Bırakın Gideyim

Yakamda zincirler pranga,

Duyuyorum, kuş hırıltıları

Huzurum kalmadı,

İflah olmaz bir bunaltı

Yaşamak zor geliyor canım, a,

Bırakın gideyim

Otomobil icad olundu,

Zarifoğlu öldü.

Hiç değişmedi dünya,

Beni de öldürdü

Tâkatim yok bu tıkırtıya

Bırakın gideyim

Saat altı tramvayında,

Leke gibi gökyüzü,

Asmış kendini adamın biri

Alışmış değilim,

Kıpırdıyor gözlerim,

Bırakın gideyim.

Solgun yüzlerin haritası sokaklarda 
Yaşanan vedalar anıtlaşmış rıhtımlarda
Acımasız bir ayazın içine bıraktım benliğimi 
Kaç seyahatin tanığıysa bu yıldızlar 
Onlar namına yaktım tütünümü 
Yarınların tedirginliği vardı üzerimde 

Aniden sis çökmüştü kente  
Kumsalda sarhoşluklar  
Uçsuz bucaksız denize  
Uçuruma bakar gibi bakmışlar


Görülecek hesabı var denizlerin
Küstü bize bu şehir 
Küstü bize bu gökyüzü  
Yokluyor sızısı anımsayışların


Saatlerin kıpırtıları hırçın  
Takvimler kilit tutmaz  
Sahibinden satılık uykuyu, devralmış gece 
Günün birinde yolculuk vakitlerinde  
Açılır yelkenlerimiz yeni serüvenlere 

Yel eser kımıldanır ceviz ağacının yaprakları 
Dile gelir göğün ışıkları 
Dinleye dururuz şu köhne köşede 
Dünyanın fısıltılarını

El verip taşıyacak doludizgin akan ırmaklar kederimizi 
Elbet sezen olur yumrukların feryadını ve yolların çilesini 
Düşünmek maziyi denize nazır akşam vakitleri 
Bayraklaşıyor ufuklarda suskunlukların çehresi 
Kulağımızda hâlâ o şarkıların izi
Onca uğultunun ardından çıkagelen 
Yaşamak ezgisi 

Oğuz ÖZTÜRK

Benim için büyük bir karakter olan, bugün bütün demiryolcuların “baba” dediği Behiç Erkin; Çanakkale Savaşı ve Kurtuluş Savaşı’nın sevkiyatlardan sorumlu komutanı, Devlet Demiryolları’nın kurucusu ve ilk Genel Müdürü, Bayındırlık Bakanı ve büyükelçidir. Atatürk’ün en yakın ve en eski (1907’den itibaren) mesai arkadaşlarındandır ve özel mektuplarla düşüncelerini en açık surette paylaştığı, ülke ve dünya meseleleri üzerinde fikir alışverişinde bulunduğu sayılı kişilerden biridir. Demiryolları üzerine Türkçe olarak bilimsel ve pratik mahiyetli bir eser yazan ilk Türk’tür.

KURUCU SUBAY

Behiç Erkin, 1876 İstanbul doğumludur. Çanakkale Savaşları sürecinde Miralay Behiç Bey’in savaşın kazanılmasında büyük payı olmuştur. Cepheye asker ve mühimmat sevkiyatını düzenli bir şekilde yapmayı başarmış olan komutandır. Bu sebepten dolayı Çanakkale’yi savunan Türk Kuvvetlerinin Komutanı Mareşal Liman von Sanders, Alman İmparatoruna Behiç Bey’in Alman devletinin en üstün mertebedeki nişanı olan “Birinci Dereceden Demir Haç Madalyası” ile onurlandırılmasını teklif etmiş ve bu öneri Alman İmparatoru tarafından kabul edilerek, 29 Mart 1918 günü Behiç Bey’e daha önce ikinci dereceden verilmiş olan Demir Haç Madalyası’nın bu defa birinci dereceden olanı verilmiştir. 1918 senesinde Azerbaycan’ın ilk düzenli ordusunu kurmakla görevlendirilmiş ve Gence’ye giderek Azerbaycan Jandarma Teşkilatını kurmuştur. Behiç Bey, Kurtuluş Savaşı’ndaki önemli rolü ve başarılarından dolayı hem TBMM Takdirnamesi hem de İstiklâl Madalyası ile onurlandırılır. Soyadı Kanunu ile “Erkin” soyadı Behiç Bey’e Atatürk tarafından bizzat ve yazılı olarak verilmiştir, Behiç Bey bu şerefe sahip sayılı kişilerden biridir. Atatürk’ün yakın arkadaşına bu soyadını neden uygun gördüğü Erkin kelimesinin anlamında gizlidir: “Her şart altında kendi doğru kararını verebilen, müstakil fikirli.”

Behiç Erkin, yeni kurulan Türkiye Cumhuriyet’inde, demiryollarının yabancı şirketlere geri verilmesini engelleyerek, millileştirilmesini sağlamış olan kişidir. Bir başka deyişle, Türkiye’de demiryollarının isminin Türkiye Cumhuriyeti Devlet Demiryolları olmasını sağlamış kişidir. Bu anlamda Türkiye Cumhuriyeti’nde demiryollarının kurucusudur. Bu yüzden birçok kaynakta “Demiryollarının Babası”, “Türk Demiryolcu Sektörünün Babası” şeklinde anılır. 1920 Temmuzundan itibaren başladığı Genel Müdürlük dönemi altı yıl sürer. Daha sonra Nafıa (Bayındırlık) Bakanlığı yapar.

1926-1928 yıllarında Nafıa Vekili olduğu dönemde yine birçok ilke imza atar. Demiryollarının millileştirilmesi, demiryolları işletme lisanının elli yıl sonra ilk defa Fransızcadan Türkçeye çevrilmesi, ilk kamu müzesini kurması, özerklik kavramını Türkiye Cumhuriyetinde uygulayan ilk kişi sıfatıyla, daha sonra İstanbul Teknik Üniversitesi adını alacak Mühendis Mektebine özerklik vermesi, üniversite derslerini Türkçeleştirmesi, Milli İstihbarat Teşkilatı’nın fikir babalığını yaparak resmiyet kazandırıp kurulmasını sağlaması ve MİT’in kurucu kararnamesine Atatürk’le beraber imzasını koyması, Türkiye Cumhuriyetinde ilk resmi yardımlaşma sandığını, yani Emekli Sandığını kurması gibi birçok önemli ilkin altında Behiç Erkin’in imzası bulunmaktadır.

MARŞTAKİ SÖZLER

Atatürk, Onuncu Yıl Marşı yazılırken tek bir dizeye müdahale ederek silmiş: “Yurdun her bir tepesinde dumanlar tütüyor” dizesi yerine “Demir ağlarla ördük, anayurdu dört baştan” dizesini yazmış ve Behiç Bey’e hitaben “Sizin emeğiniz bu şekilde daha iyi dile getiriliyor.” demiştir.

Kariyerinin son aşamalarında Behiç Erkin; önce Budapeşte Büyükelçiliği yapmış, sonra da kendisini yeniden bir savaşın ortasında bulmuştur. 1939 yılında Türkiye’nin Paris Büyükelçisi olarak Fransa’ya atanır ve göreve başlar. Bu görevinde de tarihte eşi ender görülen bir insanlık görevinin altına imza atacaktır.

Nazi işgali altındaki Fransa’da görev yaparken tüm Yahudilere iş bıraktırılıp, toplama kamplarına sevk edildiği günlerde Fransa’daki Türk Yahudilerine bu işlemi kimsenin uygulayamayacağını dile getirip, 20 bine yakın Türk ve Türk olmayan Yahudiye Türk pasaportu vererek hayatlarını kurtarmıştır.

