1789 Fransız İhtilali sonrası dönem, Modern Dönem olarak adlandırılmaktadır. Amerika kıtasının keşfi ve Westphalia Barışı arasındaki süreç -Erken Modern Dönem- ise modernleşmenin yapı taşlarının oluştuğu zaman aralığı olmuştur. Yine 1500’lerde yaşanan gelişmeler sonucunda 16.yüzyıl, tarihçiler tarafından Teknoloji Çağı olarak adlandırılmıştır. 

Yüzyıl bazında yaptığımız bu giriş sonrasında modern dünyanın oluşum safhasında bilgi, güç ve sermaye kavramlarının etkilerine değinebilmemiz mümkündür. Birbirlerinden farklı görünen bu üç yapı taşı, temelde birbirlerinin tetikleyicisi konumundadır.

Fransız İhtilali’nden çok da uzak olmayan bir geçmiş zaman diliminde yaşanan muhteşem Aydınlanma Çağı; Avrupa’yı sosyal, ekonomik ve dinî açıdan oldukça etkilemişti. Hümanizma düşüncesinin başlattığı bu dönem, ilk başlarda, ortaya çıktığı Kuzey İtalya toprakları da dahil hiçbir siyasi otoritenin tahmin edemeyeceği bir gücü doğurmuştu. Daha sonraki dönemlerde yaşanacak tüm olumlu gelişmelerin de kaynağı olacak olan bu güç, bilgidir. Bilgi, bilme arzusu ve özellikle kilisenin baskısı altında oluşmamış açık fikirleri ortaya koyma arzusu birçok yeniliği beraberinde getirmişti. İnsanlığı eleştirel düşünce ile tanıştıran hümanizma hareketi kiliseyi temelden sarsan bir olgu hâline gelmişti. Zamanla kendi çıkarları doğrultusunda hareket eden Avrupalı prenslerin de desteğini alan bu düşünsel hareket, güç kazanmaya başladı. Ticaretle uğraşan bazı köklü ailelerin (örneğin; yün ticaretiyle uğraşan ve İtalya’nın köklü ailelerinden biri konumunda bulunan “Medici ailesi” gibi) üyeleri dönemin mimarlarına katedraller yaptırıyordu. Gotik Dönem mimarisine karşın bu yeni katedraller kubbeli olarak inşa ediliyor ve bireye yeniden değer kazandırılıyordu. Tam da bu noktada İncil’in el değmemiş ham hâline ulaşan aydınlar ihtiyaç duyulan mutlak bilgiyi elde etmiş, meşruiyet arayışındaki prenslerin desteğiyle gereken güç sağlanmış ve köklü ailelerin yardımıyla sermaye akışı elde edilmişti. Elde edilen bilgiler dönemin değerli sanatçılarının eserlerine yansıyor ve bu da yüzyıllar sonrasında dahi Avrupa’yı Avrupa yapan o aydınlığı beraberinde getiriyordu. Tam anlamıyla Avrupa’nın ve Avrupa insanının yeniden doğuşuna zemin olan Rönesans, oluşan yeni dönemin ilk habercilerindendi.

Hümanizma bir yandan aydınlar arasında yayılıyor bir yandan ortaya konulan eserler ile yeniden doğuşu sağlıyordu. Bu yenilikçi hareket İtalya ve Fransa toprakları arasında yayılırken Almanya kilisenin yobaz öğretileri altındaydı. 1450 yılında Alman bilim insanı Johannes Gutenberg müthiş bir icat olan matbaayı insanlığa hediye etmişti. Eleştirel düşünceyi ve Rönesans’ın etkilerini geniş kitlelere ulaştıran bu icat, Alman toprakları üzerinde yeşeren Reform hareketi ile birlikte Avrupa tarihinin akışını derinden etkilemiştir. 1517 yılında Alman Teolog ve Filozof Martin Luther, Wittenberg Kilisesi kapısına Endüljans satışlarına karşı düşüncelerini (95 Tezi) asmış ve “Protestan Reformu hareketi”ni resmen başlatmıştır. Bu başkaldırı sonrası yobazlaşan Hıristiyanlığın laikleştirilmesinin yanı sıra eğitimde de laiklik savunulmuştur. Eğitim öğretim faaliyetleri kiliseden ayrılmış ve özgür düşünce hız kazanmıştır. Yaşanan bu siyasi ve dinî gelişmeler Avrupa genelinde köklü değişimler için domino etkisi yaratmıştır.

17.yüzyılın önemli düşünürlerinden John Locke, düşünce özgürlüğü fikrini en geniş ölçüde yayan ilk düşünür olmuştur. Akıl Çağı’nın gerçek kurucusu olarak adlandırılan Locke’ın görüşleri, İngiliz Hükûmeti’nin artan ekonomik ve askeri baskısı nedeniyle 13 koloninin Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi’ni yayınlaması açısından eleştirel düşüncenin ilk meyvelerini oluşturuyordu. Fakat Avrupa bu hareketlenmelerin ötesinde daha da büyük bir gelişmeye gebeydi. Artan saray masrafları, ardı arkası kesilmeyen savaşlarda harcanan paralar, kırsal nüfusun kıta şehirlere göç etmesiyle değişen gider tabloları, aksayan vergiler Fransa’yı iflasın eşiğine getirmişti. Parlamento toplantısı sonrasında orta sınıftan kişiler monarşiye karşı ayaklanmış ve anayasal düzenleme talebinde bulunmuşlardı. Kral XVI. Louis talepleri reddetmişti. En nihayetinde tarihler 14 Temmuz 1789’u gösterdiğinde küresel değişimleri de beraberinde getirecek olan Fransız İhtilali patlak vermişti. Özgür düşünce ve birey egemenliğinin beraberinde getirdiği psikolojik temelli güç engellenememiş ve krallık rejimi yıkılarak cumhuriyet ilan edilmişti. “Milliyetçilik ilkesi” siyasi bir karakter kazanarak günümüz Avrupa devletlerinin ortaya çıkmasını sağlamıştır. Eşitlik, özgürlük ve adalet ilkeleri küresel bir etkiye ulaşmıştı. Eleştirel düşünen insanın bildirisi, Fransızlar tarafından küresel çapta bir bildiriye dönüştürülmüştür. Ortaya çıkan fikirlere karşı olan Avusturya ve Prusya, Fransa’ya savaş açmış, sonuçta Napolyon yenilgiye uğramıştı. 1815’te düzenlenen Viyana Kongresi ile Avrupa’nın siyasi durumu yeniden düzenlenmiştir. 

Yüzyıllar öncesinden hümanizma hareketinin ateşlediği eleştirel düşünce isteği, salt bilgiyi beraberinde getirmişti. Meşruiyet arayışındaki dukalık ve prenslikler bu yavaş fakat güçlü değişimi destekleyerek güçlendirmişti. Köklü ailelerin sanata karşı yapmış oldukları sermaye yatırım girişimleri, aydınların kürsülerden haykırışları ile birlikte küresel çapta yayılmayı tetiklemiş ve Avrupa yeni bir döneme doğru ilk adımını atmıştı. Matbaanın icadı sonrası, elde edilen bilgiler halk nezdinde yayılmış ve adeta yeni bir insanlık oluşturulmuştu. Özgürlüğün ve eleştirinin ilk meyvelerinden olan Reform hareketi kiliseye büyük bir darbe indirip eğitim öğretimde yeni bir çağ açmıştı. Büyük düşünür John Locke’ın görüşleri ve Amerika halkının özgürlük istekleri insanlığın, artık mutlak monarşiler ve bunların baskıcı tutumlarına “karşı” olduklarını en net şekilde gösteriyordu. Bu tutumun en güzel sonuçlarından biri de Fransız İhtilali oldu. Bilginin güçlenmesi ve sermaye elde etmesini sağlayan yüzyıllık süreç; ihtilal sonrası değerlenen milliyetçilik, adalet, eşitlik ve özgürlük kavramları ile harmanlanıp günümüz modern dünyasının temellerini oluşturan yapı taşları oldular. 

Kardelen Koçak

Avrupa’da, 16.yy.da siyasal erkin merkezîleşmesi eğilimi gelişmeye başlamıştır ve bunun en belirgin örneklerinden birisi de Fransa’dır. Daha önce kent devletleri, prenslikler ve kilise gibi çeşitli birimler arasında bölünmüş siyasal iktidar, tek merkezde toplanmaya başlamıştır. İktidarın merkezîleşmesi sürecinde Fransa’da kilisenin yetkileri, kentlerin özerklikleri, soyluların sahip olduğu hak ve ayrıcalıklar; merkezi yönetimin karşısında çözülmeye başlamış ve devletin gücünde sınırsız bir artış meydana gelmiştir. Fransa’da kralın iktidarına rakip olabilecek bütün güçlerin ve yerel iktidarların bastırılması politikası, XIV. Louis döneminde de hızla devam etmiştir. Soyluların siyasal ve yönetsel işlevleri, yerel yönetimlerin özerklikleri kaldırılarak yürütme organı içinden atanan mahkemeler kurularak -bağımsız yargı ortadan kaldırılarak- États Généraux işlevsizleştirilerek tüm erklerin tek elde toplandığı bir süreç başlamıştır. XIV. Louis’in “L’État, c’est moi” sözü gelinen noktanın özetidir. İşte Monstesquieu, Yasaların Ruhu Üzerine’yi özetlenmeye çalışılan bu koşullarda yazmıştır.

Montesquieu, erkler ayrılığını sistematik bir biçimde işleyen ilk düşünürdür. Montesquieu, siyasal özgürlüğün var olabilmesi için ılımlı bir yönetimin olması ve siyasal iktidarın ara erkler tarafından denetlenmesi ve sınırlandırılması gerektiğini söyler. Geçmişten gelen siyasal deneyimlere göre kişiler ele geçirdikleri iktidarı, kurumsal bir sınırlama ile karşılaşmadıkça kötüye kullanma eğiliminde olabilirler. Montesquieu bunu “İktidarın kötüye kullanılmasını engellemek için şeylerin doğası gereğince iktidarın bizzat iktidarı durdurması gerekir.” sözü ile ifade eder. 

Montesquieu, İngiliz Anayasası’ndaki erkler ayrımını, özgürlüğün korunabilmesi için gerekli bir koşul olarak görmüştür. Yasama, yürütme ve yargı erkleri arasında kesin bir görev ayrımının bulunması ve her bir erkin ayrı ellere verilmesi, siyasal özgürlüklerin korunması için vazgeçilmezdir. Montesquieu yasama ve yürütme erklerinin ayrı olması gerektiğini “Aynı hükümdarın ya da aynı senatonun, yasaları despotça uygulamak için despotik yasalar yapmasından korkulur.” şeklinde ifade etmiştir. Yargı erkinin de yurttaşlar hakkında keyfî kararlar verilmesini önlemek ve özgürlüğü sağlamak için mutlaka yasama ve yürütme erklerinden ayrı olması gerektiğini belirtmiştir. 

Montesquieu yargı erkini diğer ikisine göre daha az önemsemiş, hakimlerin, kararlarını tamamen bağımsız olarak yasalara uygun bir şekilde almaları gerektiğini söylemiştir. Yasama erkini, biri halktan diğeri seçkinlerden olmak üzere iki kanatlı olarak öngörmüştür. Yürütme erkinin, yasamadan tamamen bağımsız, siyasal bir erkte ve tek kişinin elinde olması gerektiğini belirtmiştir. Bu erkler, birbirlerini denetleyecek ve dengeleyecek bir biçimde düzenlenmiştir. 

