Tarih bilinci; tozlu raflarda kalmış, çoktan seçmeli şıklar arasında kaybolmuş, yaprak testlerle donatılmış bir zaman dilimine sığdırılmıştır. Tarih, bir öğrencinin sınavlarda doğru şıkkı bulma çabasıyla sınırlı kalmıştır. Oysa bizim tarihimiz unutulacak bir tarih değildir. Unutulmayı asla hak etmiyor!

Zamanın gençleri okula gelme imkânı bulmuşken bundan kaçıyor. Oysaki bu milletin ecdadı “Vatan elden gidiyor” diye kalemini sırasında, oynadığı topu bahçede bırakıp Çanakkale’ye koşan on beşli yaşlarda çocuklardı. Bu topraklar için iki yüz elli bin genç yürek canından, evladından, anasından,
babasından, kardeşinden eşinden geçti de o gözünü kan bürümüş zalimler göz koydukları Çanakkale’yi geçmedi, geçemedi…

Çanakkale yalnızca bir silah çarpışması değil; dünden bugüne eskimeyen bir tarih, kendi içinde anlatılması mümkün olmayan bir derstir. Çanakkale, tarihi boyunca hürriyet yoluna baş koymuş Türk milletinin anlayabileceği bir ruhtur. Orası toprağı namus bilen bir millet ile bu kutsalı işgal etmeyi
kendine hak sayan bir dünya hadsizin amansız çarpışmasıdır. Düşman askerinin gücü, kocaman topları, kan kusan bombaları, henüz sakalı bitmemiş Mehmetçiğin gözünü korkutmamıştır, korkutmaya yetmemiştir. Çanakkale, esarete başa kaldıran Kürşad’ın ve haçlı sürüsüne hak ettiğini
veren Fatih’in torunlarının tarihe tanıklığıdır. Çanakkale sadece cepheye gidenlerin zaferi değil, evladını geri dönmeyeceğini bile bile cepheye gönderen ve bu uğurda yetiştiren anaların sessiz feryadıdır.
Zordur bu ruhu anlamak. Ancak bu milletin evladı anlayabilir bu ruhu. Ancak onlar anlatabilir yeni nesillere Türk evladının neler uğruna, ne şartlarda harp ettiğini; toprakların kızıl kana niçin bulandığını, ay yıldızın nasıl dalgalandığını, Çanakkale’de bir Türk’ün dünyaya bedel olduğunu.
Dün Çanakkale’yi kazandıran ruh şimdilerde sinelerden sökülmek isteniyor. Bunu silahla yapamayacağını anlayan düşman elbette vazgeçmiş değil, Çanakkale’de acı bir tecrübe almış olsa da şimdilerde yöntem değiştirerek işgal peşindeler. Bu milletin bedenine değil bu sefer, ruhuna
kastediyorlar. Türlü oyunlar ve kılıflarla bizi biz yapan değerlere bıçak bilemekle meşguller.

Ey, yirmi birinci yüzyıl gençleri!
Bu; bedenlerini siper eden henüz on beşlik şehitlere, vatan için can alıp can vermeyi görev bilen başbuğlara ihanet, nankörlük değil de nedir? “Allah Allah!” nidasıyla hücuma kalkıp, geriye dönmeyi aklından bile geçirmeyenlerin şehadetiydi Çanakkale. Onların en zor zamanlarda bile secdeye vardıkları pak alınları, tarihin verdiği haklı bir onurları, en fazla üç dakikaya kadar can vereceğini bilerek vatan için şehadet şerbetini zevkle içmelerinin bilinciyle kazandığı bu hamuru kanla yoğurulmuş toprağa nankörlük yakışmaz onların torunlarına. Topyekûn İslam’a ve Türk milletine kastedilen o amansız mücadeledeki iki yüz elli bin delikanlı hep on beşinde kalmaya karar kılmıştır. Ege’nin sularına gömülen, Gelibolu yamaçlarında önleri kesilen düşman; Türk milletinde başbuğları tükenmiş sandı, Mustafa Kemal önlerini kesmeden evvel. Kan ve gözyaşı ile sulanarak bereketlenen bu topraklarda asker mi biter? Öyle ya boşuna mı denilmişti, “Her Türk asker doğar” diye? Bize düşen alnında açmamış gül goncalarıyla, siper diplerinde şehadet eden vatan güllerinin bayrak yarışını devam ettirmektir.

Ben bir Türk’üm; dinim, cinsim uludur;
Sinem, özüm ateş ile doludur.
İnsan olan vatanının kuludur.
Türk evladı evde durmaz giderim.
Muhammed’in kitabını kaldırtmam;
Osmancık’ın bayrağını aldırtmam;
Düşmanımı vatanıma saldırtmam.
Tanrı evi viran olmaz, giderim.


Bu satırlar Türk milletinin şiarı niteliğindedir. Ecdadın emanetine sahip çıkmak ve ileriye taşımak zorundayız, borçluyuz. Bu bizim en büyük ülkümüz olmalıdır. İnandığı değerler uğruna ölümü göze alamayan, sınırlarını başkasının çizdiği coğrafyada başkasının kurallarıyla yaşar.
Unutulmamalıdır ki vatan ve hürriyet uğruna koyulmayan baş, bir gün düşman postalının önünde eğilir.

Tuğba ŞAHİN

Osmanlı sarayında bulunan ilk ressam, Fatih döneminde onun portresini yapan Gentile Bellini’dir. Bilindiği üzere kendisi bir İtalyandır. Türk Resim Tarihinde, İtalyan ressamların özel bir yeri vardır. Türkiye’de 1882’de açılan (Sanayi Nefise Mektebi) Güzel Sanatlar Akademisinde görev alan 5 yabancı profesörden 4’ü İtalyandır. İlk yabancı ressam, İtalyan kökenli Leonardo de Mango, yağlı boya kürsüsünü yönetiyordu. Pastel ve Karakalem türlerinin hocası Salvator Valeri’ydi. Resim tekniği ve Suluboya dalında -o zamana göre- bir otorite sayılan Philippe Bello’dan sonra, padişahın hususi emriyle, Sanayi Nefise Mektebi hocalığına Ecvaroni tayin olundu. Bunu izleyen yıllarda, Fausto Zonaro saray Ressamlığına atandı. Eserlerinde bir tasvir gerçekçiliği olan Fausto Zonaro, Şark sahnelerini tuvale geçirmekte büyük bir ustaydı. Fausto Zonaro da bir İtalyandı.



Küçük yaşından beri okuduğu doğuya dair kitapların çekiciliği, Zonaro’ya İstanbul yolunu açtı. 1891 yılında kavuştuğu İstanbul’u dünya cenneti olarak niteleyen sanatkar, bu ülkeye yerleşmeye karar verdi. İstanbul’u her yönüyle yansıtan tablolarıyla kendisini saygın bir sanat çevresinde buldu. İstanbul’a doyamayan ressam; her gün koltuğunda tuvalleriyle doğaya çıkıyor, görkemli görünümlerle kucak kucağa yaşıyordu. O günlerde İstanbul’u bir coşku seli kaplamıştı. Türk donanmasının ünlü gemisi (Ertuğrul) Uzak Doğu’ya, Japonya’ya gidiyordu.

Dönüşünde azgın dalgalara gömülen bu gemi, Galata’dan olağanüstü bir törenle uğurlandı. Sırmalı kostümleri gözleri kamaştıran Ertuğrul gemisinin subayları; mızıka sesleri, halkın duaları ve alkışlar arasında yurttan ayrıldılar. Bu uğurlamadan çok duygulanan Zonaro; bu görkemli uğurlama törenini ustalıkla tuvale aktardı. Zonaro’nun bu tablosu Yıldız Sarayı’na sunuldu. Eser, onun Saray Ressamlığı’na atanmasını sağladı. Bu suretle Zonaro (Ressam-ı Hazret-i Şehriyarî) sıfatını aldı. Bu arada Padişahın nişanıyla da onurlandırıldı. Fausto Zonaro, yirmi yıl Türk Saraylarının ressamlığını yaptı.



Ressam aynı zamanda Padişahın direktifleriyle tarihî tablolar, Türk kahramanlığını yansıtan tablolar yaptı. Tarihî tabloların en meşhurları; Fatih’in İstanbul’a girişi, Preveze Zaferi, Osmanlı-Yunan muharebesini yansıtan kahramanlık sahneleridir.



Zonara; Boğaziçi’nin güzelliğini, İstanbul’un tarihî semtlerini, camilerini, çeşmelerini, hamamlarını toplum yaşamındaki olayları, düğünleri, bayramları, dervişleri, seyyar satıcıları, arzuhalcileri, tulumbacıları, arabacıları, sucuları, balıkçıları, eski İstanbul’u ve İstanbul tiplerini tüm gerçekçiliği ve özelliğiyle, solmaz renkleriyle, silinmez çizgileriyle yaşatmış olan bir ressamdır.


1896 yılında II.Abdülhamid’in saray ressamlığını yapan Fausto Zonaro (1854-1929), Venora ve Paris’te sanat eğitimi görmüştür. İstanbul’a ailesiyle birlikte yerleşmiştir. Saray ressamı olmadan önce diplomat eşlerine resim dersi vererek geçimini sağlamaktaydı. II.Abdülhamid’e armağan ettiği resim padişah tarafından çok beğenilince saray ressamı olarak çalışmaya başlamıştır. Zonaro’ya hem Mecidiye Nişanı hem de saray ressamlığı unvanını kazandıran bu resim “Ertuğrul Süvari Alayı’nın Galata Köprüsü’nden geçişi” isimli eseridir. Sanatçının Galata Köprüsü üzerinde, Ertuğrul Süvari Alayı’nın geçişini ilk gördüğü andan itibaren her Cuma Galata köprüsüne gelerek eskiz yaptığı bilinmektedir ve ayrıca, kompozisyon içerisinde bu sahneye tanık olarak kendisini ve eşini de resmetmiştir. İstanbul’daki yaşamı çok uzun sürmemiş, Padişah’ın tahttan indirilmesiyle birlikte Zonaro’nun da işine son verilmiş; evine ve eşyalarına da el konulmuştur. Bunun üzerine doğduğu şehre San Remo’ya dönen Zonaro, ömrünün sonuna kadar İstanbul özlemiyle yaşamıştır.



Türk Saraylarında ve bazı eski ailelerde hayli eserleri bulunan Fausto Zonaro, İstanbul’un renkli görünümlerini, değişik tiplerini tuvale geçirmekte ustalığıyla ün kazandı. Ona Boğaziçi ressamı, tarihî olaylarla kahramanlık sahnelerinin ressamı, ışıklı bir portre ressamı denilmesinin nedeni; fırçasının bu üç türde ustalaşmasıdır.

