İnsanlık tarihi kadar eski olan savaş ve barış tarihi, yeni bir savaşın mı yoksa yeni bir barışın mı tarihini yazacak? Dünyada savaşın ve barışın kaderini belirleyen coğrafyalar her çağda farklılık göstermektedir. Orta Doğu’yu bu yönden ele alacak olursak, bu coğrafya doğu ile batının mücadelesine birçok kez ev sahipliği yapmıştır. İmparatorluklar ve ulus devletler kozlarını bu coğrafyada defalarca paylaşmışlardır. Türk unsurlarının 18 Ekim 1912 tarihinde Libya’dan, daha sonra 1 Ekim 1918 tarihinde de Şam’dan ayrılmasıyla birlikte sömürgeci güçlerin mandater yönetimleri etkinliğini bu coğrafyada günden güne artırmıştır. Mandacı yönetimler Orta Doğu’dan ayrıldıklarında arkalarında bıraktıkları sistem bölgede birleşmeyi değil, çatışmayı doğurmuştur. Emperyalist güçler böylece demokrasi ve insan haklarını bahane ederek bölgeye sık sık müdahalede bulunmak için müthiş bir zemin kazanmışlardır. Küresel çetelerin güç gösterisi yaptığı genel olarak üç coğrafya söz konusudur. Bunlar;:

  • Balkanlar
  • Kafkasya
  • Orta Doğu’ dur.

Bu bölgelerin ortak özellikleri ise etnik-dini-kültürel yapılarının mozaik olmasıdır. Belirlenmiş kaderi yaşamaya mahkûm edilmiş bu bölge halkları üzerinden siyaset ve kanlı harita hesapları, özellikle Türklerin bölgeden çekilmesiyle paralellik göstermektedir.

Alman Tarih Bilimci Ranke, “Aslında ne oldu?” ile “Aslında ne oluyor?” soruları arasındaki devamlılığı kabul etmektedir. Orta Doğu coğrafyası “Aslında ne oldu?”ları anlamadan “Ne oluyor?”ları cevaplamak zorunda kalmıştır. Soğuk savaşın sona ermesiyle dünyada özellikle bölgesel ittifaklar ağırlık kazanmıştır. Bu durumda bölgede oyuncular, aktörler sık sık değişmekte veya yeni dengeler üzerine oturmaktadır. Küresel ilişkilerde 5 ana aktörden bahsetmek mümkündür. Bunlar;

  • Devletler
  • NGO (Kızılhaç, Greenpeace)
  • TNC (Çok uluslu Şirketler)
  • Diğerleri (Terör örgütleri, Papalık, AB)
  • Birey’dir.

Özellikle batılı emperyalistler kendi kamuoyunun tepkilerinden ötürü devlet olarak aktör olmaktansa “NGO – TNC – Diğer” üzerinden jeostratejik siyaset peşinde koşmaktadırlar. Oluşmakla oluşun, devamlı yaşayan tarih ile tamamen ölü tabiatın, organik olanla mekanik olanın, kader sebepli kanunun temeli olduğuna göre, yönde yayılmanın kaynağıdır. Emperyalizmin genel olarak kullandığı argüman budur. Batı’nın ahlakında her şey yöndür, iktidar isteğidir. Uzak olana tesir etmek isteğidir. Burada Luther ile Nietzsche ile, papalar Darwincilerle, sosyalistler Cizvitlerle hemfikirdirler. Başka türlü düşünen veya öğreten günahkârdır, sadakatsizdir, teröristtir ve ona karşı amansızca mücadele edilmelidir.[1] Bu düşünce 1996 tarihinde “Medeniyetler Çatışması Mı?” teziyle vücut bulacak olan ABD’nin dış politikasının merkezine oturacaktır. ABD ve Irak yoktur. Batı ve ötekiler vardır. Bu ötekiyi komünizmden sonra büyük oranda İslam oluşturmaktadır. Medeniyetler Çatışması tezini somut hale getiren olayın fitili ise 11 Eylül’de ateşlenmiştir. Daha sonra Amerikan ordusu Irak ve Afganistan’a yaptığı müdahaleler ile kendisine karşı saldırıyı Hungtintoncu[2] yaklaşımla “sonsuz özgürlük” mottosunu da içine alarak politika haline getirmiştir. 11 Eylül saldırısı gerçekleştiğinde “Yaşasın, Müslümanlar Amerika’yı vurdu” diye sevinen Çinliler daha sonra Doğu Türkistan’da 11 Eylül’ü bahane ederek “El-Kaide” operasyonları gerçekleştirecektir. Rusya ise benzer baskıyı Kafkas Müslüman topluluklarına uygulayacaktır. İşte tam bu noktada yukarıdaki tanımı bir kez daha hatırlıyoruz. Yönelme ve iktidar isteği zıt kutupları bile aynı emperyal mottoyu kullanmaya itebiliyor. Nitekim 11 Eylül sonrası yaşanan tam da budur. Ortak mazlum durumundaki İslamcılar içerisindeki fıkhî yorumlamalar ve bakış açıları erozyona uğrayarak değişiyor, Müslümanlar ya radikalleşiyor ya da bazı cemaat/tarikatlar kullanılarak ılımlılık adı altında peygambersiz bir İslam’a dönüştürülmeye çalışılıyor. DEAS terör örgütü ve Fetullahçı yapı bunların en tipik örnekleridir. Orta Doğu’yu konuşurken bu erozyonu önleyici ideolojilere (Türk Milliyetçiliği- Maturidilik vs.) zarar veren şu üç söyleme dikkat etmek gerekmektedir. Bunlar;

