadan sanat olmaz.
Ebru, geleneksel bir sanattır. Usta — çırak ilişkisiyle öğrenilir. Yalnızca teknik meseleler öğretilmez. Güzel ahlak ve nefis terbiyesi bu sanatı diğerlerinden ayıran en önemli unsurdur. Bu sebeple kişinin kitaplardan veya videolardan ziyade bir ustanın yanında pişerek kendini geliştirmesi zaruridir. Usta, yetiştirdiği öğrencisine vakti geldiğinde icazet verebilir.

Ebru; Türk sanatlarının en renklisi, insanı en derinden etkileyenidir.
Bir Türk genci olarak; kültür ve sanatımıza, milli ve manevi kimliğimize sahip çıkmamız gerektiği kanaatindeyim. Böylesine yozlaşmış bir dönemde kişinin özüne dönmesi bir seçenek değil, zorunluluk olmalıdır. Bu sebeple ebru sanatçısı olma yolunda ilerleyen bir genç olarak, deneyimlerimi ve araştırmalarımı huzurunuza sunmak istedim.

Kaynakça:
Hikmet Barutçugil, Battaldan Baruta Ebruvan, Ebristan Yayınları, İstanbul, 2008
Ömer Faruk Dere, Devlet-i Aliyye’den Günümüze Ebru Sanatı, İnkılab Yayınları, İstanbul, 2011

Doksanlı yılların başından itibaren, özellikle SSCB’nin yıkılmasıyla beraber, entelektüel düzeyde gündemde yer alan ve her ülkenin entelijansiyasında konuşulan tek konu, “küreselleşme” idi. Ronald Reagan’ın “Şeytan İmparatorluğu” şeklinde nitelendirerek, “kutsal-dini” bir mücadele motivasyonu kazandırdığı SSCB’nin yıkılması, liberal kapitalizmin ve demokrasinin mutlak zaferi olarak yorumlandı. Ancak bugün gelinen nokta, ortaya atılan bütün tezlerin güvenilirliğini sorgulattı. Bütün dünyada, çeşitli sorunlara bağlı olarak gelişen ve sağ veya sol olarak ayırt etmekte fayda görmediğimiz “popülizm”, “küreselleşme” dalgasının ortadan kaldırdığı sınırları yeniden çizmeye başladı. Özellikle iletişimdeki olağanüstü gelişmeler, küreselleşmenin çeşitli yönlerini durdurmanın mümkün olmadığını ortaya koyuyor. Ancak bu gelişmeler, Huntington’un “demokrasi dalgaları” tezindekine benzer bir şekilde, küreselleşmeyle ilgili ters dalgalara da sebep olabilir. Yani küreselleşmenin dinamikleri, küreselleşmeyi önemli ölçüde gerileten faktörlere dönüşebilir. Böyle bir ihtimalde en önemli faktör de kuşkusuz her türlü iletişim ortamı ve medya platformu olacaktır. Nitekim geçtiğimiz yılın kasım ayında, Victor Orban’ın yönetimindeki Macaristan’da, hükümet çizgisindeki yaklaşık 500 gazete, televizyon, radyo kanalı ve web sitesi tek bir holding bünyesi altında birleştirildi. [1]