Montesquieu, kitabında “erkler ayrımı” kavramını kullanmamıştır hatta erklerin kaynaşabileceğini, birbirine müdahale edebileceğini öngörmüştür. Yasama ve yürütme erkleri farklı ellere verilmiş olsa da yürütmeyi temsil eden kral, sahip olduğu veto hakkıyla mecliste bakanları yargılama yetkisini kullanarak ve yasaların ne ölçüde uygulandığını denetleyerek belli bir denetim yetkisi kullanmaktadır. Yasamanın da iki kanatlı olması öngörülerek birbirini karşılıklı denetleme ve dengeleme mekanizmaları kurulmuştur. Montesquieu’nün, erkleri kesin çizgilerle birbirinden ayırmadığı, erkler arası denge ve fren sistemi kurduğu, bunların karşılıklı olarak birbirini engellediği ve sınırlandırdığı bir erkler kuramını öne sürdüğü söylenebilir. Montesquieu için yasama, yürütme ve yargı erklerinin farklı ellerde toplanması elzemdir. Bunun önemi, özgürlüklerin güvence altına alınması için iktidarın kötüye kullanımını önlemenin yanında toplumsal güçler arasında bir denge sağlamaktır. Bunun için de mutlaka kurumsal düzenlemeler yapılmalıdır. Montesquieu’ye göre iktidar ancak iktidar tarafından sınırlandırılabilir. Antik Yunan düşüncesinden bu yana, yasalara bağlı, özgürlüklerin korunduğu bir yönetim biçiminin nasıl sağlanabileceği temel meselelerden biri olmuştur. Bunun için zaman zaman toplumsal güçlerin ve siyasal kurumların birbirlerini karşılıklı olarak denetledikleri karma yönetim biçimi öngörülmüştür. Montesquieu’nün tam olarak karma yönetim kavramını kullanmasa da erkler arasında bir denge ve fren mekanizmasının olduğu ve toplumsal güçler arasında uyumun bulunduğu bir siyasal rejim öngördüğünden karma yönetim kavramını kendi döneminin bulunduğu koşullar içinde tekrar yorumladığı söylenebilir. 

Aristoteles, anayasaları sınıflandırırken yasama, yürütme ve yargı erklerini tanımlamış ve iyi bir yasa koyucunun bu üç erkin uyumlu bir düzen içinde olmasını amaçlaması gerektiğini belirtmiştir. Aristoteles, sınıflar arası bir denge yönetimi amaçlamış ve bunu karma yönetim şeklinde ifade etmiştir. Aristoteles’in öngördüğü karma anayasa anlayışı, sınırsız ve keyfî iktidarın kullanımını engelleme amacının yanında, bununla doğrudan ilgili olarak belli bir sınıfın sınırsız egemenliğinin eninde sonunda rejimi yıkıma götüreceği düşüncesi ile sınıflar arası bir denge sistemini içerir. Aristoteles, bir anayasanın ne kadar iyi bir karma modeli olursa o kadar uzun ömürlü olacağını düşünür.

Polybios da iyi olarak nitelendirdiği yönetim biçimlerinin (aristokrasi, monarşi ve demokrasi) temel alındığı karma yönetim ile ancak istikrar kazanmış, iyi ve kalıcı bir yönetim biçimine ulaşılabileceğini belirtmiştir. Polybios, karma anayasa için Lykurgos’un yaptığı Sparta Anayasası’nı örnek göstermiştir. Polybios’a göre birbirini dengeleyecek kuvvetlerin bulunduğu karma bir yönetim olmadığında, tek bir kuvvete dayanan yönetim eninde sonunda aşırılığa, dengesizliğe ve sonuç olarak yozlaşmaya doğru gidecektir. Bir ülkede özgürlüklerin korunması ancak denetleme ve denge sisteminin bulunduğu bir anayasa ile sağlanabilir. Bu anayasa, modern güçler ayrılığı ilkesinin temelini oluşturacaktır. 

Polybios’a göre Lykurgos, karma anayasa modelini aklın ışığında, yani doğal olayların ve doğa yasasının gelişimini dikkate alarak yapmıştır. Roma ise bu anayasaya, yaşadığı iç savaştan ve acı bir deneyimden dersler çıkararak ulaşmıştır. Konsüller, senato ve tribünler; bu üç güç arasında kurulan birbirini sınırlandırma, denetleme ve hesap verme uygulamaları, Roma’daki karma yönetimin özünü oluşturur. Polybios, bu üç gücün tek tek yetkilerine bakıldığında her birinin büyük yetki ve sorumluluklarla donatılmış olduğunu, ancak güç dağılımının başarılı bir şekilde sağlanmasından dolayı hiçbirinin tek başına egemen olma olanağının kalmadığını vurgular. Bu güç dağılımı, hem birbirine karşıt hem de birbirini bütünler niteliktedir. Birinin egemenlik alanının genişlemesi ve yayılması, bir öteki tarafından dengelenir ve frenlenir. Polybios, Tarihler adlı yapıtında bunu şöyle açıklar: Tanımladığımız üç sınıftan herhangi birisinin kendisini fazlasıyla büyük görmeğe başlaması, gereğinden fazla şişkin ve saldırgan olması hâlinde, her üçünün karşılıklı bağımlılığı ve birinin isteklerinin birbirlerince denetlenmesi ya da önlenmesi olasılığı, bu isteklerin genişleme eğilimini gemleyecektir. Böylece bir tarafta belirebilecek aşırı istekler, ötekilerin sert tepkisinden duyulan korkuyla frenlenecek, unsurlar arası denge sağlanacaktır.

Locke da yasama ve yürütme erklerinin ayrı ellerde toplanması gerektiği görüşünü öne sürer ancak bu görüşü siyasal iktidarı, benzer ağırlıklar taşıyan erklere böldüğü ve aralarında belli bir denge sistemi yaratmaya çalıştığı anlamına gelmez. Locke, yasamanın daha üstün olduğu görüşünü savunur. Kralın onayından geçmeyen yasalar, yürürlüğe girmeyecek ancak krala duyulan sadakat, yasalara itaat ettiği sürece devam edecektir. Dolayısıyla bu iktidar, kaynağını yasalardan almakta ve yasalarca sınırlanmaktadır. “Otoriteyi elinde bulunduran her kim olursa olsun kendisine yasalarca tanınan iktidarın sınırlarını aştığı ve buyruğu altında tuttuğu gücü yasaların izin vermediği şekilde uyrukları üstünde kullandığı yerde, hükümran olma durumu sona erer (…) ve başkasının hakkını ihlal eden bir kişiye karşı konulduğu gibi ona karşı da konabilir.”

Şüphesiz modern karma yönetimin temel unsurlarından biri hukukun üstünlüğü ve yargı bağımsızlığıdır. Günümüzde güçler ayrılığı, özgürlükler için vazgeçilmez temel kurumsal bir düzenlemedir. Siyasal iktidarın belli bir kesimin elinde toplanması sınırsız ve keyfî bir yönetime doğru gidildiğini gösterir. Böyle bir yönetim, çıkardığı yasalar ve uygulamalarıyla kamu yararını ortadan kaldıracak veya zedeleyecektir. Bu yüzden kurumsal düzenlemeler yoluyla iktidarın sınırsız ve keyfî, yani yasasız ve kamu yararına aykırı bir patikaya girmesini önleyici mekanizmaların düşünülmesi bu anlamda çok eski ve çok önemlidir. İktidarın sınırlanmadığı ve denetleyici mekanizmaların bulunmadığı bir durumda özgürlüklerin korunması son derece zorlaşır hatta özgürlüklerin yasalar ile ortadan kaldırıldığı bir düzene gidilir. 

ABD Anayasası’nı yazan kurucu babalar -dolayısıyla başkanlık sisteminin kurucuları- anayasayı hazırlarken Polybios’u ve Roma tarihini okumuşlar, klasik karma yönetim düşüncesinden yararlanmışlar, kendilerine karma yönetimi model almışlardır. Bu anayasanın temel ilkesi denge ve denetleme sistemidir. Tocqueville de Amerikan Anayasası’nın temel özelliğinin “check and balance” olduğunu ve bu sistemin güçler arasındaki farklılık ve karşılıklı denetleme, sınırlandırma ve dengeleme mekanizması, yani güçler ayrılığı olduğunu dile getirmiştir. Modern hukuk anlayışının gereği olarak yargının bağımsızlığı ve hukukun üstünlüğü de bu modele eklenmiştir. Mustafa Kemal Atatürk de daha Samsun’a çıkmadan önce kafasında oluşturduğu devlet modelini şekillendirirken Rousseau ve Montesquieu’den önemli ölçüde etkilenmiştir ve Montesquieu’nün tanımladığı yönetim şekillerinden cumhuriyeti benimsemiştir. Rousseau’nun “halkın egemenliği” (bu ifade “millet” olacak geçecektir), Montesquieu’nün “erkler ayrılığı” görüşleri doğrultusunda Aydınlanma Felsefesi prensiplerine dayanan, Avrupa’nın ilk modern sistemli ve yazılı anayasası olan 1791 Fransız Anayasası; 1924 yılında Modern Türkiye Cumhuriyeti’nin Anayasası’na da örnek teşkil edecektir. Atatürk, Türk Kurtuluş Savaşı’nın başarıya ulaşmasının yolunu; devamında yapılacak olan inkılaplarda görmüştür. Bu da ancak millet egemenliğine dayalı bir sistem ile gerçekleşecektir. Bizim geçen yıllarda geçtiğimiz Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’nde ise elzem olan bu ilkelerin gözetilmediği ve tarihten dersler çıkarılmadığı görülmektedir. Bu süreçte Cumhuriyet’in önemli kazanımları yitirilmeye, kamu yararı göz ardı edilmeye ve erkler tek elde toplanmaya başlanmıştır. 

B. Caner Şafak

KAYNAKÇA

AĞAOĞULLARI, M.A. (2018), Sokrates’ten Jakobenlere Batı’da Siyasal Düşünceler, İstanbul: İletişim.

ZABCI, F. (2018), Antik Cumhuriyet Düşüncesinde Siyasal Yozlaşma ve Karma Yönetim: Aristoteles ve Polybios Üzerinden Bir Tartışma, Felsefelogos, 69(2), 7-24.

Artemis Tapınağı bugün İzmir, Selçuk sınırları içinde bulunan Antik Yunan şehri Efes’in en ünlü yapılarından biridir.

Kuşadası yolunda kentin sonunda görülen, yolun sağ tarafında yer alan sahada mevcut bulunan Artemis Tapınağı, antik dünyanın 7 harikasından biridir. Sidon’a göre diğer 6 harikayı geride bırakacak bir ihtişama sahiptir. Bulunduğu saha halk dilinde “İngiliz Çukuru” diye adlandırılmıştır.

Tapınağın yer aldığı sahada günümüzde sadece birkaç mimari parça, bir sütun ve tapınağın temelleri bulunmaktadır. Tapınak, 262 yılında gerçekleşen Got saldırılarından sonra bir daha eski hâline getirilmemiştir.

Demir Çağı’nda Hellas’tan Batı Anadolu’ya yapılan göçlerle Efes ve Anadolu’daki Tanrıların anası olan Kybele kültü, muhâcirlerin Artemis kültü ile birleştirilmiş ve yeni bir kült meydana getirilmiştir. Kybele’ye ve Artemis’e tapınma ritüeli, yüklenilen anlamlar ekseriyetle aynı olsa da farklı betimlenmiştir. Kybele oturur vaziyette ve gebe olarak tasvir edilirken Artemis kıyam hâlinde, bolluk ve bereketi simgelemek adına ise çok göğüslü tasvir edilmiştir.