  • Peygambersiz İslam (Dini)
  • Türkiyesiz Turan (Siyasi)
  • Alisiz Alevilik (Mezhepsel) söylemleridir.

Dini-Siyasi-Mezhepsel üç başat problem ancak sağlam, kararlı, kendi kavramlarını çağa uydurabilmiş bir milliyetçilik felsefesiyle bertaraf edilebilir. Bu üç kavram girdiği toplumların “passionar itkisi[3]” üzerinde çok önemli roller oynamaktadır. Askerî operasyonlar yerine zihinsel suikastları planlanmaktadır.

Orta Doğu siyasetini ele almak istiyorsak jeostratejik/teostratejik etkileri asla göz ardı edemeyiz. ABD’nin 15 Temmuz sonrası Türkiye ile olan siyasi ilişkilerinde gerilmeler artmış hatta uluslararası politikalarda aktör grupları arasında en sonda yer alan “birey” kavramını ön plana çıkartıp Rahip Brunson’ın tutuklanmasından ötürü Türkiye’ye parmak sallamıştır. Türk hükümeti ise FETO ve PKK/PYD konusunda ABD’den gerekli desteği görememiştir. Bunların üzerine artarak devam etmekte olan mülteci probleminin hükümeti zorunlu ittifak arayışına yitmiştir. Demografik-ekonomik-kültürel olarak modern kavimler göçü diye bileceğimiz bu süreçte Türkiye yaklaşık 60 milyar dolar harcamış, bu mali yük ülkenin erken seçime gitmesinde de önemli bir faktör olarak gözükmektedir. Muhalefet partileri (HDP hariç) bu durumu seçim propagandasında sıkça yer vermişler akabinde gerçekleşen yerel seçimlerde de bu söylem özellikle büyükşehir belediyelerinin kampanyalarının bam teli olmuştur. HDP hariç dedik, neden mi? Suriye’nin kuzeyinde gerçekleşen bu demografik hareketlilik en çok PKK’ya yaramıştır. Onun için bu konuda radikal muhalefet HDP cephesinde en azından tavanda görülmemektedir. Bu ip yumağını kılıç darbesiyle çözmek isteyen yürütme Suriye’nin kuzeyine harekâtı kaçınılmaz görmüş ve operasyon emri verilmiştir. Öncesinde ise tıpkı ABD gibi Rusya’nın da PKK/PYD’yi muhatap alması, hatta Moskova’daki toplantıya sözde bazı PYD yöneticilerinin de katılması sonucu Mevlüt Çavuşoğlu’nun bu duruma tepkisi gecikmemiş fakat Moskova’nın bu ikircikli tavrı soru işaretleri doğurmuştur. Rusya tarafının Suriye anayasasında Kürt gruplara hak tanınması isteği ve sözde PKK lehine özerklik cümleleri kurması, Esad rejiminin 2021 Suriye genel seçimlerine bütün tarafları davet etmesi sonucu, Lübnan Hizbullahı[4] gibi PKK’da Suriye parlamentosunda yer alma tehlikesi PKK’ya Ortadoğu’da dokunulmazlık kazandırma ve uluslararasılaştırma çabasıdır. Türkiye ile Rusya tarafı sadece Suriye meselesinde değil aslında birçok konu da tam anlamıyla uyum içerisinde değildir. Libya meselesindeki görüş ayrılıkları daha somut bir özellik göstermektedir. Hafter(Wagner Şirketi aracılığı ile Rusya tarafından desteklenmektedir.) ve UMH Rusya ve Türkiye’nin araya girmesiyle bir ateşkes sağlandı lakin bu durumun ne kadar süreceği netlik kazanmamıştır. (Hafter Ateşkesi kabul etmemiştir.)

  Ortadoğu da ABD ve Rusya Pisagor evliliği[5] yapmış olabilir mi? Suriye de PKK/PYD, Libya da Hafter’in her iki devlet tarafından desteklenmesi, Rusya’nın Kırım’ı ilhakı uluslararası kamuoyunda fazla yer almaması bu evliliğin nikâh şahitleri gibidir.

