İnsanlardan oluşan bir toplumda düzen tesis etmenin yolu her zaman belli başlı kurallardan ve bu kurallara uymamanın sonucunda karşılık olarak verilen yaptırımlardan oluşmuştur. Hukuk, suç, ceza gibi daha birçok kavram insanın toplum hâline geldiği yerlerde ortaya çıkmıştır. Nitekim en küçük ve ilkel kabilelerin dahi -her ne kadar ilkel olsa da- kendi içlerinde bir hukuk düzeni ve ceza sistemleri vardır. Sonuç olarak cezalandırma dediğimiz yöntem, suçla ve düzeni bozan fiillerle başa çıkmanın çaresi olarak görülmüştür. Bu cezaların şüphesiz en eskisi ölüm cezasıdır. Hammurabi Kanunları gibi, bilinen en eski yasalarda dahi ölüm cezasının yer aldığı bilinmektedir. Ölüm cezası çok eskiden beri uygulanması, muhafazası veya kaldırılması ile ilgili birçok münakaşanın sebebi olmuştur. Ölüm cezasına karşı Avrupa kıtasında ilk itirazlar ortaya çıktığı zaman, kıtadaki idam cezasını müdafaa eden akımların güçlü olması sebebiyle bu fikirler güçsüz kalmış ve idam cezasının muarızları da bir süre sonra fikirlerinden dönmüşlerdir. Ama daha sonra rasyonalizm ve hümanizm fikirlerinin de gelişmesi ve etkisiyle idam cezasına karşı çıkışlar çoğalmıştır. Modern anlamda ilk karşı çıkışı ise Cesar Beccaria “Suçlar ve Cezalar Hakkında” isimli eserinde dile getirmiştir.

Beccaria, yukarıda sözü geçen kitabında, “Asla insanları daha iyi bir hâle getirmemi ölüm cezasının geniş tatbikatını görünce, iyi teşkilâtlanmış bir devlette bu cezanın hakikaten faydalı ve adilâne olup olmadığının tetkikine sürüklendim.” demek suretiyle meselenin neden tartışmaya değer bir konu olduğunu belirttikten sonra, problemi şu şekilde sorgulamaktadır: “Acaba insanlara hemcinslerini boğazlamak hakkı nereden gelebiliyor?”

İdam cezasının caydırıcılığı konusunda ise tartışmalar sürmektedir. Bu kısımda verilerle birlikte devam edersek konu daha iyi anlaşılacaktır. Dünyada suç oranlarına bakarak bir sıralama yapılacak olursa en çoktan en aza doğru ülkelerin durumları şöyle: 1. Venezuela, 2. Papua Yeni Gine, 3. Honduras, 4. Güney Afrika, 5. Afganistan, 6. Trinidad ve Tobago, 7. Brezilya, 8. Namibya, 9. El Salvador, 10. Kazakistan, 11. Bangladeş, 12. Porto Riko, 13. Peru, 14. Jamaika, 15. Nijerya, 16. Suriye, 17. Arjantin, 18. Dominik Cumhuriyeti, 19. Malezya, 20. Somali, 21. Moğolistan, 22. Libya, 23. Tanzanya, 24. Kosta Rika, 25. Guetamala.
Bu sıralamayı cinayet özelinde yaptığımızda ise yine yukarıda olduğu gibi listede başı çoğunlukla Afrika ve Güney Amerika ülkeleri çekiyor. Dünya Ekonomi Forumu’nun ülkelerin güvenlik durumlarını baz alarak yaptığı sıralamaya göre en düşük suç oranları ise şöyle: 1. Finlandiya, 2. Singapur, 3. İzlanda, 4. Bahreyn, 5. İsviçre, 6. Umman, 7. Birleşik Arap Emirlikleri, 8. Yeni Zelanda, 9. Hong Kong, 10. Japonya, 11. İspanya, 12. Estonya, 13. Avusturya, 14. Portekiz, 15. Norveç, 16. Lüksemburg, 17. Hollanda, 18. Avustralya, 19. Katar, 20. Fas, 21. Suudi Arabistan, 22. Azerbeycan, 23. Danimarka, 24. Slovenya, 25. İrlanda.
19 eyaletinde ölüm cezası yürürlükte olan ABD listede 64, insanlık dışı uygulamalarıyla bilinen Çin ise 56. sırada kendine yer bulmuş durumda. ²

Çin, 2018’de de dünyanın en yüksek sayıda ölüm cezası uygulayan ülkesi oldu, ancak bu konudaki bilgiler devlet sırrı olarak saklandığından ölüm cezası uygulamalarının gerçek boyutları bilinmiyor. UAÖ, Çin’de her yıl binlerce kişinin ölüm cezasına mahkum edildiği ve öldürüldüğü kanaatinde.

Vietnam’da yetkililer daha önce yapılmayan bir şekilde ölüm cezası sayılarını kamuoyuna açıkladı ve 2018’de en az 85 ölüm cezasının uygulandığını bildirdi. Bu sayılar Vietnam’ın dünyada ölüm cezasına en sık başvuran beş ülkeden biri olduğunu doğruladı. Buna göre 2018’de en yüksek sayıda ölüm cezası uygulayan ülkelerin sıralaması şöyle: Çin (binlerce kişi), İran (en az 253 kişi), Suudi Arabistan (149 kişi), Vietnam (en az 85 kişi) ve Irak (en az 52 kişi).

2018 sonunda ölüm cezası 106 ülkede tüm suçlar için yasal olarak kaldırıldı, 142 ülkede ise yasalarda veya uygulamada kaldırıldı.( Uluslararası Af Örgütü) (İdam cezasının olduğu ülkeler: Afganistan- Hindistan- Nijerya- Amerika Birleşik Devletleri- İran- Japonya- Tayvan- Kuveyt- Zimbabve- Libya- Tayland- Guyana- Uganda- Bengladeş- Irak- Endonezya- Botsvana- Birleşik Arap Emirlikleri- Bahamas- Küba- Belarus- Yemen- Suudi Arabistan- Vietnam- Suriye- Mısır- Güney Sudan- Demokratik Kongo Cumhuriyeti- Etiyopya- Çin- Sudan- Komorlar- Somali- Barbados- Malezya- Çad- Pakistan- Umman- Singapur- St Kitts ve Nevis- St Lucia- Bahreyn -Kuzey Kore -Ekvatoryal Gine -St Vincent and the Grenadines- Filistin-Trinidad ve Tobago- Lesoto- Antigua and Barbuda- Belize- Dominika- Jamaika- Ürdün)³

Şimdi asıl konumuza gelelim. Yukarıda verilen verilerle birlikte konuşacak olursak, idam cezasının caydırıcılıkla doğrudan bir ilişkisi olmadığını söylemek yanlış olmaz. Özellikle en çok infazın yapıldığı Çin’in suç oranları da dikkate alınarak yapılan güvenlik sıralamasında çok aşağı sıralarda yer alması bunun küçük bir örneği. Avrupa Konseyi üyesi olan ülkelerde ise şu anda idam cezası uygulanmıyor, zaten çoğunun hukuk sistemlerinde de yok. İdam cezasını hâlâ uygulayan ve yasalarında yer veren ülkelere bakılınca şu durum rahatlıkla görülebilir; idam cezasının uygulandığı ülkeler suç oranı tablosunda başı çeken ülkelerle hemen hemen aynıdır veya aynı konumda yer almaktadır. Bu da idam cezasının suçtan caymak için yeterli bir neden olmadığının kanıtıdır. Dünya Ekonomi Forumu da suçların, daha doğrusu güvenliğin ülkelerdeki ekonomik refah ve hukuki güvenlik seviyeleriyle alakalı olduğu fikrindedir. Zaten yayınlanan raporda da bu fikir kanıtlanır niteliktedir. Suç oranı az ülkelere baktığımızda büyük bir bölümü refaha ermiş ve hukuki güvenlik standartlarını yerleştirmiş Avrupa ülkelerinin listeyi doldurduğunu görürüz. Bizim fikrimizce de cezanın ağırlaştırılması ile suç oranının azalacağı fikri yanlıştır.

Cezaların, suç oranları üzerindeki caydırıcı etkisi; cezanın kesinliği/kaçınılmazlığı, ağırlığı ve ivediliği üzerinden analiz edilmektedir. İşlenen suçun yaptırımı olarak idam cezası olsa dahi bundan kurtulacağını bilen fail, suç işlemekten caymamaktadır ama dört duvar arasında her gün ölmek ve bundan bir kaçışın olmaması onu caydırmaktadır. Yapılan araştırma bulguları, bu üç faktörün de suçluluk üzerinde caydırıcı olmakla birlikte ancak bu faktörlerin caydırıcılık düzeylerinin farklılık arz ettiğini ortaya koymaktadır. Cezanın kesinliği, sertliği ve süratliliği değişkenleri arasında özellikle cezanın kesinliğinin diğer değişkenlere kıyasla suçta daha caydırıcı olduğu belirtilmektedir. Suç işleyen bireylerin yakalanacağı ve ceza alacakları yönünde güçlü bir inancın olması, bireyleri önemli ölçüde suç işlemekten caydırmaktadır. Bu da suçluların yakalanma görevini üstlenen polis teşkilatının, suç ve suçlularla mücadelede daha etkin hale getirilmesi anlamına gelmektedir. Bu çerçevede, suçların aydınlatılma oranın yüksek olması, cezanın caydırıcılığını arttıran önemli bir faktör olmaktadır. Suçluların yakalanma riskinin düşük olması ise, suça eğilimli olan bireyleri daha çok suç işleme yönünde motive etmektedir. Diğer bir deyişle suç işleyen bireylerin suç işledikten sonra yakalanmamaları, yargılanmamaları ve ceza almamaları, suçluları daha çok cesaretlendirebilmektedir. Bu da suç işleme oranının artmasında etkili bir faktör olmaktadır.

( A) Ölüm cezasının suçları önleme tesiri müsbet olarak hiçbir zaman tesbit edilememiştir. Eğer bu cezanın mevcut olduğu bir memlekette, deneme maksadiyle bu ceza muayyen bir zaman için (meselâ beş veya on sene) kaldırılmış ve bu müddet zarfında suçların çoğalmış olduğu anlaşılmış olsa idi, ölüm cezasının, hakikaten, suçları önlediği neticesine varılabilirdi. Bu yapılmadığı için, ölüm cezasından korkarak suç işlemiyenlerin sayısı tesbit edilememekte, sadece, ölüm cezasından korkarak bir takım kimselerin suç işlemekten çekinecekleri tahmin edilmektedir.