Kybele heykeli
Artemis heykeli


Artemis, birçok farklı inanca mensup halkın tapındığı bir kült oldu. Yeni ortaya çıkan bu kült için M.Ö. 7. yüzyıldan itibaren farklı devirlerde mabedler inşa edilmiştir. 19. yüzyılda gerçekleşen İngiliz çalışmaları sonucunda bulunan kalıntılar sayesinde saha üzerinde beş veya daha fazla inşa devresi olduğu tespit edilmiştir. Plinius’a göre ise tapınak yedi defa yapılmıştır. Plinius, tapınağın 115 metre uzunluğunda, 55 metre eninde olup her biri 18 metre olan 127 kolon tarafından tutulmakta olduğunu söylemiştir.

Bu görselin boş bir alt özelliği var; dosya ismi: aretmiiis.jpg
*Tapınağın dijital ortamda hazırlanmış rekonstrüksiyonu

Tapınağın ilk hâli Arkaik devirde inşa edilmiş olup üç safhası vardır. Bu safhalarda bulunan fildişi ve altınlar bize, mabedin ilk kez M.Ö. 7.yüzyılda bir sunak olarak inşa edildiğini göstermektedir. İlk safhada ağaçtan, ikinci safhada taş ile inşa edilen tapınağın 3. safhasının inşası, Giritli mimar Chersiphorn ve oğlu tarafından M.Ö. 570 yılında başlatılmıştır. Mimar; Hitit, Asur ve Mısır mimarisinden etkilenmiş ve sonunda Hereieon’la yarışabilecek kadar azametli bir yapı ortaya çıkarmıştır. Bu Arkaik Artemisyon, İonik mabedlerin Asya’daki ilk örneği olarak gösterilmektedir.

Mermerden inşa edilen tapınağın, çatısının ahşaptan olduğu düşünülmektedir. Aynı zamanda Mimar Chersiphorn’un Samos şehrindeki Heraieon Tapınağı’nın mimarlarından biri olan Theodoros’tan aldığı tavsiye üzerine temelden çıkacak olan fazla suyun yapıya zarar vermesini engellemek için temeline ağaç kömürü tozu dökmesiyle temelin sağlam bir şekilde oturtulmasına muvaffak olunmuştur. Tapınağın çevresi çift sıra hâlinde dizili sütunlardan oluşmaktaydı. Plinius bu görüntüyü Doğa Tarihi adlı eserinde “sütun ormanı” olarak betimlemiştir. Tapınağın sella bölümünde, Roma kopyalarının Efes müzesinde bulunduğu ve ahşaptan yapıldığı düşünülen bir Artemis heykeli bulunmaktaydı.

Lidyalılar döneminde tapınak, Lidya kralı Krezus tarafından tekrar ve daha büyük olarak inşa edilmiştir. Önceki hâlinden çok daha büyük olan bu tapınağın inşası, ancak M.Ö. 430 yılında sona ermiştir. Tapınağı taşıyan sütunlardan 36 tanesi kabartmalı kâidelere sâhipti. Bu kabartmalı sütunlar Lidya Kralı Krezus’un armağanıydı. Üzerinde Krezus’un hediyesi olduğunu belirten bir yazı yazan sütunlardan biri günümüze ulaşmıştır. Tapınağın bu safhasındaki yivli sütunların boyu 19 metreyi bulmakla birlikte taşıdıkları arşitrav bloklarının yaklaşık 24 ton ağırlığında olduğu düşünülmekteydi. M.Ö. 21 Temmuz 356 gecesinde adını tarihe geçirmek isteyen Herostratos adlı bir akıl hastası tarafından tapınak, çatısındaki ahşap kısmın aleve verilmesi suretiyle yakılmıştı.

Artemis tapınağı için Hellenistik dönemin başlaması ise şöyle gerçekleşmiştir; rivayete göre tapınağın yakıldığı gün Büyük İskender, Efeslilere mabedi tekrar yaptırmak ve masraflarını da karşılamak istediğini söylemiş fakat bu teklifine karşılık tapınağın üzerine adının yazılmasını istemişti. Gurur sahibi insanlar olan Efesliler, kadim tapınaklarını ihya etme onuruna bir Makedon’un nail olması fikrine bile kolay kolay tahammül edemeyecekleri hâlde bir de üstüne birinin adını yazdırma fikrini onur kırıcı bulmuştu. Dünyanın en büyük cihangirlerinden birinin bu jestini kolay kolay reddedemeyecekleri için politik bir cevap düşünüp “Bir tanrının başka bir tanrıya sunuda bulunması alışılmış bir yöntem değildir.” diyerek kibarca bu teklifi reddettikleri rivayet edilir.


Bu iki olayın sonucunda Efesliler Artemis Tapınağı’nın en görkemli hâlini kendileri inşa etmişlerdir. Yeni Artemision’un uzunluğu 105 metre, genişliği 55 metre olup 6 bin metrekarelik bir sahada mevcudiyet gösteriyordu. Plinius ve Vitruv’un söylediğine göre tapınağı ayakta tutan sütunlar ekseriyetle kabartma ve süslere sahipti. Bu sütunlardan biri de dönemin ünlü heykeltıraşı Skopas’ın eseriydi. Artemision, bu hâliyle devrin insanları tarafından dünyanın 7 harikasından biri olarak kabul edilmişti.

*Artemision’un günümüzdeki kalıntıları

İ.S. 287 yılında Efes’in yerinin değişmesi üzerine tapınak yeni kurulan kentin dışında kalmıştı. Bu devirden sonra tapınak, kutsal bir inziva mekânı hâline geldi. Bir iddiaya göre bir süre sonra Artemis’in “bakirelerin tanrıçası” olarak anılması hasebiyle tapınağın bulunduğu mahalleye evli kadınların girmesi yasaklanmıştı.

İ.S. 263 yılında gerçekleşen Got saldırısıyla büyük bir tahribe uğrayan mabed tekrar inşa edilse de Hristiyanlık dininin etkisiyle yeni tapınağın ömrü pek uzun olmamakla beraber sonraki yüzyıllarda yıktırılan Artemision’un bazı mimari parçaları St. Jean Bazilikası ve Ayasofya’nın yapımında kullanılmıştır.

*British Museum’da sergilenen Artemision kalıntıları

İnsan topluluklarının geçmişten bugüne kadar varlığını devam ettirebilmesi dünyaya sağlam tutunabilmesi için tarih bilgisi ve bilinci çok ama çok önemli bir husustur. Sadece bir millete ait olan ve onu diğerlerinden ayıran bazı özellikler vardır. Bu özellikler bir arada toplanarak o milletin kendine özgü kültürünü meydana getirir. Bu kültür, o milletin varoluşundan beri biriktirdiği ahlaki, manevi ve toplumsal tüm değerleri içinde barındırır. Eğer bir millet ileriye yönelik planlar yapıyorsa geçmişinden aldığı bu birikimleri kullanarak kendine sağlam bir kılavuz edinmelidir. Nitekim tarih, sahip olduğu bütün bu birikmişlik ile ileride neler olacağını tahmin edip uyarılarda bulunabilir.

“Tarihi canlı tutmak”, “tarihi yaşatmak” gibi başlıklar ve düşünceler bazı toplumlar tarafından tam olarak anlaşılmamıştır. Nitelikli, bilinçli tarih öğrenimi ve bilgisine sahip olmayan milletler, kültürlerini belli bir süre sonra başka kültürlere açık pazar hâline getirirler. Yani o kültürler ne getirirse burada kabul görür ve benimsenir. Zaten hâlihazırda kültür emperyalizminin kendini dayandırdığı nokta da bu değil midir? “Bilim hayatında da en muvaffak insanlar edebiyattan biraz nasibi olanlardır. Çünkü tarih de hayattır. Bu hayatı canlandırmak için bize hakikatler, bize geçmişten bir tablodaki parçalar gibi gelir. diye belirtmiş ünlü tarihçimiz Prof. Dr. Halil İnalcık. Bu sözden çok normal olarak her birey farklı anlamlar çıkarabilir. Ancak hocamızın bize burada sunmak istediği asıl düşünce, tarihin hayatla nasıl iç içe olduğu ve birlikte çalıştığıdır. 

Kendi tarihimizi yaşatmak ve başka kültürlerin etki alanına girmemek için geçmişten bugüne kadar yaptığımız birçok çalışmalar mevcut olmasına rağmen bu çalışmaların tam olarak anlaşılmaması maalesef üzücü bir durum. Bu çalışmaların yakın geçmiş zamanda en büyüğünü ülkemizin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk yapmıştır. Manastır Askerî İdâdîsi’ndeki öğrenciliğinden beri Türk tarihine sevgi ve hayranlık besleyen Mustafa Kemal, buradan aldığı tarih sevgisini hayatının ileriki dönemlerinde olgunlaştırarak bir farkındalık yaratmaya çalışacaktır. Avrupa basını, Türk kültürünün Roma, Fars ve Arap medeniyetleri tarafından meydana getirildiğini söylerek Türkleri adeta aşağılıyor ve I. Dünya Savaşı’ndaki mağlubiyetini de göz önüne alarak benlik duygusunu iyice hırpalıyordu. Yunanlar ve İtalyanlar, Batı Anadolu topraklarının tarihsel olarak kendilerine ait olduğunu bildirerek hak iddia etmekten geri kalmıyolardı. Başarılı olan bağımsızlık mücadelesinin ardından, Mustafa Kemal Atatürk tarih bilincini filizlendirme ve canlandırma çabasına başlayacaktı.

Atatürk, öncelikle Türk milletinin geçmişinin sadece Osmanlı’dan ibaret olmadığı, geçmişte birçok güçlü devletler kurduğu düşüncelerini ortaya çıkarmayı hedefliyordu. Bu fikirleri sayesinde şerefli ve güçlü, geçmişinden gurur duyan, geleceğe daha sağlam adımlarla basan millet dinamizmi sağlanabilecekti. Şemsettin Günaltay’ın ifadelerine göre 19 Eylül 1923 tarihinde “İstanbul Darülfununu Edebiyat Meclisi Müderrisi”ne karşılık olarak “Tarihçilerle çok konuşacağız.” ifadesini kullanmıştır. Henüz daha o yıllardan gelecekte atacağı adımların sinyallerini vermiştir. 1929 yılından sonra hızlanan tarih çalışmaları 1930 yılında  “Türk Ocakları Kurultayı”nın kurulmasıyla daha büyük kurumların yolda olduğunun sinyallerini vermeye başlamıştır.

Atatürk’ün manevi kızlarından Afet İnan da bu kurultayda bulunanlar arasındaydı. Yine Atatürk’ün arzusu altında tetkik ve çalışmalara başlayan bu heyetin önceliği okullar için fasiküller hâlinde basılan “Türk Tarihinin Ana Hatları” eseri olmuştur. Türk tarihi hakkında oldukça yeni sayılan görüşlerle ortaya çıkan bu eserin hedef kitlesi okullardı. Ülkenin liderinin tarih eğitimi ve bilincine verdiği bu değer gerçekten de muazzam bir olaydır. Çünkü Atatürk, Türk milletinin geleceğini geçmişinden kuvvet alarak inşa etme planlarını yapıyordu.  

15 Nisan 1931’de kurulan “Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti”ni dil inkılabının ardından bugün adını bildiğimiz “Türk Tarih Kurumu”na çevirdi. Liseler için tarih kitapları çalışmaları yapılırken bu çalışmalarda, Prof. Dr. Mehmet Fuat Köprülü, Tevfik Bıyıklıoğlu, Reşit Galip gibi kimseler yer aldı. 1932 yılında Atatürk’ün direktifi ile “Birinci Türk Tarih Kongresi” toplandı. Türk milletine gerçek tarihini ve bu tarihinin ne kadar sağlam temellere dayandığını anlatmak için bir birlik meydana getirilmiş oldu. Yine 1932 yılında kurulan Türk Dil Kurumu, TTK ile tarih ve dil meseleleri üzerinde çalışacaktı. Atatürk’ün tarihe olan alakası ile ilgili genel düşünce, bir liderin tarihiyle duyduğu kıvanç ve iftiharı olarak şekillenmiştir. Gelecekte bunu yaşatacak olan nesiller olarak üzerimize düşen günümüze kadar gelen çalışmaların kıymetinin farkına varıp yüzlerce insanın emeklerinin boşa gitmemesi adına daha sıkı çalışmaya ve ilerlemeye devam etmektir. Çünkü Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün de dediği gibi: ”Türk çocuğu ecdadını tanıdıkça daha büyük işler yapmak için kendinde kuvvet bulacaktır.” ideali ancak böyle hak ettiği yerlerde yükselecektir. 