  Suriye sözcüğü Heredot’a göre, Asuriye2nin kısaltılmış biçimidir. Suriye adı ilk kez Yunanca da görülür. “Anatolia” adı, İtalyanca “Levant”, Latince “Arient” sözcükleriyle aynı anlamdaki (güneşin doğması) yunanca bir sözcükten gelmektedir. Konu Suriye olunca akla ilk gelen kavramlardan birisi de Akdeniz’dir. 1974 tarihin de Kıbrıs Barış Harekâtı sonucu Türkiye Akdeniz de önemli bir pozisyon elde etmiştir. 2008 yılın da “Annan Planı” kapsamında elimizden kaymak üzere olan yavru vatan şimdi ise doğalgaz arama faaliyetleri sonucu Türkiye ve Ortadoğu gündemine gelmiştir. PKK Terör örgütünün Karadeniz’deki faaliyetleri arkasından Fırat’ın batısındaki eylemlerini üst üste koyduğumuzda oyunun çok boyutlu oluşu gözler önüne serilmektedir. Türkiye’nin sözde çözüm sürecini bitirmesi ve Fırat’ın batısına yönelik operasyonlar örgütü yavaşlatmıştır. Fakat BOP kapsamında hayal edilen sözde PKK Devleti hâlâ tehlike olarak karşımızda durmaktadır. Olaylara sadece Türkiye merkezli bakmıyoruz. Yakın zamanda Irak’ta olan olaylar bu nazik durumu işaret etmektedir. Irak’taki ABD üstü basılana kadar gösteriler anti-amerikancı değil, İran karşıtlığı üzerine kuruluydu. ABD büyükelçiliğine yapılan saldırı sonucu arkasındaki fail olarak İran’ı gösteren ABD, misilleme olarak Kasım Süleymani’yi öldürmüş daha sonra ise İran, öncesinde Irak devletine yani ABD’ye haber vererek Irak’taki ABD üslerini hedef alacağını söylemiş ve füzelerle bu saldırıyı gerçekleştirmiştir. Öyle gösteriyor ki bu olayların kazananı Trump ve İran, kaybedeni ise Kasım Süleymani ve Irak olmuştur. Trump kazandı çünkü; yaklaşan ABD seçimleri kapsamında Trump’ın cumhuriyetçi partinin desteğine ihtiyacı var. İran kazandı çünkü; İran’da rejim karşıtı protestolar vardı. Bu sayede İran kamuoyun’da ortak düşmen algısı yaratıldı. Kaybedeni Süleymani çünkü; Süleymani eğer yaşasaydı İran’ın gelecek seçimler de muhtemel cumhurbaşkanı adayı olacaktı. Irak kaybetti çünkü; bu olay sonrası ayrılıkçı Kürt gruplara tekrar uluslararası desteği de arkalarına alarak sözde referandum için gün doğdu. Ki ABD’nin bölgeden tamamen ayrılmasını isteyen Bağdat merkezi hükûmetinin bu talebin de ısrarcı olması ayrılıkçı kürt gruplarının desteklenme ihtimalini artırıyor. Yani Kasım Süleymani, Trump’ın dediği gibi “askeri bir hedef” değil tamamen “siyasi bir hedef” haline gelmiştir. Bu durum da başta söylemiş olduğumuz sözde PKK devleti tehlikesi yani BOP tehlikesi hız kesmeden devam etmekte/süreç işlemektedir. Şekilleri duyabilmek ne kadar kesin de olabilse, şeklin kendisiyle aynı değildir. ABD ve İran gerilimini özetleyen cümle bu olsa gerek. Bizi ilgilendiren şu ya da bu zaman da ortaya çıkan tarihi olayların ne olduğu değil, ortaya çıkmakla neyi temsil ettiği, neyi gösterdiğidir. Türk Devleti bir entropi[6] nöbetimi geçiriyor yoksa tıpkı gerçeklerin olmadığı yerde duygular ağır basar denilerek “hasta adam uzuvlarının varlığını mı hisseder” mottolarıyla siyasal İslam ideolojisinin dış politikadaki yeni bir Afganistanlaştırılma projesine bilmeden hizmet mi ediyoruz. Nitekim Ortadoğu iç savaşına mezhep bazlı taraf olmak Ortadoğu ülkelerini Afganistanlaştırırken, Türkiye’yi de Pakistanlaştırmaktadır. 5 milyon Suriyeli mültecinin arkasından İran sınırındaki temizlenen mayınlı bölgelerin sonucu bir Afgan mülteci akını, Libya’lı bazı gruplara ise vize muafiyeti uygulaması sonucu bir demografik hareketlilik, Türkiye’nin Pakistanlaşma sürecini hızlandırma potansiyeli taşımaktadır. Libya ile yapmış olduğumuz antlaşmanın uluslararası hukukta bir karşılığı olsa da saha da işimizi çok ta kolaylaştırmamaktadır. Darbeci Hafter Pisagor evliliği sonucu olarak ortaya çıkmış, ABD’den destek almış saha da ise Rusya’dan destek almaktadır. Wagner askâri şirketi aracılığı ile Rusya Hafter yönetimini desteklemekte ve ateş gücünü artırmaktadır. Hatta ilginç bir detay daha söz konusudur. Wagner’in Rusya’daki askâri hastanesinin başında Putin’in kızı olması en azından Rusya açısından durumun hassasiyetini gözler önüne sermektedir.