B) Ölüm cezasının suçları önleme tesiri yoktur. Çünkü suçu işlediği esnada cezayı düşünen sadece adi suçları işleyen kimselerdir. Büyük suç faillerinin suçu işlerken sonunu düşünmedikleri kendi ifadeleriyle sabit olmuştur. Zaten suçu işlerken her suçlunun içinde cezadan kurtulacağı ümidi vardır. Bu ümit cezanın her türlü önleyici tesirine mani olur. Cezanın şiddetini değil, her suç işleyenin mutlaka ceza göreceğini müstakbel suçlulara telkin etmek ve bunu fiilen göstermek lâzımdır ki suçlar önlenebilsin. Ölüm cezasının diğer cezalara nisbetle ağır bir ceza olduğu katiyetle isbat edilemez. Hatta bütün ömrünce mahpus olarak kalmaktansa ölümü tercih edenler mevcuttur. Cezaevlerindeki “intihar” vakaları hürriyeti bağlayıcı cezaların ölümden daha ağır olduğunu gösterebilir. Ölüm cezasında korkutucu ve önleyici bir hassa mevcut olsa idi idam sahnesine şahit olan kimsenin ölüm cezasını müstelzim bir suç işlememesi lâzım gelirdi. Halbuki ingiliz Parlâmentosuna verilen bir rapora göre 167 ölüm mahkûmundan 121 tanesi son dakikalannı birlikte geçirdikleri ceza evi rahibine başkasının idamında hazır bulunduklarını söylemiştir. Aynca, ölüm cezasının tamiri kabil olmaması, bölünmek ve derecelendirilmek suretiyle suçluya uydurulması imkânı bulunmaması keyfiyetleri ileri sürülerek bu ceza, ceza infaz ilmi bakımından da tenkid edilmekte ise de bu tenkidlere, ölüm cezası verilirken çok dikkatli davranıldığı, zaten diğer cezaların da tamirinin kabil olmadığı, yine diğer cezaların ve bilhassa müebbet cezaların da derecelendirilmeleri imkânı bulunmadığı ileri sürülmek suretiyle cevap vermek mümkündür . (Hakkı Demirel) )

Türkiye’de de son zamanlarda siyasette idam cezası konusu tartışılmaktadır. Özellikle miting meydanlarında slogan atarak idam cezasının gelmesini isteyen bir kitle zuhur etmiştir. Diğer taraftan ise idam meselesinin meclise getirilerek bu işin halledileceği söylenmekte ve gaz alma işlemi -kitlenin coşkusuna bakacak olursak- gayet başarılı sonuçlanmaktadır. Ancak bu tartışmalar yapılırken Türkiye’nin taraf olduğu antlaşmalar ve Türkiye’nin hukuki yapısı es geçilmektedir. Peki, Türkiye’ye idam cezası geri gelebilir mi? Şimdi de bunun cevabını arayacağız. İdam cezası ülkemizde 1984 tarihinden beri fiilen ve 2004’ten itibaren de hukuken bulunmamaktadır. Ölüm cezası önce 2001 tarihinde savaş tehdidi ve terör suçları halleri dışındaki suçlar için kaldırılmış, 3 Ağustos 2002 tarihinde de “Savaş ve çok yakın savaş tehdidi hallerinde işlenmiş suçlar hariç” şartı ile kaldırılmıştır. 7.5.2004 tarihli 5170 Sayılı kanun ile Anayasa’ dan ölüm cezaları ile ilgili maddeler kaldırılarak Avrupa Birliği kriterlerine uyum çalışmalarının en önemlisi gerçekleştirilmiştir.

BM Medeni ve Siyasi Haklar Sözleşmesi (MSHS) 23.03.1976 tarihinde yürürlüğe girmiştir. Sözleşme, 6. maddesinde yaşam hakkını düzenlemekle beraber, ölüm cezası istisnasına yer vermektedir. Buna göre madde;

“1. Her insanın doğuştan gelen yaşama hakkı vardır. Bu hak yasalarla korunacaktır. Hiç kimsenin yaşamı keyfi olarak elinden alınamaz.

2. Ölüm cezasını kaldırmamış olan ülkelerde idam hükmü, ancak suçun işlendiği anda yürürlükte olan yasalara uygun olarak ve bu Sözleşme ile Soykırım Suçunun Önlenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmesi hükümlerine aykırı olmamak şartı ile, en ağır suçlar için verilebilir. Bu ceza ancak yetkili bir mahkeme tarafından verilmiş kesin bir karar üzerine uygulanabilir.

3. Yaşamdan yoksun bırakma eyleminin soykırım suçunu oluşturması durumunda, bu maddenin hiçbir hükmünün Sözleşme’ye Taraf Devletlerden hiçbirine Soykırım Suçunun Önlenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmesi hükümlerinden doğan herhangi bir yükümlülüğüne herhangi bir biçimde aykırılık olanağını vermeyeceği açıktır.

4. Ölüm cezasına çarptırılan herkesin, cezanın affedilmesini ya da daha hafif bir cezaya çevrilmesini istemeye hakkı vardır. Genel af, özel af ya da ölüm cezasının değiştirilmesi kararı her durumda verilebilir.

5. Ölüm cezası on sekiz yaşın altındaki kimseler tarafından işlenen suçlar için verilemez ve hamile kadınların idam cezaları yerine getirilemez.

6. Bu maddenin hiçbir hükmü, Sözleşme’ye Taraf herhangi bir Devlet tarafından, idam cezasının kaldırılmasını geciktirmek ya da önlemek için kullanılamaz.”

şeklinde düzenlenmiştir. MSHS’nin 6. maddesinde hangi sebeplerle ölüm cezası verilmesi gerektiği tahdidi olarak sayılmıştır. Ölüm cezası verilebilmesi için, öncelikle çok ağır ve ciddi bir suçun varlığı aranmıştır.

MSHS md. 4’e göre, taraf devletler;
“Ulusun yaşamını tehdit eden kamusal tehlike ortaya çıktığı ve bunun varlığı resmi olarak ilan edildiği zaman, sözleşme çerçevesindeki yükümlülüklerinden sapma teşkil eden önlemleri (…) alabilirler.”

Ancak bu hallerde bile aykırı önlemlere konu kılınamayacak haklar vardır ve yaşam hakkını düzenleyen md. 6 bunlar arasında sayılmıştır. O halde, ölüm cezası istisnası için getirilen ve yukarıda sıralanan kayıtlamalar, istisnai rejimlerin varlığı ve uygulanması dönemleri için de geçerlidir.

Türkiye ise MSHS’yi 15/08/2000 tarihinde imzalamıştır. Söz konusu belge, Türkiye bakımından 23/12/2003 tarihinden itibaren hüküm doğurmaya başlamıştır. Böylece Türkiye, MSHS’nin 6. maddesinde yer alan yaşama hakkı ve ölüm cezası için getirilen koşulları kabul etmiştir. MSHS’nin 4. maddesinde ulusun yaşamını tehdit eden kamusal tehlike ortaya çıktığı zaman sözleme çerçevesindeki yükümlülüklerden sapma teşkil eden önlemlerin alınabildiği düzenlenmişse de, 6. maddede yer alan yaşama hakkı ve ölüm cezası düzenlemeleri istisna getirilemeyecek düzenlemeler olduğundan her koşulda Türkiye’nin uyması gerektiği unutulmamalıdır.

BM Medeni ve Siyasi Haklar Sözleşmesinin Ölüm Cezasının Kaldırılmasını Amaçlayan Ek Seçimlik 2 No’lu Protokolü

MSHS’ne imza koymuş bulunan devletlerin imzasına açılan Ek Seçimlik 2 No’lu Protokol, 11.07.1991 tarihinde yürürlüğe girmiştir. Ek Seçimlik 2 No’lu Protokol, aşağıda inceleyeceğimiz Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin (AİHS) 6 No’lu Protokolü gibi barış zamanı-savaş zamanı ayırımını öngörerek ölüm cezasını “barış zamanı” bakımından kaldıran bir belgedir. Protokolün 1. ve 2. maddelerinde bu durum şu şekildedir:

Madde 1-
“1. Bu Protokole Taraf bir Devletin egemenlik alanında bulunan hiç kimse idam edilemez.

2. Her bir Taraf Devlet, kendi egemenlik alanı içinde ölüm cezasını kaldırmak için gerekli bütün tedbirleri alır.”

Madde 2-
“1. Bu Protokolü onaylama ve Protokole katılma sırasında konulan, savaş sırasında işlenen askerî nitelikteki çok ciddi suçlar için verilen mahkûmiyet kararına uygun olarak savaş zamanında ölüm cezasının infazını öngören çekince dışında, bu Protokole konulan herhangi bir çekince kabul edilemez.”

Yukarıda görüldüğü üzere Ek Seçimlik 2 No’lu Protokolün 2. maddesinin 1. fıkrasına göre, savaş zamanı ön şartı gerçekleşmiş bile olsa çok ciddi nitelikli askeri suç olmadıkça ölüm cezasının verilmesi mümkün değildir. Ayrıca Ek Seçimlik 2 No’lu Protokolün aynı maddesinde, savaş zamanında çok ciddi nitelikli askeri suçlar için verilebilecek olan ölüm cezası mahkûmiyetinin sadece savaş zamanı içinde infaz edilmesine imkân verilmektedir. Türkiye bu protokole 06/04/2004 tarihinde imza koymuştur. Daha sonra da onaylamak üzere “Ölüm Cezasının Kaldırılmasını Amaçlayan, Medeni ve Siyasi Haklara İlişkin Uluslararası Sözleşmeye Ek İkinci İhtiyari Protokolün Onaylanmasının Uygun Bulunduğu Hakkında Kanun”u çıkarmıştır. Sonuç olarak da söz konusu protokol Türkiye bakımından 02/06/2006 tarihinden itibaren yürürlük kazanmıştır. Böylece ölüm cezası Türkiye açısından, ciddi nitelikli askeri suçlar haricinde savaş zamanı varlığını sürdürmekte iken barış zamanı açısından tamamen kaldırılmış bulunmaktadır.

Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin 6 No’lu Ek Protokolü: Barış Zamanı Ölüm Cezasının Kaldırılması

BM bünyesinde hazırlanan uluslararası sözleşmeler ve bu sözleşmelere istinaden oluşturulan kurumlar aracılığı ile insan haklarının korunması yanında bölgesel düzeyde yapılacak sözleşmeler ve oluşturulacak kurumlar vasıtası ile insan haklarının korunması da oldukça önemlidir. Özellikle Avrupa için son derece önemli adımlar atılmasını sağlayan Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi (AİHS) ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) kurumu bölgesel düzeyde insan haklarının korunması ve geliştirilmesi bakımından büyük katkı vermektedir.