Ayrıca pek çok Yahudi için “Bu ev/işyeri bir Türk’e aittir” şeklinde belge hazırlatarak toplama kamplarına gitmekten kurtarmış, gönderilenler ise elçilik ve konsolosluğun insanüstü çabalarıyla bir süre sonra tek tek bu kamplardan geri alınmıştır. Yahudi asıllı Fransa eski Başbakanı Leon Blum bile Naziler tarafından toplama kampına atılan oğlu için Behiç Bey’e başvuracak ve Behiç Bey bir Fransa Başbakanına bile yardım eli uzatacaktır ve Leon Blum’un oğlunu, arkadaşları ile beraber temerküz kampından kurtarılmasını sağlayacaktır. Fransa eski Başbakanı Leon Blum’um Behiç Bey’e teşekkür mektubunun orijinali Ankara Üniversitesi Dil, Tarih ve Coğrafya Fakültesi içindeki İnkılap Tarihi Müzesinde saklanmaktadır.

Behiç Erkin’in tarihte eşine ender rastlanacak bu insanlık dersi, torunu Emir Kıvırcık tarafından “Büyükelçi” isimli kitapta anlatılmıştır. Bizzat kaleme aldığı anıları ise yayımlanmayı beklemektedir. Behiç Erkin, hayata 11 Kasım 1961 tarihinde veda etmiştir. Tek bir vasiyet bırakmıştır: Mezarının, ilk demiryolu genel müdürlük görevini üstlendiği Eskişehir’de İzmir-İstanbul-Ankara hatlarının birleştiği yere yapılması… İsteği yerine getirilir. Kabri bugün trenlerin Eskişehir çıkışında, Afyon, Kütahya ve İstanbul yol ayırımında Enveriye tren istasyonunun yanındadır.

Mehmet Hakan ÖZTÜRK

30eksi, 30 yaş altının sesini duyurmaya devam ediyor. Takipçilerimize Türk Ocaklarını sorduk. İşte sizin görüşleriniz.

Görüş 1:
Türk Ocaklarının kuruluş vasfından saptığı gözlemlemek hiç zor değil; MTTB gibi vakti zamanında daha seküler resmi ideolojinin tabana yayılması için kurulmasına rağmen zaman içinde hemen her milliyetçi kurum ve kuruluşun uğradığı akibete uğradılar; muhazafakar liberal kisvesi altında, cumhuriyet değerlerine karşı oluşumların proto-ön mutfağı haline geldiler. Bugün eylemsel fonksiyonlarının olmayışını eleştirmeye gerek yok. Çünkü eylemselliğin dayanacağı zihin dünyaları da gericiliğin işgali ve istibdatı altında. Bugün, bir hareket tarzından çok kültürel bir kermes haline gelmeleri oldukça üzücü.
Türk Ocaklarının şu anki yönetimi tam manasıyla mirasyedidir. Türkocağı’nın ismini, sembolünü, yarattığı değeri kullanmaktan başka bir şey yapmamaktadırlar. Burada şunu sormak gerekir: Ocağın ismini, mazisini, binasını ellerinden alırsak geriye neleri kalıyor? Koca bir hiç. Gidip gelenler kendilerini kandırsınlar. Ankara’da genel merkez işlevini tam olarak yürütmeyip Balgat Ocak gibi davransa da birtakım deneyimli hocalarla bu açığını kapatıyor. Taşra teşkilatlarının durumu çok kötü. Ne yazık ki onlar da büyük işler başardığını sanıyor çünkü karşılaştırabilecekleri başka oluşum yok çevrelerinde. Belki kötünün iyisi diyebiliriz. Bir de onursal başkanları var. Adı Nuri Gürgür imiş. Bana hiç güven vermeyen birisi. Zaten daha önce genel başkanlık yapmış birisine onursal başkanlık unvanını yakıştırmak yalakalıktan başka bir şey değildir. Başka hiçbir kurumda böyle bir şey yoktur. Onursal başkanlık dediğin hizmetleri bulunmuş ama daha önce hiç genel başkan olmamış, çeşitli işleri dolayısı ile de olamayacak kişilere verilir. Mehmet Öz ve Nuri Gürgür ekibinin ve anlayışının temizlenmesi en hayırlısı olacaktır. Ankara şubesiyle aralarında bitip gitmeyen bir sıkıntı var. Genel merkez ile şube yetki ayrımını iyi yapmalı. Ankara şubesi, genel merkezin yetki alanına karışmamalı. Genel merkez ise Ankara şubesinin yetki alanına karışmamalı. Kibir gerçekten çok kötü bir huydur. Son olarak genç kardeşlerime seslenmek isterim. Bu kurumlardan alacağınızı alın ama sakın sakın kendinizi kullandırtmayın. Unutmayın hiçbirine muhtaç değilsiniz. Bu insanların altından çekildiğiniz an hiçbir şey olduğunu göreceksiniz.

Görüş 2:

Ne yazık ki Türk milliyetçilerinin bin bir emekle hayata geçirdiği kurumlar işgal altındadır. Önce MTTB sonra Türk Ocakları. Gördükçe kahroluyorum. Onurlu il başkanlıkları olsa da bütününe baktığımızda durum iç açıcı değildir. Yeni kurumlar kurmak yerine var olan yapıların ihya edilmesinin daha iyi olacağını düşünüyorum.

Görüş 3:
Dönüp dolaşıp hep aynı konuları işliyorlar, özgün bir fikir yok, hareket yok, kombineli milliyetçilerin ezberinden başka bir şey değil maalesef, Ahmet Yesevi, Maturidilik, Orta Asya, Galip Erdem vs. birbirinin kopyası anışlar. Ülkü Ocaklarına göre daha akademik olduğunu iddia ettiği konuların hapsinde beyin ölümü gerçekleşmiş hasta adam gibi.
Görüş 4:
Devletin en üst makamını fırka siyasetine bırakanları tebrik ederek kurucularının “fırka siyaseti ile iştigal etmemek” olarak tanımladığı alanın dışına çıkmış kurumdur. Bunu da devlet terbiyesi ve milli iradeye saygı olarak nitelendirmiştir. Oysa tebrik ettikleri kişiler bizzat fırka siyasetinin merkezidir. Partileşen devlet ve ucubeleşen hükümet sistemi her şeyiyle ortadayken böyle bir hareket yapıp üstüne bir de bunu devlet terbiyesi ile açıklamak ne kadar doğrudur orası kendilerine kalmış.

Görüş 5:

Türk Ocakları cumhuriyet sonrası Türkiye’nin ve Türkçülerin atisine yön vermiş yegane ocaktır. Kanımca farklı fraksiyonlardaki Türkçülerin ortak noktası olabilecek tek yerdir. Türkçülerin aydın sınıfının Türk Ocakları olduğu tespiti hayli kolaydır. Ancak politikaya entegre olmamış ve popülizmden uzak kalmış bir yapının yine bu iki olgunun ruhsuzlaştırıp militarize ettiği gençliğe ulaşması için alternatif geliştirmesi zaruridir. Yahut gençlere ulaşmanın en kolay yolu olan sosyal medyanın daha iyi kullanılması ve daha faal gençlik teşkilatlarının oluşması gerekir. Her tavrına imza koyacak milyonların olduğu düşüncesine ancak binlerin haberdar olduğu gözlemim umarım bir yanılgıdır. Son olarak bu yazıyı yazma sebebim Türk Ocaklarını eleştirmek cüretini kendimde bulduğumdan değil bir Türk evladı olarak Ülkü devine iyi dileklerimdir.