Orban örneğinde görüldüğü gibi 1 Brezilya’da Bolsonaro, ABD’de Trump, İngiltere’de Boris Johnson, Bolivya’da Morales ve tabii ki Venezuela’da Maduro gibi liderlerin varlığı, popülizmin bütün dünya üzerinde etkili olduğunu gösteriyor. Özellikle Avrupa’da aşırı sağın yükselişi, böyle bir sürecin destekleyicisi olması bakımından önem taşıyor. Nitekim popülizm, dünya üzerinde 2 milyar insanın maruz kaldığı bir gerçek olarak önümüzde duruyor. [2]
Konunun Orban örneğindeki bağlamına dönecek olursak, 2019 verilerine göre Trump, Oval Ofis’e geçtiğinden beri sayısı 12.000’i bulan yanlış ve yanıltıcı iddia ileri sürdü. [3]
Ancak buradaki asıl hassas nokta, Trump’ın öne sürdüğü iddiaların, gerçekmiş gibi algılanması ve bunun üzerinden yeni bir toplum mühendisliği örneğinin ortaya koyulmasıydı. Yani insanlar; ihtiyaçlarına, ideolojilerine, inançlarına ve görüşlerine paralel bir şekilde inanmak istediklerine inandılar ve yeni bir “sahte-gerçeklik” inşa edilmiş oldu. İşte yeni medya alanı, yalan ve dezenformasyona karşı gerçeği ortaya koyma çabasını sergilediği kadar, yeni ve yalan bir gerçeklik inşasında da önem taşıyor. Her yıl, klasik medya düzenine karşı yeni alternatifler üretilirken bu yeni alternatiflerin eskimesi de aynı hızla gerçekleşiyor. Hız, sürekli değişim çabası ve alternatif teknolojilerin gelişimi, bunları iyi kullanabilen siyasi ve sosyal hareketler için çok iyi bir fırsat haline gelebiliyor. Bu noktada, Türkiye’de her an eskiyen “yeni” medyanın gelişimi ve alternatifler karşısındaki tepkimeleri de bu açıdan dikkatle izlenmesi gereken bir süreci işaret ediyor. Türkiye, basın-yayın alanında üzerine özellikle çalışılması gereken ülkelerin başında geliyor. Büyük bir zemin üzerinde kurulu tarihi birikimin en ileri ve entelektüel açıdan dolu aşamalarının öncüsü, her biri ayrı ayrı incelenmesi gereken gazetelerimiz olmuştur. Modernleşme sürecinin dinamiğini de oluşturan bu alan; siyasi, ekonomik ve kültürel yaşamda oluşturduğu bağlantıyla, topyekün bir “uyarıcı” etkisi görmesi bakımından önemlidir. Fakat önem bakımından asıl çıkış noktası, bireyden cemaate, oradan topluma uzanan geniş bir alandaki etkisi ve son dönemde bir kavram olarak kullanılmasından hoşnutluk duyulmasa da yarattığı algıdır. Bu algının yaratılması ve kullanımı, günümüzde en başta siyaset olmak üzere her alanda daha fazla önem kazanıyor. Üstelik bu sürecin başlangıcı, “yeni medya” alanının gelişmesi sürecine değil, daha eskilere kadar götürülebiliyor. En bilineni, Kurtuluş Savaşı sırasında İstanbul Hükümeti ile işgal kuvvetlerinin yalan haber ve dezenformasyon çalışmalarına karşı Milli Kuvvetler’in Anadolu Ajansı ve diğer faaliyetlerle buna karşı koyması olabilir.