Tam adı İnsan Hakları ve Temel Özgürlükleri Korumaya Dair Avrupa Sözleşmesi olan AİHS’nde, Ölüm Cezasının Kaldırılmasına İlişkin 6 No’lu Protokol ise ölüm cezasının bölgesel alanda ortadan kaldırılması adına ilk düzenleme olarak karşımıza çıkmaktadır. Söz konusu Protokol, 28.04.1983’te imzaya açılarak ve oldukça kısa bir zamanda 5 onay şartını gerçekleştirerek, 01.03.1985 tarihinde yürürlüğe girerek eklenmiştir.
6 No’lu Protokol de, BM Medeni ve Siyasi Haklar Sözleşmesinin Ölüm Cezasının Kaldırılmasını Amaçlayan Ek Seçimlik 2 No’lu Protokolü gibi barış zamanı-savaş zamanı şeklinde ikili bir ayrımı öngörmektedir. 6 No’lu Protokolün 1. maddesinde; “Ölüm kaldırılmıştır. Hiç kimse bu cezaya çarptırılamaz ve idam edilemez.” Hükmü getirilerek, barış zamanında ölüm cezasını bütünüyle kaldırmaktadır. Protokolün 2. maddesinde ise; “Bir devlet barış zamanında ya da yakın savaş tehdidi durumunda işlenen suçlar bağlamında, yasalarında ölüm cezasına ilişkin hüküm bulundurabilir.” diyerek savaş zamanı dışında yakın savaş tehlikesi zamanlarında işlenmiş olan eylemler bakımından da ölüm cezası yaptırımına yer vermiştir. Türkiye 6 No’lu Protokolü 15.01.2003 tarihinde imzalamıştır ve onaylamak üzere 26.06.2003 Tarih ve 4913 Sayılı “İnsan Haklarını ve Temel Özgürlükleri Korumaya İlişkin 11 No’lu Protokol ile Değişik Avrupa Sözleşmesine Ek 6 No’lu Ölüm Cezasının Kaldırılmasına Dair Protokolün Onaylanmasının Uygun Bulunduğu Hakkında Kanun”u çıkarmıştır.Daha sonra Bakanlar Kurulunun 15.08.2003 tarih ve 2003/6069 sayılı kararı ile bu protokolün onaylanması kararlaştırılmış ve nihayet protokol Türkiye bakımından 01/12/2003 tarihinden itibaren yürürlük kazanmıştır.

Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin 13 nolu Ek Protokolü: Ölüm Cezasının Tamamen Kaldırılması

03.05.2002 tarihinde Bakanlar Komitesinin Vilnius toplantısında imza ve onaya açılan İnsan Haklarını ve Temel Özgürlükleri Koruma Sözleşmesinin Ölüm Cezasının Her Koşulda Kaldırılmasına ilişkin 13 No’lu Protokol, devletlerin tamamına yakını tarafından imzalanmış ve 19 devlet tarafından onaylandıktan sonra gerekli koşulları sağlayarak 01.07.2003 tarihinde yürürlüğe girmiştir. 13 No’lu protokol ölüm cezasını barış zamanında olduğu gibi savaş veya yakın savaş tehdidi altında da kaldırmaktadır. Bu bağlamda 6 No’lu Protokoldeki savaş zamanı barış zamanı ayrımı tümüyle ortadan kaldırılmıştır. Yani ölüm cezası artık hangi zaman olursa olsun herhangi bir suçun cezası olarak infaz edilemeyecektir. 13 No’lu Protokolün 2.maddesinde; “AİHS md.15 çerçevesinde, bu protokol hükümlerinden hiçbir sapma yapılmayacaktır.” hükmüne yer verilmiştir. Bunun anlamı, 13 No’lu Protokolün tarafı devletlere, AİHS md. 15’te öngörülen ve savaş zamanı ve diğer kamusal tehlike hallerinde uygulanabilirliği bulunan olağanüstü hallerde yükümlülükleri askıya alma olanağının tanınmadığıdır. Dolayısıyla her ne olursa olsun protokole taraf olan devletlerin, ulusal hukuklarında halen mevcutsa, ölüm cezalarını kaldırmaları ve protokole uygun düzenlemeler yapmak zorundadır. AİHM verdiği kararlar ile 6 ve 13 No’lu Protokollerin isabetli bir şekilde taraf devletlerce uygulanması yolunda oldukça aydınlatıcı yorumlara imza atmıştır. AİHM için salt ölüm cezasının ulusal hukuk mevzuatından çıkarılması protokole uygun davranmak için yeterli değildir. Ölüm cezasına mahkum edilme riskine karşı AİHM; “Bir yabancı, kendisine ölüm cezası verildikten sonra ciddi olarak bu cezanın infaz edilmesi riski ile karşılaşabileceği bir ülkeye iade edildiğinde…” şeklindeki tanımlama ile birlikte, taraf devletin, AİHS md.2 ve 6 No’lu Protokolün 1.maddesi bağlamında sorumluluğunun gündeme gelebileceğini belirtmektedir. Ölüm cezasını kaldıran birçok ülke de iç hukuklarında ölüm cezası bulunan ülkelere suçluların geri verilmesini yasaklayıcı hükümler koyarak Protokole uygun düzenlemelere imza atmışlardır.

“Yeni Türkiye’’ olarak adlandırılan bu beşeri zeminde yargı sistemi, aile yapısı, dış politika gibi mesele ve müesseselerin infisahına ve laçkalaşmasına; her kurumun, her kuruluşun bu talan ve yağmadan payını aldığına şahit olduk. Burada da yargıyı örnekleyecek olursak saraylarda yapılan açılış törenleri ve devasa -hangi mimariden olduğu anlaşılmayan ucube- adliye binaları ile iyice siyasetin cenderesine düşen Türk Yargısı; ülkemizde aslında demokrasi, insan hakları gibi kavramların ne kadar “dostlar alışverişte görsün’’ usulünde olduğunun en büyük göstergesi. Bugün artık Türk Yargısı; güce tapan, entelektüellikten uzak, siyasi iktidarın sopası haline gelmiş bir araçtan daha fazlası olabilmiş değil ve o yolda da tam gaz gidiyor. Türk Yargısının kararlarını artık kendisi vermiyor, sosyal medyanın tepkisi ve siyasi iktidarın ihtirasları ne yapılacağını belirliyor. Her alanda olduğu gibi yargıda da kurumları tarafgir insanların insafına bırakan siyaset, anayasa hukukunun insanların temel hak ve hürriyetlerini genişletmek için kurduğu mekanizmaları sadece kendisi için var olduğu inancında ve bu mekanizmaları başka insanların kullanmasını çoğu zaman altında başka amaçlar arıyor. Bugün Türkiye’de olanları açıklamak için hukuk çaresiz kalıyor. Türkiye’de bir hukuk veya yargı var mıdır, bu sorunun cevabı muğlaktır. Var olduğunu farz edersek bunun anayasa ve kanunlarda yazılı olan hukuk olmadığına emin olabiliriz. Çünkü hukukun ensesinde artık siyasetin demir yumruğu beklemektedir. Varsayalım yukarıda saydığımız antlaşmalar, maddeler vs. hiç olmadı ve idam cezası ülkemizde uygulanmaya başlandı; böyle bir duruma düşmüş yargı ve yargı sisteminde idam cezasının siyasette mıntıka temizliği yapmak ve muhalif sesleri kısmak için bir sopa gibi kullanılmayacağını kim garanti edebilir? İnsanları cehennemle korkutan bu güruhun, bu dünyada kendilerinin yarattığı cehenneme Türkiye’yi ve Türk milletini de sürüklemeye hakkı yoktur. Kendini modern dünyaya entegre etmiş ve hukukunu buna göre dizayn etmiş bir Türkiye böyle kısır tartışmaları belki kısa süreliğine yaşayacaktır ama bu dönemler sona erdikten sonra Türkiye yine modern hukukun yolunda gitmeye devam edecektir. Ki neredeyse 200 yıldır devam eden bu modernleşme çabası ortadayken, dünyada idam cezasına yönelimler azalırken, Türkiye’nin modern dünyanın tersine gitmesi düşünülemez.

İdam cezasının böylesine çarpık bir adalet sisteminde çok fazla mağduriyete sebep olacağı açıktır. Türkiye’nin durumu açısından konuşacak olursak idam cezası siyasetin yumruğu olarak kullanılmak isteneceği de şüphesiz. Neticesinde mağduriyetin giderilemeyeceği bir ceza olan idam cezasına karşı dünyada eğilimler gittikçe azalmaktadır. Türkiye için bu konuyu tartışmanın ne kadar yanlış bir durum olduğu ortadadır. İdam cezasının geri dönülemez sonuçları vardır. Suçu ve suçluyu caydırdığı iddiası ise çürütülmüştür. Ayrıca Türkiye mevzuatına bu yönde düzen vererek ve uluslararası antlaşmalara taraf olarak hukuk sistemi buna göre düzenlemiştir. Türkiye’de idam cezasının uygulanması ve geri mevzuata girmesi mümkün değil, imkansıza yakın görünmektedir.

Yararlanılan Kaynaklar ve Bağlantılar:

Ölüm Cezası, Yazan : Asistan Dr. Hakkı Demirel

Erem, Adalet Psikolojisi, 1950

Ceza veya Kriminal Yaptırımın Suç Oranları Üzerindeki Caydırıcı Etkisi
Zahir KIZMAZ

Resmi Gazete, Sayı No: 25984, 02.11.2005
https://www.resmigazete.gov.tr/eskiler/2005/11/20051102.htm

Resmi Gazete, Sayı No.25155, 01.07.2003
http://www.resmigazete.gov.tr/main.aspx?home=http://www.resmigazete.gov.tr/eskiler/2003/07/20030701.htm&main=http://www.resmigazete.gov.tr/eskiler/2003/07/20030701.htm

Uluslararası İnsan Hakları Hukukunda Ölüm Cezasının Kaldırılması ve Türkiye’deki Süreç, M. Balkan Demirdal

World Economic Forum, The Global Competitiveness Report 2019

Traité Théorique Et Pratique Droit Pénal Français, 1898

Uluslararası Af Örgütü

Cesar Beccaria, Suçlar ve Cezalar Hakkında

İstanbul Ticaret Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi Yıl:5 Sayı:10 Güz 2006/2 s.67-97

Yaşama Hakkı ve Ölüm Cezası

Zafer GÖREN

Türk Ceza Kanununun Yürürlükten

Kaldırılmış Hükümleri

Kanun Numarası : 765

Kabul Tarihi : 1/3/1926

Yayımlandığı R.Gazete : Tarih: 13/3/1926 Sayı: 320

Yayımlandığı Düstur : Tertip: 3 Cilt:7 Sayfa: 519

İslam Hukuku Araştırmaları Dergisi, sy.17, 2011, s.309-322

Hukuk Tarihi Açısından Ölüm Cezası ve İnfaz Şekilleri

Dr. Mehmet KÖROĞLU

Bir düzen kurma hevesini yarı yolda terk ettim
Son kuralın hakkını verdiğim hırıltıda anca
Sokak köpekleri alıyorken selamımı verecektim
Yine de şarapçılar en iyi arkadaşımdır amca

Pencereden izlenirken yadırgansın diye
Ayak izlerimden silüetimi bıraktım sokaklara
Duahan oldum bir tanıdığım eceliyle ölsün diye
Çünkü tabutunu taşıdığım kimse otuzunu geçmemişti amca

Kimseye eyvallahı yok diye kambur olmasa omuzlarım
O yaşta bileklerimden büyük kelepçeyi takmazdım
Benim de sırtımı yasladığım bir kaya olsa
Çocuk şubenin baş komiseriyle ahbap olmazdım amca

Helal ile haramı karıştırır olur bir çocuk
Çalıştığı tüm iş yerlerinden kavga dövüş ayrılınca
Nedense evine ekmek götürmek için
Gururundan kısmanı istiyorlar amca

Bir akl-ı selimden nasihat alsaydım bilbedahe
Ya da öğütler iki kulağımın ortasında sabit kalsaydı amca
Girmek için hayal kurduğum Harbiye’nin önünde
Kolumdaki kesiklere acıyarak bakmıyordum amca

Her sabah ekip mektebi boş bir gecekonduda
Talih kuşunun omzumuza pislemesini beklerken
Odun ve kumaş attığımız sobanın etrafında
Kabus gibi günler ağır geldi diye
Rüya görmek için para harcardık amca

Aman elin omzumdan eksik olsun!
Hasbihal etmekten gocunmam ama
Dostluğun para etmediğini senden duydum amca
Bu kadar geç kalmasaydın eğer,
Bilseydim dostluğun para etmediğini daha erkenden
İki hafta topallayıp, üç yıl imza vermeye gitmezdim amca

Burnum başımdan dik olmasaydı eğer
Daha erken fark ederdim amca
Tüm gözler yaşantım için yukarıya bakmıyormuş meğer
Ben o hayatları yaşamak için on defa ölürmüşüm amca!