Görüş 6:
Türk Ocaklarının güncel tavrı üzerine… Türk Ocakları 1912 yılında aralarında Türkçülük fikrinin önemli isimlerinden Yusuf Akçura, Mehmet Emin Yurdakul gibi isimlerin de bulunduğu bir grup Türkçü tarafından kuruldu. Ülkemizin günümüzdeki ismiyle en eski sivil toplum kuruluşudur diyebiliriz. Türkçülük fikri temelinde kurulan ocak kendisini siyaset üstü görerek sadece memleket menfaatleri için çalışmayı amaçlıyordu. Nitekim sonrasında gerek Kurtuluş Savaşında gerekse Cumhuriyet sonrası devrimlerin hayata geçirilmesinde çok büyük destekleri olmuştur. Zaten Milli Mücadeleyi başlatan, devam ettiren ve nihai zaferle neticelenmesi sağlayan fikir de Türkçülüktür. Fakat günümüze döndüğümüzde maalesef Türk Ocaklarının yeterince faal ve net olamadığını görüyoruz. Elbette böylesi bir oluşum siyaset üstüdür ve kısır siyasi meselelere dahli bulunması söz konusu değildir. Ancak yine siyaset üstü olan ve vatanımız için hayati önem arz eden memleket meselelerine kuruluş amacı ve misyonu düşünüldüğünde muhakkak dahil olması gerekmektedir. Yakın tarihimize dönüp baktığımızda Ergenekon tertibi, sözde çözüm süreci, rejim değişikliği, Suriye politikamız gibi hayati konularda maalesef Türk Ocakları net bir duruş ortaya koyamamış, koyduğu durumlarda da gerekli etkiyi yaratamamıştır. Örneğin yüz yıl önce aziz vatanımız Sevr Antlaşmasından sonra işgal edilmeye başladığında Türk Ocağı tarafından milli duyguları uyandırmak amacıyla Fatih ve Sultanahmet mitingleri düzenlenmiş ve mitingler büyük ses getirmiştir. Fakat günümüzde yukarıda bahsettiğim hayati konularda gerekli etki yaratılamamış üstelik halkımız da net bir şekilde bilgilendirilememiştir. Nitekim Türk Ocakları çözüm sürecinin neresinde isimli makale sürecin başlamasından yaklaşık beş yıl sonra 2014 yılında yayınlanmıştır. Yine Ergenekon Millete Hakarettir isimli bir söyleşi kurum tarafından söz konusu tertip başladıktan altı yıl sonra 2014 yılında yayınlanmıştır. Toparlayacak olursak maalesef ki Türk Ocakları tarihçesini, benimsediği fikri ve misyonunu göz önünde bulundurduğumuzda günümüzde yeterli ve net duruş sergileyememektedir. Böylesi bir kuruluşun daha aktif olması, gerektiğinde birçok vatanseveri harekete geçirebilmesi gerek kurumun tarihi misyonu gerekse memleketimizin menfaatleri adına oldukça elzemdir.

Görüş 7:
Türk Ocakları bugün akademik bir çerçevede yönetilen, gençlerin milliyetçi şuuru fark etmeleri ve diri tutmaları için çalışan bir çatıdır. Kuruluşunun Osmanlı’nın buhranları dönemlerine denk gelmesi rastlantı değil. İşgal, katliam ve göçlerle inletilen millet için onun en bilgili ve en cesur sınıfının bir kıyamıydı Türk Ocakları. Milletin gençleri bu işin başını çekiyor, Türk aydınların bir araya getiriyor halkı uyandırmak için çabalıyorlardı. Bugün ulusun farklı şekillerde kuşatıldığının farkında olmak lazım. Mevcut hükümet döneminde kurulmamış fabrikaların çoğu satılmış, tarım ve hayvancılığın bitirilmesiyle en temel ihtiyacımız olan besin ihtiyacı ithalata bağlanmış, içme suyu kaynakları dahil toprakların can damarları HES’lerle israf edilmiş, gelir ve servet dağılımda eşitsizlik ayyuka çıkmışken ve daha nice problem ulusun ve gençlik kaderini boğarken Türk milletini temsil etmesi gereken ocakların dışarı çıkıp sesimizi duyurduğu ve yankı uyandırdığı bir eylem olmamıştı. Türk ocakları devletle olan münasebetlerini Türk halkına tercih etti. Bunda yaşlı yönetici kadronun anlayışının domine ettiği ve pasifize kıldığı gençlerin suskunluğu önem arz etmekte. Güçsüz bir temsil gücünün varlığı değersizdir. Siyaseti ya şekillendirirsin ya da izlersin. Türk ocaklarının Türkiye’ye yönelik tehditlerin farkında olduğunu sanmıyorum. Farkında olduklarında bile siyaseti şekillendirme konusunda aciziyetleri görünüyor olmalı. Özeleştiri verip tartışılmalı. Bu milletin sizden beklediklerini karşılayabiliyor musunuz sorusu sorulmalı? Küçük bir alana tıkılıp kalmış ne milletten ne siyasetten müttefik bulamayan bir milliyetçilik anlayışının çöküşünün ispatıdır. Yeni anlayışlar ise eski kadrolarla olmaz. Siyasette müttefikiniz yoksa onları siz yaratırsınız, 50 metrekare alanlarda değil, sokaklarda… Türkler organize olması ve ani hareket kabiliyetiyle tarih sahnesinde var oldu. İlahi müdahalelerin ve evliyaların dualarıyla değil, bileğinin gücü, okunun menzili, yayı yapan ustanın sabrı, süvarinin hüneri ve boyun eğmez bir anlayışında eseriydi. Aklını iş bilmezlere yaşı büyüktür diye emanet etmedi. Yönetim makamının sarsılmasından endişe edeceklere değil de gençliğinin ateşini taşıyanlara emanet edilmeli. Türklük sokaklara, problemlerin sorumlularının kapısına gitmeli. Artık teoriye değil eyleme ihtiyaç duyanların çatısı olmalı, çünkü bu ulusun şu anda bundan daha çok ihtiyaç duyduğu bir şey yok.

Görüş 8:
Türk Ocakları, milli ve yerli bir gençlik yetiştirmek üzere kurulmuş bir yapıdır. Milli mücadelede etkin rol oynaması ve
bugüne kadar yetiştirdiği nesillerin kalitesi tartışılmazdır. Fakat son dönemlerde Türk Ocaklarının vizyon ve misyonundan uzaklaştığı aşikardır. Nasıl mı? Günlük siyasetin yahut iktidarın baskın duruşu Türk Ocaklarının tarafsızlığına gölge düşürmektedir. Türk Ocakları iktidarın ve güç sahiplerinin yanlışına yanlış dememeye başlamıştır. Sert bir eleştiri de olsa ocaklar İslamcılık çizgisine kaymaya başlamıştır. Tarihte kadrolarıyla ülke kaderini değiştirme gücüne sahip olan ocaklar; günümüzde faal olabilme yetisini yitirmiş görünmektedir. Türk Ocakları yeni bir vizyon ile özüne dönmelidir.

 

2019 sonbaharında vizyondaki filmler listesinde tanıdık bir isim vardı: JOKER. İsim olarak bize tanıdık gelse de izlediğimiz zaman bu filmin daha önceki Joker filmleri ve karakterleriyle bazı yönlerden ayrıldığını fark ettik. Film hakkında konuşmaya ve bir yandan da spoiler vermeye devam edecekken net bir şekilde söyleyebilirim ki ben bu filmi çok beğendim. Film konusunda ciddi eleştiri yapmak yetkin olduğum bir konu olmasa da eleştirel parodileri ile dikkat çeken ‘Filmler ve Filimler’ ekibinin hazırladığı video tam olarak benim hangi sebeplerden beğendiğimi anlatıyor.

Bir defa baş karakterin (Joaquin Phoenix) oyunculuğu daha iyisini beklemenin nankörlük olacağı kadar başarılı. Birçok kişinin de doğruladığı gibi Joaquin Phoenix, Arthur Fleck’in yaşadığı stresi ekranları başındaki izleyicilere geçirmeyi çok iyi beceriyor. Sinemanın teknik bilgilerinden uzak olan insanların da fark edeceği gibi renk ayarlamaları da iyi seçilmiş. Kullanılan renkler de her sahnede göz dolduruyor. Hikayesindeki dikkat çekici örnek ise Joker’in belalısı küçük Batman’e yapılan gönderme.

Daha önceki Joker yapımlarında olduğu gibi yine ortada parlatılan bir suçlu var ve bu suçlu, yerleşmiş olan düzenin canına okuyor. Ancak kendisinin seleflerine kıyasla çok daha başarısız. Hatta onu anlatan en iyi kelime loser/ezik. Bu yönü ağır bastığından ve filmin büyük bir kısmında alfa kötü adam görüntüsünden uzak olup sonradan hızlandığından, adeta akıllarda yer eden Joker tiplemesinin oluşumunu anlatıyormuş gibi de bir hava estiriyor.