Birinci Türk Tarih Kongresi 2 Temmuz 1932

Günümüzde tarih bilimi oldukça interdisipliner bir hâl almaya başladı, bunun bize getirdiklerini göz önüne alarak çalışmak da yarar olacaktır. Özellikle diğer sosyal bilimler ile neredeyse iç içe çalışılması durumunda olumlu sonuçlar vermesi yeni bir tarih anlayışına ön ayak olmaktadır. Gelecekte işleyiş açısından çok olumlu sonuçlar vereceğini düşündüğüm genetik bilimi ile birlikte çalışan bir tarih anlayışı bize yepyeni ufukları açma kapasitesine sahiptir. Eğer ileride kimliğini kaybetmiş, yok olmuş ya da erimiş bir millet olmak istemiyorsak gelişmesi için önem ve özveri isteyen tarih bilimine gereken bu ihtiyaçlarını sağlamalıyız. Unutmayın ki araştırmayan bir millet sadece kendine verileni görür ve duyar. Kendimizi araştırmacı bireyler olarak yetiştirerek tarihimizi sonsuza dek canlı tutmak için canla başla çalışmalıyız. Mustafa Kemal Atatürk’ün de dediği gibi: 

“Tarihini bilmeyen bir millet, yok olmaya mahkumdur.” 

                                                                                                        Batuğhan Tatar                               

  Macaristan tarihinin en önemli yapılarından olan kale, piskoposlar tarafından 13.yy.da inşa edildi. Bizimle olan ilişkilerine gelmeden önce 14 ve 15.yy.larda çeşitli yağmalara uğrayan Estergon Kalesi, önemli siyasileri ve bilim adamlarını ağırlamış, Macaristan için önemini korumaya devam etmiştir[2].

  Estergon Kalesi’nin Osmanlı İmparatorluğu’nun eline geçme hikâyesi 1526 yılında Osmanlı ve Macaristan arasında yapılan Mohaç Savaşı ile başlar. Savaşta kesin bir zafer elde eden Osmanlı’nın önündeki Macaristan engelinin ortadan kalkması, uzun yıllar boyunca Macaristan topraklarında devam edecek olan Avusturya-Osmanlı Savaşlarının patlak vermesine neden olur. 1529 yılındaki Osmanlı kontrolü[3] birkaç defa el değiştirecektir. İktidar boşluğundaki Macaristan’da iki farklı kralın belirmesiyle Sultan Süleyman rotasını Viyana’ya ve daha sonra da Budin’e çevirecektir. 1541 yılında Sultan Süleyman’ın Budin’i zaptı ve eyalet hâline getirmesinden hemen sonra Avusturya destekli I.Ferdinand’ın şehre saldırması Estergon’un fethine ön ayak olur. 1543 yılında bizzat sefere çıkan I. Süleyman, 1 ay süren muhâsaranın ardından kaleyi teslim alır. 

Matrakçı Nasuh, Estergon Kalesi’nin Fethi

    50 yıldan fazla bir süre Osmanlı hâkimiyetinde kalacak olan bu kale, 1593 yılında Avusturya’ya savaş ilânı kararının verilmesinden sonra aldığı konumdan dolayı önemini daha da arttırır. Çünkü kale, Viyana’ya ulaşmak için kilit konumda bulunuyordu. 

  KALENİN DÜŞMESİ ve PEÇEVİ

    Avusturya, Almanya, Bohemya ve hatta Osmanlı’ya bağlı olan Erdel kralı, Eflak ve Boğdan voyvodaları Osmanlı’ya karşı bir ittifaka girmiştir. Savaşlar başta Osmanlı yenilgileriyle başlasa da sonradan orta seyirde devam etmiştir. 

    Ağustos 1595’te, Avusturya Orduları Başkomutanı Prens Mansfeld Gran Estergon’u kuşattı. Bölgede bulunan Sinan Paşa’nın oğlu Mehmed Paşa kuvvetlerini bölerek Prens’i iki ateş arasında bırakmayı planladı. Ancak seksen bin kişilik kuvveti olan müttefikler, Mehmed Paşa’yı yenerek onu kaçmaya mecbur ettiler. Bu savaştan sonra düşmana darbeler vurmaya çalışan Lala Mehmed Paşa, Serdâr-ı Ekrem’in kaçtığını anlamış ve bin dört yüz askeri ile kaleye çekilmiştir. 

    Muhâsara sırasında Estergon’da bulunan Pécs’li Osmanlı Tarihçisi “İbrahim Peçevi” anlattıkları ile kale içi durumunu gözler önüne seriyor. 

“Askeriyle beraber kaçan ‘bî-ar’ Mehmed Paşa’dan yardım alamayan Estergon Kalesi, Kerbela gibidir; su deposu ve barut deposu da düşmanların elinde. Asker buğday yiyor, içi yanıyor, bir damla su bulamıyor ki içsin. Serinlemek için sarnıç etrafındaki mermerleri yalayan ve bir damla su diye can verip can alan elsiz, ayaksız (gaziler) bitkin ve yaralı…Çaresiz dertlilerin çığlıkları ve iniltileri gönülleri çıldırtır, umutsuzluğa düşürürdü.”[4] 

    Burada anlatıldığı üzere askerlerin savaşmaya gücü kalmamıştı. İttifak orduları bir gün    içinde kaleye binden fazla gülle yağdırmaya devam ediyordu… 

    Bir aylık kuşatmadan sonra kaledeki yönetim heyeti “vire ile teslim olma” kararı aldı. Yani boş kale Avusturya’ya verilecek, Paşa ise halkıyla kaleyi boşaltacak ve gidecekti. 

    Kuşatma günlerinde söylenmeye başlanan ve bugün bildiğimiz “Estergon Kal’ası” Türküsü de bu günleri anlatmaktadır: 

“Estergon kalesi subaşı hisar,

 Baykuşlar çığrışır bülbüller susar,

 Kafir bayrağını burcuna asar. 

 Akma Tuna akma ben bir dertliyim, 

Yâr peşinde koşan kara bahtlıyım.”  

  ESTERGON SON KEZ TÜRK KONTROLÜNDE 

    Yıllar 1604’ü gösterdiğinde “Sokolluzade Lala Mehmed Paşa” vezîr-i âzam ilan edildi. Serdâr-ı Ekrem olarak İstanbul’dan Budin’e hareket eden Paşa, Peşte ve Vaç Kalelerini aldı. Ancak Estergon Kalesi Lala Mehmed Paşa’nın içinde bir ukteydi. Onu kendi elleriyle düşmana teslim etmek zorunda kalmıştı. Estergon, Tuna’ya yaslanmış vaziyette gerçek sahiplerini bekliyordu. 

    Paşa, Estergon’a sefere çıkacağı gün Cuma namazını Ayasofya’da kılmış ve Estergon’da da kılmak için niyetini yapmıştır. Sonrasında Sultan I. Ahmed ile görüşür ve yola koyulur. Estergon’a saldırıdan önce gelecek olan kaynakları engellemek için Ciğerdelen ve Aziz Thomas Kaleleri’nin zaptı önemliydi[5]. Bu kalelerin alınmasıyla Estergon’un fethine yönelik engeller ortadan kalkar.

    Lala Mehmed Paşa komutasındaki ordu, 3 Ekim 1605 tarihinde toplu hücûm ile şehri zapt etmişti. Lala Mehmed Paşa’nın istekleri yerine gelmiş ve duası kabul olmuştu. İstanbul’a dönen Lala Mehmed Paşa, bugün hâlâ mezar taşında yazan “Estergon Fâtihi” unvanıyla şöhretlendirildi. Sadrazamlığı da vefâtı dolayısıyla kısa sürmüştür. 

    II.Viyana Kuşatması ve Kutsal İttifak-Osmanlı Savaşlarına kadar 78 yıl boyunca kale Türk hâkimiyeti altında kaldı. Osmanlı’nın Ciğerdelen Muharebesini kaybetmesiyle Leh Komutanı Jan Sobieski 29 Ekim’de kaleyi kuşattı. 1 Kasım’da teslim edilmesiyle kale, Türk kontrolünden tamamen çıkmış oldu.

    Bugün Estergon’da yapılan birçok Türk eserinden geriye sadece “Öziçeli Haci İbrahim Camii” kaldı. Birçok cami ve minareler maalesef Avusturyalılar tarafından tahrip edilmiştir. 

Estergon Türküsü’nün günümüze ulaşan dizeleri şöyle devam eder:

“Estergon Kâl’ası bre dilber aman 

Su başı durak aman 

Kemirir gönlümü bre dilber aman

Bir sinsi firak.” 

Batuğhan Tatar 

15.05.2020

                                                                      KAYNAKÇA

1. Portal., The history of our town. Esztergom.hu. [Çevrimiçi] 

2. —. Internet Archive. [Çevrimiçi] http://www.esztergom.hu/wps/portal///english?menuid=ADMR- 6WPSHD&docid=ADMR-6WPT7B. 

3. Uzunçarşılı, İsmail Hakkı. s, 329. Osmanlı Tarihi II.Cilt. 

4. Uzunçarşılı, İsmail Hakkı. s, 339. Osmanlı Tarihi II.Cilt. 

5. Tektaş, Nazım. Osmanlı Tarihi 1 – Çadırdan Saraya. 

6. Atak, Ali Osman. s, 58. Kanije Zaferi. 

7. Uzunçarşılı, İsmail Hakkı. s, 92. Osmanlı Tarihi III.Cilt. 

8. İnalcık, Halil. s, 203. Devlet-i Aliyye III.Cilt. 

9. Türk Macar Dostluk Derneği. [Çevrimiçi] http://www.turkmacar.org.tr/macaristanin-estergon- oziceli-haci-ibrahim-camii/. 

[1]CITATION The \l 1033

[2]CITATION The1 \l 1033

[3]CITATION IIC \l 1055

[4]CITATION Tek \l 1055

[5]CITATION Ata \l 1055

“Aç insanların gözlerinde giderek büyüyen bir gazap oluşuyor. Ruhlarında yumru yumru gazap üzümleri oluşuyor, büyüyor, ağırlaşıyor, bağ bozumuna hazırlanıyor.John Steinbeck, Gazap Üzümleri

John Steinbeck, Gazap Üzümlerini yazdığı vakit Amerika’da başlayan Büyük Buhran dünyayı kasıp kavuruyordu. İnsanlar, taşıyabildikleri umutlarıyla birlikte tarlalarını bırakıp yeni bir arayış içinde Batıda yeni kurulmaya başlanan California eyaletine göç etmeye başlamışlardı. Açlık ve işsizliğin verdiği çaresizlik içindeydiler. Gazap Üzümleri, tam da bunu anlatıyordu. Açlığın ve sefaletin verdiği çaresizlik… 1929 yılında Amerika’da ortaya çıkmış Büyük Buhran’ın Covid-19’un dünya ekonomisine verdiği zarardan pek bir fark yok aslında. Birçok uzmanın dediği gibi Covid-19’dan sonra gelecek kriz, Büyük Buhran’dan itibaren karşılaştığımız en büyük kriz olabilir mi? Bunun cevabından önce geriye, çok geriye, 90 sene öncesine gideceğiz. Bu yolculukta yıkılmak bilmeyen borsalar, ekonomiler, hemen hepsi domino etkisiyle birer birer çökecekti.