Zonaro’nun Türkiye’den ayrılışı tatsız bir anıydı. İtalyanların 1911 yazında, Osmanlı topraklarından olan Trablusgarp’a saldırışı üzerine Türkiye büyük bir çalkantı içine düştü. İtalyanların bu haksız işgali protesto edilirken, Türkiye’deki İtalyan asıllıların da yurt dışı edilmeleri kararlaştırıldı. Bunlar arasında Güzel Sanatlar Akademisi (Sanayi Nefise Mektebi) profesörleriyle, Zonaro da vardı.

Onun Saray Ressamı olması ve Şehzadeliğinde Abdülmecit Efendiye resim dersi vermesi gibi özel durumu, sürgün kafilesine katılmaktan alıkoymadı. Oysa Zonaro’ya o günlerde paşalık payesi verilecek ve ressam büyük bir sergi ile bu mutluluğunu kutlayacaktı. Yurdu terk etmesi için kendisine üç gün mühlet tanınan Zonaro atölyesinde bulunan üç yüz kadar eserini yok pahasına sattı ve göz yaşlarıyla İstanbul’dan ayrıldı. Zonaro, İtalya’da yerleşmek için -denizi bir parça olsun İstanbul’u andırır düşüncesiyle- San Remo’ya gitti. İstanbul özlemiyle, Boğaziçi’yi yansıtan tablolar yaptı. Bir taraftan da arttırdığı içkisiyle bohem havalı panolar hazırladı. 19 Temmuz 1929 günü, San Remo’da öldü.

Rza Xan 1921-ci il martın 21-də zərbə ilə rəhbərliyi ələ keçirip səltənət və taxtını qorumaq üçün qanlı bir rejim qurub.

Britaniya nümayəndəliyinin ifadəsi ilə “potensiel bir hərbi diktator” yolunda irəlilədi. Əslində əvvəl respublikası elan etməyi düşünərkən daha sonra fikrini deyiştirib 1925-ci ildə şahlıq elan edib. Beləcə İranda Qaçar Xanədanlıqı rəsmi olaraq başa çatdı və Pəhləvilər dövrü başladı.

Rza Şah’ın ümumilikdə siyasətinə baxtığımız zaman İranı iqtisadi asılıqdan qurtarmağa çalışmış ancaq neft qaynaqlarından əldə edilen iqtisadi gəliri artırmaqda müvəffəqiyyətli ola bilməməşdir. İbtidai təhsili zəruri qılmış, tarixi əsərlərin qorunması üçün muzeyler açıb.

Bu kiçik siyasətlərin yanında iqtidara gəldiyindən bəri ən böyük məqsədi milli birliyi təmin etmək, qəyri-Fars etnik qrupları yəni Kürdləri, Ərəbləri, Beluçları, Türkləri və xüsusilə Azərbaycan Türklərini hər növ zəiflədib onları assimilyasiya etmək istəyib. Azərbaycan Türkərinə qarşı davamlı ruhən və əxlaqi cəhətdən çökdürmə siyasətləri izlədi.

Ölkəyi daha kiçik vahidlərə ayıraraq mərkəzi hökümətin yerli idarələr üzərindəki nəzarətini artırdı və bələcə qeyri-Fars birliklər arasındakı regional ünsiyyəti kəsdi. 1938-ci ilə qədər dörd böyük əyalətə ayrılan İran, on əyalətə bölündü. Bu bölünmə edilərkən etnik sərhədlərə əhəmiyyət verilmədi. Etnik sərhədlərə əhəmiyyət verməmək demək İrandakı xalqlar arasında etnik, mədəni və tarixi quruluşun pozulması demək idi.

Yalnız bunlarla qalmadı, İranın ən zəngin, ən inkişaf etmiş və ticarət baxımından mühüm olan Azərbaycan əyalətindəki xalqın Türkiyə və Rusiya ilə ticari münasibətlərini qadağan etdi. Cənubi Azərbaycan hər gün daha çox iqtisadi çətinliklərə məruz qaldı.

Bütün assimilyasiya siyasətlərində olduqu kimi Rza Şah’ın siyasətində də “tək dil və tək millət” məqsədi üçün dil çox əhəmiyyətliydi. Buna görə azlıq dildə təlim verən məktəblər qapatıldı, Türkçe kitabların satılması qadağan edildi.

İran’da Türk şəxsiyyətinə mütəmadi olaraq zərər vermək istədilərsə də bunu bacaramadılar. Ayrı-seçkilik, mədəni təzyiq, iqtisadi sanksiyalar, Şah’ın siyasətləri Türk şəxsiyyətini daha çox güclendirib. Rejim ərzində məhv edilmək istənən Türk dili Türk xalqı tərəfindən qorunmuş, Farsça xüsusilə Azərbaycan Türkləri tərəfindən qəbul edilmir.

Gökçe ÖZBAŞ

Domenico Ghirlandaio, Floransa’dan bir İtalyan Rönesans ressamıydı. Ghirlandaio’nun özel yeteneği, çağdaş yaşamı ve çağdaş insanların portrelerini dini anlatılar bağlamında tasvir etme yeteneğiydi. Bu ona büyük popülerlik sağlamıştı.

Kanonik ve apokrif kaynaklarda anlatılan İsa’nın doğumundaki ortak episodlardan biri olarak çobanların tapınması gösterilmektedir. Doğum sırasında Luka ve Matta’da sürüleriyle birlikte geceyi kırda geçiren çobanlara Tanrı’nın meleğinin görünerek İsa’nın doğumu müjdelenmiştir. Doğum esnasında etrafı büyük bir ışık kaplar ve görkemiyle çevreyi aydınlatır. Bu ışık çevredeki çobanları korkutur ve bunun üzerine çobanlara görünen Melek, onlara mutlu bir haber getirdiğini ve İsa’nın doğumunu müjdeler. Bu olay Luka’da şöyle geçer:

“Korkmayın çünkü işte ben size bütün kavme olacak büyük sevinci müjdeliyorum, çünkü bugün kavme Davud’un şehrinde size kurtarıcı doğdu, O da Rab, Mesih’tir. Yemlikte yatan, kundağa sarılmış bir bebek bulacaksınız; size alamet bu olsun.” (Luka, 2: 8-17).

Meleğin duyurusu üzerine çobanlar, Tanrı’nın müjdelediği yeni doğan bebeği görmek için ahıra yönelmiştir. Ahıra gelen çobanlar burada, Meryem ve Yusuf’la birlikte yeni doğan bebek İsa’yı kundakta görür. (Luka, 2: 8-17) Apokrif kaynaklarda çobanların bu olayı görmek için ahır yerine çobanların barınağı ile mağaraya yöneldikleri anlatılır. Iokabos’un Protoevangelionu’nda (12: 14) ve İsa’nın Çocukluk İncili’nde bir mağarada gerçekleşirken (1: 1-21), Barnabas İncili’nde çoban barınağında gerçekleştiği yazar. (3-4) İsa’nın Çocukluk İncili’nde, gökyüzünde korkutucu derecede beliren ışık şöyle anlatılmaktadır:

“Ve gördüler ki mağara kandillerden, mumlardan, güneşin kendi ışığından daha parlak bir ışıkla dolmuştu. Ve bebek kundaklanmış, annesi Azize Meryem’in göğsünü emiyordu.” (İsa’nın Çocukluk İncili, 1: 6-11).

Eserin odak noktasında olan, yeni doğan İsa yere yatırılmıştır. Başında görülen sarı-kırmızı renkli hale kutsallığının simgesidir.Benzer bir hale ile bebeğin yanı başında diz çökmüş olarak tasvir edilen kadın ise Meryem’dir.

Meryem’in hemen yanında görülen eşi Yusuf, beyaz saçı ve sakalı ile ilerlemiş yaşını göstermektedir. Ortamda çobanların tapınmasından çok geride kendilerine doğru ilerleyen bir kalabalık da vardır.

Resmin sağ kısmında yer alan çobanlar aldıkları haber üzerine ahıra gelmişlerdir. Ghirlandaio’dan birkaç sene önce Felemenk ressam Van der Goes tarafından yapılan ve Floransa’ya getirilen bir başka Çobanların Tapınması eseri dönemin parlayan yıldızı olmuş ve birçok ressamı derinden etkilemiştir. Ghirlandaio’nun çobanları Van der Goes’un gerçekçi ve son derece doğal görünümlü çobanlarının çok benzerleridir.

(Van der Goes’un aynı olayı konu alan eseri)

Gerideki manzarada dönemin Filistin topraklarını göstermek yerine İtalya’nın kuzeyindeki Alpler’den bir görünüm yer almıştır. Bu Rönesans’ın tipik bir özelliğidir. Bilindik yerler dekorda kullanılır.

Çobanların tapınması eserlerinde genelde aynı ortamlar tasvir edilir. Eski Roma tarzında bir ahır ve İsa’nın yatırıldığı bir yemlik ve ahırda duran bir öküz ve eşek bu olayı konu edinen hemen hemen tüm eserlerde görülür.

Çobanlardan İsa’ya en yakın duranı Ghirlandaio’nun kendi görünümde tasarlanmıştır. Diğer çobanlara Tanrı’nın mucizesi bebek İsa’yı gösteren Ghirlandaio, aynı zamanda parmağı ile taş yemliğin ön kısmında görülen çelengi de işaret etmektedir. İtalyanca’da çelenk yapan “garland maker” anlamına gelen Ghirlandaio kelimesi ressamın ismine gönderme yaparken eseri kimin yaptığına dair ipucu da sunar.

Tablodaki yemliğin üzerindeki yazılar da dikkat çekicidir. Latince yazı şunu söylemektedir: “Pompei’nin kahini Fulvius Kudüs’te öldürülürken şunları söyledi: beni saklayacak bu kap bir tanrıyı getirecektir”. Fulvius tarafından yapılan bu kadim kehanette kap ile bebek İsa’nın yatırılacağı yemlik işaret edilmektedir. Böylece aslında antik bir lahit görünümdeki yemliğin de aynı zamanda Fulvius’un mezarı olduğunu düşünebiliriz. Böylece Ghirlandaio kendi Klasik Roma dönemi bilgisini de sanatına yansıtmıştır.

Çobanların tapınmasını konu alan eserlerde her zaman bulunmayan bir öge bu tabloda kendine yer edinmiştir. İsa’nın doğumundan sonra O’na tapınmak ve hediyelerini sunmak üzere üç farklı bölgeden krallar gelmiştir. Resmin sol tarafında görülen kalabalıkla gelen kalabalık bu üç kralı ve mahiyetlerini tasvir etmektedir.

Resim, Floransa’daki Santa Trinita Kilisesi’nin Sassetti Şapeli’nde gösterimdedir. Bu şapel, İsa’nın doğum yeri olarak kutsanmıştır ve dolayısıyla tasarımı bu olay temel alınarak yapılmıştır. Eser o kadar başarılıdır ki diğer sanatçılar tarafından sıklıkla tekrarlanmıştır.