Bu film hakkında puan kıran, beğenmeyen insanların olduğu gibi benim de dahil olduğum çok beğenen taraf sayıca fark atmış durumda. Peki bir filmin beğenilmesi şaşırtıcı bir durum değil iken neden benim bu kadar dikkatimi çekti? İnsanların beğenmekte bu kadar fikir birliği içinde oldukları filmler genellikle ya ‘Yeşil Yol’, ‘Forrest Gump’ tarzında insanı gözyaşı ile mücadeleye iten, insanı insana zaaflarıyla, zayıflıklarıyla hatırlatan filmler olmuştur ya da son yıllarda Marvel filmlerinin başını çektiği gibi ortada çok fazla efektin olduğu, çok büyük paraların döndüğü, çok yakışıklı ve güzel insanların karizmatik hareketler yaptığı görsel şovlar olmuştur.

Henüz adını koymadığım ve Joker’in dahil olduğu küme ise yukarıda bahsettiğim iki küme ile benzerlik gösterse de apayrı bir kümedir. Örneğin, Joker filmi için renklerin çok iyi kullanıldığını söylesem de Avengers ile aynı kefeye konulacak bir film değil. Ve Joker’in seleflerine kıyasla aksiyon azaltılıp dram artırıldıysa da ‘Yeşil Yol’ gibi bir önermesi olmadığı için o kefeye de konulmaz.

Daha net olmak gerekirse Joker’in neden bu denli sevildiğinin cevabı filmde var. Film içinde Joker’in kendi hayatıyla hesaplaşırken yaşanan olayların televizyon haberleri vasıtasıyla insanların önüne gelmesi onu yıldız yapmıştı. İnsanlar, haberleri takip ederken her gördükleri kişiye pek tabii hayran kalmazlar ama Arthur Fleck’in isyanında kendilerinden bir şeyler buldular. Kendi başlarına dile getiremedikleri veya dile getirseler bile etki alanlarının dar olması sebebiyle duyuramadıklarını Arthur Fleck özetlediğinde, Joker sembolik bir lider olmuştu.

Filmdeki etkiyi birebir yakalaması mümkün olmasa da gerçek hayatta da insanların Arthur Fleck’in Joker’ine hayranlık duyması üzerinde durulması gereken bir meseledir. Çünkü Joker; kuralları çiğneyen, insanları öldüren ve hatta şehre kaosun hakim olmasını sağlayan bir adam olduğu hâlde karşısındaki düzenin açıklarını yakalıyor ve bu sayede yaptığı faaliyetler kabul edilemez yanlışlar olduğu halde sembolik bir lider oluyor.

Evet, Joker isyan ettiği bazı konularda haklıydı ama işin kötüsü haklı olduğu konular yalnızca filmin senaryosundan ibaret değil, her gün karşı karşıya kaldığımız durumlardı. Arthur Fleck’in katıldığı televizyon programında söylediklerinden bir kesit: “Dışarıda neler yaşanıyor hiç gördün mü Murray? Hiç stüdyodan çıktın mı? Herkes birbirine bağırıyor. Hiç kimse birbirini anlamıyor. Artık kimse medeni değil! Kimse kendini bir başkasının yerine koymak istemiyor!”

Görüldüğü üzere Joker yanlış yöntemlere sahip olsa da doğru noktalara parmak basıyor. Gerçek hayatta Arthur Fleck’in canlandırdığı Joker’in birebir aynısı olmasa da çok derin fikirlere sahip katillerle karşı karşıya kalıyoruz. Bu katiller ve sapkın karakterlerin birebir isimlerini vermek istemesem de bunlara ulaşmak, tespit etmek çok da zor değil. Bahsettiğim gruptaki katiller Joker gibi delirmiş olsalar da çok derin ve tutarlı fikirler eşliğinde insanlara ciddi zararlar verebiliyorlar. Tabii bu örneği verirken şunu da hatırlatmakta fayda var ki delirmenin her zaman insan zekasını yerin dibine soktuğu görülmez, azımsanmayacak miktardaki psikolojik rahatsızlığı olan insanlar çok zeki olabilirler. Filme atıf yapan bir popüler tarih dergisi kapağında Joker, “Kötü ama Haklı, Katil çünkü Yaralı” başlığıyla yer aldı.

Gel gör ki ne kadar zeki olurlarsa olsunlar insanı insan yapan, hayvanlardan ayıran en önemli şey kurallardır. Ve Joker, günlük hayattaki sorunlarımızdan beslenerek bu profile ulaştı. İşte yukarıda sorduğum bu film neden bu kadar ilgimi çekti sorusunun cevabı da burada saklı. Ortada gerçek ve sürekli karşı karşıya kaldığımız bir problemler silsilesi var ve bir de buna cevap vermeye çalışan karizmatik kötü adamlar. Filmin konusu bu denli bizlere yakın olduğundan ve verilen tepkilerin de filmde yaşanana yakın olmasından ötürü acaba sonrasında yaşananlar da filmdeki gibi mi olur diye insanın aklını kurcalıyor.

“I used to think that my life was a tragedy, but now I realize, it’s a comedy.” — (Arthur Fleck aka JOKER)

Yunus Emre YİĞİT

İstanbul sözleşmesine göre, kadınlar ve erkekler arasında bütün toplumlarda tarihten gelen bir güç eşitsizliği vardır. Bu güç eşitsizliğinden kastedilen iktidar eşitsizliğidir. Bu eşitsizlik; zayıf konumda bulunması sebebiyle kadına karşı, ayrımcılığın en kötü yansıma biçimi olan şiddeti doğurmuştur. Burada yapısal bir ilişki vardır, yani bu sosyolojik bir olaydır ve toplumun genel yapısını dönüştürmeye yönelik bir mücadeleyi gerektirir.

Kadına karşı şiddetle ilgili, doğrudan etkili çok önemli iki sözleşme, yasal araç vardır. Bu yazıyı kaleme almamdaki temel amaç da bunları karşılaştırmalı olarak incelemek, bu araçlara genel anlamda yapılan itirazları cevaplandırmak ve daha iyi nasıl uygulanabilir bunu sorgulamaktır.

Dünyada her 3 kadından biri dayak yemiş, cinsel ilişkiye zorlanmış, yani şu veya bu şekilde şiddete uğramıştır. Fiziki şiddet, tüm şiddet türleri arasında en yaygını olarak karşımıza çıkıyor. Özellikle doğurganlık yaşında olan, 14–45 yaş grubundaki kadınlar çeşitli şiddet türlerine daha fazla maruz kalıyor. Bunlar arasında en bilinenlerinden biri Türkçede “kadın sünneti” olarak da bilinen “Kadınların Cinsel Anlamda Sakatlanması” olarak da tercüme edebileceğimiz Female Genital Mutilations(FGM)’dir. Genellikle 5 yaşından küçük çocuklar üzerinde uygulanan FGM’ye, milyonlarca çocuk daha bebekken maruz kalıyor ve bu şiddetin tesiriyle yaşamak zorunda bırakılıyor.

Türkiye’de kadınların %38’i fiziksel şiddete veya cinsel şiddete maruz kalıyor. Evlenmiş kadınların %9’u cinsel şiddete, %35’i orta ya da ağır derecede fiziksel şiddete, daha da ilginç olan ise boşanmış veya ayrı yaşayan kadınların %74 ü fiziksel şiddete maruz kalıyor.

Şiddet ve taciz; toplumlar dönüştükçe değişiyor, yeni formlarda kendini gösteriyor. Özellikle teknoloji sahasındaki birtakım ilerlemeler sadece gelişimi değil, şiddetin yeni türlerini de üretti. Siber taciz bunlardan en bilinenidir. Avrupa’da her 10 kadından 1’i, 15 yaşından bu yana siber tacize uğruyor. Yine intikam pornosu denilen yeni bir şiddet türü doğdu ve bu da daha önce bilinmiyordu.

Şiddetle mücadele için son 50 yılda birtakım gelişmeler yaşandı. Uluslararası standartlar ve ulusal üstü birtakım normlar geliştirildi ve bunları denetlemek ve uygulamakla sorumlu kurumlar oluşturuldu.