Savurduğum yumruklarım patladı duvarlarda
Kıpkırmızı gözlerle sallanarak yürüdüm
O ayak basılmamalı denilen sokaklarda
Bu çocuk o çocuk değildi hiç ama
Olmaya da mecburdu amca

İçimden gelse bile uyamam adab-ı muaşerete
Nezaket kahrolmaya çok yaklaştı amca
Nitekim burada özür dilemek erdem değil
Düpedüz tavizdir amca

Ünlü Marksist felsefeci, daha doğrusu “Marksizmin popüler felsefedeki yüzü” Georges Politzer, Engels’e atıfta bulunarak Marksizmin oluşumunda üç bilimsel gelişimin olduğunu vurgular: Hücrenin keşfi, enerjinin dönüşümü ve Darvin’in evrim kuramı. Hücrenin keşfi, insan ve hayvan hücrelerinin birbirinden farklı olmadığını göstermiş, dolayısıyla kilisenin ve hatta Rönesans hümanistlerinin “insanı merkez alan” bakış açısını eleştiriye açık hâle getirmişti. Dolayısıyla metafizik konular, ruh gibi kavramlar tartışmaya açık hâle gelmiş ve materyalist felsefe büyük bir argüman kazanmıştır. Enerjinin dönüşümünün bulunmasından önce; ses, ısı, ışık gibi kavramlar farklı maddeler sayılıyordu. Bunun kökeninde aslında antik Yunan, Hint, Çin, Japon gibi medeniyetlerin felsefe, bilim ve mitolojisinde; ateş-su-toprak-hava benzeri “temel elementlerin” olması yatmaktadır. Her ne kadar özellikle simya ile Orta Çağ’dan itibaren bu anlayış değişmeye başlasa da etkileri uzun süre devam etmiş, özellikle çoğu semavi dinin teolojisinde ışığa kutsiyet atfetmek de bununla bağlantılı olmuştur. Enerjinin dönüşümünün keşfi ise, bu unsurlara kutsiyet ve mistisizm atfeden metafizik görüşlerin aksine, bu unsurların birbirlerine dönüşebildiğini göstermiştir. Bu “dönüşüm” meselesi, diyalektik materyalizme bilimsel olarak ilham veren temel gelişmelerden biridir. Son olarak, pek tabii, evrim teorisi. Evrim, hem kilise kurumunun temel dayanaklarını tıpkı hücrenin keşfi meselesinde olduğu gibi zayıflatmış; hem de enerjinin dönüşümünde olduğu gibi, canlıların da bir dönüşüm içinde olduğu fikrini güçlendirmiştir. Nazım Hikmet’in şiirlerinde bu bilimsel gelişmelerin ideolojiye ve edebiyata etkisini görebiliriz.
Mesela, Moskova’da Heraklit’i Düşünüş şiiri:

“Şehir uzakta.
Genç adam ayakta.
Akıyor şehirden geçen nehir
Genç adamın ayakları dibinden.
Genç adam piposunu çıkarıyor cebinden
Aranıyor kibriti.
Bakıyor akar suya
Düşünüyor Heraklit’i,
Düşünüyor büyük hakîm Heraklit’i genç adam…
Kim bilir belki böyle bir akşam,
Böyle bir akşam,
Heraklit alnını
Yeşil gözlü zeytinliklerde akan
Suya eğdi
ve dedi:
Her şey değişip akmada,
Bu hâl beni hayran bırakmada…”

Veyahut Masalların Masalı şiirinden bir kesit:

“Su başında durmuşuz.
Önce kedi gidecek,
Kaybolacak suda sureti.
Sonra ben gideceğim,
Kaybolacak suda suretim.
Sonra çınar gidecek,
Kaybolacak suda sureti.
Sonra su gidecek
Güneş kalacak;
Sonra o da gidecek…”

Bu şiirler, diyalektik materyalist düşüncenin edebiyattaki karşılığına çok güzel
örneklerdir. Gördüğünüz üzere, bilimsel gelişmelerden ideolojiler, ideolojilerden ise kültürel(edebi) unsurlar doğuyor.

Bu bilimsel faktörler etkisiyle semiren Marksist ideolojinin etkilerini, Türkçülük ve Türkiyat alanlarındaki öncü isimlerde de görebiliyoruz. Mesela Yusuf Akçura; çağdaşı çoğu tarihçinin aksine sınıf kavramına önem vermiş, sınıf çatışması kavramını da Ziya Gökalp’in aksine kabul etmiştir. Halil Berktay’ın Cumhuriyet İdeolojisi ve Fuat Köprülü kitabındaki ifadesi şöyledir:

“Ziya Gökalp’in sınıf fikrini, toplumumuzdaki sınıfların varlığını ve sınıf
mücadelesinin itici rolünü toptan reddederek esnaf loncalarına dayalı bir tesanüd (solidarisme) ideolojisini savunduğu koşullarda Akçura, Marks’ın sınıf mücadelesi teorisinden, milli bir burjuvazi yaratılması ve Türkiye’nin milli ve demokratik bir devlet olabilmesi için toplumun proleterya eliyle değil de bu burjuvazi eliyle dönüşüme uğratılması anlamında bir ‘inkılâb-ı içtimai” programı türetmeye uğraşıyordu.”

Buradan anlaşılması gereken, Akçura’nın Marksist ya da solcu olduğu değildir. Tam tersi, yıllardır süregelen “İlk Türkçüler solcuydu, Akçura da solcuydu.” ifadesinin aksine, Akçura, Rus Duma’sında sağ liberal Kadet partisine üyeydi ve Duma’daki tartışmalarda dahi Marksizm’i “yeni bir din” olarak niteleyerek hedefe oturtuyordu. Akçura; sosyalist ekonomiden değil, serbest piyasadan yanaydı. Ancak sınıf kavramına bakış gibi sosyal bilimleri ilgilendiren konularda Marksizm’den etkilenmiştir. Ziya Gökalp ile olan farklılığı bile, aynı hedefe farklı yollardan gitmekten ibarettir. İkisi de Türk sermayedarının, Türk zengininin oluşmasını istiyordu. Fakat bu yoldaki yorumları, metotları ve ifadeleri farklıydı.

Fuat Köprülü de Akçura’ya benzer bir fikir yapısındaydı. Tarihi yorumlarken sınıf kavramına dikkat eden ve “tarihsel materyalizm” benzeri bir ekonomi bazlı bakışa sahip olan Köprülü, özellikle beylikler ve erken Osmanlı döneminde bu görüşünü çok güzel bir şekilde belirtir. Önce Moğol İstilası ile Anadolu’da oluşan bölük pörçük beyliklerden ve bu beyliklere yığılan dinamik ve yoğun, konargöçer Türkmen nüfusundan bahseder. Bu tarihi şartlarda ise, doğuda kalan İlhanlı-Selçuklu unsuruna karşı mücadele etmek zor ve tehlikeli olduğu için, Bizans sınırına yakın beyliklerin daha şanslı olduğunu belirtir. Osmanlı’nın jeopolitik şansını özetledikten sonra, ekonomi temelli bir bakış açısıyla Osmanlı’nın Balkanlarda uzun soluklu olabilmesini açıklar. Köprülü’nün bu hususta tarihsel materyalist bakış açısı etkisiyle yazdığı satırları Halil Berktay şu şekilde alıntılamış, özetlemiş ve yorumlamıştır (İtalik kısımlar doğrudan Köprülü’ye aittir, paragrafın mühim bir kısmı ise Berktay’ın Köprülü’nün ifadelerini özetleyip kendi kelimeleriyle yazmasından oluşmaktadır):

“Köprülü’ye göre, bu kolay geçiş, Osmanlı devletinin kaderini çizmiştir. Marmara’nın güneyinde birikmiş nüfus fazlasının nakil ve iskanı yoluyla 1359’da başlayan bu hareket… geçici bir istila değil, hakiki bir yerleşme hâlini aldı. Bütün gaziler, alpler, Rumeli’nin zengin tımarlarına nail olmak isteyen… Sipahiler, hep Osmanlı hanedanı etrafında toplandılar, çıkarlarını onun çıkarlarına bağladılar; Bizans’ın iç gaileleri sayesinde hızla ve zaiyatsız gelişen Balkan fütuhatının itici gücünü oluşturdular, irili ufaklı fiyefleri(dirlikleri), babadan oğula kalan ve dolayısıyla menfaatleri, varidatı kendilerine tahsis edilmiş olan yerlerin iktisadi yükselişine, yani köylü sınıfının refahına müstenid olan bu sınıf, düştüğü mali buhran içinde artık yalnız kısa vadeli hesapları yapabilen Konstantinopolis’in koyduğu ağır vergileri hafifleterek, Bizans’ın yerine getiremez olduğu köylüyü himaye ve güvenlik fonksiyonlarını devraldığı gibi, geniş bir dini serbesti ve ruhani sınıfların imtiyazlarına riayet politikasıyla soylu Hıristiyanları da teskin etti. Osmanlı İmparatorluğunun kurucu sınıfı, işte bu çok sağlam esaslara dayanan… toprak aristokrasisi, bu yüksek Türk aristokrasisi idi. (…) Osmanlılar, ancak böylelikle Balkan toprağına sıkıca kök saldıktan sonra, Timur darbesi karşısında bile yitiremeyecekleri bu üsten hareketle Anadolu’yu ele geçirmeye koyuldular. Katiyetle denilebilir ki, Bayezid tahta çıktığı zaman, Osmanlı devleti Anadolu’da ve Balkanlarda sağlam ve kuvvetli bir imparatorluk şeklinde kurulmuş bulunuyordu.