  Ortadoğu halklarının temel sıkıntısı kendi demokrasi ve özgürlük taleplerini ısmarlama olmasını istemeleri ve bölge dışı aktörleri saf dışı bırakarak “Arap Ligi” önderliğinde kalıcı bir barış için çaba göstermemeleridir. İsrail’in bölgedeki bütün tarafları kendisine düşman görmesi Ortadoğu’ya kalıcı barışın ve sürdürülebilir istikrarın gelmemesinin bir diğer sebebidir. Türkiye’nin bölgede Sünni bloğun hamiliğini yapma isteği ve hasta adamın uzuvlarını hissetme teorisi, İran ve Suudi Arabistan gibi tarafından yakından takip edilmektedir. Haritayı karşımıza alıp baktığımızda Suriye ve Irak’ın kuzeyindeki ayrılıkçı kürt gruplara Suudi Arabistan’ın ve İsrail’in tam destek vermesi Türkiye ile Sünni dünyanın bağını kesme amacı barındırmaktadır. Karabağ konusunda da Rusya’nın ermeni tezine olan yakınlığı ve Türkiye’nin Turan coğrafyasıyla arasına set örme amacını gütmektedir.  Senkronize olarak Yunanistan’ın Adalar ve Kıbrıs’ta Türkiye’yi sıkıştırmaya çalışması, Kırım’ın da Rusya tarafından ilhakı Türkiye’yi kapana kıstırma, nefessiz bırakma çabasından başka bir şey değildir. Türkiye dört bir taraftan kuşatılmaya devam ederken son bin yıldan beri başımıza gelen en büyük iki felaket kuşatmayı yarmaya çalışan Türkiye’ye adeta “Yangın öncesi itfaiyeyi boşaltma” operasyonuna maruz kalmıştır. Bunlar;

  1. Paralel Devlet Yapılanması
  2. Modern Kavimler Göçüdür diyebiliriz.

Türkiye ve İran gibi devlet-millet geleneği olan ülkeleri askâri operasyonlarla dize getiremezsiniz. İçeriden müttefik bulmak veya demografik hareketlilikle kriz çıkartmak uluslararası kamuoyunun tepkisine de maruz kalmanın ateşi maşa ile tutma misali küresel çetelerce bu olgular hedef ülke politika yapıcılarına pompalanmaktadır. Küresel medya ve lobilerin de baskısı sonucu geri adım atmamız içten bile değildir. Askâri işgale maruz kalmadan zihinsel işgale maruz bırakılan bu ülkeler, emperyal güçlerin bölgede sadece onların menfaatini koruyan birer kukla haline dönüştürmek isteniyor. 

Türkiye Ortadoğu iç savaşına özellikle mezhep bazlı taraf olması ilerleyen süreçte barış ve istikrara getireceğim derken, savaşın nedeni haline dönüşebilme ihtimalini doğurabilir. Sergey Lavrov’a Mısır devlet televizyonu muhabirinin sorduğu soru bu konuyu anlamamızda bize yardım edebilir. Muhabir; Suriye’de iç savaşın uzamasına neden olan taraflardan Suriye devleti tazminat talebinde bulunabilir mi? diye soruyor. Bu durum tehlikenin boyutunu göstermektedir. Likud Partisi’nin yerine İsrail’de daha ılımlı bir parti iktidara gelmesi sonucu İsrail önderliğinde bir Ortadoğu Sami Birliği kurma hamlesi Türkiye’nin İslam dünyası üzerindeki bütün ağırlığının ortadan kalkması anlamına gelir. Artık Ortadoğu halkları öyle bir hâl almıştır ki sözde barışı, istikrarı kim getirirse kabul edecektir. Belki BOP’ un da gerçek amacı budur. Bölge halkları mezhepsel-etnik olarak bütün güçlerini tüketmesi sonucu artık demokrasi, özgürlük değil suya, ekmeğe muhtaç olacaklardır. Aç olan toplumlar demokrasi ile değil, ekmekle doyarlar. İsrail Devleti bu durumu bir avantaja çevirmeye çalışıp gelin bu savaşı, düşmanlığı bitirelim sizde Sami ırkındansınız biz de Sami ırkındanız deyip bu mihvalde bir politika iktas ederse büyük oranda Müslüman olan coğrafya halkları İsrail’in kucağına itilecek ve sözüm ona Büyük İsrail bu yolla ortaya çıkabilecektir. Düşünün İsrail önderliğinde bir Sami parlamento, Türkiye bu ihtimalleri düşünerek politika geliştirmeli, strateji ortaya koymalı ve son bin yüz yılın neredeyse bin yılı hakimiyetimizde kalan coğrafyaya sessiz ve kayıtsız kalmamalıdır. Türkiye tarihi ve kültürü itibarı ile bulunduğu coğrafyadan taşmak istemektedir.   


[1] Spenger Oswald, Batının Çöküşü 1, Dergah yay. İstanbul say. 269

[2] Hungtinton Samuel, Paul , Medeniyetler Çatışması Mı?