(Aynı olayı konu alan bir başka tasvir.
Ravenna, San Apollinare in Nuovo, Müneccim Krallar’ın İsa’ya Hediyeler Sunması )

Aynı zamanda Ghirlandaio’nun kendisi de çoban olarak sahnede yer almıştır. Hatta sanatçının Çocuk İsa’ya, şapelin duvarlarının sağında ve solunda yer alan ve panelin dışında tapmak zorunda kalan diğer çobanlara ve insanlara göre daha fazla yaklaştığı görülmektedir. Çobanlara liderlik yapan sanatçı, dizlerinin üstünde İsa’nın mucizevi doğumunu işaret etmektedir.

Çobanların tapınması, 15. yüzyılda Alp Dağları’nın kuzeyinde oldukça popüler bir temaydı. Ghirlandaio’nun bu konuyla ilk teması, Flandre’de çalışan Thomas Portinari’nin 1483 yılında Hugo van der Goes’den bir eser alıp Floransa’ya götürmesi ile olmuştur.

Türk mitolojisi denildiğinde herkesin aklında beliren ilk imge ‘bozkurt’ olmasına rağmen Türk mitolojisi sadece bozkurda indirgenemeyecek kadar zengindir. Pek göz önünde olmasa da ‘geyik’ Türk mitolojisinde önemli bir yere sahiptir. Bu yazıda temel olarak Türk Tarihi Profesörü Bahaeddin Ögel’in Türk Mitolojisi I. Cilt kitabından faydalanacağız.

Geyik, Türklerce kutsal bir hayvan olmakla birlikte Türklerin geyikten türediğine dair herhangi bir kayıt yoktur. Hikayelerde daha çok dişi geyik ön plana çıkar. Bunlar da dişi Tanrı yani Tanrıça, kutsal bir ruh ya da ilahe şeklindedir. ‘Ak’ sözü Altay Türkçesinde ‘cennet’ anlamına gelirdi. Cennette oturan tanrılara da ‘Aktu’ yani ‘Aklılar’, rengi ve ruhu ap ak olan denirdi. Aynı katta ‘Süt-Ak-Köl’ yani süt gibi ak renkte bir göl vardı. İnsanların bütün hayatı ve ruhu bu göle bağlıydı. Öyle ki bir çocuk doğacağı zaman Tanrı Ülgen oğluna emir verir, o da ‘Yayuçı’ yani yaratıcılardan birine bu işi havale ederdi. Yaratıcı bu Süt-Ak-Göl’den ruhu alır ve doğan çocuğa verirdi. Başka Altay söylencelerinde de göğün beşinci katında oturan ve insan ruhlarının tek hazinesi olan Süt-Ak-Göl’ün işlerine bakan Kan-Enem-Yayuçı’dan (Hanı-Anam Yaratıcı) bahsedilir.

İllüstratör: Christian Dimitrov

Çin kaynaklarında Göktürkler zamanında geçen bir efsaneden bahsedilmektedir:

Göktürklerin atalarından biri sık sık bir mağaraya gider, oradaki deniz perisiyle sevişirmiş. Aralarındaki bu ilişki uzun süre devam etmiş. Bir gün bu Göktürk Beyi ordusuyla birlikte ava çıkmış. Askerler geniş bölgelerdeki vahşi hayvanları bir süre sonra küçük bir alana sıkıştırmış, etraflarını çevreleyip birer birer avlamışlar. Bu sırada aralarından birinin karşısına güzel bir akgeyik çıkmış, asker hayvanı okuyla vurarak öldürmüş. Av bittikten sonra Göktürk Beyi yine mağarasına gitmiş fakat sevgilisini yerinde bulamamış. Meseleyi kısa sürede anlayan Bey, geyiği vuran askerle onun kabilesini cezalandırmış. Öyle ki bundan sonra Göktürklerde insan kurbanları hep bu askerin ailesinden verilmiş.

Bu efsane Türklerin çok eski adetlerinin bir yankısı olabilir çünkü Göktürk dönemi ile ilgili hiçbir kaynakta Göktürklerin insan kurban ettiğine rastlanılmamaktadır. Zaten Çin kaynaklarında da bu hikayenin bir söylenti olduğu yazar. Türk ve Moğol komşularına rağmen Çin mitolojisinde geyik; çok vahşi, yok edici, kötü bir hayvan olarak tasvir edilmiştir. Hatta gergedan diye bir hayvanın varlığını duyduklarında onu geyiğe benzetmişler ve o şekilde resmetmişlerdir.

İllüstratör: Sebastien Kaczorowski

Moğol kaynaklarına baktığımızda ise Cengiz Han’ın soyunun gök kurt ile kızıl geyikten geldiğini görürüz. Pek çok hükümdar gibi Cengiz Han da soyunu bir efsaneye bağlamış böylece halk gözünde hükümdarlığını meşru kılmıştır. P. Pelliot’un tercümesiyle “Çinggis-Kahan’ın atası, yukarıdaki gökten Tanrının buyruğuyla doğup gelmiş, Göğümsü Kurt (Börte-Çino) idi. Karısı ise ak dişi geyik idi. Buraya denizi geçerek geldiler…” Gök kurt ile ak geyik yukarıdaki gökte doğmuş, dolayısıyla kutsal ruhlar olduğuna inanılmıştır. Altay şamanizmindeki Tanrının yaratıcı elçileri yerine burada gök kurt ile ak geyik geçmiştir.

İllüstratör: Mateusz Michalski

Daha kuzeyde kalan Sibirya halklarında ise geyik ‘yol gösterici’ olarak karşımıza çıkar. Wilhelm Radloff’un aktardığı bir hikayeye göre “Kan-Pergen isimli bir gençle Kan-Argo isimli bir kız kardeşi varmış. Anne babası olmayan bu iki kardeş birlikte yaşar, Kan-Pergen avcılık yapar geçimlerini sağlarmış. Bir gün yine ava gitmiş ve bolca hayvan avlayıp fakirlere dağıtmış, açları doyurmuş. Günün sonunda eve geldiğinde kendisine ve kardeşine bir şey kalmamış. Böylece tekrar ava çıkmış ama gidiş o gidiş bir daha eve dönmemiş. Evde yalnız kalan kıza kötü şeytanlardan biri olan Kara-Moos dadanmış ve zorla kızla evlenmiş. Bir gün kızın kapısı çalmış, gelen Kan-Alp adında biriymiş. Kıza kardeşinin nerede olduğunu sormuş, kız hala avdan dönmediğini söylemiş. Adam, ‘Bunun imkanı yok. Eğer o hala yaşasaydı sen nasıl bir şeytanla evlenebilirdin?’ demiş ve oğlanı aramak için göklere çıkıp dolaşmaya başlamış. Uçsuz bucaksız göklerde dolaşırken Kan-Pergen’i atı üstünde bir geyiğin peşinden giderken görmüş ve takip etmeye başlamış. Kan-Alp’ın karşısına 7 tanrının ancak çalışıp yaratabileceği büyüklükte bakırdan bir dağ çıkmış. Bir kırbaç sesi duymuş ve bu dağ ortadan ikiye ayrılmış. Meğer Kan-Pergen kamçısını geyiğe vurmak isterken dağa vurmuş, dağ ikiye ayrılmış. Türlü mücadelelerden sonra Kan-Pergen geyiği öldürmeyi başarmış ve girip bir çadıra oturmuş. Çadırda bir genç varmış, Kan-Pergen gence kim olduğunu sormuş.

“Çes-Alp’dir benim adım! Çes demek, bakır demek,

Adımı dağdan aldım, dağ benim olsa gerek!”

Kan-Pergen tekrar sormuş: “Peki niçin sen beni,

Getirdin otağına, gerek mi görmem seni?”

Genç yanıtlamış: “Getirsin diye seni,

Ben gönderdim geyiği, göresin diye beni!

Gönderdim onu sana, çünkü lazımdın bana,

Geyiği takip ile, işte eriştim sana!”

Bundan sonra iki genç başlarlar güreşmeye. Dokuz, otuz, hatta yetmiş yıl süren güreşlerden biridir bu. Kimi zaman yerde, kimi zaman gökte devam eder. Yeraltıyla yer üstünü birleştiren Bakır Dağ’ın sahibi bir ruhtur ve yine kendisi gibi bir ruhu geyik şeklinde elçi göndermiş ve oğlanı getirtmiştir.

İllüstratör: İsmail İnceoğlu

Sonuç olarak hepsini bir araya toplamak gerekirse Türk kültürünce geyik; kutsal, yaratıcı, yol gösterici bir varlık olarak karşımıza çıkar. Birbirine benzer onlarca geyik hikayesinden birkaçına yer verdik. Coğrafya ve şartlar değiştikçe zaman içinde bu hikayeler de farklılaşmış, yine de günümüze kadar kültürümüzün bir parçası olarak kalmaya devam etmiştir.

KAYNAK

Bahaeddin Ögel, Türk Mitolojisi, I.Cilt, s/569–583

V.I. Verbitskiy, Altayskie İnorodzu, s/70, 71

Wilhelm Radloff, Sibirya’dan, A. Temiz terc., II. s/8, 14,

Paul Pelliot, Gengis-Khan, s/304

Wilhelm Radloff, Sibirya’dan, A. Temiz terc., I. s/412

 

Kübra Türlü

İnsanlardan oluşan bir toplumda düzen tesis etmenin yolu her zaman belli başlı kurallardan ve bu kurallara uymamanın sonucunda karşılık olarak verilen yaptırımlardan oluşmuştur. Hukuk, suç, ceza gibi daha birçok kavram insanın toplum hâline geldiği yerlerde ortaya çıkmıştır. Nitekim en küçük ve ilkel kabilelerin dahi -her ne kadar ilkel olsa da- kendi içlerinde bir hukuk düzeni ve ceza sistemleri vardır. Sonuç olarak cezalandırma dediğimiz yöntem, suçla ve düzeni bozan fiillerle başa çıkmanın çaresi olarak görülmüştür. Bu cezaların şüphesiz en eskisi ölüm cezasıdır. Hammurabi Kanunları gibi, bilinen en eski yasalarda dahi ölüm cezasının yer aldığı bilinmektedir. Ölüm cezası çok eskiden beri uygulanması, muhafazası veya kaldırılması ile ilgili birçok münakaşanın sebebi olmuştur. Ölüm cezasına karşı Avrupa kıtasında ilk itirazlar ortaya çıktığı zaman, kıtadaki idam cezasını müdafaa eden akımların güçlü olması sebebiyle bu fikirler güçsüz kalmış ve idam cezasının muarızları da bir süre sonra fikirlerinden dönmüşlerdir. Ama daha sonra rasyonalizm ve hümanizm fikirlerinin de gelişmesi ve etkisiyle idam cezasına karşı çıkışlar çoğalmıştır. Modern anlamda ilk karşı çıkışı ise Cesar Beccaria “Suçlar ve Cezalar Hakkında” isimli eserinde dile getirmiştir.