Burada Köprülü; çoğu romantik tarihçinin “hoşgörü” gibi soyut kavramlarla açıkladığı Osmanlı’nın gayri-Müslim tebaa ile ilişkisini, sınıf, ekonomi gibi daha elle tutulur kavramlarla açıklamaktadır. Bunların yanı sıra Köprülü; Osmanlı Devleti’nin Kuruluşu kitabında Halvetiye tarikatını bir “burjuvazi tarikatı” olarak tanımlar, “Kazeruniye veya İshakiye veya Mürşidiye”nin küçük burjuvazi ve işçi sınıfı temelli olduğunu söyler, Mevleviliği ise yüksek aristokrasi ile yüksek ve orta burjuvazi temelli bir tarikat olarak tanımlar. O dönemde konargöçer Türkmenler hakkında yazılan itham ve hakaretleri, Sultan Veled’in Türklere nefretini anlatan şiirleri de sınıfsal bir şekilde yorumlar. Köprülü’nün kullandığı “tarihi tekâmül” terimi de yukarıda Engels ve Politzer’den verilen örneklerle, yani “değişimin sürekliliği” ile bağlantılıdır.

Köprülü ve Akçura, kesinlikle dönemlerindeki çoğu tarihçiden ve siyasetçiden daha ileridelerdi. Çünkü çağı yakalamışlardı. O dönem Marksist ekolün etkileri, doğrudan ve dolaylı olarak çoğu yerde vardı. Devletçilik ilkemizin oluşması İttihat ve Terakki’nin politikalarına kadar gider. Devlet eliyle Türk sermayesi yaratma ise (Akçura’nın milli burjuvazi söylemlerinin pratikte karşılığı), “Parvus Efendi” ismiyle bilinen Yahudi asıllı Rus sosyalist Aleksandr Lvoviç Parvus’un, gerçek adıyla ise Israel Lazareviç Gelfand’ın İttihat ve Terakki’ye etkilerindendir. Bu sadece Türkiye’de olan bir durum değildi. Mussolini’nin ve Hitler’in ekonomi politikalarında da kapitalizm ve komünizmin bir karışımı görülür. İkisi de zaman zaman Sovyetler Birliği’nin ekonomik programlarından esinlenmiştir. Bunu 1930’lar dünyasında araştırırsak, birçok alanda görebiliriz. Ancak şu an bambaşka bir çağdayız. Bilim, teknoloji, ekonomi, toplum, siyaset, 1930’lardan çok daha farklı. 1930’larda “genç, dinamik ve başarılı” bir örnek gibi görünen Sovyetler Birliği; çoktan çöktü, iflas bayrağını çekti. Şu an ise Sovyet mantığı ve zihniyetinden uzaklaşabilen Doğu Bloğu ülkeleri, uzaklaşamayanlara göre çok daha ileride. Mesela Baltık ülkeleri, özellikle de Estonya, başta bilişim olmak üzere çoğu konuda eski Sovyet ülkelerinin geri kalanından daha ileride. Çünkü Sovyetler dağılır dağılmaz Rus kampından hep uzak durdu, köhnemiş Sovyet geleneğini temizlemeye koyuldu. Keza, evrim kuramı da diğer 19. yüzyıl bilimsel gelişmelerinin dahil olduğu disiplinler de Darvin’den bugüne birçok değişime uğradı. Elimizde genetik gibi bir bilim var ve artık değil evrim mekanizmalarını takip etmeyi; bir tükürükten bir insanın binlerce yıllık geçmişini, hangi etnik unsura daha yakın olduğunu, hangi hastalıklara sahip olma potansiyelinin olduğunu, alkole karşı vücudunun verdiği tepkiyi bile öğrenebiliyoruz! Bu koşullarda, Akçura ve Köprülü’nün mirasına sahip çıkıp, bu mirası geliştirip yüceltmeyi amaçlıyorsak, biz de günümüz koşullarına göre neler yapabiliriz onu konuşmalıyız.

Köprülü ve Akçura’nın tezleri, başta ekonomi olmak üzere “insanın ürettiği”
kavramlar üzerinden gitmekteydi. Şu an ise genetik bilimi, doğrudan insanın kendisiyle ilgilenmekte. O gün ancak hücrenin yapısını ve evrimin temel yapısını çıkarabilirken, bugün hücrenin çekirdeği ve mitokondrisi başta olmak üzere hücreden daha küçük unsurların içinde bulunan DNA ve RNA’yı çözümlemiş bulunmaktayız. Mesela diyelim ki dilbilim çalışıyoruz. Anadolu ağızları arasındaki farkları incelerken, bu ağızların olduğu bölgelerden alınan genetik örneklerle bu ağızları konuşan insanların göç yollarını genetik üzerinden hesaplayabiliriz.

Görselde gördüğünüz Yamnaya kültürünün Avrupa’daki genetik yayılımı, günümüz Hint-Avrupa dilbilim ve tarih çalışmalarının temelini oluşturmaktadır.

Misal, Anadolu’da Eretna döneminden Uygur etkisine sahip bir yer olduğu iddiası var ise, ağız özellikleri buna işaret ediyorsa, ancak bu iddia tarihsel olarak kanıtlanamıyorsa, o bölgeden alınan genetik örnekleri günümüz Uygur ve Yugurları ile kıyaslarsak o yörelerdeki insanların atalarının Asya’nın hangi yöresinden göç ettiğini çıkartabilir; belki de tarih biliminin kaynak yetersizliği yüzünden bulamadığı bir göç yolunu keşfetmeye giden yolu açabiliriz. Diyelim ki o söz konusu ağız bölgesindeki “haplogruplar” ile, Uygurların veyahut Yugurların “haplogrupları” arasında tutarlı bir eşleşmeye rastlandı… O durumda diyebiliriz ki bu yöredeki insanlar Türkiye Türklüğünün ezici çoğunluğunun aksine Oğuz/Türkmen menşeli değil, Uygur kökenli. Genetik bize “haplogrupların” birbirinden ayrılma zamanı gibi detayları da sunabilmekte, böyle bir şekilde belli bir tarih aralığı tahmininde bulunmamız dahi mümkün. Yeterince detaylı bir test ile, elde de karşılaştırma için yeterli örnek var ise, o köydeki insanların günümüz Uygurlarının atalarından kaç yüz yıl önce koptuğunu bulmamız meşakkatli olsa da mümkündür. Bugün Hint-Avrupa dil ailesinin kökenlerini araştırırken çoğu bilim adamı, günümüz Ukrayna’sı ve Rusya’sında bulunan ön- Hint-Avrupalı Yamnaya ve ön-İrani Sintaşta kültürlerinin genetik yayılım alanlarıyla birlikte incelemektedir mesela.

İnsan genetiğinde önemli işaretleyicilerden olan Y-DNA haplogruplarından R1b’nin altdalı PH155, bu haritada görüldüğü üzere 3 tarihi örnekte bulunmuştur:

Asya Hunlarına(Xioungnu) ait Moğolistan’daki bir kurganda, Tanrı Dağlarında, Asya Hun devleti dağıldıktan sonra günümüz Türkistan’ına
göç eden Hun kolunda(Yüeban adıyla bilinirler) Avrupa Hunlarına ait Sırbistan’da çıkan bir örnekte.

Bu güne kadar, Avrupa Hunlarından doğrudan bir yazılı kaynak olmadığı için, Türk menşeli oldukları konusundaki ifadeler ‘muhtemelen’, ‘büyük ihtimalle’ şeklinde geçmiştir ve hatta Batılı ve Rus Türkologlardan Hunları Türklük dışına çıkartmak isteyenler dahi olmuştur. Ancak genetik veriler arttıkça, Avrupa Hunlarının Asya Hunlarından türediği kesinlik kazanmaktadır.

Çağımızda psikoloji biliminde ayrı bir araştırma konusu hâline gelen IQ çalışmalarından kesitler. Türkiye ve Dünya genelinde baktığımızda belli bölgeler arasında nasıl keskin geçişler olduğunu görebiliyoruz.

Bunu Türk entelejensiyası olarak kavrayabilirsek, her zaman şikâyet ettiğimiz “yazılı kaynağın az olması” handikapını aşma imkânımız var. Yukarıda bahsettiğim bilimsel gelişmeler bugüne kıyasla yüzeysel olduğu için, insan biyolojisindeki farklılıkları hakkıyla tespit edememişti. Bugün, IQ testlerinin sayesinde farklı etnik ve coğrafi toplulukların birbirinden farklı IQ seviyelerine sahip olduğunu, dolayısıyla gelişmişlik farklarının sadece ekonomik ve kültürel değil, aynı zamanda biyolojik sebeplere dayandığını da söyleyebiliriz. Richard Lynn’in “Regional differences in intelligence, income and other socio-economic variables in Turkey” yani “Türkiye’de zekâ, gelir ve diğer sosyo-ekonomik değişkenlerdeki bölgesel farklılıklar” araştırmasını internette aratırsanız, etnik farklılıklar ile IQ tabakalaşmasının dahi belli tutarlılıklar içerdiğini görebilirsiniz. Keza, Lynn’in başka çalışmaları Doğu Asya ve Kuzey Avrupa ile, Sahra-Altı Afrika ve Ortadoğu arasında IQ uçurumu olduğunu gözler önüne sermekte. Her ne kadar “eşitlikçi”, “sol liberal” akımlar reddetse de ister adına ırk denilsin, ister de insan popülasyonları arasındaki genetik çeşitlilik denilsin, toplumsal fenomenlerin biyolojiyle örtüştüğünü görebiliyoruz. Genetik bilimi ilerledikçe, psikoloji de bu yönde gelişecektir. Misal, yıllardır Amerika’daki zencilerin suç oranının yüksekliği ayrımcılık, ekonomik uçurum gibi sebeplere dayandırıldı. Gel gelelim, H. G. Brunner başta olmak üzere bilim adamlarının yaptığı genetik çalışmalar, zencilerin MAO-A şeklinde kısaltılan “Monoamine oxidase A” genine, diğer toplumlardan daha yüksek oranda sahip olduğunu kanıtladı. Bu gen, genel olarak saldırganlıkla ilişkilendirilmektedir. Dolayısıyla, sosyal bilimleri incelerken, insan toplumlarının birbirinden farklı özelliklerde olduğunu bilmek ve buna göre yorumlama yapmak gerekmektedir. Çağımızın gittiği nokta burasıdır.