[3]  Gumilev Lev Nikoloyeviç, Hazar Çevresinde Bin yıl, say. 355

[4] Lübnan’da yapılan son seçimlerde Hizbullah Parti olarak Lübnan Palementosunun 2/3 ele geçirmiştir.

[5] Pisagorcular bazı rakamlara semboller vermişlerdir. Bu sembollere göre 1 kadını, 2 erkeği, 3 ise çocuğu temsil etmektedir.1 ve 2’nin toplamından 3’ü meydana getirmişlerdir.

[6] Bir sistemdeki rastgelelilik ve düzensizlik olarak adlandırılır.

ی
yoktur aklını benim gibi taşıyan kişi,
uçup gitmesin diye yele, ayama gavur sicimiyle bağlanmıştı,
kırk asır öncesinde sökülmeye başlayınca kafatasımın dikişi,
anam babam endişeler kökü salmış, dallanmıştı.
ه
tek eliyle ıslık çalmak isterdi kocakarı,
çıplak gözle görsem onu, omuzlarım üşürdü.
giyilecek iki gömleğimden biri kapkara, diğeri safrandan sarı,
aynalara beddua ettiğimi gördüğünde benimle tütünü bölüşürdü.
و
ayaklarımı yormayı severdim yemin billah,
bu sırrı bi’ Ramazan işitti, o da perişan, rezildi
adım yazan bir mezar taşı bulmak için yürürdüm fersah fersah
ramazanı haklı çıkarmak için ayaklarımın altında üç şehrin ismi ezildi.
ن
hem basma etek giymek isterdim ikindi vakitleri,
hem de hak etmiyordum birbirinden gür sakalları bıyıkları
eşe dosta inandırıcı gelmemeye başladı, yaptığım eşref-i mahlukat taklitleri.
unutma! kaburga kemiğindendi Adem’in firar ettiği donanması, kayıkları
م
cereyanlar kesildiğinde beriki köyde her cumartesi
buram buram intihar kokardı köşedeki gaz lambaları
kalitesiz mermerden inşa edilmişti şu minik aklımın çevresi
Allah bilir ne zaman konuk eder mermeri delecek damlaları.

Ozan R. KARTAL

Uzaklık kavramının günümüzde geçmişteki anlamından sıyrılıp yepyeni bir anlam kazandığı açıktır. İnsanoğlu, kurduğu medeniyetin sürekliliğini sağlamak amacıyla var oluşunun en başından beri uzakları yakın etmeye çalıştı. Sümerlerin tekeri icadıyla bambaşka bir boyuta bürünen bu durum günümüzde de şaşırtıcı yeniliklerle serüvenine devam etmekte. En başından beri gösterilen bu çaba, ortaya devamlı gelişen bir teknoloji kavramını çıkardı. Tekerlek denen basit bir nesne günümüzde halen hayatı kolaylaştıran eşsiz bir parça olmakla beraber, büyük katkıda bulunduğu teknoloji gelişimi sayesinde ulaşım kolaylaşmış, geçmişe kıyasla hayal edilemeyecek bir seviyeye ulaşılmıştır. Dünya küçülmüş, insan ufku genişlemiştir. “Kişinin sürekli olarak yaşadığı yer dışında ziyaret ettiği yer” olarak tanımlanabilecek bir turizm kavramı olan “destinasyon”un özelliklerinden biri olan “erişilebilirlik” yani; uygun ulaşım imkanlarının varlığı günümüzde, gelişen ulaşım teknolojileriyle daha kolay elde edilebilir bir özellik haline gelmiştir.

Geçmişte ulaşılması, hatta varlığından dahi bihaber olunan yerler artık bir uçak ile gün içinde ulaşılabilir hâle gelmiştir. Bu sebepten dolayı dünyanın birbirine karışması kolaylaşmış ve herhangi bir yerde oraya ait olmayan bir şeyi görmek şaşırtıcı bir durum olmaktan çıkmıştır. Örneğin; Wyoming’in Riverton şehrindeki herhangi bir evde, bir Türk halısı görmek yahut Melbourne’de Maraş dondurması yiyebilmek artık olağan bir durumdur. Fakat özellikle uçağın ve motorlu araçların icadından önce uzakları yakın edebilecek tek yolun, o dönemde pek de erişilebilir olmayan deniz yolu olması işleri zorlaştırıyordu. Günümüzde Çin’den Avrupa’ya ulaşmak sadece bir uçağın saatler içerisinde halledebileceği bir işken geçmişte İpek Yolu aracılığıyla Avrupa’ya ulaşmış olmak bile şaşırtıcı derecede güç bir işti.

Türkler tarih boyunca göçebe bir kavim olmanın da etkisiyle farklı coğrafyalara yayılmıştır. Uzak Asya’dan Avrupa’ya ve hatta Afrika’ya kadar bu geniş coğrafyanın çeşitli yerlerinde eski veya hâlâ yaşayan bir Türk yurduna rastlamak mümkündür. Hatta bazen hiç beklemediğiniz yerlerde bile atalarımızın izlerine rastlayabiliyoruz.