Arka Planı

1.Dünya Savaşı sonunda Amerika Birleşik Devletleri; başta Avrupa’da Almanya, Fransa olmak üzere birçok ülkeye en fazla kredi veren ülke konumuna gelmişti. Üretim ve yatırım alanlarında dünyada lider ülkelerden biri olmuştu. Savaştan sonra bir süper güç olarak çıkan Amerika Birleşik Devletleri, savaş tazminatını altın olarak ödenmesini istiyordu. Fakat Almanya başta olmak üzere Avrupa devletlerindeki hiçbir ülkede altın rezervi yeterli değildi. Amerika’daki küçük şirketler savaşla beraber birleşmeye başlamışlardı. Bu birleşme 1929 yılına gelindiğinde ülkedeki ekonominin %50’sinin sadece 200 şirketin eline geçmesine sebep oldu. Bu durumda 200 şirketin bir tanesinin batması demek, Amerika’da ciddi resesyona sebep olabilirdi. 1920’lerden itibaren insanlar kolay yolla para kazanacakları düşüncesiyle borsadaki hisse senetlerine yatırım yapmaya başlamışlardı. Bu durum borsanın ciddi bir şekilde yükselmesine sebep oldu. Spekülasyonlara iyice açık duruma gelen borsa 1928 yılından itibaren tavan yapmıştı. Bir diğer spekülasyon Florida’daki emlak balonunda görüyoruz. 1920’lerin başından itibaren insanlar Florida’daki gayrimenkullere yatırım yapmaya başlamıştı. Turizm ve bulunduğu konum nedeniyle gelecek vaat eden Florida’da ki bu durum, çıkan bir tropik kasırgayla 400 kadar insanın ölümüne ve binlerce evin yıkılmasına sebep olmuştu. Fatura ağır ve yıkıcıydı. Bir diğer etkense para arzının az olması ve faizlerin inmesiydi. Paranın likidite olmaması sonucu insanların parayı nakit olarak tutmasıyla beraber gelen para akışının az olmasıydı.

 

İlk Domino Taşı

1929 yılına kadar gelindiğinde Amerika Birleşik Devletleri, dünyanın başat ekonomilerinden biri ve üretimin, yatırımın yoğun olduğu bir ülkeydi. Fakat her şey 1928 son aylarından itibaren değişmeye başladı. New York borsası Ekim 1929’da büyümeye devam ettiği gibi Ekim ayının 24’ünde aniden büyüme durdu. Borsadaki yatırımcı oluşan durum karşısında panik yaparak, ellerindeki hisse senetlerini ellerinden çıkarmaya başladılar. 28 Ekime gelindiğinde borsa çökmüştü. Yaklaşık 4,2 milyar dolar birkaç gün içinde yok olmuştu. İnsanlar işlerini, evlerini kaybetmişti. Borsada yatırımı olan insanların bazıları, depresyonla birlikte intihar etmişlerdi. Herkes çaresiz ve ümitsizdi. Bu büyük krizin nasıl ortaya çıktığını veya ne zaman biteceğini kimse bilmiyordu. Başkan Hoover ilk olarak çözümü gümrük tarifelerini arttırmakta bulmuştu. 1931 yılında Başkan Hoover bankaların Ulusal Kredi İşbirliği adında bir oluşum kurması için bankalara teklifte bulundu. Bu önlemler yeterli olmadığı gibi ekonomik kriz daha da etkisini hissettirmeye başlamıştı. Bu durum Amerika’da başkanlığın değişmesine sebep oldu. Başkan Hoover başkanlık seçimlerini kaybedip yerini Franklin Roosevelt’e bıraktı. Franklin Roosevelt, Amerika Birleşik Devletleri başkanı olduğu vakit ülkede her dört insandan birisi işsiz olduğu gibi üretim %30 oranında düşmüştü.



Büyük Krizle Beraber Keynesçiliğin Yükselişi

1929 Kriziyle beraber Amerika’da birçok küçük banka batmıştı. Büyük bankaların küçük bankalara yardım etmede isteksiz olması Amerika’da Federal Bankası yani kısa adıyla FED’in ipleri eline almasına neden oldu. Krizle birlikte makro ekonomi, finans literatürüne girdiği gibi ekonomide Keynesçi ekonomi modeli tüm dünyada yükselişe geçti. Devletler artık sosyal ekonomi politikaları uygulamaya başlamıştı. FED’in bankalara müdahalesi ve Keynesçiliğin yükselişiyle beraber devletlerin ekonomiye müdahaleleri de arttı. Bu durum 1980 yılına kadar neo-liberalizmin yükselişine kadar sürdü.



Avrupa’ya Etkisi ve Faşizmin Yükselişi

1929 krizi Amerika Birleşik Devletleri’nde patlak verdiğinde, etkisinin global olarak hissedilmesi uzun sürmedi. Avrupa’da hiperenflasyonla mücadele eden Almanya, büyük buhranın başlangıcından itibaren krizin en çok etkilediği ülke olup 1933 yılında Nasyonal Nazi Partisinin iktidara gelmesine neden oldu. Birçok işsiz genç ekonomik buhranın verdiği umutsuzlukla, Alman Nasyonal Sosyalist Partisine üye olmaya başladı. Hitler bu fırsatı iyi bir şekilde değerlendirip doğuştan gelen konuşma yeteneğiyle kitleleri etkileyip adeta hipnotize edip 1933 yılında Almanya Şansölyesi olarak seçildi. Nazi Partisi iktidara geldiğinde bir dizi ekonomik önlemler aldı. Üretimi arttırıp işçi maaşlarında belli bir düzeyde iyileşmeye gidildi. Almanya Versay anlaşmasının ağır hükümlerinden kurtulup silah üretimine geçmişti. Büyük Buhranın etkilediği bir diğer ülke olan Avusturya’da Avrupa’nın en köklü bankası olan Creditanstalt Büyük Buhranın yıkıcı etkisiyle batmıştı. Büyük Buhran’ın etkilemediği tek ülke Sovyetler Birliğiydi, Sovyetler uyguladığı devletçi politikalarla büyük krizden etkilenmemişti. Ağır sanayi yatırımlarını uygulayan Sovyetler, 2.Dünya Savaşından sonra bir süper güç haline gelecekti. Büyük Buhran sonucunda Almanya ve Finlandiya’dan Sovyetler Birliği’ne ara ara göçler olmuştur. İlginç bir anekdotsa John Steinbeck’in Gazap Üzümleri kitabı Sovyetlerde Kapitalizmin kara propagandası olarak okutulmuştur.



Türkiye’ye Etkisi

Türkiye Cumhuriyeti 1923 yılında kurulduğunda ekonomik olarak iflas etmiş bir imparatorluğun mirasını devralmıştı. Lozan Anlaşmasında kapitülasyonlar ve Duyun-u Umumiye idaresi kaldırılmıştı. Fakat Osmanlı döneminden kalma borçları ödemek zorundaydı. 1929 Büyük Buhranına kadar ekonomide özel teşebbüsü destekleyen ve liberal politikalar izleyen Türkiye Cumhuriyeti, 1929 krizinden sonra devletçi bir ekonomi politikası izlemeye başlamıştı. Ülkede artan huzursuzluklar ve Cumhuriyet Halk Partisine karşı tepkiler, Serbest Cumhuriyet Fırkasının Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün direktifiyle kurulmasına neden oldu. Genel olarak dışarıya bağımlı ve tek ihracat kalemi tarım ürünleri olan Türkiye’de Büyük Buhranın etkisiyle fiyatları düşen tarım ürünleri ve ihracat ürünlerinin fiyatının düşmesi Türkiye’nin ekonomisini oldukça etkiledi. Bu oluşan krizde Türkiye çözüm olarak, 1925 yılında dostluk anlaşması yaptığı Sovyetler Birliğine yönünü çevirdi. Türkiye’de dönemin Başbakanı İsmet İnönü’nün Moskova ziyareti sonucu, Sovyetler Birliğiyle ekonomi temelli kredi anlaşması yapıldı.

Krizin Sonu

2.Dünya Savaşı’nın sonundan itibaren başta Amerika Birleşik Devletleri olmak üzere üretimi arttırıp bankaların spekülatif hareketlerine karşılık devletlerin uyguladığı Keynesçi müdahaleci politikalar sonucunda Büyük Buhran atlatıldı. Dünya tarihinin gördüğü en büyük ekonomik kriz olan Büyük Buhran sonucunda birçok kişi işsiz kalıp evlerini, servetlerini ve bazıları da yaşadıkları psikolojik bunalım sonucu hayatlarını kaybetti. Krizle beraber kadınlar çalışma hayatında daha fazla yer almaya başladı. Ekonomide müdahaleci yaklaşım yaygınlaştı. Sonuç olarak 1929 Ekonomik Krizi Covid-19 etkisiyle oluşan ekonomik krize kadar dünyanın gördüğü en büyük kriz özelliğini taşıdı.


Ali TAMAHKÂR

Pan-İslâmizm, Pan-Turanizm, Pan-Slavizm, Pan-Cermenizm… Bu fikirleri hepimiz duyduk, okuduk. Pan-Asyacılık (Büyük Asyacılık ya da Japon Turancılığı) fikri ise bu fikirler karşısında arka planda kalmıştır.

Japonya’da Meiji döneminin başlamasıyla birlikte, Japonya; dış dünyaya kapalı olan kapılarını açarak kapalı bir toplum olmaktan çıkmış ve Meiji Modernleşmesi ile birlikte Batılılaşma çalışmalarını hızlı bir şekilde tamamlamış ve teknolojik, ekonomik alanlarda yaptığı atılımlar ile büyük devletler arasına girmeye başlamıştır.¹

1894-1895 yılında I. Çin-Japon Savaşı’nda Japonya, Çin ordularını mağlup etmiş ve bu savaş sonucunda emperyal boyutta ilerleme kaydetmiştir.

Bu savaştan on yıl sonra Japonya adını dünya çapında duyurmayı başardı. Mançurya ve Kore üzerindeki rekabet iki devleti savaş pozisyonuna getirdi. Japonya aldığı galibiyetle,
Uzak Doğu’da yenilmez bir kuvvet hâline geldi. Fakat bu savaşın sonuçları bölgesel değil küresel bir boyuta ulaşmıştı. Bir Şark devletinin (Japonya), bir Garp devletini (Rusya) mağlup etmesi, özellikle Türk ve Müslüman halklar üzerinde büyük bir sevinç yaratmış; Japonya’nın mazlum
hakların temsilcisi olarak adlandırılması ve Şark milletlerinin, Batılı güçlere karşı başarılı olabileceği görüşü oluşmuştu.² Çünkü, Rus-Japon Savaşı’na kadar Şark milletleri, Batılı Devletlerin istilaları karşısında aciz bir durumda kalıyordu.³

1905 tarihinden itibaren Uzak Doğu’da tartışmasız en büyük güç olan Japonya, yayılmacılık faaliyetlerine devam etmiştir. 1905 yılı ile birlikte başlayan Büyük Asyacılık fikri, II. Dünya Savaşı’nın sonlarına kadar devam etmiştir. Japonya’nın iki büyük rakibi olan Çin ve Rusya’nın zayıflaması temel hedef olarak belirlenmişti. Bu nedenle, Rusya ve Çin boyunduruğu altında yaşayan Türk ve Müslüman halklar ile iletişim kurulmaya başlanmış ve Asya halklarının Japon egemenliği altında yaşaması hedeflenmiştir. Çin ve Rusya esareti altında yaşayan Müslüman halkların ciddi bir nüfusa sahip olması ve İslâm’ın sadece bir din olmayıp sosyal, siyasî, ekonomik alanlarda da etkisinin bulunması; Japonya’yı İslâm halklarına yöneltmeye itmiştir.⁴


1920’li yılların başlarından itibaren Japonya’da Büyük Asyacılık fikri daha çok güçlenmeye başlamıştı. Bu yıllardan beri sadece Rusya ve Çin’de değil, aynı zamanda Büyük Britanya boyunduruğu altında yaşayan Hindistan üzerinde de faaliyetler yürütülmeye başlanmıştı. Yine bu dönemde Han Çinlileri de Japon ilgisinin odağıydı.