Sadece bilimsel gelişmeler değil, toplumsal gelişmeler de farklı bir bakış açısını zorunlu kılmaktadır. Mesela genel itibariyle toplumumuzda “Batı’daki Türk düşmanlığının sebebinin Türklerin Müslüman olması” vurgulanmakta. Bilakis Almanya örneğinde Arap, Afrikalı ve Güney Asyalı göçmenler; Türklere kıyaslanamayacak oranda tecavüz ve gasp suç oranlarına sahipken, Alman basını bu unsurlara değil Türklere saldırmaktadır ve Merkel uzun bir süre ülkeye daha fazla Suriyeli mülteci alınmasını destekler demeçlerde bulunmuştur. Bu demek oluyor ki ortada kategorik bir İslam düşmanlığından ziyade, özel bir Türk düşmanlığı var. Bunun sebeplerini tarihi ve etnik faktörlerde aramak zorunludur. Madem toplumsal faktörlerin sebebini daha “kökensel” konularda arıyoruz, o zaman tipik “Avrupa’daki Müslüman algısının Orta Çağ’dan itibaren Türk’e denk olmasını” da bunda aramalıyız. Avrupalı, yıllarca Türk deyince Müslüman anladı. Çünkü Müslüman uluslar arasında savaşçılık, devlet geleneği ve teşkilatçılık özelliği en zirvede olan unsur Türklerdir. Bu da Türklerin ılıman ve sıcak iklimde oluşmuş diğer Müslüman unsurlar aksine; Sibirya taygalarından Ural dağlarına uzanan soğuk, zorlu coğrafyanın yaşam şartlarına, Türkistan bozkırlarının sert koşullarına yüzyıllar boyunca adapte olması, bu koşullarda hayatta kalarak
bu ortama göre “doğal seçilim” mekanizmasına uğraması gibi sebeplere dayanır.

Söyleyeceklerimi çok daha uzatmak isterdim, bu yazıda belli bir konunun daha “somut” ve “materyal” kısmını işledim. Nasip olursa, bundan sonraki yazıda veyahut başka yazılarda, bu konunun daha “soyut” ve “metafizik” kısmını işleyeceğim. Sağlıcakla kalın!

Denizcan DEDE

https://soundcloud.com/30eksi/cileli-mujde-enstrumantal
Eşliğinde okumanızı tavsiye ediyoruz.

Sevgili bir kardeşim 30eksi için “30’u bitirmeden bir yazı yolla” diyerek yazı isteyince, aklıma bir çocuk düştü. 30’una çok vardı. O çocuktan bahsedeceğim biraz.

Geceler boyu kitap okur, gündüzler boyu okudukları üzerine düşünürdü. Kaç defadır bilmem, şafağın kızılıyla kan çanağı gözlerinin uğursuz bir rezonansa girdiği. Kaç defadır bilmem, bir şeyi anlamayınca, bir ifadeye dair okuma gereği hissedince, yatağa yollanamayıp raftan bir kitap daha aldığı. Evde yemek, sohbet, kavga, televizyon sesleri fersahlarca öteden gelir gibi derinden bir fon yaparken, kitaplarına dalıp bambaşka dünyalara giderken o, aklında tek bir şey vardı: Ülküsüne layık bir evlat olmak.

Evet, bir ülküsü vardı, vardı ama ne olduğunu bilmiyordu. Her askeri ülkücü, her bıyıklıyı amcası sandığı çağlardı. Güzel insanlardı onlar, bilhassa annesinin arkadaşları. Herkes yeğen, herkes kardeş, bacı, amca, teyze idi. Arkadaşı Ertuğrul’la ezberledikleri şiirleri konuşur, Mehmet Han’la kim daha fazla marş biliyor diyerek kapışırlardı. Bu çevreyi bir araya getirenin “ülkü” denen bir “şey” olduğunu öğrenmişti. Çok sevmişti o ülküyü, o yüzdendi ne olduğunu anlamaya çalışması. Evvela bu deryayı keşfedecek, sonra yepyeni ufuklara, bir ülkücü olarak yelken açacaktı.

Evvela kitaplardan öğrendi, herkes bu ülküyü paylaşmıyordu. Zannediyordu ki, ülküsü bir haksızlığa uğramıştır. Evet, bu kadar iyi insanları bir araya getiren o bağ, kötü bir şey olamazdı. İlkokul öğretmenini çok severdi, onu ülkücü sanardı. Yolda dilenciye iyi davranan o ihtiyar adam, kesinlikle ülkücü olmalıydı. Demek, dünyada iyi insanlar vardı, onlar ülkücüydü; bir de kötüler. Kötülerin nüfusu biraz artmıştı galiba, o yüzdendi bu çevrenin genişleyip dünyayı kucaklayamaması. Evet, zannediyordu ki ülküsü bir haksızlığa uğramıştı.

Biraz büyüdü, güzel bir liseye gitti. Okumaktan gözlerindeki kan çanağı kalıcılaşmıştı, uyuşturucu kullandığına dair şakalar yapar, dalga geçerlerdi onunla. Tuhaftı biraz, Amerikan gençlik filmlerindeki “ucube”lere benziyordu. Ülkücüyüm dediğinde biraz tuhaf bakıyorlardı ona, Türklerin tarihinden yahut özelliklerinden bahsedince gülüyorlardı. Anlamıyordu, gerçekten anlamıyordu. Güzel şeyler anlatıyordu halbuki, neden gülüyorlardı? Anlamadıkça sertleşti. Yüreği bir kabuk bağladı. Anlatacaktı. Gülünecek bir şey olmadığını gösterecekti.

Haksızlığa uğradı. Saldırıya uğradı. Ergen dimağında yatılı okulundaki ortam koskoca bir dünyaydı, o dünya kapkaranlık kesmişti. Tarikatler vardı, cemaatler. Hatta kendi de bunlardan birine, “biz Horasan erenlerinin yolundayız” dedikleri için sempati duyacak olmuştu da, Allah’ın ihtiyar bir Kürt’le sohbet ettiğine inanası gelmediğinden uzaklaşmıştı. Uzaklaşıp izliyordu, gerçekten komik ne kadar fikir varsa bir sürü takipçi buluyordu da, onun o güzelim, ona hiç kötülük getirmemiş, onu hep daha iyi bir insan olmaya teşvik etmiş ülküsü neden bulamıyordu, üstelik dalga meselesine dönüşüyordu?

Karar verdi, bu böyle olmayacaktı. Ülküsünü cazip hale getirecekti. Arkadaşlarını zehirlemeye başladı. Bir şövalye ahlakının, bir seçilmişlik hissinin sahnelerini gösterdi onlara. Bir avuç arkadaşını ikna etti. Artık yalnız değildi, Ocak merdivenlerini birlikte çıkıyorlar, artık bildiği dilden konuşuyor, onun ilgi alanlarına dair sohbet ediyorlardı. Gerçi, taze ülkücü arkadaşları da arada bir dalga geçmiyor değildi onunla, “adam sen de” dedikleri vakiydi, ama onu tazeliklerine veriyordu. Bu kadar güzel bir ülkü, insanın hayatını büsbütün işgal etmeliydi ona göre, işgal etmesine izin verdiği için dalga geçenler, henüz tam idrak edememişlerdi.

Lise serüveninin ortasında, başvurmak istediği son yönteme başvurarak, amacına ulaşmıştı. Yerde yatan 20 genç, 20 akranı, bütün okula ülküsünün dalga geçilir olmadığını ilan ediyordu lisan-ı hal yahut kırık kemik sesleriyle. Uğradığı bütün saldırılar, alaylar, izzet-i nefsini zedeleyen bulaşmalar birikmiş, arkadaşlarına da sirayet etmişti. Bir gün topluca saldırıya uğrayınca, “öpkem kelip ogradım” mısraının mübdiinin soyundan geldiklerini hatırladılar. Çok güzel dövdüler, şiir gibi dövdüler. O zavallı sürüye layık sert bakışlı gözün, sıkılı ağır yumruğun ne işe yaradığını hatırladılar, hatırlattılar.

Mezun olduğunda, onlarca kardeşi vardı onunla aynı iklimi paylaşan. Onlardan olmayanlara dokunmuyorlardı, ancak kimse onlarla dalga geçemiyordu. Nihayet, tam aksi istikametin yolcusu, aile hikayesi nedeniyle terörün kucağına düşmüş bir akranı, haksızlığa uğradığında onun yanında oluşu hatrına gömleğini “Nevşehir’in Başbuğu” diye imzalayınca… Tevazuyla bir çift laf etti, böyle mübalağa olmaz dedi ama, gözlerinin derininde bir kıvılcım çaktı. Doğru yöntemi bulmuştu: şövalyelik. Göstere göstere şövalyelik edecek, Atsız gibi, düşmanının dahi mertliğinin hakkını vermesini sağlayacaktı.

Üniversite okumaya geldiği büyük şehirde ise bir yıkım yaşadı. Ülküsünün çok da güzel olmadığını fark etti. Ülkücüler güzel insanlardı; ülküsüyse yeşermemiş bir tohum. Hatta, yer yer küfleniyordu, filizlenme ihtimalini sonsuza dek yitirmek üzereydi. Bir şeyler yanlıştı, bu yanlış hep “yanlış anlaşılma” değildi. Ülküsünde, o güzelim ruh ikliminde yanlışlar, hatalar olduğunu fark ettiğinde… Dünyası başına yıkıldı. İnancıydı çöken. Allah inancı, ahiret inancı umrunda değildi, insan bunları kaybedip pekala yaşayabilir. Ancak kendisine ve iyi bir insan olmaya inancını yitirirse insan? İnanç bambaşka bir şeydir, insanı insan eden inancıdır, ortada matematik ifade edilecek bir sebebi yoksa da, iyi bir insan olmayı, doğruluğu seçmeyi sağlayan inançtır.

Son gücüyle, takatinin son damlasıyla, aylar boyu yemek yememiş, sigarayla, bir iki yudum meşrubat, bir lokma abur cuburla beslenmiş, cılız haliyle ayağa kalktı. Ülküsünde yanlış vardı ama, çocukluğundaki manzaralar gözünden gitmiyordu. O iyi insanların kazanmasını istiyordu. Sonra, toprağa girenlerin hikayeleri… Boşu boşuna ölmüş olsunlar istemiyordu. Kibrinden değil, ama o dünyaya sadakatinden, kendini dünyadaki tek, son ülkücü addetti. Ülküsünü ayağa kaldıracaktı. Ne eksiği varsa o tamamlayacak, ne yanlışı varsa o düzeltecekti. İnanç yeniden kıvılcımlandı içinde. Müthiş bir enerjiyle doldu.

Artık insan hayatını bir ideolojinin büsbütün işgal etmemesi gerektiğini biliyordu. Hayır, hayat ideolojiyi işgal etmeliydi! Dikte etmesi gereken hayattı, hakikatti, vakıaydı. Bunu düşünerek çalıştı o epifani anından itibaren.

Kendi gibileri bulmaya başladı. Sesini yüksek çıkardı. Sesini duyan akranları geldi. Bir aile oldular, bir cemiyet oldular. Dalga geçenler durulmaya başladı, bu defa dövmek zorunda kalmıyorlardı. İlgiyle izlemeye başladılar. Kimisi iş adamı oldu aileden çıkanların, kimisi yazar oldu, ödül aldı. Kimi akademik başarılarıyla göz doldurdu, kimi genç yaşında yurt dışında kariyer yapmaya başladı. Hepsini birleştiren tek ülkü vardı: Türk milliyetçiliğini hakikate, çağa ve insana uyumlu hale getirmek.

İşte o çocuk, yakında 30’unu geçecek. O çocuğun arkadaşları da öyle.