Beccaria, yukarıda sözü geçen kitabında, “Asla insanları daha iyi bir hâle getirmemi ölüm cezasının geniş tatbikatını görünce, iyi teşkilâtlanmış bir devlette bu cezanın hakikaten faydalı ve adilâne olup olmadığının tetkikine sürüklendim.” demek suretiyle meselenin neden tartışmaya değer bir konu olduğunu belirttikten sonra, problemi şu şekilde sorgulamaktadır: “Acaba insanlara hemcinslerini boğazlamak hakkı nereden gelebiliyor?”

İdam cezasının caydırıcılığı konusunda ise tartışmalar sürmektedir. Bu kısımda verilerle birlikte devam edersek konu daha iyi anlaşılacaktır. Dünyada suç oranlarına bakarak bir sıralama yapılacak olursa en çoktan en aza doğru ülkelerin durumları şöyle: 1. Venezuela, 2. Papua Yeni Gine, 3. Honduras, 4. Güney Afrika, 5. Afganistan, 6. Trinidad ve Tobago, 7. Brezilya, 8. Namibya, 9. El Salvador, 10. Kazakistan, 11. Bangladeş, 12. Porto Riko, 13. Peru, 14. Jamaika, 15. Nijerya, 16. Suriye, 17. Arjantin, 18. Dominik Cumhuriyeti, 19. Malezya, 20. Somali, 21. Moğolistan, 22. Libya, 23. Tanzanya, 24. Kosta Rika, 25. Guetamala.
Bu sıralamayı cinayet özelinde yaptığımızda ise yine yukarıda olduğu gibi listede başı çoğunlukla Afrika ve Güney Amerika ülkeleri çekiyor. Dünya Ekonomi Forumu’nun ülkelerin güvenlik durumlarını baz alarak yaptığı sıralamaya göre en düşük suç oranları ise şöyle: 1. Finlandiya, 2. Singapur, 3. İzlanda, 4. Bahreyn, 5. İsviçre, 6. Umman, 7. Birleşik Arap Emirlikleri, 8. Yeni Zelanda, 9. Hong Kong, 10. Japonya, 11. İspanya, 12. Estonya, 13. Avusturya, 14. Portekiz, 15. Norveç, 16. Lüksemburg, 17. Hollanda, 18. Avustralya, 19. Katar, 20. Fas, 21. Suudi Arabistan, 22. Azerbeycan, 23. Danimarka, 24. Slovenya, 25. İrlanda.
19 eyaletinde ölüm cezası yürürlükte olan ABD listede 64, insanlık dışı uygulamalarıyla bilinen Çin ise 56. sırada kendine yer bulmuş durumda. ²

Çin, 2018’de de dünyanın en yüksek sayıda ölüm cezası uygulayan ülkesi oldu, ancak bu konudaki bilgiler devlet sırrı olarak saklandığından ölüm cezası uygulamalarının gerçek boyutları bilinmiyor. UAÖ, Çin’de her yıl binlerce kişinin ölüm cezasına mahkum edildiği ve öldürüldüğü kanaatinde.

Vietnam’da yetkililer daha önce yapılmayan bir şekilde ölüm cezası sayılarını kamuoyuna açıkladı ve 2018’de en az 85 ölüm cezasının uygulandığını bildirdi. Bu sayılar Vietnam’ın dünyada ölüm cezasına en sık başvuran beş ülkeden biri olduğunu doğruladı. Buna göre 2018’de en yüksek sayıda ölüm cezası uygulayan ülkelerin sıralaması şöyle: Çin (binlerce kişi), İran (en az 253 kişi), Suudi Arabistan (149 kişi), Vietnam (en az 85 kişi) ve Irak (en az 52 kişi).

2018 sonunda ölüm cezası 106 ülkede tüm suçlar için yasal olarak kaldırıldı, 142 ülkede ise yasalarda veya uygulamada kaldırıldı.( Uluslararası Af Örgütü) (İdam cezasının olduğu ülkeler: Afganistan- Hindistan- Nijerya- Amerika Birleşik Devletleri- İran- Japonya- Tayvan- Kuveyt- Zimbabve- Libya- Tayland- Guyana- Uganda- Bengladeş- Irak- Endonezya- Botsvana- Birleşik Arap Emirlikleri- Bahamas- Küba- Belarus- Yemen- Suudi Arabistan- Vietnam- Suriye- Mısır- Güney Sudan- Demokratik Kongo Cumhuriyeti- Etiyopya- Çin- Sudan- Komorlar- Somali- Barbados- Malezya- Çad- Pakistan- Umman- Singapur- St Kitts ve Nevis- St Lucia- Bahreyn -Kuzey Kore -Ekvatoryal Gine -St Vincent and the Grenadines- Filistin-Trinidad ve Tobago- Lesoto- Antigua and Barbuda- Belize- Dominika- Jamaika- Ürdün)³

Şimdi asıl konumuza gelelim. Yukarıda verilen verilerle birlikte konuşacak olursak, idam cezasının caydırıcılıkla doğrudan bir ilişkisi olmadığını söylemek yanlış olmaz. Özellikle en çok infazın yapıldığı Çin’in suç oranları da dikkate alınarak yapılan güvenlik sıralamasında çok aşağı sıralarda yer alması bunun küçük bir örneği. Avrupa Konseyi üyesi olan ülkelerde ise şu anda idam cezası uygulanmıyor, zaten çoğunun hukuk sistemlerinde de yok. İdam cezasını hâlâ uygulayan ve yasalarında yer veren ülkelere bakılınca şu durum rahatlıkla görülebilir; idam cezasının uygulandığı ülkeler suç oranı tablosunda başı çeken ülkelerle hemen hemen aynıdır veya aynı konumda yer almaktadır. Bu da idam cezasının suçtan caymak için yeterli bir neden olmadığının kanıtıdır. Dünya Ekonomi Forumu da suçların, daha doğrusu güvenliğin ülkelerdeki ekonomik refah ve hukuki güvenlik seviyeleriyle alakalı olduğu fikrindedir. Zaten yayınlanan raporda da bu fikir kanıtlanır niteliktedir. Suç oranı az ülkelere baktığımızda büyük bir bölümü refaha ermiş ve hukuki güvenlik standartlarını yerleştirmiş Avrupa ülkelerinin listeyi doldurduğunu görürüz. Bizim fikrimizce de cezanın ağırlaştırılması ile suç oranının azalacağı fikri yanlıştır.

Cezaların, suç oranları üzerindeki caydırıcı etkisi; cezanın kesinliği/kaçınılmazlığı, ağırlığı ve ivediliği üzerinden analiz edilmektedir. İşlenen suçun yaptırımı olarak idam cezası olsa dahi bundan kurtulacağını bilen fail, suç işlemekten caymamaktadır ama dört duvar arasında her gün ölmek ve bundan bir kaçışın olmaması onu caydırmaktadır. Yapılan araştırma bulguları, bu üç faktörün de suçluluk üzerinde caydırıcı olmakla birlikte ancak bu faktörlerin caydırıcılık düzeylerinin farklılık arz ettiğini ortaya koymaktadır. Cezanın kesinliği, sertliği ve süratliliği değişkenleri arasında özellikle cezanın kesinliğinin diğer değişkenlere kıyasla suçta daha caydırıcı olduğu belirtilmektedir. Suç işleyen bireylerin yakalanacağı ve ceza alacakları yönünde güçlü bir inancın olması, bireyleri önemli ölçüde suç işlemekten caydırmaktadır. Bu da suçluların yakalanma görevini üstlenen polis teşkilatının, suç ve suçlularla mücadelede daha etkin hale getirilmesi anlamına gelmektedir. Bu çerçevede, suçların aydınlatılma oranın yüksek olması, cezanın caydırıcılığını arttıran önemli bir faktör olmaktadır. Suçluların yakalanma riskinin düşük olması ise, suça eğilimli olan bireyleri daha çok suç işleme yönünde motive etmektedir. Diğer bir deyişle suç işleyen bireylerin suç işledikten sonra yakalanmamaları, yargılanmamaları ve ceza almamaları, suçluları daha çok cesaretlendirebilmektedir. Bu da suç işleme oranının artmasında etkili bir faktör olmaktadır.

( A) Ölüm cezasının suçları önleme tesiri müsbet olarak hiçbir zaman tesbit edilememiştir. Eğer bu cezanın mevcut olduğu bir memlekette, deneme maksadiyle bu ceza muayyen bir zaman için (meselâ beş veya on sene) kaldırılmış ve bu müddet zarfında suçların çoğalmış olduğu anlaşılmış olsa idi, ölüm cezasının, hakikaten, suçları önlediği neticesine varılabilirdi. Bu yapılmadığı için, ölüm cezasından korkarak suç işlemiyenlerin sayısı tesbit edilememekte, sadece, ölüm cezasından korkarak bir takım kimselerin suç işlemekten çekinecekleri tahmin edilmektedir.

B) Ölüm cezasının suçları önleme tesiri yoktur. Çünkü suçu işlediği esnada cezayı düşünen sadece adi suçları işleyen kimselerdir. Büyük suç faillerinin suçu işlerken sonunu düşünmedikleri kendi ifadeleriyle sabit olmuştur. Zaten suçu işlerken her suçlunun içinde cezadan kurtulacağı ümidi vardır. Bu ümit cezanın her türlü önleyici tesirine mani olur. Cezanın şiddetini değil, her suç işleyenin mutlaka ceza göreceğini müstakbel suçlulara telkin etmek ve bunu fiilen göstermek lâzımdır ki suçlar önlenebilsin. Ölüm cezasının diğer cezalara nisbetle ağır bir ceza olduğu katiyetle isbat edilemez. Hatta bütün ömrünce mahpus olarak kalmaktansa ölümü tercih edenler mevcuttur. Cezaevlerindeki “intihar” vakaları hürriyeti bağlayıcı cezaların ölümden daha ağır olduğunu gösterebilir. Ölüm cezasında korkutucu ve önleyici bir hassa mevcut olsa idi idam sahnesine şahit olan kimsenin ölüm cezasını müstelzim bir suç işlememesi lâzım gelirdi. Halbuki ingiliz Parlâmentosuna verilen bir rapora göre 167 ölüm mahkûmundan 121 tanesi son dakikalannı birlikte geçirdikleri ceza evi rahibine başkasının idamında hazır bulunduklarını söylemiştir. Aynca, ölüm cezasının tamiri kabil olmaması, bölünmek ve derecelendirilmek suretiyle suçluya uydurulması imkânı bulunmaması keyfiyetleri ileri sürülerek bu ceza, ceza infaz ilmi bakımından da tenkid edilmekte ise de bu tenkidlere, ölüm cezası verilirken çok dikkatli davranıldığı, zaten diğer cezaların da tamirinin kabil olmadığı, yine diğer cezaların ve bilhassa müebbet cezaların da derecelendirilmeleri imkânı bulunmadığı ileri sürülmek suretiyle cevap vermek mümkündür . (Hakkı Demirel) )

Türkiye’de de son zamanlarda siyasette idam cezası konusu tartışılmaktadır. Özellikle miting meydanlarında slogan atarak idam cezasının gelmesini isteyen bir kitle zuhur etmiştir. Diğer taraftan ise idam meselesinin meclise getirilerek bu işin halledileceği söylenmekte ve gaz alma işlemi -kitlenin coşkusuna bakacak olursak- gayet başarılı sonuçlanmaktadır. Ancak bu tartışmalar yapılırken Türkiye’nin taraf olduğu antlaşmalar ve Türkiye’nin hukuki yapısı es geçilmektedir. Peki, Türkiye’ye idam cezası geri gelebilir mi? Şimdi de bunun cevabını arayacağız. İdam cezası ülkemizde 1984 tarihinden beri fiilen ve 2004’ten itibaren de hukuken bulunmamaktadır. Ölüm cezası önce 2001 tarihinde savaş tehdidi ve terör suçları halleri dışındaki suçlar için kaldırılmış, 3 Ağustos 2002 tarihinde de “Savaş ve çok yakın savaş tehdidi hallerinde işlenmiş suçlar hariç” şartı ile kaldırılmıştır. 7.5.2004 tarihli 5170 Sayılı kanun ile Anayasa’ dan ölüm cezaları ile ilgili maddeler kaldırılarak Avrupa Birliği kriterlerine uyum çalışmalarının en önemlisi gerçekleştirilmiştir.