Bunlardan ilki CEDAW olarak da bilinen “Convention On The Elimination Of All Forms Of Discrimination Against Women” yani BM “Kadınlara Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Ortadan Kaldırılması Sözleşmesi”dir. Diğer önemli sözleşme ise bir Avrupa Konseyi sözleşmesi olan İstanbul Sözlemesi’dir. Burada altını çizmek gerekir ki Avrupa Konseyi, Avrupa Birliği’nden farklı bir örgüttür. Temel prensipleri demokrasi ve insan hakları üzerine kurulmuş, devletlerarası bir örgüt olan Avrupa Konseyi’nin merkezi Strazburg’dadır ve 7 üyesi vardır. Türkiye de Avrupa Konseyi’nin kurucu üyelerindendir. Avrupa Birliği’nin merkezi ise Brüksel’dedir.

Avrupa Konseyi’nin İstanbul Sözleşmesi ve CEDAW; devletler üzerinde etkili ve yasal olarak bağlayıcılığı olan metinlerdir. Bir devlet bunlara taraf olduğu zaman, sözleşme yasal olarak bağlayıcı hâle gelir. Burada bir parantez daha açmak gerekir ki bir uluslararası sözleşmeyi imzalamak ile ona taraf olmak birbirinden farklı şeylerdir. Bir uluslararası sözleşmeyi imzalamak demek, onun genel prensipleri içinde kalmaya bir nevi söz vermek demektir. Taraf olmak ise devletin içindeki yetkili bütün aşamalardan geçildikten ve sözleşme onaylandıktan sonra, o sözleşmenin artık ilgili devlet için bağlayıcı bir hukuki metin haline gelmesi ve iç hukukunda o sözleşmeyi uygulamakla sorumlu olmasıdır.

Bunlardan farklı olarak CEDAW’dan türeyen birtakım genel tavsiyeler vardır. Bu Genel Tavsiyeler, devletler üzerinde etkili olmakla birlikte yasal bağlayıcılıkları somut olarak yoktur. Burada Türkiye için önemli olanlar, özellikle şiddetle ilişkili genel tavsiye 19 ve 35′ tir. Son dönemde de insan hakları alanındaki gelişmeler, bunlara yasal bağlayıcılık kazandırmaya yönelik bir eğilimdedir. En son İspanyol Yüksek Mahkemesi, Cedaw’ın bu tavsiyelerinin yasal olarak devleti bağlayacağı kararını verdi.

Devletlerin imza attığı ve siyaseten uygulayacaklarını söyledikleri birtakım siyasi belgeler de vardır. Hukuki olarak bağlayıcılığı olmayan bu metinlere, BM Kadınlara Yönelik Şiddet Bildirgesi veya Pekin Eylem Platformu örnek verilebilir.

Son olarak da şiddet alanında çok önemli sonuçlara giden bireysel düzeyde, vaka düzeyinde kararlar vardır. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin verdiği kararlar bunlardandır. Türkiye’de en bilineni “Türkiye’ye Karşı Opuz” kararıdır. Bu karar şiddet ile ilgili olarak kendinden sonra gelen anlayışları da şekillendirmiştir. Cedaw komitesine kişisel olarak yapılan başvurular sonucunda verilen kararlar da devleti bağlamakla birlikte, yalnızca başvuran kişi için sonuç doğurur. Son dönemde kadınların eşlerinin soyadını alma zorunluluğuna itiraz eden bir Türk vatandaşı, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne dava açtı ve bunu kazandı. Unutulmamalıdır ki bu, sadece başvuran kadın için sonuç doğurur; çünkü Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararları vaka kararlarıdır. Tabii olarak devletlerin bu kararlardan mesaj alması ve kanunlarını ona göre düzenlemesi gerekir.

CEDAW küresel bir BM sözleşmesidir ve BM’nin 9 temel insan hakları sözleşmesinden biridir. İstanbul Sözleşmesi ise bölgesel bir sözleşmedir. Avrupa Konseyi’nin çerçevesinde oluşan, Avrupa ülkeleri içinde kurulmuş olan bir insan hakları sözleşmesidir.

CEDAW, kadınların insan haklarından genel olarak bahseden ve amacı kadınlara karşı her türlü ayrımcılığı yok etmek olan bir sözleşmedir. İstanbul Sözleşmesi de bir insan hakları sözleşmesi olmakla birlikte, amacı ev içi şiddet ve kadınlara yönelik şiddetle etkili mücadele etmektir.

CEDAW; çok yönlü, ilke odaklı, prensipler düzeyinde konuşan bir sözleşmedir. İstanbul sözleşmesi ise son derece özgü ve somut sonuçlara odaklı bir sözleşmedir.

CEDAW, İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi ve diğer insan hakları sözleşmelerine dayalıdır. İstanbul Sözleşmesi ise Cedaw’a dayalıdır. Her ikisinin de bağımsız uzman denetimi vardır ve görevliler ülkeleri değerlendirir.

CEDAW sözleşmesi, 1979’da yazılmış ve 1981’de BM Genel Kurul’u tarafından kabul edilmiş bir sözleşmedir. Aynı zamanda kadınların insan olarak sahip oldukları hakları, toplumsal cinsiyet eşitliği ve ayrımcılığın saptanmasında hangi standartların kullanılacağını ve evrensel standartların neler olduğunu bize söyleyen bir sözleşmedir.

Eğitim, siyaset, çalışma alanı, özel alan gibi pek çok alanı kapsar. CEDAW’ı, BM’ye üye 193 devlet arasından onaylayan 189 devlet vardır. Türkiye 1986’da onaylamıştır. Onaylamayan 4 devlet vardır. Hiç imza atmayan ülkeler İran, Somali ve Sudan’dır. Bunlara ek olarak ABD imzalamış ama onaylamamıştır. Bahsi geçen hiç imzalamamış bu 3 devlet; gerekçe olarak CEDAW’ın bahsettiğimiz prensiplerinin İslam şeriatına aykırı olduğu iddiasını ileri sürmüştür. ABD’de ise iç siyasi çekişmeler dolayısıyla sözleşme iki kere senatoya kadar gelmesine rağmen onaylanma 1 oyla reddedilmiştir. Bunun sebebi özellikle ABD’deki muhafazakâr kesimde, BM’nin ABD’nin iç işlerine karışmasının istenmiyor oluşudur. Bu arada parantez açmak gerekir ki İslam şeriatına uymadığı gerekçesiyle sözleşmeyi imzalamayan 3 ülke olmasına karşın dünyadaki diğer bütün Müslüman ülkeler CEDAW’ı imzalamış ve onaylamıştır.

Bir Avrupa Konseyi sözleşmesi olan İstanbul Sözleşmesi ise, 2011 yılında yazılmış ve 2014 yılında yürürlüğe girmiştir. Sözleşmelerin genel anlamda yürürlüğe girmesi zaman alır, çünkü belirli sayıda devletin imzalaması gerekir. Avrupa Konseyi üyesi olan 47 devletten 34 tanesi sözleşmeyi onaylamış durumdadır. Türkiye 2012 yılında ilk imzalayan ve ilk onaylayan ülkedir.

İsminin İstanbul Sözleşmesi olmasının sebebi ise; bu sözleşme, Avrupa Konseyi’nin bakanlar kurulunun İstanbul’daki toplantısında imzaya açılmıştır ve teamül gereği Avrupa Konseyi sözleşmeleri nerede imzaya açılırsa o şehrin adıyla anılır. Şu an sözleşmeyi 45 devlet ve Avrupa Birliği imzalamış durumdadır. Avrupa Birliği sözleşmeyi imzalamıştır yani genel prensiplerinin hiçbirine karşı değildir fakat henüz onaylamış değildir. Bu da birtakım teknik ayrıntılarla ilgilidir. Sözleşmeyi imzalamamış 2 devletten biri Rusya Federasyonu diğeri ise Azerbaycan’dır. Çek Cumhuriyeti de Avrupa Birliği üyesi bir devlet olmasına rağmen henüz sözleşmeye taraf olmuş, yani onaylamış değildir.

Her iki sözleşmenin de uluslararası seçimle gelen, bağımsız uzmanlardan oluşan bir denetim organı vardır. CEDAW’ınki 23 uzmandan oluşan CEDAW Komitesi’dir. İstanbul Sözleşmesininki ise 15 bağımsız uzmandan oluşan GREVIO’ dur.