Şimdi bu satırları yazarken gülümsüyorum. “Ölmez Bu Hareket” çalıyor arkada. Pek pahalı bir bilgisayarda yazıyorum. Kedim ayaklarıma dolanıyor. Karım aşağıda kahvaltı hazırlıyor. İşim gücüm var, geçimimi sağlıyorum şükür. Kardeşlerim benden yazı istemiş, uyanır uyanmaz o yazıyı yazmaya koyulmuşum.

O çocuğun, internet kafeye ödeyecek parası olmadığından, arkadaşıyla birlikte Türk Ocağı lokaline gidip, iki çay söyleyip, içmeyip, lokalin internetiyle, her tarafı arızalı bir dizüstü bilgisayarda dergi dizgisi yaptığı zamanları hatırlıyorum. Sarkık bıyıklarını kesmek istemediği için emeğiyle büyüttüğü kurumdan istifa ettiğini, işsiz kalıp, maaşının yarısından azına, kendi gibi sarkık bıyıklıların, kendinden daha çekik gözlülerin kurumunda çalıştığını hatırlıyorum. Geçim zorluğunu, ihaneti, çaresizliği hatırlıyorum. Tek arkadaşının olmadığı günleri… Bak diyorum içimden, işte geçti hepsi. Şimdi çok daha kalabalığız. Derdimizi, kaygımızı paylaşanlar çoğaldı. Paylaşanlar, daha da önemlisi, tanıştı, birleşti.

15 yaşımda, ağabeylerim, ablalarım bir dergi çıkarıyorlardı. Benden bir şiir istemişlerdi. Yayımladılar, eve geldi dergi. Nasıl sevinmiştim, dünyalar benim olmuştu.

Sonra biz dergi çıkardık. Paramız bitince, 9 sayı sonra veda ettik. Derneğimiz kapandı.

Fakat ben dergi çıkardığım için işe alındım. Ufak da olsa yöneticilik tecrübesi mayama işlediğinden, genç yaşımda yöneticilik yaptım.

Ve, geçenlerde toyumda her nesilden o “iyi” insanlar, o “ülkü”yü bana sevdirenlerin mayasından bir cemiyet toplandı. Genciyle, yaşlısıyla bozkurt çekip oynadık.

Elbette pek büyük bir adam olamadım. 20 yaşımda dünyayı değiştirecektim. Şimdi çok daha küçük meselelerin kavgasını veriyorum. İçimde bir yerde, bu küçük adımların bir gün dünyayı değiştirecek yola çıkacağını düşünüyorum ama, o yolda yürüyecek kadar yaşayacağımı sanmıyorum. Başkaları alacak meşaleyi, onlar yürüyecek. Yine, geçti diyorum işte. Geçti. O küçük mücadeleler… O küçük adımlar… O herkesin dalga geçtiği çaba, emek… İşe yarıyor. Evet, işte yarıyor. Boşa değil.

30’unun altında, vaktiyle tuhaf, ezik ve yalnız bir çocuk olarak geçtiğim yollardan geçen kardeşim… Hiç canını sıkma sen. Elem çekme sen. Kara kara bulutlara bakma sen. Yeşermesi ektiğimiz tohumun, haktır! Bak, o eziyeti çeken bir ağabeyin, bugün bir sigara yakıp, “iyi ki” diyor, “iyi ki çekmişim. İyi ki bu güzelim ülküden vazgeçmemişim.”

İnan dostum, can dostum, güzel günler gelecek.

M. Bahadırhan DİNÇASLAN

“Kim dilerdi, tarihi karanlık iki dehşetli kutup arasında kalmayı”

Varşova; Vistül Nehri üzerine kurulmuş, Doğu Avrupa’nın gelişmiş şehirlerinden biri olmakla beraber tarihe biraz ilgisi olanların aklında hiç de iyi yer tutmayan bir başkenttir. Coğrafi konumu sebebiyle tarihin iki gaddar kuvvetinin arasında sıkışmış, direnmeye fırsat dahi bulamamış bahtsız bir şehirdir. Hem Hitler gibi bir faşistin hem de ondan hiç aşağı kalır yanı olmayan Stalin gibi bir canavarın gazabına uğramıştır. 2. Dünya Savaşı sırasında yerle bir edilip daha sonra tekrar inşa edilen Varşova, mitolojide bizim Zümrüd-ü Anka Kuşu olarak bildiğimiz Feniks’e benzetilir.

Bilinçaltımda zaten soğuk, gri ve kasvetli bir imajı olan bu şehir Polonyalı arkadaşlarımın da beğenmemesi ve gezmek için tavsiye etmemesiyle hiç de merak duymadığım bir yer haline gelmişti. Ne var ki, bir öğrenci olarak maddiyatı gözetmem ve Doğu Avrupa’yı öğrenmeye hali hazırda başlamış olmam sebebiyle yakınımdaki Varşova’yı ziyaret etmemek olmazdı.

Üç günümü ayırdığım şehre uzun bir otobüs yolculuğunun ardından sabahın erken saatlerinde vardım. Şehre girdiğim vakitte hava karanlık olmasına rağmen diğer Doğu Avrupa şehirlerinde görmeye pek alışık olmadığım yüksek ve modern yapılar gözüme çarptı. Yolculuğa başladığım Riga Terminali’ne göre daha büyük ve gelişmiş bir terminalde havanın biraz aydınlanmasını bekledim. Yine de fazla dayanamayıp bir süre sonra kendimi dışarı attım. Hava yeni aydınlanıyordu ve şehir aydınlatmaları henüz kapanmamıştı. O ışıklı binaların arasında, tam karşımda Polonyalıların “ucube” olarak adlandırdıkları devasa büyüklükte ve mor ışıklarla aydınlatılmış Kültür ve Sanat Merkezi duruyordu. Bu yapının benzerlerini Sovyet hükmü altına girmiş diğer ülkelerde de görmek mümkün. Dikkat çekici ve şehrin tam ortasında yer alıyor olsa da ürkütücü bir mimariye sahip olan bu yapı savaştan sonra Stalin tarafından Varşova halkına hediye edilmiş. Bu bina inşa edilmeden önce halka iki seçenek sunulmuş. Bunlardan birisi, üzerine konuştuğumuz bu yapı iken, diğeri metro alt yapısıymış. Halk çoğunlukla şehre metro yapılmasını talep etmesine rağmen Stalin referandum sonucunu gözardı edip bu binayı inşa ettirmiş. Sefil yaşamdan dolayı sosyalizmden ve Stalin’den zaten nefret etmiş olan halk bir de üzerine taleplerinin gözardı edilmesi üzerine binadan nefret etmiş ve bu bina onlara hep o karanlık sovyet günlerini hatırlatır olmuş. Yıllar geçtikçe bu binanın yıkılması dahi gündeme gelmiş fakat bunun mantıklı ve ekonomik olmayacağı anlaşılınca farklı bir yöntemde karar kılınmış: Binayı olabildiğince saklamak…

Kültür ve Sanat Merkezi

Varşova, eski bölgesini hesaba katmazsak, şehircilik bakımından diğer Avrupa şehirlerinden biraz farklı olarak daha Amerikanvari bir havaya sahip. Binaların dizilişi, caddelerin genişliği, trafik düzeni vs. Bu sistemin kaçınılmaz bir parçası olarak da diğer Avrupa şehirlerine nispeten daha çok sayıda gökdelen barındırıyor. Şehir yönetimi; mevcut ve devam eden gökdelen inşaatlarıyla beraber az önce bahsettiğim “ucube” yapıyı şehrin silüetinden çıkarmaya, onu saklamaya çalışmış. Hatta bu çaba yetmezmiş gibi nispet yaparcasına bu “sosyalizm abidesi”nin tam karşısındaki binanın tepesine kocaman, ışıklı bir “Coca&Cola” tabelası ve “McDonalds” tabelası çakmış. Yaa Stalin efendi, zamanında senin sadece patates yemeye mahkum ettiğin halk şimdilerde neler neler yapıyor sana… 🙂

Söz konusu trajikomik tabelalar

Şehir; modern ve gelişmiş tarafının yanında bir de UNESCO tarafından miras listesine eklenmiş, eski fotoğraflardan yola çıkılarak yeniden inşa edilmiş sıcak bir “old town” bölgesine de sahip. Daha turistik olan bu bölgede her ülkeden ziyarete gelen insanlarla karşılaşmak mümkün. Bu bölge mimari yapısıyla, peyzajıyla, sokak sanatçılarıyla oldukça canlı ve renkli bir yer. Başkanlık sarayı gibi birkaç önemli yapıyı daha barından bu yerin oldukça merkezi bir noktasında dalgalanan bir Türk bayrağı göze çarpıyor. Büyükelçilik sandığım bu yerin aslında Turizm Tanıtma Ofisi olduğunu orada tanışmış olduğum ve beni birlikte Galatasaray – Fenerbahçe derbisi izlemek için bir Türk lokantasına davet eden İrfan Abi ve arkadaşlarından öğreniyorum.

Old Town

Polonya’da Türklerle karşılaşmak mümkün. Ekonomik şartlar nedeniyle Türk öğrenciler tarafından Erasmus yapmak için tercih edilmesinin yanı sıra Polonya’nın nitelikli çalışana ihtiyaç duyan bir ülke olması göç almasına sebep oluyor. Yeni yeni kalkınmaya başlayan bu ülkede hizmet sektörü büyük bir gelişim gösteriyor ve üniversite mezunu Türklerin bu sektörde çalıştığını görebiliyoruz. Ayrıca çok sayıda lüks Türk restoranıyla da karşılaşılabiliyor. Polonyalılar Türk yemeklerini gerçekten çok seviyor.

Bir Türk lokantası

Bir şehri ziyaret ederken durmadan yürümek ve sadece turistik yerleri değil, insanların yaşadığı yerleri de görmek gerekir. Mahallelere girmek, parklarda yürümek, çarşıya pazara karışmak lazımdır. Varşova’nın merkezinde çok büyük bir alanı kaplayan Lazienki Park, insanların şehir karmaşıklığından kurtulup doğayla bütünleştiği bir mekan. Bu parkın içerisinde küçük göletler, ağaçlar, hayvanlar, yürüyüş yolları ve büyükçe bir konser alanı mevcut. Sonbaharda gitmem sebebiyle Lazienki Park bana eşsiz bir gün yaşattı.

Lazienki Park

Varşova’da ziyaret edilebilecek diğer bir yer ise Wilanow Sarayı. Bu saray 1683 yılında Türk ordusunu Viyana’da durduran Kral 3. Jan Sobieski’ye ithaf edilmiş. Özellikle ilgi duyanların muhakkak ziyaret etmesi gereken, içerisinde güzel sanat eserleri olan mütevazı bir saray.