Ömer Seyfettin şöyle der: “Benim vatanımın sınırları Edirne’den başlayıp Hakkari’de bitmez, benim vatanımın sınırları Türkçe konuşulan yerde başlar, Türkçe konuşulan yerde biter.”

Ben de bu sözden esinlenerek yazımın başlığında ana yurdundan çok uzaklara, Baltıklar’a uzanmış Karay Türklerinin “vatan” dedikleri Trakai şehrinden bir Türk yurdu olarak bahsettim.

“Trakai Kalesi”

Trakai; Litvanya’nın başkenti Vilnius’tan 30 kilometre uzaklıkta, özgün kültürel yapısını koruyan küçük bir şehir. 5000’den az nüfusu olan bu turistik şehir, belirli bir bölgede korunan mimarisi ve hazine niteliğindeki kültürünü sergileyen müzeleriyle ilgi çekiyor. Şehirde coğrafyanın da etkisiyle Litvanyalıların yanı sıra Ruslar, Yahudiler ve Lehler yaşamış. Fakat bunlardan farklı olarak, özellikle ilgimi çeken şey burada Tatarların ve Karay Türklerinin yaşamış olması. Akrabalarımızın buraya geliş tarihlerine baktığımızda o zamanların teknolojisinde gerçekten ulaşması güç denebilecek bir yer olması ve göçmek için görünürde pek bir sebebin olmaması buraya olan merakımı artırdı.

Vilnius’tan sabah erken saatlerde trenle vardığımız Trakai, başta doğal dokusuyla dikkat çekiyor. Sulak bir alanda kurulu olan şehir, çok sayıda irili ufaklı göl ve yeşil alana ev sahipliği yapıyor. Tren garından küçük şehir merkezine yürümek fazla zamanımızı almıyor. Genel olarak nüfusu az bir yer olduğu için caddelerde insana rastlamak pek mümkün değil. Şehrin müzelerinin ve kalesinin olduğu kısma ilerlerken oldukça huzur verici yollardan geçiyorsunuz. Bazı sokak tabelalarının çift dilli olması dikkat çekiyor. Yol üzerinde çoğunun Karay Türkleri’ne ait olduğunu öğrendiğimiz ahşap kaplamalı renkli evler görülmeye değer.

Sonunda Trakai Kalesine varıyoruz. Muhteşem bir adaya inşa edilmiş bu kırmızı tuğladan kale, içerisine girildiği andan itibaren ait olduğu Orta Çağ hissini kişiye olduğu gibi yansıtıyor. Bu çok sayıda bölümü olan kale müzecilik anlamında gördüğüm en iyi yerlerden biriydi. Her alan özenle düzenlenmiş ve hepsinin başına bir görevli konmuş. Kalenin orta kısmına geçtiğimizde o dönemde kullanılan bir çok nesnenin güzel bir şekilde sergilendiğini görüyoruz. İlerlediğimiz zaman asıl dikkatimizi çeken kısma yani orada yaşamış olan Müslüman Tatarların ve Musevi Karayların kültürünün sergilendiği kısma geçiyoruz. Ülkemizden bu kadar uzakta bize hiç de yabancı olmayan bir kültürün, yaşamın izlerini burada görmek sanıyorum kültürüne yabancılaşmamış herkesi duygulandıracaktır.

Hazar boyundan geldikleri düşünülen Karayların bu coğrafyaya gelişleri 14. yüzyılın sonlarına dayanmakta. 1397 ile 1398 yıllarında Karadeniz kıyılarına giden Litvanya dükü Vytautas, buradan ülkesine Müslüman ve Musevi Kırım Tatarı göçmenlerle döndü. Çoğunluğu Müslüman olan bu göçmenlerin arasında bulunan 300 Musevi Karay Vytautas’in, Trakai’daki sarayına yerleştirildi. Bu Karaylar günümüzde hala varlıklarını sürdürerek Trakai şehrinin yerli halkı haline gelmişlerdir.

“Karaylarla beraber Trakai’a göçmüş fakat şu an orada olmayan Tatarlara ait müze bölümü”

Yapılan bir araştırmada Karayların Litvanya’ya gelişlerini anadilleriyle şu şekilde ifade ettikleri görülüyor:

Vatat Biy sofunda ondórtúnčú yúzyïlnïn da bašlaýïnda onbešinči yúzyïlnïn tirildi, yomaxlarïna kórà bar dunyanïn ol keltirdi karaylarnï Krïmnïn yanïndan, Kara Tengiznin yanïndan, da olturyuzdu karaylarnï bunda Troxta. Berdi karaylarya kóp yer ki bolyey nesindàn tirilmà karaylarya.