Yunan işgal kuvvetlerinin, Mustafa Kemal olduğu iddiasıyla dağıttıkları fotoğraf (“Cephelerden Kurtuluş Savaşı’na” albümünden)

Haberin gerçekliği ve yeni medya alanına da örnek olabilecek bir diğer gelişme, çok partili siyasi faaliyetlerle gerçekleşti. Bu noktada çok bilinmeyen bir örneği verelim. Siyasi partiler adına faaliyet yürüten, konuşma yapan ve miting düzenleyen siyasetçilerle muhabirler arasında, o dönemin koşullarına en uygun olabilecek bir haber doğrulama uygulaması vardır. Buna göre, mitingde konuşan siyasetçinin konuşmalarını yazıyla not alan muhabir, mitingin sonunda konuşmaları derler ve konuşmayı yapan siyasetçiye götürür. Siyasetçi, söylediklerini okuduktan sonra altına imza atar ve sözlerin kendine ait olduğunu teyit etmiş olur. Bu, dönemin koşullarına göre en makul ve pratik çözümdür, üstelik Türkiye’de işleri her zaman zor olan gazeteciler için de bir güvencedir. Teknolojideki gelişimin hızı ve niteliği, Türkiye’de medyayı farklı alanlara taşıdı. Bu arada “Babıali gazeteciliği” olarak da ifade edebileceğimiz profesyonel, idealist, bilinçli ve fedakâr görünüm; sermaye-siyaset doğrultusunda farklı bir noktaya evrildi ve geniş bir alana yayılırken nitelik olarak da zayıfladı. Bu arada iletişim alanında ortaya çıkan yeni alanlar ve boşluklar da çabucak dolduruldu. Bu alanda en bilineni, artık “özel olma” halini ve niteliklerini yitiren, çok eskiyen haber siteleri oldu. İnsanların gazete almak yerine her gün telefonlarından veya bilgisayarlarından açtıkları ve kullandıkları haber sitelerini bile “eski” olarak nitelendiriyoruz. Niçin? Clickbait, zamandan tasarruf, gereksiz ayrıntılar vb. Yani gelişimin ve değişimin hızı, her çalışanı sürekli alternatifler ve yeni fikirler üretmeye mecbur hale getiriyor. Bu sürece uyum sağlayamayan, edindiği yeri hızlıca kaybediyor ve yerine gelen de “sürekli değişim” arzusuyla yeni bir motivasyon oluşturuyor. Esasında bunlar birbirlerini üreten ve akış içerisinde gerçekleşen süreçler. Yazılı basının yerini internet medyasının alması, internet medyasının kendi içerisinde yeni formatlara bürünmesi gibi bütün durumlar, insanların hayatlarını mümkün olduğunca kolaylaştırmak ve gündelik akışı engellememek üzerine kurulu. Sıradan bir haber uzantısına ulaşıp, binlerce kelimelik içerikten önemli olanı seçmek zahmeti yerine, sizin için bunu ayıklayan ve size sunan birileri var. Bir haber metninde verilmek isteneni, sosyal medyada 280 karakterle ifade etmek de bu sürecin bir parçası. Fakat bu da artık yetersiz. Tıpkı hâlâ etkin görünen “YouTube” kanalları gibi. Yani bu kanallar da artık yetersiz, demode ve zahmetli. Bu noktada önemli olan, hayatın her alanında maksimum faydaya zahmetsiz bir şekilde ulaşabilmek. Bunun en bilinen platformlarından biri de Netflix; zaten bundan dolayı yeni yasalarla bunun önüne geçilmeye çalışılmıyor mu? Türkiye’de ve dünyada hayatın akışı, sıradan bir insanın yükümlü olduğu sorumluluklar gibi “kıskaç” etkisi yaratan faktörlerin bizzat kendisini yansıtıyor. Kolay, seri, hızlı ulaşabileceğimiz zahmetsiz hizmetlere muhtacız. Masa başında çalışan bir beyaz yakalı, sıradan işlerini hallederken nostaljik bir diziyi izlemek yerine bilgisayarda farklı bir pencere açıyor ve bir yandan çalışırken bir yandan da kulaklığından karakterlerin konuşmalarını dinleyerek görsel çağrışımları kafasında yaratıyor. Yoğunluk, bizleri aynı anda birkaç iş yapmaya mecbur bırakıyor. Aynı zamanda farklı kombinleri ve alternatifleri de oluşturarak belli bir alışkanlık da sağlıyor, en önemlisi de zamanı iyi kullanabilmek. Araba kullanırken radyo dinlemek, herhangi bir konuda podcast açmak gibi. Teknoloji, “Spotify” veya “SoundCloud” gibi platformlarla bu alanda da insanlara kolaylık sağlıyor. Netice, bütün bu teknolojik alanların haber platformları için uygun formatlar üretmesi ve bunların alıcılarının her geçen gün artması oluyor. Burada tabii ki nitelik sorunu da ortaya çıkıyor; aynı zamanda “Doğru-Yanlış” gibi bir değer yargısını ifade eden kavramlarla “Gerçek-Yalan” gibi daha somut, bilimsel ve tek bir sonucu olan ikilemler de. Bu sürekli akış, bundan sonra da mümkün olduğunca hızlı bir şekilde devam edecek ve her zamanki gibi bir değil, birkaç adım önde olanlar kazançlı çıkacaktır.

Enes Bahadır Kızak — YTÜ Doktora Öğrencisi, Vaziyet.com.tr editörü

[1] “Orban hükümet yanlısı medyayı tek elde topladı” https://www.dw.com/tr/orban-h%C3%BCk%C3%BCmet-yanl%C4%B1s%C4%B1-medyay%C4%B1-te k-elde-toplad%C4%B1/a-46532322

[2] “Dünyanın en popülist liderleri: Türkiye kaçıncı sırada?” https://tr.euronews.com/2019/03/07/arastirma-dunyanin-en-populist-liderleri-turkiye-kacinci-sirada

[3] “President Trump has made 12,019 false or misleading claims over 928 days” https://www.washingtonpost.com/politics/2019/08/12/president-trump-has-made-false-or-misleading-cl aims-over-days/?noredirect=on