BM Medeni ve Siyasi Haklar Sözleşmesi (MSHS) 23.03.1976 tarihinde yürürlüğe girmiştir. Sözleşme, 6. maddesinde yaşam hakkını düzenlemekle beraber, ölüm cezası istisnasına yer vermektedir. Buna göre madde;

“1. Her insanın doğuştan gelen yaşama hakkı vardır. Bu hak yasalarla korunacaktır. Hiç kimsenin yaşamı keyfi olarak elinden alınamaz.

2. Ölüm cezasını kaldırmamış olan ülkelerde idam hükmü, ancak suçun işlendiği anda yürürlükte olan yasalara uygun olarak ve bu Sözleşme ile Soykırım Suçunun Önlenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmesi hükümlerine aykırı olmamak şartı ile, en ağır suçlar için verilebilir. Bu ceza ancak yetkili bir mahkeme tarafından verilmiş kesin bir karar üzerine uygulanabilir.

3. Yaşamdan yoksun bırakma eyleminin soykırım suçunu oluşturması durumunda, bu maddenin hiçbir hükmünün Sözleşme’ye Taraf Devletlerden hiçbirine Soykırım Suçunun Önlenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmesi hükümlerinden doğan herhangi bir yükümlülüğüne herhangi bir biçimde aykırılık olanağını vermeyeceği açıktır.

4. Ölüm cezasına çarptırılan herkesin, cezanın affedilmesini ya da daha hafif bir cezaya çevrilmesini istemeye hakkı vardır. Genel af, özel af ya da ölüm cezasının değiştirilmesi kararı her durumda verilebilir.

5. Ölüm cezası on sekiz yaşın altındaki kimseler tarafından işlenen suçlar için verilemez ve hamile kadınların idam cezaları yerine getirilemez.

6. Bu maddenin hiçbir hükmü, Sözleşme’ye Taraf herhangi bir Devlet tarafından, idam cezasının kaldırılmasını geciktirmek ya da önlemek için kullanılamaz.”

şeklinde düzenlenmiştir. MSHS’nin 6. maddesinde hangi sebeplerle ölüm cezası verilmesi gerektiği tahdidi olarak sayılmıştır. Ölüm cezası verilebilmesi için, öncelikle çok ağır ve ciddi bir suçun varlığı aranmıştır.

MSHS md. 4’e göre, taraf devletler;
“Ulusun yaşamını tehdit eden kamusal tehlike ortaya çıktığı ve bunun varlığı resmi olarak ilan edildiği zaman, sözleşme çerçevesindeki yükümlülüklerinden sapma teşkil eden önlemleri (…) alabilirler.”

Ancak bu hallerde bile aykırı önlemlere konu kılınamayacak haklar vardır ve yaşam hakkını düzenleyen md. 6 bunlar arasında sayılmıştır. O halde, ölüm cezası istisnası için getirilen ve yukarıda sıralanan kayıtlamalar, istisnai rejimlerin varlığı ve uygulanması dönemleri için de geçerlidir.

Türkiye ise MSHS’yi 15/08/2000 tarihinde imzalamıştır. Söz konusu belge, Türkiye bakımından 23/12/2003 tarihinden itibaren hüküm doğurmaya başlamıştır. Böylece Türkiye, MSHS’nin 6. maddesinde yer alan yaşama hakkı ve ölüm cezası için getirilen koşulları kabul etmiştir. MSHS’nin 4. maddesinde ulusun yaşamını tehdit eden kamusal tehlike ortaya çıktığı zaman sözleme çerçevesindeki yükümlülüklerden sapma teşkil eden önlemlerin alınabildiği düzenlenmişse de, 6. maddede yer alan yaşama hakkı ve ölüm cezası düzenlemeleri istisna getirilemeyecek düzenlemeler olduğundan her koşulda Türkiye’nin uyması gerektiği unutulmamalıdır.

BM Medeni ve Siyasi Haklar Sözleşmesinin Ölüm Cezasının Kaldırılmasını Amaçlayan Ek Seçimlik 2 No’lu Protokolü

MSHS’ne imza koymuş bulunan devletlerin imzasına açılan Ek Seçimlik 2 No’lu Protokol, 11.07.1991 tarihinde yürürlüğe girmiştir. Ek Seçimlik 2 No’lu Protokol, aşağıda inceleyeceğimiz Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin (AİHS) 6 No’lu Protokolü gibi barış zamanı-savaş zamanı ayırımını öngörerek ölüm cezasını “barış zamanı” bakımından kaldıran bir belgedir. Protokolün 1. ve 2. maddelerinde bu durum şu şekildedir:

Madde 1-
“1. Bu Protokole Taraf bir Devletin egemenlik alanında bulunan hiç kimse idam edilemez.

2. Her bir Taraf Devlet, kendi egemenlik alanı içinde ölüm cezasını kaldırmak için gerekli bütün tedbirleri alır.”

Madde 2-
“1. Bu Protokolü onaylama ve Protokole katılma sırasında konulan, savaş sırasında işlenen askerî nitelikteki çok ciddi suçlar için verilen mahkûmiyet kararına uygun olarak savaş zamanında ölüm cezasının infazını öngören çekince dışında, bu Protokole konulan herhangi bir çekince kabul edilemez.”

Yukarıda görüldüğü üzere Ek Seçimlik 2 No’lu Protokolün 2. maddesinin 1. fıkrasına göre, savaş zamanı ön şartı gerçekleşmiş bile olsa çok ciddi nitelikli askeri suç olmadıkça ölüm cezasının verilmesi mümkün değildir. Ayrıca Ek Seçimlik 2 No’lu Protokolün aynı maddesinde, savaş zamanında çok ciddi nitelikli askeri suçlar için verilebilecek olan ölüm cezası mahkûmiyetinin sadece savaş zamanı içinde infaz edilmesine imkân verilmektedir. Türkiye bu protokole 06/04/2004 tarihinde imza koymuştur. Daha sonra da onaylamak üzere “Ölüm Cezasının Kaldırılmasını Amaçlayan, Medeni ve Siyasi Haklara İlişkin Uluslararası Sözleşmeye Ek İkinci İhtiyari Protokolün Onaylanmasının Uygun Bulunduğu Hakkında Kanun”u çıkarmıştır. Sonuç olarak da söz konusu protokol Türkiye bakımından 02/06/2006 tarihinden itibaren yürürlük kazanmıştır. Böylece ölüm cezası Türkiye açısından, ciddi nitelikli askeri suçlar haricinde savaş zamanı varlığını sürdürmekte iken barış zamanı açısından tamamen kaldırılmış bulunmaktadır.

Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin 6 No’lu Ek Protokolü: Barış Zamanı Ölüm Cezasının Kaldırılması

BM bünyesinde hazırlanan uluslararası sözleşmeler ve bu sözleşmelere istinaden oluşturulan kurumlar aracılığı ile insan haklarının korunması yanında bölgesel düzeyde yapılacak sözleşmeler ve oluşturulacak kurumlar vasıtası ile insan haklarının korunması da oldukça önemlidir. Özellikle Avrupa için son derece önemli adımlar atılmasını sağlayan Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi (AİHS) ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) kurumu bölgesel düzeyde insan haklarının korunması ve geliştirilmesi bakımından büyük katkı vermektedir.

Tam adı İnsan Hakları ve Temel Özgürlükleri Korumaya Dair Avrupa Sözleşmesi olan AİHS’nde, Ölüm Cezasının Kaldırılmasına İlişkin 6 No’lu Protokol ise ölüm cezasının bölgesel alanda ortadan kaldırılması adına ilk düzenleme olarak karşımıza çıkmaktadır. Söz konusu Protokol, 28.04.1983’te imzaya açılarak ve oldukça kısa bir zamanda 5 onay şartını gerçekleştirerek, 01.03.1985 tarihinde yürürlüğe girerek eklenmiştir.
6 No’lu Protokol de, BM Medeni ve Siyasi Haklar Sözleşmesinin Ölüm Cezasının Kaldırılmasını Amaçlayan Ek Seçimlik 2 No’lu Protokolü gibi barış zamanı-savaş zamanı şeklinde ikili bir ayrımı öngörmektedir. 6 No’lu Protokolün 1. maddesinde; “Ölüm kaldırılmıştır. Hiç kimse bu cezaya çarptırılamaz ve idam edilemez.” Hükmü getirilerek, barış zamanında ölüm cezasını bütünüyle kaldırmaktadır. Protokolün 2. maddesinde ise; “Bir devlet barış zamanında ya da yakın savaş tehdidi durumunda işlenen suçlar bağlamında, yasalarında ölüm cezasına ilişkin hüküm bulundurabilir.” diyerek savaş zamanı dışında yakın savaş tehlikesi zamanlarında işlenmiş olan eylemler bakımından da ölüm cezası yaptırımına yer vermiştir. Türkiye 6 No’lu Protokolü 15.01.2003 tarihinde imzalamıştır ve onaylamak üzere 26.06.2003 Tarih ve 4913 Sayılı “İnsan Haklarını ve Temel Özgürlükleri Korumaya İlişkin 11 No’lu Protokol ile Değişik Avrupa Sözleşmesine Ek 6 No’lu Ölüm Cezasının Kaldırılmasına Dair Protokolün Onaylanmasının Uygun Bulunduğu Hakkında Kanun”u çıkarmıştır.Daha sonra Bakanlar Kurulunun 15.08.2003 tarih ve 2003/6069 sayılı kararı ile bu protokolün onaylanması kararlaştırılmış ve nihayet protokol Türkiye bakımından 01/12/2003 tarihinden itibaren yürürlük kazanmıştır.

Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin 13 nolu Ek Protokolü: Ölüm Cezasının Tamamen Kaldırılması

03.05.2002 tarihinde Bakanlar Komitesinin Vilnius toplantısında imza ve onaya açılan İnsan Haklarını ve Temel Özgürlükleri Koruma Sözleşmesinin Ölüm Cezasının Her Koşulda Kaldırılmasına ilişkin 13 No’lu Protokol, devletlerin tamamına yakını tarafından imzalanmış ve 19 devlet tarafından onaylandıktan sonra gerekli koşulları sağlayarak 01.07.2003 tarihinde yürürlüğe girmiştir. 13 No’lu protokol ölüm cezasını barış zamanında olduğu gibi savaş veya yakın savaş tehdidi altında da kaldırmaktadır. Bu bağlamda 6 No’lu Protokoldeki savaş zamanı barış zamanı ayrımı tümüyle ortadan kaldırılmıştır. Yani ölüm cezası artık hangi zaman olursa olsun herhangi bir suçun cezası olarak infaz edilemeyecektir. 13 No’lu Protokolün 2.maddesinde; “AİHS md.15 çerçevesinde, bu protokol hükümlerinden hiçbir sapma yapılmayacaktır.” hükmüne yer verilmiştir. Bunun anlamı, 13 No’lu Protokolün tarafı devletlere, AİHS md. 15’te öngörülen ve savaş zamanı ve diğer kamusal tehlike hallerinde uygulanabilirliği bulunan olağanüstü hallerde yükümlülükleri askıya alma olanağının tanınmadığıdır. Dolayısıyla her ne olursa olsun protokole taraf olan devletlerin, ulusal hukuklarında halen mevcutsa, ölüm cezalarını kaldırmaları ve protokole uygun düzenlemeler yapmak zorundadır. AİHM verdiği kararlar ile 6 ve 13 No’lu Protokollerin isabetli bir şekilde taraf devletlerce uygulanması yolunda oldukça aydınlatıcı yorumlara imza atmıştır. AİHM için salt ölüm cezasının ulusal hukuk mevzuatından çıkarılması protokole uygun davranmak için yeterli değildir. Ölüm cezasına mahkum edilme riskine karşı AİHM; “Bir yabancı, kendisine ölüm cezası verildikten sonra ciddi olarak bu cezanın infaz edilmesi riski ile karşılaşabileceği bir ülkeye iade edildiğinde…” şeklindeki tanımlama ile birlikte, taraf devletin, AİHS md.2 ve 6 No’lu Protokolün 1.maddesi bağlamında sorumluluğunun gündeme gelebileceğini belirtmektedir. Ölüm cezasını kaldıran birçok ülke de iç hukuklarında ölüm cezası bulunan ülkelere suçluların geri verilmesini yasaklayıcı hükümler koyarak Protokole uygun düzenlemelere imza atmışlardır.

“Yeni Türkiye’’ olarak adlandırılan bu beşeri zeminde yargı sistemi, aile yapısı, dış politika gibi mesele ve müesseselerin infisahına ve laçkalaşmasına; her kurumun, her kuruluşun bu talan ve yağmadan payını aldığına şahit olduk. Burada da yargıyı örnekleyecek olursak saraylarda yapılan açılış törenleri ve devasa -hangi mimariden olduğu anlaşılmayan ucube- adliye binaları ile iyice siyasetin cenderesine düşen Türk Yargısı; ülkemizde aslında demokrasi, insan hakları gibi kavramların ne kadar “dostlar alışverişte görsün’’ usulünde olduğunun en büyük göstergesi. Bugün artık Türk Yargısı; güce tapan, entelektüellikten uzak, siyasi iktidarın sopası haline gelmiş bir araçtan daha fazlası olabilmiş değil ve o yolda da tam gaz gidiyor. Türk Yargısının kararlarını artık kendisi vermiyor, sosyal medyanın tepkisi ve siyasi iktidarın ihtirasları ne yapılacağını belirliyor. Her alanda olduğu gibi yargıda da kurumları tarafgir insanların insafına bırakan siyaset, anayasa hukukunun insanların temel hak ve hürriyetlerini genişletmek için kurduğu mekanizmaları sadece kendisi için var olduğu inancında ve bu mekanizmaları başka insanların kullanmasını çoğu zaman altında başka amaçlar arıyor. Bugün Türkiye’de olanları açıklamak için hukuk çaresiz kalıyor. Türkiye’de bir hukuk veya yargı var mıdır, bu sorunun cevabı muğlaktır. Var olduğunu farz edersek bunun anayasa ve kanunlarda yazılı olan hukuk olmadığına emin olabiliriz. Çünkü hukukun ensesinde artık siyasetin demir yumruğu beklemektedir. Varsayalım yukarıda saydığımız antlaşmalar, maddeler vs. hiç olmadı ve idam cezası ülkemizde uygulanmaya başlandı; böyle bir duruma düşmüş yargı ve yargı sisteminde idam cezasının siyasette mıntıka temizliği yapmak ve muhalif sesleri kısmak için bir sopa gibi kullanılmayacağını kim garanti edebilir? İnsanları cehennemle korkutan bu güruhun, bu dünyada kendilerinin yarattığı cehenneme Türkiye’yi ve Türk milletini de sürüklemeye hakkı yoktur. Kendini modern dünyaya entegre etmiş ve hukukunu buna göre dizayn etmiş bir Türkiye böyle kısır tartışmaları belki kısa süreliğine yaşayacaktır ama bu dönemler sona erdikten sonra Türkiye yine modern hukukun yolunda gitmeye devam edecektir. Ki neredeyse 200 yıldır devam eden bu modernleşme çabası ortadayken, dünyada idam cezasına yönelimler azalırken, Türkiye’nin modern dünyanın tersine gitmesi düşünülemez.

İdam cezasının böylesine çarpık bir adalet sisteminde çok fazla mağduriyete sebep olacağı açıktır. Türkiye’nin durumu açısından konuşacak olursak idam cezası siyasetin yumruğu olarak kullanılmak isteneceği de şüphesiz. Neticesinde mağduriyetin giderilemeyeceği bir ceza olan idam cezasına karşı dünyada eğilimler gittikçe azalmaktadır. Türkiye için bu konuyu tartışmanın ne kadar yanlış bir durum olduğu ortadadır. İdam cezasının geri dönülemez sonuçları vardır. Suçu ve suçluyu caydırdığı iddiası ise çürütülmüştür. Ayrıca Türkiye mevzuatına bu yönde düzen vererek ve uluslararası antlaşmalara taraf olarak hukuk sistemi buna göre düzenlemiştir. Türkiye’de idam cezasının uygulanması ve geri mevzuata girmesi mümkün değil, imkansıza yakın görünmektedir.

Yararlanılan Kaynaklar ve Bağlantılar:

Ölüm Cezası, Yazan : Asistan Dr. Hakkı Demirel

Erem, Adalet Psikolojisi, 1950

Ceza veya Kriminal Yaptırımın Suç Oranları Üzerindeki Caydırıcı Etkisi
Zahir KIZMAZ

Resmi Gazete, Sayı No: 25984, 02.11.2005
https://www.resmigazete.gov.tr/eskiler/2005/11/20051102.htm

Resmi Gazete, Sayı No.25155, 01.07.2003
http://www.resmigazete.gov.tr/main.aspx?home=http://www.resmigazete.gov.tr/eskiler/2003/07/20030701.htm&main=http://www.resmigazete.gov.tr/eskiler/2003/07/20030701.htm

Uluslararası İnsan Hakları Hukukunda Ölüm Cezasının Kaldırılması ve Türkiye’deki Süreç, M. Balkan Demirdal

World Economic Forum, The Global Competitiveness Report 2019

Traité Théorique Et Pratique Droit Pénal Français, 1898

Uluslararası Af Örgütü

Cesar Beccaria, Suçlar ve Cezalar Hakkında

İstanbul Ticaret Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi Yıl:5 Sayı:10 Güz 2006/2 s.67-97

Yaşama Hakkı ve Ölüm Cezası

Zafer GÖREN

Türk Ceza Kanununun Yürürlükten

Kaldırılmış Hükümleri

Kanun Numarası : 765

Kabul Tarihi : 1/3/1926

Yayımlandığı R.Gazete : Tarih: 13/3/1926 Sayı: 320

Yayımlandığı Düstur : Tertip: 3 Cilt:7 Sayfa: 519

İslam Hukuku Araştırmaları Dergisi, sy.17, 2011, s.309-322

Hukuk Tarihi Açısından Ölüm Cezası ve İnfaz Şekilleri

Dr. Mehmet KÖROĞLU

Ünlü Marksist felsefeci, daha doğrusu “Marksizmin popüler felsefedeki yüzü” Georges Politzer, Engels’e atıfta bulunarak Marksizmin oluşumunda üç bilimsel gelişimin olduğunu vurgular: Hücrenin keşfi, enerjinin dönüşümü ve Darvin’in evrim kuramı. Hücrenin keşfi, insan ve hayvan hücrelerinin birbirinden farklı olmadığını göstermiş, dolayısıyla kilisenin ve hatta Rönesans hümanistlerinin “insanı merkez alan” bakış açısını eleştiriye açık hâle getirmişti. Dolayısıyla metafizik konular, ruh gibi kavramlar tartışmaya açık hâle gelmiş ve materyalist felsefe büyük bir argüman kazanmıştır. Enerjinin dönüşümünün bulunmasından önce; ses, ısı, ışık gibi kavramlar farklı maddeler sayılıyordu. Bunun kökeninde aslında antik Yunan, Hint, Çin, Japon gibi medeniyetlerin felsefe, bilim ve mitolojisinde; ateş-su-toprak-hava benzeri “temel elementlerin” olması yatmaktadır. Her ne kadar özellikle simya ile Orta Çağ’dan itibaren bu anlayış değişmeye başlasa da etkileri uzun süre devam etmiş, özellikle çoğu semavi dinin teolojisinde ışığa kutsiyet atfetmek de bununla bağlantılı olmuştur. Enerjinin dönüşümünün keşfi ise, bu unsurlara kutsiyet ve mistisizm atfeden metafizik görüşlerin aksine, bu unsurların birbirlerine dönüşebildiğini göstermiştir. Bu “dönüşüm” meselesi, diyalektik materyalizme bilimsel olarak ilham veren temel gelişmelerden biridir. Son olarak, pek tabii, evrim teorisi. Evrim, hem kilise kurumunun temel dayanaklarını tıpkı hücrenin keşfi meselesinde olduğu gibi zayıflatmış; hem de enerjinin dönüşümünde olduğu gibi, canlıların da bir dönüşüm içinde olduğu fikrini güçlendirmiştir. Nazım Hikmet’in şiirlerinde bu bilimsel gelişmelerin ideolojiye ve edebiyata etkisini görebiliriz.
Mesela, Moskova’da Heraklit’i Düşünüş şiiri:

“Şehir uzakta.
Genç adam ayakta.
Akıyor şehirden geçen nehir
Genç adamın ayakları dibinden.
Genç adam piposunu çıkarıyor cebinden
Aranıyor kibriti.
Bakıyor akar suya
Düşünüyor Heraklit’i,
Düşünüyor büyük hakîm Heraklit’i genç adam…
Kim bilir belki böyle bir akşam,
Böyle bir akşam,
Heraklit alnını
Yeşil gözlü zeytinliklerde akan
Suya eğdi
ve dedi:
Her şey değişip akmada,
Bu hâl beni hayran bırakmada…”

Veyahut Masalların Masalı şiirinden bir kesit:

“Su başında durmuşuz.
Önce kedi gidecek,
Kaybolacak suda sureti.
Sonra ben gideceğim,
Kaybolacak suda suretim.
Sonra çınar gidecek,
Kaybolacak suda sureti.
Sonra su gidecek
Güneş kalacak;
Sonra o da gidecek…”

Bu şiirler, diyalektik materyalist düşüncenin edebiyattaki karşılığına çok güzel
örneklerdir. Gördüğünüz üzere, bilimsel gelişmelerden ideolojiler, ideolojilerden ise kültürel(edebi) unsurlar doğuyor.