Kale ziyaretimiz sona erdikten sonra dönüş yoluna bıraktığımız diğer yerleri görmek üzere yola çıkıyoruz. Yol üzerinde, daha önce burada yaşayan Karayların milli yemeği olan “kıbın” yemek için “kybynlar” adlı yemekhaneye giriyoruz. Burası hala Trakai’da yaşayan 300 civarı Karay’dan birinin işlettiği bir yer. İçeri girdiğimizde yemekhanenin Türk kültüründen esinlenerek düzenlendiğini görüyoruz. Verilen seçkede de yemeklerin (biber dolması, sarma vs.) bize tanıdık geldiğini görmek bizi daha da şaşırtıyor. Sipariş ettiğimiz kıbınları yedikten çıkıyoruz. Çıkarken dükkan sahibi elimize Türkçe yazılmış birer broşür de veriyor. Burası artık Türk tur şirketlerinin de güzergaha eklediği bir yer haline geldiği için artık bize aşina olduklarını görebiliyoruz.

Yol üzerinde, Karayların ibadet yeri olan Knessa’yı görüyoruz. Kendi dinlerini Museviliğin bir kolu fakat tam olarak Musevilik olarak görmeyen ve anadillerinde ibadet eden Karaylar kendilerine özgü ibadethaneye sahipler.

“Knessa”

Seraya Şapşal, Firkoviç, Gabay gibi ünlü Türkologlar yetiştirmiş, Anadolu Türkçesi’ne en yakın dili konuşan Musevi Türkler olan Karaylar kültürlerine sıkı sıkıya bağlı ve onları yaşatmak için çeşitli dernekler kurarak çalışmalar yapmakta. Yine dönüş yolumuzun üzerinde Türkolog Seraya Şapşal müzesini ziyaret ediyor ve burada gördüklerimizden yola çıkarak Karayların o dönem Osmanlı Devleti ile iletişim halinde olduklarını görüyoruz. Bu, sergilenen mektuplardan ve nesnelerden anlaşılabiliyor.

Şehirde son olarak bir Orta Çağ müzesini ziyaret ediyoruz. Özellikle bu döneme ilgi duyanların ziyaret etmesini tavsiye edeceğim bu müze fazla ziyaretçi almamasına rağmen şaşırtıcı derecede görülmeye değer. Orta Çağa ait yapılar özellikle Baltıklar’da sık karşılaşabileceğiniz şeyler. Nüfusun az olması ve kırsalda nispeten izole bir yaşam sürmeleri kültürlerini çok iyi muhafaza etmelerini sağlamış. Ayrıca günümüzde bu bölgenin daha ekonomik olması meraklılarına gezi yapmak için önemli bir avantaj sağlıyor.

Yazımın başında bahsettiğim duruma dönecek olursak; Türkler öylesine engin tarihe ve kültüre sahip ki, dünyanın büyük bölümünde bir Türk izi bulmak oldukça mümkün. Bizlerse günümüz Türk nesli olarak bu engin Türk deryasını keşfetmek ve korumakla yükümlüyüz.

“Sağ taraf Tatar, sol taraf Karay Türkleri’ne ait

Çok gezen mi bilir, yoksa çok okuyan mı bilemem; ama şundan eminim ki çok gezen mutlaka öğrenir. Burayı hiç ziyaret etmeseydim burayla ilgili muhtemelen hiçbir fikrim olmayacaktı. Fakat gezip görmek bir merak doğurdu ve şu an, bizden çok uzaklarda, soğuk bir iklimin ücrâ bir yerinde “bize” dair bir şeyler olduğunu gördüm. Eğer ben de, sizde buraya dair merak uyandırabildiysem daha detaylı bilgiler için zaman yolcusu Ahmet Yeşiltepe’nin “Türklerin İzinde/Musevi Türkler; Karaimler” adlı belgesel bölümünü izlemenizi, Prof. Dr. Timur Kocaoğlu’nun Karay dili üzerine yazdığı “The Trakai Dialect” adlı eserini ve Prof. Dr. İlber Ortaylı’nın seyahatnamesinde Trakai’dan bahsettiği Litvanya bölümünü okumanızı tavsiye ederim.

Evim bildim elbet seni

Islak ve gürültülü bir sokak

Gövdemde ay kesiği

Öksüz bir kavga,

Umut gibi gece yarısı,

Gel ve boz bu sükuneti.

Evim bildim elbet seni

Kalabalık bir cadde

Kulaklarımda eski bir türkü

“Lambada titreyen alev üşüyor.”

Yalnız mıdır bu insanlar

Yanmaz mı hiç yürekleri

Evim bildim elbet seni

İnsanlar topladım hakikate

Aydınlatsın diye geceleri

Silemedim yeryüzünden felaketi

“Sanat için midir sanat?”

Ölmek için gerekirse yaşamak

Çözemiyorum bu bilinmezi.