Japonya, Pan-Asyacılık ideali için Türk aydınlar ile de temaslarda bulunmuştur. Bu aydınların başında Abdürreşid İbrahim gelmektedir. 1905 Rus-Japon Savaşı sonrasında İbrahim, Beynülhak gazetesinde yazdığı elliden fazla makalesinde Japonlara olan sevgi ve saygısını ifade etmiştir. Daha sonra bu makaleler İstanbul’da yayımlanan Sırât-ı Müstakîm dergisinde de yer almıştır.⁵

Sadece Türk aydınların propaganda faaliyetleri ile yetinmeyen Japonya; Asya topraklarına heyetler, ajanlar göndermiş; dernekler kurdurmuş ve yazılı propaganda araçları ile Türk ve Müslüman halklar ile diğer Asya halkları üzerinde de nüfuz etmeye çalışmıştır.

Japonya, Rusya Müslümanları üzerinde propaganda faaliyetleri yürütmüştür. Bu faaliyetler kısaca şöyledir:

Dinî Birlik: Japonya; Rusya Müslümanlarına Hristiyan bir devlet olmadığını, Hristiyan işgalci devletlere karşı mücadele eden bir devlet olduğunu bildirmiştir. Japonlar ile Müslümanlar arasında dinî ortak yönlerin olduğu vurgulanmış ve Pan-İslâmist yayınlar desteklenmiştir.

Irkî Birlik: Türk-Tatarlara yönelik faaliyetlerde iki halkın da (Japonlar ve Türkler) aynı saç ve göz rengine sahip olduğu, aynı ırk ve aynı dil ailesine mensup olunduğu belirtilmiştir.

Coğrafî Birlik: Japonya, Türkler gibi Asyalı olduğunu ve Asyalıların ortak düşmanı olan Batılı güçlere karşı Asyalı halkların yanında olduğu vurgulanmıştır.⁶

Çin’de ise Müslümanlara yönelik faaliyetler kurulan dernekler ve çıkarılan yayınlar üzerinden yürütülmüştür. Çin’deki propaganda merkezinin en başında gelen yer, Şanghay’da kurulan Işık/Nur Cemiyeti’dir. Bu cemiyet, Çin Müslümanlarını Pan-İslâmist harekete kazandırmaya çalışmıştır. Pan-İslâmist hareketin güçlenebilmesi için Japonya’da bir cami kurulması ve Çinli Müslüman öğrencilerin Japonya’ya eğitim almak üzere gönderilmesi amaçlanmıştır. Bunun yanı sıra 1927 yılından itibaren “İslâm” adı altında bir dergi çıkarılmıştır. Derginin ana konusu, Çin’deki İslâmiyetin durumu ve Müslüman liderler hakkında çıkan haberlerdi.⁷

Japonya’da 1921 yılında Turan Halkları Birliği (Tsuran Minzoku Domei) adlı ilk Turan örgütü kurulmuştur. Fakat bu örgütün varlığı uzun soluklu olmamıştır. Japonya’daki konjoktür olgunlaşıncaya kadar Turancılık rafa kaldırıldığı için örgüt kısa bir süre sonra kapanmak zorunda kaldı. 11 yıl sonra (1932) Japonya’da Turancılık yeniden gündeme gelmiş ve Turan Cemiyeti (Nihon Tsuran Kyokai) kurulmuştur. Cemiyetin amacı, Asya Anakarası’nda Turan kökenli olan halkların yaşadığı topraklarda genişlemeyi savunuyordu. Pan-Turanist hareketler Japon siyasî hayatında yeni bir sıçramanın yönetim parolası olacaktı. Japonlar, ata toprağı olan Asya Anakarası’na Turancılık sayesinde dönmeyi amaçlıyorlardı.⁸

Büyük Asyacılık fikrine her ne kadar Japon Turancılığı denilse de Turancılık ile Büyük Asyacılık fikirlerini destekleyen insanlar farklı kişilerden oluşmuştur. Büyük Asyacılık fikrini benimseyen kişilerin Turancı harekete gereken önemi vermemesindeki sebep; Turancılığın, Büyük Asyacılık fikrine ters düşmesinden ibaretti. Çünkü Büyük Asyacılık tezine göre, Britanya İmparatorluğu yaşayan Aryan kökenli Hintliler; Çin’de yaşayan Han Çinlileri ve Tibet halkı Asya’nın birliği için olmazsa olmazken Turancılar için aynısı geçerli değildi. Ayrıca Japonya, Hindistan ve Güneydoğu Asya’nın bağımsızlığına odaklanmış ve bu netice doğrultusunda Büyük Britanya İmparatorluğu’nu en büyük rakip/düşman olarak görüyordu. Turancılar ise, düşman kategorisine İngiltere’den önce Rusya’yı koymuşlardı.⁹

Japon Turancılığını, Osmanlı Devleti’nin son döneminde ortaya çıkan Turancılık ile karıştırmamak gerekir. Çünkü Osmanlı’da Türkçülük hareketinin gelişmesiyle birlikte ortaya çıkan Turancılık anlayışında Kafkasya, İran ve Balkan Türklüğü yer alırken; Japon Turancılığında bu durum söz konusu değildir. Japonya, siyasî meseleler nedeniyle yalnızca Çin ve Rusya içerisinde yaşayan Müslüman Türk halkları ile ilgilenmiş ve onları ayaklandırmaya çalışmıştır.

1 Ali Merthan Dündar, Panislâmizm’den Büyük Asyacılığa Osmanlı İmparatorluğu, Japonya ve Orta Asya, Ötüken Yayınları, İstanbul, 2006, s. 14
2 Selçuk Esenbel, “1904/05 Rus-Japon Savaşı”, Toplumsal Tarih, No 176, 2008, s. 70
3 Şayan Ulusan Şahin, Türk-Japon İlişkileri, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara, 2001, s. 149
4 Dündar, s. 143
5 İsmail Türkoğlu, Türk Dünyasında Hayali japon Casusları, Abdürreşit İbrahim ve Zamanı: Türkiye ve Japonya Arasında Orta Avrasya Sempozyumu Kitabı, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara, 2018, s. 146

6 Dündar, s. 206-209
7 Dündar, s. 213-215
8 Sinan Levent, Japon Turancılığı, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul, 2016, s. 73-107
9 Levent, s. 75-80

Mustafa Kemâl KAYA

484 yılında Sasaniler’in Ceyhun kıyılarında Ak Hun-Eftalitler tarafından mağlup edilmesi sonucu girmiş olduğu bunalım döneminde zaten yoksul olan halk iyice yoksullaşırken, ülkede güvensiz bir ortam oluşmaya başlamıştır. Halka umut verecek en ufak bir eylemin neleri meydana getireceğinin tahmin edilemeyeceği, halkın adeta bir uçak kazazedesinin cankurtaran botunu beklediği gibi bir kurtuluş beklediği  bu buhranlı ortamda kendisini Mazdek olarak tanıtan ve yeni bir mezhep icat ettiğini iddia eden birisi zuhur etmiştir.1

İçtimai ve iktisadi bunalım geçiren Sasani halkı üzerinde Mazdek’in telkinleri adeta bir cankurtaran botu olarak belirmiştir. Kalabalık kitleler akılları ile değil duyguları ile hareket ederler ve kapıldıkları telkinlerin ateşli birer savunucusu olurlar.2 Mazdeki ayaklanmasının kendi dönemine kadar olan bölümdeki diğer ayaklanmalardan farkı, ilk “Komünist Ayaklanma” olarak tarihe geçmesidir. Tipik komünist propagandası olan malların ortak kullanımı Mazdekilerde, servetin ve kadının ortak kullanımı olarak tahakkuk etmiştir ve eğer bunların her ikisi de herkesin ortak malı olursa yeryüzünden kötülük kalkacaktır. Bu propaganda neticesinde Mazdekiler tarafından birçok dini mekan tahrip edildi, kadınlar tecavüze uğradı, evler yağmalandı. Hatta Mazdek’in telkinlerine uyan dönemin lideri Şah Kavad hapsedilmiştir ancak kendisi Ak Hun Devletine kaçarak Mazdekilere karşı savaşmak için destek istemiştir. Mazdek, günümüz komünistlerinin cebir ve şiddet olmadan inkılap yapılamayacağı düşüncesinin aksine fikrinin tahakkuku ve inkişafı için şiddet kullanmamış, halkı ihtilale davet etmemiş; dönemin hükümdarını etkileyerek onun fermanlarıyla, kanunlarıyla geniş halk kitlelerine yaymıştır.3 Bu fikir hareketi yüksek sınıfın en hassas yerlerine, yani kese ve midesine dokunduğundan soylular ve ruhban sınıfı; özellikle İslam tarihçilerinin “Mezdek-i Zındık-ı Aliyü’l-la’ne” (Lanetlenmiş Zındıkların En Başta Geleni Olan Mezdek) şeklinde belirttikleri harekete karşı her türlü vasıtayı kullanarak karşı koymuştur.4 Mazdek’in fikirlerinin çarpıklığını ilk ağızdan izah etmek gerekirse Nizamülmülk’ün Siyasetnamesi’nde geçen şu satırlara ehemmiyet verilmelidir:

Mezdek şöyle bir kanun koydu: “Bir kişi evinde yirmi kişiyi ağırlamışsa, onlara ekmek, et, şarap ikram edip çalgıcı hazırlamalıdır. Ziyafetten sonra, konukların tek tek kalkarak ev sahibinin karısıyla cinsel ilişkide bulunmasında bir mahsur yoktur.5 Pek gayretli mücadelelere rağmen Mazdeki hareketi ancak 400 binin üzerinde Mazdek taraftarının ve Mazdek’in katliyle sonuçlanmıştır. Yine de Mazdeki hareketinin bir sonucu olarak İran’da doğmuş olan komünist hakimiyeti otuz sene kadar daha devam etmiştir. İslamiyet’ten sonra dahi Mazdek ve fikirleri şekil değiştirerek varlığını korumuştur. Abbasiler döneminde İran’ın kuzey taraflarında ve Azerbaycan coğrafyasında Mazdekilik, isim ve şekil değiştirerek “Hurremilik”olarak yayılmıştır.

Halife Memun ve Mu’tsım devrinde zuhur etmiş olan Hurremilik hareketi, siyasi, içtimai, sosyolojik ve iktisadi nedenler bakımından Mazdekilik hareketinin, İslamiyet maskesi ardına saklanmış bir kopyasıdır. Hurremi hareketinin başı Babek de aynı Mazdek gibi “malda, mülkte, kadında” ortaklığı savunmakta ve komünist fikir ve telkinler yaymaktadır. Aynı Mazdekiler gibi kadın erkek bir arada çalgılı çengili eğlenceye ve şaraba düşkünlükleri vardır. Babek, Türk komutan Afşın tarafından esaslı bir mağlubiyete uğradığı ve Halife tarafından idam edildiği hâlde Hurremilik hareketi yaklaşık yirmi sene daha sönmemiştir.6 Zaman zaman komünizm fikrinin kuvveden fiile geçmesi dolayısıyla bölgede isyanlar olduysa da bunların hiçbiri Hurremiye isyanı kadar geniş çaplı ve tehdit edici düzeye erişmemiştir.