Bu bilimsel faktörler etkisiyle semiren Marksist ideolojinin etkilerini, Türkçülük ve Türkiyat alanlarındaki öncü isimlerde de görebiliyoruz. Mesela Yusuf Akçura; çağdaşı çoğu tarihçinin aksine sınıf kavramına önem vermiş, sınıf çatışması kavramını da Ziya Gökalp’in aksine kabul etmiştir. Halil Berktay’ın Cumhuriyet İdeolojisi ve Fuat Köprülü kitabındaki ifadesi şöyledir:

“Ziya Gökalp’in sınıf fikrini, toplumumuzdaki sınıfların varlığını ve sınıf
mücadelesinin itici rolünü toptan reddederek esnaf loncalarına dayalı bir tesanüd (solidarisme) ideolojisini savunduğu koşullarda Akçura, Marks’ın sınıf mücadelesi teorisinden, milli bir burjuvazi yaratılması ve Türkiye’nin milli ve demokratik bir devlet olabilmesi için toplumun proleterya eliyle değil de bu burjuvazi eliyle dönüşüme uğratılması anlamında bir ‘inkılâb-ı içtimai” programı türetmeye uğraşıyordu.”

Buradan anlaşılması gereken, Akçura’nın Marksist ya da solcu olduğu değildir. Tam tersi, yıllardır süregelen “İlk Türkçüler solcuydu, Akçura da solcuydu.” ifadesinin aksine, Akçura, Rus Duma’sında sağ liberal Kadet partisine üyeydi ve Duma’daki tartışmalarda dahi Marksizm’i “yeni bir din” olarak niteleyerek hedefe oturtuyordu. Akçura; sosyalist ekonomiden değil, serbest piyasadan yanaydı. Ancak sınıf kavramına bakış gibi sosyal bilimleri ilgilendiren konularda Marksizm’den etkilenmiştir. Ziya Gökalp ile olan farklılığı bile, aynı hedefe farklı yollardan gitmekten ibarettir. İkisi de Türk sermayedarının, Türk zengininin oluşmasını istiyordu. Fakat bu yoldaki yorumları, metotları ve ifadeleri farklıydı.

Fuat Köprülü de Akçura’ya benzer bir fikir yapısındaydı. Tarihi yorumlarken sınıf kavramına dikkat eden ve “tarihsel materyalizm” benzeri bir ekonomi bazlı bakışa sahip olan Köprülü, özellikle beylikler ve erken Osmanlı döneminde bu görüşünü çok güzel bir şekilde belirtir. Önce Moğol İstilası ile Anadolu’da oluşan bölük pörçük beyliklerden ve bu beyliklere yığılan dinamik ve yoğun, konargöçer Türkmen nüfusundan bahseder. Bu tarihi şartlarda ise, doğuda kalan İlhanlı-Selçuklu unsuruna karşı mücadele etmek zor ve tehlikeli olduğu için, Bizans sınırına yakın beyliklerin daha şanslı olduğunu belirtir. Osmanlı’nın jeopolitik şansını özetledikten sonra, ekonomi temelli bir bakış açısıyla Osmanlı’nın Balkanlarda uzun soluklu olabilmesini açıklar. Köprülü’nün bu hususta tarihsel materyalist bakış açısı etkisiyle yazdığı satırları Halil Berktay şu şekilde alıntılamış, özetlemiş ve yorumlamıştır (İtalik kısımlar doğrudan Köprülü’ye aittir, paragrafın mühim bir kısmı ise Berktay’ın Köprülü’nün ifadelerini özetleyip kendi kelimeleriyle yazmasından oluşmaktadır):

“Köprülü’ye göre, bu kolay geçiş, Osmanlı devletinin kaderini çizmiştir. Marmara’nın güneyinde birikmiş nüfus fazlasının nakil ve iskanı yoluyla 1359’da başlayan bu hareket… geçici bir istila değil, hakiki bir yerleşme hâlini aldı. Bütün gaziler, alpler, Rumeli’nin zengin tımarlarına nail olmak isteyen… Sipahiler, hep Osmanlı hanedanı etrafında toplandılar, çıkarlarını onun çıkarlarına bağladılar; Bizans’ın iç gaileleri sayesinde hızla ve zaiyatsız gelişen Balkan fütuhatının itici gücünü oluşturdular, irili ufaklı fiyefleri(dirlikleri), babadan oğula kalan ve dolayısıyla menfaatleri, varidatı kendilerine tahsis edilmiş olan yerlerin iktisadi yükselişine, yani köylü sınıfının refahına müstenid olan bu sınıf, düştüğü mali buhran içinde artık yalnız kısa vadeli hesapları yapabilen Konstantinopolis’in koyduğu ağır vergileri hafifleterek, Bizans’ın yerine getiremez olduğu köylüyü himaye ve güvenlik fonksiyonlarını devraldığı gibi, geniş bir dini serbesti ve ruhani sınıfların imtiyazlarına riayet politikasıyla soylu Hıristiyanları da teskin etti. Osmanlı İmparatorluğunun kurucu sınıfı, işte bu çok sağlam esaslara dayanan… toprak aristokrasisi, bu yüksek Türk aristokrasisi idi. (…) Osmanlılar, ancak böylelikle Balkan toprağına sıkıca kök saldıktan sonra, Timur darbesi karşısında bile yitiremeyecekleri bu üsten hareketle Anadolu’yu ele geçirmeye koyuldular. Katiyetle denilebilir ki, Bayezid tahta çıktığı zaman, Osmanlı devleti Anadolu’da ve Balkanlarda sağlam ve kuvvetli bir imparatorluk şeklinde kurulmuş bulunuyordu.

Burada Köprülü; çoğu romantik tarihçinin “hoşgörü” gibi soyut kavramlarla açıkladığı Osmanlı’nın gayri-Müslim tebaa ile ilişkisini, sınıf, ekonomi gibi daha elle tutulur kavramlarla açıklamaktadır. Bunların yanı sıra Köprülü; Osmanlı Devleti’nin Kuruluşu kitabında Halvetiye tarikatını bir “burjuvazi tarikatı” olarak tanımlar, “Kazeruniye veya İshakiye veya Mürşidiye”nin küçük burjuvazi ve işçi sınıfı temelli olduğunu söyler, Mevleviliği ise yüksek aristokrasi ile yüksek ve orta burjuvazi temelli bir tarikat olarak tanımlar. O dönemde konargöçer Türkmenler hakkında yazılan itham ve hakaretleri, Sultan Veled’in Türklere nefretini anlatan şiirleri de sınıfsal bir şekilde yorumlar. Köprülü’nün kullandığı “tarihi tekâmül” terimi de yukarıda Engels ve Politzer’den verilen örneklerle, yani “değişimin sürekliliği” ile bağlantılıdır.

Köprülü ve Akçura, kesinlikle dönemlerindeki çoğu tarihçiden ve siyasetçiden daha ileridelerdi. Çünkü çağı yakalamışlardı. O dönem Marksist ekolün etkileri, doğrudan ve dolaylı olarak çoğu yerde vardı. Devletçilik ilkemizin oluşması İttihat ve Terakki’nin politikalarına kadar gider. Devlet eliyle Türk sermayesi yaratma ise (Akçura’nın milli burjuvazi söylemlerinin pratikte karşılığı), “Parvus Efendi” ismiyle bilinen Yahudi asıllı Rus sosyalist Aleksandr Lvoviç Parvus’un, gerçek adıyla ise Israel Lazareviç Gelfand’ın İttihat ve Terakki’ye etkilerindendir. Bu sadece Türkiye’de olan bir durum değildi. Mussolini’nin ve Hitler’in ekonomi politikalarında da kapitalizm ve komünizmin bir karışımı görülür. İkisi de zaman zaman Sovyetler Birliği’nin ekonomik programlarından esinlenmiştir. Bunu 1930’lar dünyasında araştırırsak, birçok alanda görebiliriz. Ancak şu an bambaşka bir çağdayız. Bilim, teknoloji, ekonomi, toplum, siyaset, 1930’lardan çok daha farklı. 1930’larda “genç, dinamik ve başarılı” bir örnek gibi görünen Sovyetler Birliği; çoktan çöktü, iflas bayrağını çekti. Şu an ise Sovyet mantığı ve zihniyetinden uzaklaşabilen Doğu Bloğu ülkeleri, uzaklaşamayanlara göre çok daha ileride. Mesela Baltık ülkeleri, özellikle de Estonya, başta bilişim olmak üzere çoğu konuda eski Sovyet ülkelerinin geri kalanından daha ileride. Çünkü Sovyetler dağılır dağılmaz Rus kampından hep uzak durdu, köhnemiş Sovyet geleneğini temizlemeye koyuldu. Keza, evrim kuramı da diğer 19. yüzyıl bilimsel gelişmelerinin dahil olduğu disiplinler de Darvin’den bugüne birçok değişime uğradı. Elimizde genetik gibi bir bilim var ve artık değil evrim mekanizmalarını takip etmeyi; bir tükürükten bir insanın binlerce yıllık geçmişini, hangi etnik unsura daha yakın olduğunu, hangi hastalıklara sahip olma potansiyelinin olduğunu, alkole karşı vücudunun verdiği tepkiyi bile öğrenebiliyoruz! Bu koşullarda, Akçura ve Köprülü’nün mirasına sahip çıkıp, bu mirası geliştirip yüceltmeyi amaçlıyorsak, biz de günümüz koşullarına göre neler yapabiliriz onu konuşmalıyız.