CEDAW ve GREVIO komiteleri, devletlerin taraf oldukları sözleşmeleri uygulayıp uygulamadıklarını belirli aralıklarla denetlerler. Bu denetim devlete yardımcı olmak, devlete yol gösterici olmak şeklinde işleyen bir süreçtir.

CEDAW, kadınların insan haklarının bireysel ve evrensel olduğunu söyler. Bireyseldir çünkü her kadının doğuştan sahip olduğu haklardır, evrenseldir çünkü bu haklar her kadın için aynıdır. Bunun sonucu olarak sözleşme, yasalar önünde (de jure) ve gerçek yaşamda (de facto) bir toplumsal cinsiyet eşitliğinin sağlanması gerektiğini söylüyor. Dolayısıyla CEDAW; eğitimde, siyasette ve özel alanda yani aile ve evlilik ilişkilerinde de kadınlara karşı herhangi bir ayrımcılığı engellemeyi amaçlayan bir sözleşmedir. Bunu imzalayan ve taraf olan devletler bu yaklaşımları kabul etmiş durumdadırlar.

Değinilmesi gereken bir nokta vardır ki bir devlet CEDAW’a taraf olduğu zaman sadece kendi devlet görevlilerinin; yani asker, polis, bürokratlar ve diğer devlet görevlilerinin eylemlerinden sorumlu olmakla kalmaz, aynı zamanda diğer kişi ve örgütlerin; firmaların, kurumların, özel teşebbüsün ve de özel kişilerin eylemlerinden de sorumludur ve onları denetlemelidir. Bunun içindir ki şiddete yönelik yasalar yapıldı. Ayrıca şiddetin aile içinde olması da bir insan hakkı ihlalidir ve bütün bunlar 1979’da CEDAW’dan kaynaklanarak gelen anlayışlardır.

CEDAW’ın en önemli özelliklerinden biri de, taraf olan ülkeler için ayrımcılığı gecikmeden yok etmek taahhüdünü verdirmesidir. CEDAW’a rapor vermeye gelen devletler yaptıkları olumlu şeylerden ve karşılaştıkları kısıtlamalardan bahsederler. Bu kısıtlamalar içinde harp, ekonomik kriz, tabii afet vb. olabilir. Komiteye rapor veren devlet, bunlardan dolayı kadınlara karşı ayrımcılığın kaldırılması konusuna yeterince önem veremediğini ve yeterli kaynağı ayıramadığını bahane edemez çünkü devletin taraf olduğu bu sözleşme (CEDAW) ayrımcılığın gecikmeden yok edilmesini ister. Yine sözleşme, kadın erkek eşitliği sağlanana ve bu sağlam bir temele oturtulana kadar uygulanacak geçici özel önlemlerin çok önemli olduğunu söyler.

CEDAW daha önce hiçbir sözleşmede olmayan yeni bir hüküm getirmiştir. Bazı kültürel ögelerin, mesela ayrımcı geleneklerin, kalıp yargılara dayalı toplumsal cinsiyet rollerinin, bunların kadınların insan haklarından yararlanmalarını kısıtladıklarını ve devletin bu tür gelenekleri, yok etmek ya da dönüştürmek zorunda olduğunu söyler. FGM, çocuk evlilikleri bunlara örnektir.

Bugün aslında Cedaw’da şiddet ile ilgili bir madde yoktur. 1979 yılında BM’ de Cedaw görüşülürken çeşitli ülkelerin büyükelçileri şiddet konusu gündeme geldikçe karşı çıktılar, çünkü bunun kendi ülkeleri için gerçek bir vaka olabileceğini kabul dahi etmek istemiyorlardı. Cedaw denetleme komitesi, ülke raporları gelmeye başladıkça bu eksikliğin farkına vardı ve 1992′ de kadınlara yönelik şiddetle ilgili ilk genel tavsiyesini yayımladı. CEDAW’a göre kadına yönelik şiddet, sözleşmede bir hüküm olmasa da kadınlara sırf kadın oldukları için yöneltilen ve onları orantısız olarak etkileyen bir şiddettir ve bundan dolayı bir ayrımcılık türüdür, dolayısıyla şiddet de CEDAW sözleşmesi kapsamındadır.

2017 yılında genel tavsiyesini güncelleyen Cedaw komitesi, kadınlara yönelik uygulanan bazı şiddet türlerini işkence olarak değerlendirmiştir. Bu karar; sürekli uygulanan ev içi şiddeti, doğurganlığa veya üreme haklarına ilişkin bazı müdahaleleri de şiddet olarak kabul etmiştir. Yine aynı kararda kadınlara yönelik şiddetle mücadele etmenin artık uluslararası örf ve âdet hukukunun bir gereği olduğu belirtilmiştir.

Tekrar İstanbul Sözleşmesi’ne döndüğümüzde, sözleşmenin nevi şahsına münhasır bir niteliği olduğunu görüyoruz. Sözleşmenin ön sözü der ki: “Kadına yönelik şiddetin, erkeklerin kadınlar üzerinde tahakküm kurmasına ve kadına yönelik ayrımcılığa neden olan ve kadınların tam ilerlemesini engelleyen, kadınlar ve erkekler arasında tarihsel eşitsiz güç ilişkisinin bir tezahürü olduğunun bilincinde olarak;”

İstanbul Sözleşmesi ilk defa, şiddetin bu büyük bir sarmalın parçası olduğunu ve her yönden bu konuya bakmak gerektiğini, bunun sosyolojik bir olgu olduğunu açıkça ifade etmiştir.

İstanbul sözleşmesine göre; fiziki şiddet, psikolojik şiddet, ısrarlı takip, şiddet türleridir. “Israrlı Takip” İstanbul Sözleşmesi’nin en önemli katkılarından biridir. Sadece sokakta değil; okulda ve internette de görülen Israrlı Takip çok ciddi boyutları olan bir taciz biçimidir. İstanbul Sözleşmesi ilk defa ısrarlı takibin hukuken suç olarak tanımlanması gerektiğini ve sözleşmeye taraf olan devletlerin bunu ceza yasalarına dahil etmeleri gerektiğini söyledi. Türkiye henüz ceza kanununda bununla ilgili bir düzenleme yapmadı.

Sözleşme; kültür, âdet, din, gelenek veya sözde namus gibi birtakım gerekçeler kadınlara yönelik şiddeti haklı çıkarmanın kabul edilemeyeceğini ve bunların mahkemeye gerekçe olarak sunulamayacağını açıkça belirtmiştir. Ayrıca Sözleşme belirli hallerde devlete tazminat yükümlülüğü de getirmiştir.

İstanbul Sözleşmesi gelene kadar İngilizcede 3p denilen bir anlayışla şiddeti önlemeye yönelik yasalar yapılıyordu. Prevention (önleme), Protection (koruma), Prosecution (soruşturma/kovuşturma).*

İstanbul Sözleşmesi ile birlikte buna bir dördüncü eklendi. POLİCY. Yani şiddetin toplumsal iktidar ilişkilerinden kaynaklanan bir olgu olduğunu ve bunun da ancak “bütüncül politikalar” ile hareket ederek aşılabileceği anlayışı.

Yazının başında verilen istatiklerde (%74) ve sıklıkla televizyon haberlerinden de takip ettiğimiz gibi şiddete uğrayan ya da öldürülen kadınlar genelde boşanmış ya da boşanmak isteyen kadınlar oluyor. Burada önemli olanın zihinsel dönüşüm olduğunu, toplumun yargılarının dönüştürülmesi gerektiğini anlamamız gerekiyor.