1İbrahim Kafesoğlu, Türk Milli Kültürü, syf.85
2Ayrıntılı bilgi için bkz: Gustave Le Bon, Kitleler Psikolojisi ve Eric Hoffer, Kesin İnançlılar
3Yusuf Akçura, Muasır Avrupa’da Siyasi ve İçtimai Fikirler ve Fikri Cereyanlar, syf.83-85
4a.g.e syf.85
5Nizamülmülk, Siyasetname, syf.470-471
6Ayrıntılı bilgi için bkz: Osman Turan, Makaleler I, syf.204-209

Ahmet Baki İMAM

Sonradan sorgu sual edenler
Paşalar ne çekti bilmezler
Çağırsa ki göreve gelmezler
Gelenler Enverler, Kemaller
Ve de Cemaller…

Şartlar oluşmuşsa eğer
Vatan savunması elzemdir
Vatanperver arıyorsan eğer
Çok arama işte o Cemal’dir

Ahmet Cemal 6 Mayıs 1872’de Midilli’de doğdu. Babası askerî eczacı Mehmet Necip Efendi annesi ise Binnaz Hanım’dır. Mehmet Necip Efendi’nin Binnaz Hanım ile gerçekleştirdiği evlilikten bir de Saffet adında oğlu vardır. Cemal, Kuleli Askerî İdadisi’nden ve Mekteb-i Harbiyye-i Şahane’den mezun olduktan sonra Erkân-ı Harbiye tahsilini tamamlayarak Erkânıharp Yüzbaşısı rütbesini aldı. Cemal Bey 1897’de ilk eşini kaybettikten sonra ikinci eşi Seniha Hanım ile evlendi. Bütün aile üyeleriyle birlikte konaklamışlardı. Birinci Dünya Savaşı zamanlarında Cemal Paşa’nın yazlığında misafir olan Halide Edip’in: “Aile üyeleri basit ve sade yaşamı tercih eder, ayrıca sevecen ve iyi kalpli insanlardır.” sözlerinden Cemal Bey’in ailesi hakkında öngörüde bulunmak mümkündür.

Kuleli’ den sonra başlayan askerlik mesleğinde aldığı ilk görevler şöyle sıralanabilir:

1.    Selanik Redif Fırkası Başkanlığı (27 Mart 1899)

2.    Şark Demiryolları Müfettişliği ve Askeri Yollar İnşaatı Çabuklaştırılması Müfettişliği

3.    Edirne Erkan-ı Harbiyesi’ nde Görevlendirilmesi

4.    Eşkıya Takibinde Bulunmak Üzere Anadolu’ya Gönderilmesi

1898 yılında Üçüncü Ordu’ya bağlı redif fırkası Erkân-ı Harbiyye reisi olarak Selânik’te görevlendirildi. Bu sırada Osmanlı İttihat ve Terakki Cemiyeti tarafından gerçekleştirilen askerî teşkilatlanma faaliyetlerine sempati duyuyordu fakat hareketin içinde yer almadı.

1905’te binbaşı olan Cemal Bey Ekim 1906’da Osmanlı Hürriyet Cemiyeti’ne üye oldu. Bu dönemlerde Jön Türklük hareketleri yoğunlaşmıştı.

Mevzunun aslına geçmeden önce Cemal Paşa’nın şedit bir asker olarak öne çıkmasında etkili olan İttihat Terakki’nin ne olduğuna kısaca bakalım.

Tanin gazetesi başyazarı Muhittin Birgen Hatıratından Dr. Mustafa Çalık şöyle anlatıyor:[i]

” Bir gün Talat Paşa’nın kapısını çaldım. Paşam nedir İttihat Terakki? Dedim.”

Talat Paşa’dan komitacıya yakışır bir cevap geldi: “Birader doğrusunu sorarsan tam olarak ben de bilmiyorum, yalnız idaresi çok müşkül bir şeydir.”

Bu konuşmadan sonra Ziya Gökalp girdi içeri. Bakar mısınız başbakanın odasına elini kolunu sallayan giriyor, İttihat Terakki diktatörmüş(!) Parti içi demokrasiden söz edilecekse bunun şahikası İttihat Terakki’dir. Genel Başkanı yoktur, fiilen yetenekli olanlar öne çıkmıştır. Ama Merkezi Umumi’ de toplandıklarında Talat neyse Ömer Naci odur, Bahattin Şakir neyse Enver Paşa odur, orda herkes eşittir. Tabi primus inter pares eşitler arasında birincilik vardır. Bunlar da sivil kanatta Talat, askeri kanatta Enver’dir. Belki de Cemal Paşa’nın hakkı tam olarak verilmemiştir.

Muhittin Birgen devam ediyor:

“Ziya Gökalp hiçbir hayat enerjisi kalmamışçasına oturunca aynı soruyu ona da yönelttim. O sakin sakin oturan adam gözlerinden ateş çıkararak doğruldu yerinden ve dedi ki :” Bakın Muhittin Bey, İttihat Terakki Türk milletinin ruhundan doğmuş bir mefkûre hamlesidir.

Bu 10 kelimelik cümle bana yetti, ben cevabımı aldım, bu yaşımdan sonra hala İttihat Terakki nedir deseler, bu cevabı veririm.” diyor Muhittin Birgen.

İşte biz de 10 kelimelik bir cümleyle cevap verecek olursak, İttihat ve Terakki Türk milletinin ruhundan doğmuş bir mefkûre hamlesidir diyebiliriz.

1908 Jön Türk İhtilâlinden sonra Osmanlı İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin askerî kadrosu içerisinde dikkati çekti, cemiyet tarafından İstanbul’da siyasî durumu kontrol altında tutmak üzere gönderilen on kişilik heyette yer aldı.

Cemal Bey’e göre meşrutiyet, vatanın geleceği tehlikede olduğu için ilan edilmişti. O, bu düşüncesini Yahya Kemal’e şu cümlelerle anlatmıştır:

“Beyefendi! Biz, son defa hükümeti, hatta vatanı kat’i bir tehlikede gördüğümüz için aldık. Ondan evvel başardığımız inkılâbı da, yalnız ve yalnız bu milletin selameti uğruna kendimizi feda ederek vücuda getirmiştik. Lakin biz bu inkılabı niçin yaptık? Size onu sarahatle söylemek isterim: Biz bu inkılâbı artık bu zavallı vatanı sizin gibi münevver insanların eline teslim etmek ve bir gün istirahat-ı maneviye sahibi olarak kenara çekilmek için yaptık…“

Cemal Paşa, meşruti yönetimle birlikte Türklerin devlet yönetiminde daha etkin olacağına inanmıştır.

Daha sonra kaymakamlığa terfi etti. 31 Mart Vak‘ası üzerine İstanbul’a gelerek Hareket Ordusu’na katıldı. Bu konuda ablasıyla yaptığı konuşma şu şekildedir:

— “Abla, ben öyle bir sevdaya tutuldum ki onun uğruna karımı, çocuklarımı, kendimi ve hepinizi, gözümü kırpmadan fedaya hazırım. Bunu böylece bilesiniz!” bu sözlerinden sonra hayat macerası peşini hiç bırakmadı.

Cemal Bey, Adana’ya Ermeniler’ in çıkardığı olaylar üzerine (14 Nisan 1909) vali ve “kuvve-i mürettebe” kumandanı olarak oraya gönderildi. Olayların bastırılmasında ve sorumluların cezalandırılmasında başarı gösterdi. Daha sonra 1911’de Bağdat’a vali olarak tayin edildi. Burada Arap milliyetçilerinin faaliyetlerine engel olmak için yoğun çaba gösterdi. Gazi Ahmet Muhtar Paşa tarafından 22 Temmuz 1912’de kurulan “büyük kabine” ile çalışmak istemediğinden istifa ederek İstanbul’a geldi. Kendi isteğiyle Balkan Savaşı’nda Konya Redif Fırkası kumandanı olarak görev aldı ve fırkası Pınarhisarı’nda yenilince Çatalca’daki savunma hattına çekildi. Kâmil Paşa kabinesi tarafından İttihatçılar aleyhine gerçekleştirilen takibat çerçevesinde büyük kabine aleyhine propaganda yaptığı iddiası ile Divan-ı Harb-i Örfiye teslim edildiyse de davası başlamadan serbest bırakıldı. Tekrar Çatalca’ya dönerek İkinci Kolordu Dördüncü Fırka Kumandanlığı’na getirildi.

I. Balkan Savaşı sonrasında İttihat ve Terakki tarafından yürütülen propagandalarda aktif oldu. Enver Bey’in öncülük ettiği inkılab hareketine destek verdi. 23 Ocak 1913’te Enver Bey liderliğinde gerçekleştirilen Bâbıâli Baskınından sonra İstanbul muhafızlığına tayin edildi. Darbe sonrası karışıklığı gidermekte faydalı oldu. Hatta baskın sonrası ortamı dengelemek amacıyla İTC muhaliflerinden Rıza Nur’u Fransa’ya gönderdi.

Muhaliflerin tütün kaçakçılığına karşı aldığı tedbirlere rağmen İTC liderleri ve Sadrazam Mahmut Şevket Paşa tarafından desteklenmedi. Bunun yanısıra tutuklamak istediği bir kaçakçı Talat Bey’den aldığı haber üzerine yurtdışına kaçtı.

Sonralarında Mahmut Şevket Paşa’nın öldürülmesi üzerine muhaliflerin asilik hareketleri olasılığına karşı tekrar görevlendirildi.

Bu durumda Cemal Bey’in almış olduğu tutuklama kararlarına dahi mani olan aynı yönetimin böylesine büyük bir sorumluluğu da Cemal Bey’e vermesi ne kadar başarılı olduğunun bir göstergesidir.

İkinci Balkan Savaşı sırasında Cemal Paşa ideal devlet adamı ve bir vefa örneği olarak “Edirne’yi Enver alacağına Bulgar alsın” diyen güruha karşı çıkmış ve bu harekette Enver Paşa’nın yanında en önlerde yer almıştır.

Cemal Bey Kasım 1913’te Nafia nâzırlığına getirilmiş, 1914’te Bahriye nâzırı olmuş, bu görev esnasında Enver Paşa ile sürekli temas halinde kalmıştır.

Ege adalarının Yunanlılardan geri alınmasının İttihat ve Terakki tarafından birinci siyasî ve askerî amaç haline getirilmesinde etkili oldu. Haziran 1914’te Paris’e gönderildi. Kendisinden, adalar meselesinin çözümü yolunda Fransızların desteğini sağlaması istendi. Fransız yetkililerine merkezî devletleri çembere almak için Osmanlı Devleti ile ittifak yapmalarını teklif etti. Tıpkı Enver Paşa’nın Türkistan ülküsü için Ruslarla işbirliği yapması gibi bir nevi Fransızların çıkarlarını kendilerine belirterek onları kendi kanatlarına çekmeye çalıştı. Bu çalışmalar onu Fransız kültürüne yakınlaştırdı. Ancak Fransızlar, ittifakı kabul etmemesi üzerine Paris’ten ayrıldı. Daha sonra diğer İttihatçılar gibi Almanya ile siyasî ittifakı destekledi.

Aslında Almanlara ait olan ama Osmanlı bayrağı taşıdığı için Osmanlı’ nın kabul edilen gemilerin Rus limanlarını ateşlemesi üzerine Cemal Paşa’da savaşa katılmayı destekleyen taraftaydı.  Osmanlı’nın savaşa girmesiyle Cemal Paşa, Enver Paşa tarafından Mısır’da İngilizlere karşı görevlendirilerek Dördüncü Ordu Komutanlığı’na getirildi. 4. Ordu’nun başına geçtiği zaman ilk olarak “Artık sorumlular, hiç bir şekilde ‘yapılacaktır’ veya ‘olunacaktır’ tarzında rapor vermeyecektir. Raporlar daima ‘yapılmıştır’ veya ‘varılmıştır’ gibi ibarelerle nihayetlenmelidir.” emrini verdi.