Köprülü ve Akçura’nın tezleri, başta ekonomi olmak üzere “insanın ürettiği”
kavramlar üzerinden gitmekteydi. Şu an ise genetik bilimi, doğrudan insanın kendisiyle ilgilenmekte. O gün ancak hücrenin yapısını ve evrimin temel yapısını çıkarabilirken, bugün hücrenin çekirdeği ve mitokondrisi başta olmak üzere hücreden daha küçük unsurların içinde bulunan DNA ve RNA’yı çözümlemiş bulunmaktayız. Mesela diyelim ki dilbilim çalışıyoruz. Anadolu ağızları arasındaki farkları incelerken, bu ağızların olduğu bölgelerden alınan genetik örneklerle bu ağızları konuşan insanların göç yollarını genetik üzerinden hesaplayabiliriz.

Görselde gördüğünüz Yamnaya kültürünün Avrupa’daki genetik yayılımı, günümüz Hint-Avrupa dilbilim ve tarih çalışmalarının temelini oluşturmaktadır.

Misal, Anadolu’da Eretna döneminden Uygur etkisine sahip bir yer olduğu iddiası var ise, ağız özellikleri buna işaret ediyorsa, ancak bu iddia tarihsel olarak kanıtlanamıyorsa, o bölgeden alınan genetik örnekleri günümüz Uygur ve Yugurları ile kıyaslarsak o yörelerdeki insanların atalarının Asya’nın hangi yöresinden göç ettiğini çıkartabilir; belki de tarih biliminin kaynak yetersizliği yüzünden bulamadığı bir göç yolunu keşfetmeye giden yolu açabiliriz. Diyelim ki o söz konusu ağız bölgesindeki “haplogruplar” ile, Uygurların veyahut Yugurların “haplogrupları” arasında tutarlı bir eşleşmeye rastlandı… O durumda diyebiliriz ki bu yöredeki insanlar Türkiye Türklüğünün ezici çoğunluğunun aksine Oğuz/Türkmen menşeli değil, Uygur kökenli. Genetik bize “haplogrupların” birbirinden ayrılma zamanı gibi detayları da sunabilmekte, böyle bir şekilde belli bir tarih aralığı tahmininde bulunmamız dahi mümkün. Yeterince detaylı bir test ile, elde de karşılaştırma için yeterli örnek var ise, o köydeki insanların günümüz Uygurlarının atalarından kaç yüz yıl önce koptuğunu bulmamız meşakkatli olsa da mümkündür. Bugün Hint-Avrupa dil ailesinin kökenlerini araştırırken çoğu bilim adamı, günümüz Ukrayna’sı ve Rusya’sında bulunan ön- Hint-Avrupalı Yamnaya ve ön-İrani Sintaşta kültürlerinin genetik yayılım alanlarıyla birlikte incelemektedir mesela.

İnsan genetiğinde önemli işaretleyicilerden olan Y-DNA haplogruplarından R1b’nin altdalı PH155, bu haritada görüldüğü üzere 3 tarihi örnekte bulunmuştur:

Asya Hunlarına(Xioungnu) ait Moğolistan’daki bir kurganda, Tanrı Dağlarında, Asya Hun devleti dağıldıktan sonra günümüz Türkistan’ına
göç eden Hun kolunda(Yüeban adıyla bilinirler) Avrupa Hunlarına ait Sırbistan’da çıkan bir örnekte.

Bu güne kadar, Avrupa Hunlarından doğrudan bir yazılı kaynak olmadığı için, Türk menşeli oldukları konusundaki ifadeler ‘muhtemelen’, ‘büyük ihtimalle’ şeklinde geçmiştir ve hatta Batılı ve Rus Türkologlardan Hunları Türklük dışına çıkartmak isteyenler dahi olmuştur. Ancak genetik veriler arttıkça, Avrupa Hunlarının Asya Hunlarından türediği kesinlik kazanmaktadır.

Çağımızda psikoloji biliminde ayrı bir araştırma konusu hâline gelen IQ çalışmalarından kesitler. Türkiye ve Dünya genelinde baktığımızda belli bölgeler arasında nasıl keskin geçişler olduğunu görebiliyoruz.

Bunu Türk entelejensiyası olarak kavrayabilirsek, her zaman şikâyet ettiğimiz “yazılı kaynağın az olması” handikapını aşma imkânımız var. Yukarıda bahsettiğim bilimsel gelişmeler bugüne kıyasla yüzeysel olduğu için, insan biyolojisindeki farklılıkları hakkıyla tespit edememişti. Bugün, IQ testlerinin sayesinde farklı etnik ve coğrafi toplulukların birbirinden farklı IQ seviyelerine sahip olduğunu, dolayısıyla gelişmişlik farklarının sadece ekonomik ve kültürel değil, aynı zamanda biyolojik sebeplere dayandığını da söyleyebiliriz. Richard Lynn’in “Regional differences in intelligence, income and other socio-economic variables in Turkey” yani “Türkiye’de zekâ, gelir ve diğer sosyo-ekonomik değişkenlerdeki bölgesel farklılıklar” araştırmasını internette aratırsanız, etnik farklılıklar ile IQ tabakalaşmasının dahi belli tutarlılıklar içerdiğini görebilirsiniz. Keza, Lynn’in başka çalışmaları Doğu Asya ve Kuzey Avrupa ile, Sahra-Altı Afrika ve Ortadoğu arasında IQ uçurumu olduğunu gözler önüne sermekte. Her ne kadar “eşitlikçi”, “sol liberal” akımlar reddetse de ister adına ırk denilsin, ister de insan popülasyonları arasındaki genetik çeşitlilik denilsin, toplumsal fenomenlerin biyolojiyle örtüştüğünü görebiliyoruz. Genetik bilimi ilerledikçe, psikoloji de bu yönde gelişecektir. Misal, yıllardır Amerika’daki zencilerin suç oranının yüksekliği ayrımcılık, ekonomik uçurum gibi sebeplere dayandırıldı. Gel gelelim, H. G. Brunner başta olmak üzere bilim adamlarının yaptığı genetik çalışmalar, zencilerin MAO-A şeklinde kısaltılan “Monoamine oxidase A” genine, diğer toplumlardan daha yüksek oranda sahip olduğunu kanıtladı. Bu gen, genel olarak saldırganlıkla ilişkilendirilmektedir. Dolayısıyla, sosyal bilimleri incelerken, insan toplumlarının birbirinden farklı özelliklerde olduğunu bilmek ve buna göre yorumlama yapmak gerekmektedir. Çağımızın gittiği nokta burasıdır.

Sadece bilimsel gelişmeler değil, toplumsal gelişmeler de farklı bir bakış açısını zorunlu kılmaktadır. Mesela genel itibariyle toplumumuzda “Batı’daki Türk düşmanlığının sebebinin Türklerin Müslüman olması” vurgulanmakta. Bilakis Almanya örneğinde Arap, Afrikalı ve Güney Asyalı göçmenler; Türklere kıyaslanamayacak oranda tecavüz ve gasp suç oranlarına sahipken, Alman basını bu unsurlara değil Türklere saldırmaktadır ve Merkel uzun bir süre ülkeye daha fazla Suriyeli mülteci alınmasını destekler demeçlerde bulunmuştur. Bu demek oluyor ki ortada kategorik bir İslam düşmanlığından ziyade, özel bir Türk düşmanlığı var. Bunun sebeplerini tarihi ve etnik faktörlerde aramak zorunludur. Madem toplumsal faktörlerin sebebini daha “kökensel” konularda arıyoruz, o zaman tipik “Avrupa’daki Müslüman algısının Orta Çağ’dan itibaren Türk’e denk olmasını” da bunda aramalıyız. Avrupalı, yıllarca Türk deyince Müslüman anladı. Çünkü Müslüman uluslar arasında savaşçılık, devlet geleneği ve teşkilatçılık özelliği en zirvede olan unsur Türklerdir. Bu da Türklerin ılıman ve sıcak iklimde oluşmuş diğer Müslüman unsurlar aksine; Sibirya taygalarından Ural dağlarına uzanan soğuk, zorlu coğrafyanın yaşam şartlarına, Türkistan bozkırlarının sert koşullarına yüzyıllar boyunca adapte olması, bu koşullarda hayatta kalarak
bu ortama göre “doğal seçilim” mekanizmasına uğraması gibi sebeplere dayanır.

Söyleyeceklerimi çok daha uzatmak isterdim, bu yazıda belli bir konunun daha “somut” ve “materyal” kısmını işledim. Nasip olursa, bundan sonraki yazıda veyahut başka yazılarda, bu konunun daha “soyut” ve “metafizik” kısmını işleyeceğim. Sağlıcakla kalın!

Denizcan DEDE

“Sevgili vatandaşlarım! Ben bir Türk memuruyum. Aldığım emri yerine getirdim. Vazifemi yaptığıma vicdânım emindir. Sizlere yemin ederim ki, ben masumum! Son sözüm bugün de budur, yarın da budur. Ecnebi devletlere yaranmak için beni asıyorlar. Eğer adâlet buna diyorlarsa kahrolsun böyle adâlet!”

“Merhum sevgili oğlum Adnan’ın medfun bulunduğu Kadıköy Kuşdili çayırındaki kabristanda yavrumun yanında gömülmemi diliyorum. Teyzem ve kardeşim Kadıköy’ünde sakindirler. Teyzemin adresi Mühürdar Caddesinde 67 numaralı hanedir, adı İsmet Hanımdır. Defin masrafi teyzeme tevdi buyurulmalıdır. Kabir taşım, hamiyetli Türk ve Müslüman kardeşlerim tarafından dikilmeli ve üstüne şöyle yazılmalıdır: “Millet ve memleket uğrunda şehit olan Boğazlıyan Kaymakamı Kemal’in ruhuna fatiha!” Perişan zevcem Hatice’ye, yavrularım Müzehher ve Müşerref’e muavenet edilmesini, yavrularımın tahsil ve terbiyesine ihtimam buyurulmasını vatandaşlarımdan beklerim. Babam, Karamürsel aşar memuru Arif Bey de acizdir. Kardeşim Münir de kimsesizdir. Bunlara da muavenet olunursa memnun olurum. Türk milleti ebediyyen yaşayacak, Müslümanlık asla zeval bulmayacaktır. Allah millet ve memlekete zeval vermesin. Fertler ölür, millet yaşar. İnşallah Türk milleti edebiyete kadar yaşayacaktır.
30 Mart 1335
Boğazlıyan Kaymakam-ı Sabıkı Kemal.”

“Memleketin kurtuluşunu, geleceğini, saâdetini ilerleme ve gelişmesini hayat tarzı kabul eden ve sûikaste mâruz kalarak şehit edilen yöneticilerin geride bıraktığı eş ve çocukları milletin ve devletin emânetidir. Büyük idealler peşinde hayatlarını fedâ eden büyük insanların âile ve evlâtlarını tesellî etmek, onları mükâfatlandırmak, benzerlerini gayrete getirmek ve milletin şükran hislerini göstermek,
kuvvetlendirmek, onların fakir fukarâ durumuna düşmemesi için gereğini yapmak…”