CEDAW komitesi Türkiye ile ilgili son raporunda gerçekten karmaşık bir tablo olduğunu belirtmiştir. Komiteye göre; Türkiye’de birçok kurum, kuruluş ve kişi (buna devlet de dahil sivil toplum da) kadınlara yönelik şiddetle mücadele etmek için aktif, istekli ve bu yönde gayretli ve bunun sonucu olarak da birtakım ilerlemeler var. Fakat temel sorun; devlet, sözleşmenin özünde olan toplumsal cinsiyet eşitliği ile kadına yönelik şiddet arasındaki bağlantıyı kuramıyor yani bunu bir iktidar eşitsizliği meselesi olarak görmüyor. Dolayısıyla da çok yönlü kapsayıcı politikalar geliştirmekten geri kalıyor. Komite devletin daha etkin olması gerektiğini vurguluyor. Ayrıca komite, kadınların adalete erişim sorunu olduğuna değiniyor. Bilgi eksikliği, kullanılacak dilin bilinmemesi, eğitimsizlik, adli yardım olanaklarının kısıtlı olması bu erişimsizliğin nedenlenlerindendir.

GREVIO raporu ise, kadına yönelik şiddetin farklı türleri hakkında, sözleşmede yazan, bilinçlendirme ve farkındalık çabalarının arttırılması gerektiğini söylüyor. Kampanyalar düzenlenmesi, sivil toplum örgütlerinin bu konuda ulaşabildikleri her yolla, her türlü medya üzerinden bilinçlendirici çalışmaların teşvik edilmesi gerekiyor. Sivil toplumun her vakanın üzerine gitmesi, her konuyu eleştirmesi ve topluma mal etmesi gerekiyor.

Hâkim ve savcıların uluslararası normlar ile ilgili bilgilendirilmesi her iki raporda da belirtilmiş. İlgili mesleklerdeki bütün hizmet içeriğinin uygulanması, ilgili mesleklerde (doktor, öğretmen vb.) farkındalık yaratılması ifade edilmiş.

Bütün bu sözleşmeler ve anlaşmalar ilerleme potansiyeli yüksek, çok önemli belgeler ancak amaçlananlara ulaşılması uygulamada yatıyor. Bunların yasalara aktarılması, ulusal uygulamanın sağlanması, kadroların eğitilmesi, geleneksel yargı ve davranışların dönüştürülmesi yani kültürel dönüşüm gerekli. Nedenleri tarihsel olarak da çok gerilere giden böyle bir sorunda kısa sürede düzelme beklenemez yine de kültürel dönüşüm belli bir çizgiye, belli bir anlayışa oturtulabilir.

Kadına karşı şiddet meselesinde doğru yolda ilerlenecek adımların atılmasını sağlamak için etkili diğer unsur ise siyasi iradedir. Bu konuda hem Türkiye’de hem de dünyada ciddi sorunlar var. Sivil toplumun alanı pek çok sahada daraltılmış durumda. Avrupa’da ve Türkiye’de kadın haklarında ve şiddetle mücadele alanında atılan adımların başarısından rahatsız olan ve kazanımlara tepki gösteren toplumsal kesimler olabiliyor. Değişik toplumlarda farklı odaklar görülüyor. Din veya milliyetçilik temalı birtakım muhafazakâr görüşlerin etkisi ile de İstanbul Sözleşmesine yoğun bir karşı çıkış var.

Bu karşı çıkışların en önemli sebeplerinden biri ise İstanbul Sözleşmesinin LGBTİ ile ilgili bir sözleşme olduğu iddiasıdır. Sözleşmede bununla bağlantılı tek bir ibare vardır. Bu ibare de cinsel yönelim ve toplumsal cinsiyet kimliğinden bahseder ve tek bir maddede geçer. Maddede ise bunlar üzerinden kimseye ayrımcılık yapılamayacağı belirtilir. Toplumsal cinsiyetin, kadınlar ve erkekler için toplumsal olarak oluşturulmuş olan davranışlar ve tutumlar olduğu belirtilir. İddia edildiği gibi diğer cinsiyet gruplarından bahsetmez. Sözleşme tamamen kadınlara ve aile içi şiddete yönelik bir sözleşmedir.

İstanbul Sözleşmesine yöneltilen itirazlardan bir diğeri ise Türkiye’de son yıllarda gündeme gelen toplumsal cinsiyet eşitliği ve toplumsal cinsiyet adaleti tartışması üzerinden ilerliyor. Daha muhafazakâr çevreler şiddete karşı olduklarını belirtmekle birlikte hedeflenmesi gerekenin toplumsal cinsiyet eşitliği değil de toplumsal cinsiyet adaleti olduğunu söylüyorlar çünkü kadınlar ve erkeklerin zaten birbirlerinden farklı olduklarını ifade ediyorlar. Sözleşme, hiçbir yerinde adalet kelimesini geçirmez ve doğrudan doğruya toplumsal cinsiyet eşitliğinden bahseder. Zaten toplumsal cinsiyet adaleti de ancak toplumsal cinsiyet eşitliği olduğu zaman gerçekleşebilir.

Gündelik siyaset değişiyor ve bu gündelik siyasette küçük grupların etkisi bazen artıyor, bazen azalıyor. Çok çeşitli gruplar bulunabiliyor ve bu gruplardan bazı küçükler aşırı uçlarda olabiliyor. Sözleşmeye olan genel destek azalınca bu aşırı uçların sesi duyulmaya başlanıyor. Bu bağlamda İstanbul Sözleşmesi’ne karşı olan ve sesini duyuran bir grup olsa da bu sözleşmeden çekilmek veya sözleşmenin uygulanmasından bütün olarak kaçınmak gibi bir sonucu doğurmayacaktır ancak bunun bir duraksama devrine sebebiyet verdiği de yadsınamaz.

Bahsettiğim sözleşmelerde geçen bu normlar; insan hakları, hukuk devleti, kadın erkek eşitliği gibi demokratik değerleri savunan herkesin bilmesi ve benimsemesi gereken değerlerdir. Çünkü Aile içi şiddet sadece bugünü değil, gelecek kuşakları da etkileyecek bir olgudur. Her şeyin ötesinde dünyayı ancak bilinçle, sebatla çalışarak; birtakım etik ve evrensel değerlerin varlığını kabul ederek, onlara sahip çıkarak değiştirebiliriz. Kadınların ve erkeklerin birlikte, tam bir uyum içinde yaşadığı bir dünya ve Türkiye tasavvur ediyorum. Bunun da mevcut kazanımların korunması ve daha ileri götürülmeye çalışılması ile mümkün olacağına inanıyorum.

*Prof. Dr. Feride Acar/ Uluslararası Boyutlarıyla Kadına Yönelik Şiddet

Kaynakça:

MOROĞLU, N., Kadına Yönelik Şiddetin Önlenmesi 6284 sayılı Yasa ve İstanbul Sözleşmesi , Türkiye Barolar Birliği Dergisi, 25(99), 359-368


MOROĞLU, N., Uluslararası ve Ulusal Hukukta Kadının İnsan Hakları, Yeditepe Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi, Cilt: 13, Sayı: 1, Ocak 2017, Sayfa: 291-294


MOROĞLU, N., Uluslararası ve Ulusal Hukukta Kadının İnsan Hakları, Yeditepe Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi, Cilt: 13, Sayı: 1, Ocak 2017, Sayfa: 304-305


ÖZKAN, G., Kadına Yönelik Şiddet – Aile İçi Şiddet ve Konuya İlişkin Uluslararası Metinler Üzerine Bir İnceleme, Hacettepe Hukuk Fakültesi Dergisi, Cilt: 7, Sayı: 1, Haziran 2017, Sayfa: 538-553


ÖZKAN, G., Kadına Yönelik Şiddet – Aile İçi Şiddet ve Konuya İlişkin Uluslararası Metinler Üzerine Bir İnceleme, Hacettepe Hukuk Fakültesi Dergisi, Cilt: 7, Sayı: 1, Haziran 2017 Sayfa: 555-558

*Prof. Dr. Feride Acar/ Uluslararası Boyutlarıyla Kadına Yönelik Şiddet

 

Hilal Bıçak

Türk mitolojisi denildiğinde herkesin aklında beliren ilk imge ‘bozkurt’ olmasına rağmen Türk mitolojisi sadece bozkurda indirgenemeyecek kadar zengindir. Pek göz önünde olmasa da ‘geyik’ Türk mitolojisinde önemli bir yere sahiptir. Bu yazıda temel olarak Türk Tarihi Profesörü Bahaeddin Ögel’in Türk Mitolojisi I. Cilt kitabından faydalanacağız.