Wilanow Sarayı

Avrupa’da herhangi bir yerde Türklerle ilgili şeyler bulmanız olası. Bunun sebebi Türklerin farklı coğrafyalara uzanması ve onları kültürüne bağlı tutacak sebeplerin çokluğudur. Tarihte Osmanlı ile Lehistan Krallığı arasında olumlu ve olumsuz olaylar yaşanmasına rağmen onlar bize, biz de onlara saygı beslemekteyiz. Onlarla savaşmış olmamıza rağmen kıyım yapmadığımız için bize karşı bir nefret beslemiyorlar. Polonya, Osmanlı ile ilişkilerinin yanı sıra Tatar Türkleri’ne ev sahipliği yaparak da dikkatimizi çekiyor.

Tatar Türkü Subay, 1. Dünya Savaşı yılları

14. yüzyılda Lehistan Krallığı’nın daveti üzerine paralı asker olmak için gelen Tatarlarla beraber 600 yıl önce, büyük Litvanya Krallığı zamanında, Altın Orda Hanedanlığı içindeki taht kavgalarından kaçmaları ya da Litvanya ile yapılan savaşlarda esir düşmeleri sonucunda Tatarlar Polonya’ya göç etmeye başlamışlar. Farklı dövüş tekniklerine sahip olmaları ve savaş alanlarında göstermiş oldukları başarılardan dolayı Polonya ordusu içinde yüksek mertebelere dahi ulaşmışlardır. Özellikle Orta Çağ Avrupa tarihinin en büyük savaşlarından biri olan Grunwald Savaşı’nda gösterdikleri kahramanlıklardan dolayı Polonya halkı tarafından çok saygı gösterilen bir millet olmuşlar. Sonraları dillerini kaybetmiş olsalar da dinlerini ve bu sayede kültürlerini önemli ölçüde korumuşlar. 1. ve 2. Dünya Savaşları’nda yine Polonya ordusunda yer alıp önemli rütbelere getirilmişler.

1. Dünya Savaşı’nda şehit olan bir Tatar Türkü subayın cenazesi ve ay yıldızlı bayrak ile uğurlanışı…

Günümüzde Polonyalıların Avrupa içerisindeki en milliyetçi toplumlardan biri olmalarından yakınılıyor. Bu yakınma yersizdir. Acıları hâlâ çok taze olan Polonya; başta da belirttiğim gibi iki kuvvet arasında kalıp, yok olup küllerinden yeniden doğmuş bir ülkedir. Bu yeniden doğmanın anahtarı hiç şüphesiz milliyetçilik olmuştur. Milletlerin acıları taze olduğu zaman onları hayata bağlayan milliyetçilik duyguları da daha güçlü oluyor. Zaten bu duygu toplumda tükendiği zaman birileri gelip üzerinizde istediği planları yapabiliyor.

Tabii her ne kadar onları hayata bağlamış olsa da, bu geç kalınmış bir milliyetçiliktir.

Zamanında bize biçilen uğursuz senaryoların benzerlerini biçmişlerdi onlara da. Fakat onlar bizim kadar şanslı değillerdi.

Onların Atatürk gibi bir kurtarıcıları yoktu.

Wroclaw’da Mustafa Kemal Atatürk isminin verildiği lise

Dolunaydan bana emrolundu,
Tercihim değil yazgım bildim.
Kısa bir bakışmanın sonrasında,
Zamandan çıkarcasına sevdam bildim.

Yıldızları seyre daldım o gece, dolunaydı,
Bir ses fısıldadı yıldızlar kulaklarıma,
“Onu asla bırakma.”
Ruhum kucaklaştı tabiatla,
Göz göze geldik beklenmedik
Gözlerin gözlerime değdi anlayacağın,
Korkuyorum senden mübeccel,
“Seni asla bırakmam.”

Bir şiir ayakta bira içiyordu,
Gözlerimle gördüm.
Ellerinden tuttum ve dans ettik,
Dinle beni dedi iyi dinle,
“Onu asla bırakma.”
Göz kapaklarım ağırlaştı,
Bileklerimde ay kesiği bir yara,
“Seni asla bırakmam.”

Eski bir yüze rastladım,
Geçmişe alaycı bir ışık gönderdi,
Müfrit bir ses kucakladı beni,
Gökyüzünde muhayyel kelimeler,
“Onu asla bırakma.”
Bu ne şanlı bir rüya,
Göğsümü açtım semaya:
“Seni asla bırakmam.”

Alparslan Türkeş kimdir? 80 yıl yaşamış, sadece MHP Genel Başkanlığı yapmış bir siyasetçi midir? Yoksa, geleceğin büyük Türkiye’sine gençliği; milli fikir, milli şuur ve milli duruş ile donatıp, yetiştiren bir teşkilatçı mıdır?

Vefatının üzerinden 22 yıl geçmiş olmasına rağmen hâlâ insanlar onun fikirlerine saygı duyuyor ve onun ideallerinin peşinden gidiyor ise hiç şüphesiz ki iyi bir teşkilatçıdır. Alparslan Türkeş, 80 yıllık ömrü boyunca Türk gençliğine büyük önem vermiş, oluşturduğu özel eğitim gruplarında gençlere dersler vermiştir. Alparslan Türkeş’in gençlere verdiği önem ile alâkalı birinci ağızdan dinlediğim iki tane anekdotu da burada paylaşmak istiyorum. Birincisi:

-Bir gün Alparslan Türkeş’in kızı Prof. Dr. Umay Günay Türkeş, Başbuğ’a sormuş:
“Baba, senin Türk gençliğinden istediğin nedir? Bu gençlerle ne yapmak istiyorsun?”
Başbuğ ise şunu söylemiş: “Ben gençlerle Türk Entelijansiya’sını oluşturmak istiyorum, onlara da bu yönde seminerler veriyorum.”

Alparslan Türkeş; çoğunluğu kasabalı, köylü olan ailelerin şehirlere üniversite eğitimi almaya gelmiş çocuklarına seminerler verir, bu taşralı ailelerin çocuklarından “Türk Entelektüel” kesimini oluşturmaya çalışırdı. Harbiyeli olması ve uzun yıllar devlet görevi yapması hasebiyle saygınlığını yükseltmiş birisiydi. Seçkinliğin ve seçkin olmanın ne olduğunu bilirdi. Türk gençlerinin standartlarını her zaman yükseltmek için de büyük mücadeleler verdi.

İkinci anekdot ise Namık Kemal Zeybek’ten dinlediğimdir:

“Sene 1989, Kültür Bakanı’yım. Bakanlığın camından dışarıyı izliyorum, izlerken bir anda Alparslan Türkeş’i gördüm. Yanında bulunan grup ile bir binaya girdi. Merak ettim, bu binada kimi var acaba? Yıllarca yanında yol yürüdüm, bu binada bir tanıdığı olsa kesin bilirdim, diye düşünmeye başladım. Özel kalemimi çağırdım. ‘Alparslan Türkeş karşıdaki binaya girdi, git bak bakalım. Kime gelmiş? Niye gelmiş?’ diyerek, gönderdim.”

Biraz sonra geldi: “Efendim, Alparslan Türkeş, 8 katlı -asansörsüz- bir binanın en üst katında oturan liseli gençlere ders vermeye gelmiş.” dedi. Bunu duyunca duygulandım ve onlara şunu söyledim: “İşte, Alparslan Türkeş budur. Herkes Alparslan Türkeş’i bitirmek isterken o dizlerinde rahatsızlık olmasına rağmen, 72 yaşında olmasına rağmen bunlara aldırmadan gelmiş, liseli gençlere dersler vermiş. Alparslan Türkeş’i bitiremezler. Gençleri en baştan eğitir, devlet kadrolarına yerleştirir. O azimlidir, kararlıdır, iyi bir mücadele adamıdır.”

Alparslan Türkeş, Atatürk’ün izinde, kaliteli bir Türk gençliği için mücadele etti ve bunu başardı. Ruhu şad olsun.

Erkan ÖZBEN

Aklıma mukayyet ol Leyla
Yine bir bakışın etmeyen ağrılar silsilesi
Bu şehirde bin ışık yanıyor
Senin bin ışıklı şehirden daha güzel bakışların var.
Sen ışık yılı uzakta olsan bile kokun benim göçmen aklımın evinde
Bir gülüşün bin kurşun eder
Kurşunlar bilir, ellerim bilir.

Beni senin hayatına not düşsünler Leyla
Kutsal şehirler içinde sen olmayınca kalp ağrısıymış
Çöllerden kapının önünde çiçek olmaya geldim
Bu araf, damarlarımda raks eden kan
Ve şair olamayışım
Yetmiyor, yetişemiyorum sana
Bütün gezegenler birbiri ardınca dönüyor
Ben sana

Leyla dilime mukayyet ol
Bakışların kurşun
Herkes senin için bir kurşun yer
Bense baktığın her yöne koşuyorum çılgınca
Bir kitap ayracıyla ayırıyorum seni diğer insanlardan
Bir dikiş iziyim, bakma öyle
Şakaklarımda kederden yapılmış bir namlu
Ha patladı patlayacak

Kırık kemiklerimin ölüme götüreceğini bilsem
Yine o vaziyette sana koşardım
Benim bir çok söküğüm varken
Sızlamayasın diye ilk seninkileri dikmedim mi?
Senin adın benim sızım
Yine iç savaş var bende
Tüm cephelerde tüm ağrılarımı kaybediyorum
Leyla, ağrılarıma mukayyet ol.

Benim yerime de uyursan mutlu olacak masalın cüceleri
Kaburgalarımdan bir köprü düşün
Narin ayaklarınla uyukla
Bas Leyla, ağrımaz ya daha fazla. 

Oturduğun kaldırım, sokak lambası
ve sen
Üryandan az biraz hallicesin tam manası
ile sen
Ellerin bomboş, ceplerin yüreğinin yansıması
Kafan dolu, başka hiçbir şeyin yok

Ne yaşamak istiyorsun
Ne ölmekten korkuyorsun

Cesaretten aptallığa uzanan gözü kara çizgiyi geçsen
Kalmadı arkasından göz pınarı kurutacağın kimsen
Üstelik sahibi değil kimse, senin kaybında bir hisse
Göz altı torbaların, başka hiçbir şeyin yok

Ne yaşamak istiyorsun
Ne ölmekten korkuyorsun

Çirkin bir leğende zar atar gibi hayatının kumarı
Dipten daha aşağısı yok ama görünmüyor da yukarı
Ya çıkacaksın ya bir anda düşecek, işte son kurşunun hüneri
Tırnakların var, başka bir şeylerin de olmalı

Yaşamaya heveslendin ama
Hala ölmekten korkmuyorsun

Şansın yaver gideli ışık görünüyor bir parça
Hatta elde ettiklerin tahmininden çok daha fazla
Peki eski günler? Dönüş yok asla!
Bir şeyler var, kaybetmeye niyetin yok

Biraz daha yaşamak istiyorsun
Ölüm biraz gecikmeli

Benjamin ve Kemal Paşa masanda iskambil gibi
Direksiyonun başında Azrail
Tırnaklarınla kazıyarak geldiğin arka koltuktan
Yumruğun hakkını verdiği sürece kim indirebilir?
Kaybedecek çok şeyin var, başka hiçbir şeyin yok

Yaşamayı çok istiyorsun
Diğer ihtimal seni korkutuyor