1913’lerdeyiz. Süveyş’ e ilerleyen birlikler İbin denilen yerde durdu. Daha önce gelen öncü kuvvetler burada bir telgraf merkezi kurmuşlardı.

Cemal Paşa Enver Paşa’ya bu yolla duygu dolu bir telgraf yolladı. Telgraf şöyleydi:

“Eğer kanala taarruz sırasında ölecek olursam, bu seferi idare edebilecek sizden başka kimseyi düşünemiyorum. O zaman herhalde İstanbul’dan Kudüs’e gelerek bu büyük işi sonuçlandırmanızı vasiyetim ve son emelim olarak arz ve rica ederim.”

Telgrafa Enver Paşa tarafından şu yanıt geldi: “Cenab-ı Hakk’ın sizi bu büyük görevde başarılı kılacağına eminim. İnşallah sizi ikinci Mısır Fatih’i olarak selamlamaya gelirim.”

Biri felakete yürüyen diğeri felaketten dönen adeta ideal devlet adamı görevini üstlenen paşalar Mısır’ın fethedileceği inancıyla böyle yazışıyorlardı.[ii] Bu umut dünyasının hala en tepesinde, inançlarından zerre eksiltmeden yollarına devam ediyorlardı.

Cemal Paşa’nın İngilizler’i Mısır’dan çıkarmak amacıyla hazırlamış olduğu Şubat 1915 ve Temmuz 1916 tarihlerindeki Kanal Harekâtı adı verilen plan başarılı olamayınca eleştirildi ve hayalci olarak nitelendirildi.

Şam’da ikamet ettiği sırada Arap liderlere karşı tedbir alırken aynı zamanda onlarla çalıştı. Halkın desteğini almak için buna mecburdu.

İngilizlerin ilerlemesini durduramadı ve 1917’de yenilgiye uğradı. Bu yenilgi üzerine Cemal Paşa, Dördüncü Ordu kumandanlığı görevinden ayrılarak İstanbul’a geldi. Cemal Paşa’nın yenilgideki sorumluluğu, İttihat ve Terakki Fırkası Merkez-i Umumisi’ nde ne kadar tartışılmışsa da suçlanmadı.

1918’de İttihat ve Terakki ile birlikte ülke dışına kaçan Cemal Paşa Berlin ve İsviçre’ye giderek İttihatçıların yurt dışı faaliyetlerinin düzenlenmesinde etkili oldu. Daha sonra başlayan sorgulamalarda Arapların ayaklanmasına sebep olduğu gerekçesiyle gıyaben idama mahkûm edildi.

Daha sonra Rusya’ya giden Cemal Paşa, Mustafa Kemal Paşa ile Bolşevikler arasındaki ilişkilerin ilerlemesi için çalıştı. Bolşeviklere karşı alınacak tavırda Enver Paşa ile anlaşamadı. Hatta bazılarına göre Bolşeviklerin çıkarları için çalışıyordu. Rusya’da olumlu gelişmelere ulaşamayınca Tiflis’e doğru hareket etti. Tiflis’te yaverleriyle birlikte 21 Temmuz 1922 günü öldürüldü. Buraya gömülen Cemal Paşa’nın naaşı daha sonra Erzurum’a getirildi.

Suikastın failine gelecek olursak Talat Paşa’nın da ölümünden sorumlu olan Ermeni komitacılar olarak bilinmektedir. Bu bilgi Ermeni kaynaklarında da geçer lakin kesin bir bilgi yoktur. Şayet yakın zamanda ortaya çıkan bilgilere ve yazılan makalelere de bakıldığında Gürcü komitesi tarafından öldürüldüğü iddiasına ulaşılır.

Bir sonraki yazımız olan Cemal Paşa ve suikast iddialarının değerlendirilmesinde görüşmek dileğiyle…

Cemal PaşaHâtırat: 1913-1922, İstanbul 1922.

Ali Fuat Cebesoy, Moskova Hâtıraları

Mim Kemal Öke, Hilâfet Hareketleri,

F. Nuza, “Cemal Paşa’yı Kimler Öldürdü Veya Öldürttü?”

Yusuf Alper Eliri, Cemal Paşa’nın Askeri Kişiliği Ve Askeri Faaliyetleri

Yahya Kemal Beyatlı, Siyasi ve Edebi Portreler

Nevzat Artuç, Cemal Paşa Askeri ve Siyasi Hayatı, Türk Tarih Kurumu, Ankara 2019, 2. Baskı

Erhan Çifçi, Kazım Karabekir İttihat ve Terakki Cemiyeti, Kronik, İstanbul 2019, 2.Basım

Merve Vural

“Yiğitler yiğidi Cemal Paşa
Tiflis’te vurulmuş yatıyor
Kanı toprağı ıslatıyor
Son nefesini verirken de
Vatanı için selamet diliyor”

Cemal Paşa,  5 Temmuz 1922’de Moskova’dan ayrılarak  Tiflis’e gelmiştir. 9 Temmuz 1922’de Mustafa Kemal’e bir mektup göndererek;  gerginleşen Türk-Sovyet ilişkilerinin düzeltilmesini   (Mustafa Kemal Paşa ile Bolşevikler arasındaki ilişkilerin ilerlemesi için çalıştı.), resmi bir yazıyla da Enver Paşa’yla hiçbir ilgisinin olmadığının ilan edilmesini ve Afganistan meselesini görüşmek üzere Kars veya Trabzon’a davet edilmesini istemiştir.[i] Mustafa Kemal’den  bir haber gelinceye kadar’da Tiflis’te kalmayı uygun görmüştür. Bu süre zarfında sık sık Türk Temsilciliği’ne giderek, Ahmet Muhtar Bey(Büyükelçi) ile görüş alışverişinde bulunmuştur. 21 Temmuz 1922’de, saat 20.30 civarında Nusret ve Süreyya Beylerle birlikte yine Türk Temsiciliği’ne gelmiş olan Cemal Paşa, burada bir müddet kalmış, Muhtar Bey ve temsilcilik çalışanlarıyla sohbet etmiştir. Saat 22.30’a doğru temsilcilikten ayrılmış, iki yaveri yanında olduğu halde, kaldığı otele doğru hareket etmiştir.[ii] Bir süre sonra Rus Çeka (sonradan KGB diye bildiğimiz Rus Gizli Polis Teşkilatı) binasının 10 metre yakınında bulunan Jovkodovfski Sokağı’nda, bir otomobilden çıkan silahlı grubun saldırısına uğramış, genç yaver Mülazim Süreyya Bey, ileri atılmak ve Cemal Paşa’yı korumak istemiş, ne var ki hemen kanlar içinde yere serilmişti; peşinden Cemal Paşa ile Binbaşı Nusret de o kanlı ölüm yolunda şehit düştüler.

Bolşevikler: Birinci ve en güçlü iddiadır. Enver Paşa’nın Afganistan Hükümeti’nin de desteğini alarak Ruslara karşı askeri harekâtlara girişmesi, Cemal Paşa’ya olan güvenin sarsılmasına neden olmuştur. Ruslar bu sebeple paşanın Moskova’yı terk etmesini istemişlerdir. Gelen istihbarat üzerine Halil Paşa, Cemal Paşa’ya, öldürülmesine karar verildiğini ancak bu cinayetin Moskova’da değil Tiflis’te işleneceğini ve suikastın Ermeniler üzerine bırakılacağını söyleyince Cemal Paşa: “ Beni niye öldürmeye kalksınlar, benim Suriye’de Ermeniler’e yaptığım yardımı herkes bilir. Neden olsun bu?” şeklinde cevaplamıştır. Suikasttan sonra Bolşevik Hükümeti Ankara Hükümetine katillerin ortaya çıkacağını bildirmiştir.

İngilizler:  Lübnanlı Dürzi reisi Emir Şekip Aslan’a göre, Cemal Paşa’yı İngiliz tetikçileri öldürmüştü. Cemal Paşa’nın Bolşevikler ile yürüttüğü Afganistan projesi, Hindistan’daki İngiliz egemenliğine karşı büyük tehdit oluşturmaktaydı. Paşa İngiltere’nin Kabil’deki temsilcisi Henry Dobbs’a, “Eğer Mustafa Kemal’le şerefli bir barış yapmazsanız, Hindistan’da isyan çıkarmak için kuvvetlerimle yürüyeceğim!” tehdidini savurmuş, Dobbs da, Lord Curzon’u uyarmıştı.[i] Bu söz üzerine amacının Afganistan’daki İngiliz etkisini kırmak olduğunu anlamaları, Enver ve Cemal’e karşı olan mücadeleleri daha çetin olduğu için cinayetin İngilizler tarafından yapıldığı söylenmektedir.  25 Temmuz 1922’de bir İngiliz generalinin:” Müjdeliyorum, Cemal’in öldürüldüğü kesinleştirilmiştir. Yakında Enver’inde ona katılmasını umalım.” şeklindeki sözleri ve İttihad-ı İslam önündeki engeller de bu iddiayı destekler niteliktedir. Birinci Dünya Savaşı’nda ilan edilen cihad fetvası Hindistan’da karşılık bulmuştur. Hindistanlı Müslümanlar, İngilizler aleyhine isyana teşebbüs edecekler, Türkler de din kardeşlerinin bağımsızlığı için çaba gösterecekti. Cihad fetvasının Hindistan’ daki etkisi hala tartışılan bir konudur. Savaş sonuçlarına bakıldığında cihadın başarısız olduğu yönünde yaygın bir kanaat vardır.  Ancak Mim Kemal Öke’nin ifade ettiği üzere bu tarz kanaatler dönemin şartlarının dikkate alınmamasından ve bazı gerçeklerin yanlış yorumlanmasından kaynaklanmaktadır.[ii]


Ermeniler: . Ermeni Tehciri sırasında yurtdışından gönderilen kışkırtmacı Ermenileri ağır bir şekilde cezalandırmış ve sınır dışı etmiştir. Gelen istihbaratlar Ermeni fedailerinin Talat Paşa ile başlayan suikast zincirine Cemal Paşa’yı da ekledikleri ve Fransız kılığına girerek[i] Berlin’e geldikleri yönündedir. Bu durum iddialarda Ermeniler tarafından yapılan bir suikast olması hususunun üzerinde fazlaca durulmasının sebeplerindendir.

Kim vurdurdu? Rusya’daki Müslümanları kışkırtmalarından rahatsız olan Ruslar mı? Afganistan’daki ve Hindistan’daki Müslümanları cihada çağırmasını fark eden İngilizler mi? Savaş suçlusu olarak yargılanmalarından korkan Almanlar mı? Hayal kırıklığına uğrayan Ermeniler mi? Ankara’ya döndüklerinde rakip olacaklarını düşünen iktidardakiler mı? Hala çözülebilmiş değil..[i] Son olarak Yahya Kemal Beyatlı’nın da dediği gibi: “İttihad ve Terakki kadar bin türlü zihniyeti, bin türlü yaratılışı, bin türlü emeli bir araya toplamış ve dağılmamış, biilakis, zaman geçtikçe daha ziyade toplanmış ve kuvvetlenmiş siyasi bir cemiyeti  Avrupa’nın ve Asya’nın tarihinde göstermek imkansızdır.” Şahıslar ve lider kadrosu ne kadar önemli olursa olsun, var olduğu günden bügüne İttihad kelimesi dahi  bazılarının korkulu rüyası olmuştur, bazılarının ekmek kapısı, bazılarımızın teselli bayrağı…


Merve Vural