Geyik, Türklerce kutsal bir hayvan olmakla birlikte Türklerin geyikten türediğine dair herhangi bir kayıt yoktur. Hikayelerde daha çok dişi geyik ön plana çıkar. Bunlar da dişi Tanrı yani Tanrıça, kutsal bir ruh ya da ilahe şeklindedir. ‘Ak’ sözü Altay Türkçesinde ‘cennet’ anlamına gelirdi. Cennette oturan tanrılara da ‘Aktu’ yani ‘Aklılar’, rengi ve ruhu ap ak olan denirdi. Aynı katta ‘Süt-Ak-Köl’ yani süt gibi ak renkte bir göl vardı. İnsanların bütün hayatı ve ruhu bu göle bağlıydı. Öyle ki bir çocuk doğacağı zaman Tanrı Ülgen oğluna emir verir, o da ‘Yayuçı’ yani yaratıcılardan birine bu işi havale ederdi. Yaratıcı bu Süt-Ak-Göl’den ruhu alır ve doğan çocuğa verirdi. Başka Altay söylencelerinde de göğün beşinci katında oturan ve insan ruhlarının tek hazinesi olan Süt-Ak-Göl’ün işlerine bakan Kan-Enem-Yayuçı’dan (Hanı-Anam Yaratıcı) bahsedilir.

İllüstratör: Christian Dimitrov

Çin kaynaklarında Göktürkler zamanında geçen bir efsaneden bahsedilmektedir:

Göktürklerin atalarından biri sık sık bir mağaraya gider, oradaki deniz perisiyle sevişirmiş. Aralarındaki bu ilişki uzun süre devam etmiş. Bir gün bu Göktürk Beyi ordusuyla birlikte ava çıkmış. Askerler geniş bölgelerdeki vahşi hayvanları bir süre sonra küçük bir alana sıkıştırmış, etraflarını çevreleyip birer birer avlamışlar. Bu sırada aralarından birinin karşısına güzel bir akgeyik çıkmış, asker hayvanı okuyla vurarak öldürmüş. Av bittikten sonra Göktürk Beyi yine mağarasına gitmiş fakat sevgilisini yerinde bulamamış. Meseleyi kısa sürede anlayan Bey, geyiği vuran askerle onun kabilesini cezalandırmış. Öyle ki bundan sonra Göktürklerde insan kurbanları hep bu askerin ailesinden verilmiş.

Bu efsane Türklerin çok eski adetlerinin bir yankısı olabilir çünkü Göktürk dönemi ile ilgili hiçbir kaynakta Göktürklerin insan kurban ettiğine rastlanılmamaktadır. Zaten Çin kaynaklarında da bu hikayenin bir söylenti olduğu yazar. Türk ve Moğol komşularına rağmen Çin mitolojisinde geyik; çok vahşi, yok edici, kötü bir hayvan olarak tasvir edilmiştir. Hatta gergedan diye bir hayvanın varlığını duyduklarında onu geyiğe benzetmişler ve o şekilde resmetmişlerdir.

İllüstratör: Sebastien Kaczorowski

Moğol kaynaklarına baktığımızda ise Cengiz Han’ın soyunun gök kurt ile kızıl geyikten geldiğini görürüz. Pek çok hükümdar gibi Cengiz Han da soyunu bir efsaneye bağlamış böylece halk gözünde hükümdarlığını meşru kılmıştır. P. Pelliot’un tercümesiyle “Çinggis-Kahan’ın atası, yukarıdaki gökten Tanrının buyruğuyla doğup gelmiş, Göğümsü Kurt (Börte-Çino) idi. Karısı ise ak dişi geyik idi. Buraya denizi geçerek geldiler…” Gök kurt ile ak geyik yukarıdaki gökte doğmuş, dolayısıyla kutsal ruhlar olduğuna inanılmıştır. Altay şamanizmindeki Tanrının yaratıcı elçileri yerine burada gök kurt ile ak geyik geçmiştir.

İllüstratör: Mateusz Michalski

Daha kuzeyde kalan Sibirya halklarında ise geyik ‘yol gösterici’ olarak karşımıza çıkar. Wilhelm Radloff’un aktardığı bir hikayeye göre “Kan-Pergen isimli bir gençle Kan-Argo isimli bir kız kardeşi varmış. Anne babası olmayan bu iki kardeş birlikte yaşar, Kan-Pergen avcılık yapar geçimlerini sağlarmış. Bir gün yine ava gitmiş ve bolca hayvan avlayıp fakirlere dağıtmış, açları doyurmuş. Günün sonunda eve geldiğinde kendisine ve kardeşine bir şey kalmamış. Böylece tekrar ava çıkmış ama gidiş o gidiş bir daha eve dönmemiş. Evde yalnız kalan kıza kötü şeytanlardan biri olan Kara-Moos dadanmış ve zorla kızla evlenmiş. Bir gün kızın kapısı çalmış, gelen Kan-Alp adında biriymiş. Kıza kardeşinin nerede olduğunu sormuş, kız hala avdan dönmediğini söylemiş. Adam, ‘Bunun imkanı yok. Eğer o hala yaşasaydı sen nasıl bir şeytanla evlenebilirdin?’ demiş ve oğlanı aramak için göklere çıkıp dolaşmaya başlamış. Uçsuz bucaksız göklerde dolaşırken Kan-Pergen’i atı üstünde bir geyiğin peşinden giderken görmüş ve takip etmeye başlamış. Kan-Alp’ın karşısına 7 tanrının ancak çalışıp yaratabileceği büyüklükte bakırdan bir dağ çıkmış. Bir kırbaç sesi duymuş ve bu dağ ortadan ikiye ayrılmış. Meğer Kan-Pergen kamçısını geyiğe vurmak isterken dağa vurmuş, dağ ikiye ayrılmış. Türlü mücadelelerden sonra Kan-Pergen geyiği öldürmeyi başarmış ve girip bir çadıra oturmuş. Çadırda bir genç varmış, Kan-Pergen gence kim olduğunu sormuş.

“Çes-Alp’dir benim adım! Çes demek, bakır demek,

Adımı dağdan aldım, dağ benim olsa gerek!”

Kan-Pergen tekrar sormuş: “Peki niçin sen beni,

Getirdin otağına, gerek mi görmem seni?”

Genç yanıtlamış: “Getirsin diye seni,

Ben gönderdim geyiği, göresin diye beni!

Gönderdim onu sana, çünkü lazımdın bana,

Geyiği takip ile, işte eriştim sana!”

Bundan sonra iki genç başlarlar güreşmeye. Dokuz, otuz, hatta yetmiş yıl süren güreşlerden biridir bu. Kimi zaman yerde, kimi zaman gökte devam eder. Yeraltıyla yer üstünü birleştiren Bakır Dağ’ın sahibi bir ruhtur ve yine kendisi gibi bir ruhu geyik şeklinde elçi göndermiş ve oğlanı getirtmiştir.

İllüstratör: İsmail İnceoğlu

Sonuç olarak hepsini bir araya toplamak gerekirse Türk kültürünce geyik; kutsal, yaratıcı, yol gösterici bir varlık olarak karşımıza çıkar. Birbirine benzer onlarca geyik hikayesinden birkaçına yer verdik. Coğrafya ve şartlar değiştikçe zaman içinde bu hikayeler de farklılaşmış, yine de günümüze kadar kültürümüzün bir parçası olarak kalmaya devam etmiştir.

KAYNAK

Bahaeddin Ögel, Türk Mitolojisi, I.Cilt, s/569–583

V.I. Verbitskiy, Altayskie İnorodzu, s/70, 71

Wilhelm Radloff, Sibirya’dan, A. Temiz terc., II. s/8, 14,

Paul Pelliot, Gengis-Khan, s/304

Wilhelm Radloff, Sibirya’dan, A. Temiz terc., I. s/412

 

Kübra Türlü

Ayna
Bir Gün Öleceğiz
Erlik ve Kızı
Her Şerde Bir Hayır Var
Kafamda Dolaşan Tilki
Kudüs’e Doğru
Sürü
Şehir Kurdu
At