Madun nedir? Madun, Hindistan’daki sömürgeci tarih yazımıyla ortaya çıkmış ötekilerin temsil sorunudur. Şöyle ki, Hindistan’daki kültür ve temsil çalışmaları ya emperyalist-İngiliz sömürüsünün tarih yazımına aittir ya da bu sömürüye karşı anti-emperyalist yazımın diskurunu benimseyerek öteki ve benlik temsili çalışılır. Çağdaş post kolonyalizm ise; Spivak’ın madun kavramı sayesinde bu iki kategorinin dışında kalmış, bu yüzden temsil edilemeyen, herhangi bir diskur ve tarih yazımına ait olmadığı için sesi çıkmayan, konuşamayan dışlanmışların adı, edebiyatı, kültürü haline gelmiştir. Ne sömürgeci tarih yazınını ne de ulusal yazımını kabul eden, aidiyetsiz ve dışlanmış ötekilerdir madunlar. Spivak, Derrida’nın Gramatoloji kitabının çevirmenidir, aynı zamanda kendisi de bir akademisyendir. Derrida ve post kolonyal bağlamda post yapısalcılık çalışırken, yani; yapının temsil ve anlam sorunsalını sömürgecilik çalışmaları üzerinden okurken, bir yandan da temsilin ikircikli doğası üzerine çalışıyor ve bu çalışmalarının sonucunda subaltern’den, Türkçeye madun, (günlük kullanım olarak beterin beteri) diye çevirebileceğimiz toplumun en alt basamağındaki insanlardan, kimliklerden bahsediyor. Hindistan’daki aşırı sert ve acımasız kast sistemi en alttakileri her türlü toplumsal, kültürel ve kurumsal yazımdan dışlayarak ötekileştirir. Böylelikle madun dediğimiz dışlanmışların temsil sorunu retorik bir soruyla dikkat çeker: Madun konuşabilir mi? Hiçbir yere, yazıma ve tarihselleştirici doktrine ait olamayanların sesi nasıl temsil edilecektir? Benzer şekilde, Kemalistler olarak aynı temsil sorunu paylaşıyoruz. Politik olarak doğrular, yanlışlar, tezler ve antitezler çoktan paylaşıldı. Bizler ne emperyalist yazımın parçasıyız ne de sahte anti emperyalizm ve batı karşıtlığının “yerli ve milli” cephesindeyiz. Ne demokratikleşme kisvesi altındaki gericilerle olan işbirliğinin ne de batı hayranlığının sömürge valisi tavrını benimsiyoruz. Ne Şam’ın şekeri ne Arabın yüzü diyoruz. Ne yazık ki hiçbir alanda temsil şansımız yok. Bir yandan modernite ve aydınlanma tarafını tutanlar neoliberalizmin kültürel programlarına biat ediyor; bir yandan ise neoliberalizmin ahlaki ve toplumsal erozyonunu eleştirenler yerli ve milli yozlaşma tarafını tutup, toksik bir doğuculuk diskurunu benimsiyor. Kemalistler olarak konumumuz müphem ve muğlak. Zemin kaygan ve uçurum dik. Bizler yeni madunlar olarak temsilimizi kaybettik. İlerleme ve özgürlüğün tarafı gösteri peygamberlerinin sahte kurtuluş marşlarını söylerken milli ve yerli cephe, akrabasına devlet yardımı alma peşinde. Yalnız bırakıldık. Siyasi arketiplerden bize uygun modeli seçmemiz bekleniyor, zira politik stereotiplerin öngörülebilir profili çoktan çıkarırdı ve hamleler bu profile göre planlandı. Kültür endüstrisi ise muhafazakar kanattan muhalif radikalizme kadar meta skalasını bu profiller üzerinden organize ederek herkesi kapsayacak devasa bir gösteri toplumu kurguluyor. Ilımlı ve konformist orta yolculardan radikal ve terörize sol gruplara ve dahası, neoliberal-muhafazakarlığın tasavvuf edebiyatına kadar her kimliğe göre şekillenen kültür üretimi; gösteri toplumunu çok boyutlu bir hiper gerçekliğe kavuşturuyor. Bir tek bizleri, hakikatin peşindeki kemalistleri kapsayamazlar. Bizler bu gösteri toplumundan dışlandık dostlarım, zira bizler sahte neoliberalizmin ve post truth çağının madunlarıyız. Hepimize kolay gelsin.

Helin YAZAN

şimdi sana anlatacaklarım a gülüm

yastık diye başımı göğsüne yaslayamadığım

kaburgalarımın tarlalarda çit diye gerildiği

çarmıha gerilmiş vaziyette tek bir kuşu bile korkutamamış

benin sevdasıdır

bir adım bile yakından göremediğim atların

şimdi bu kalbimde işi nedir

daha yeryüzüne düşmeden eriyen karların

gözlerine yakın tüm mesafelerde yangına kapılmasına rağmen

bin yıldır sana baktıkları gerçeği büyüyor içimde a gülüm

devasa belediye binalarının

yapraklarını dökmüş ama

seni görse gençlik yıllarındaymış gibi yeşerecek ağaçların

şehrin gürültüsünü yırtan kuşların

yanından geçmek a gülüm

ayaklarını sürüdüğün bütün kaldırımların

muazzam gözlerle baktığın tüm sokak başlarının yanından geçmek

şanlı bir ibadet meselesi halini almış

bu soğuk ama yangını hiç dinmeyen bir mevzu

güzel saçların arasına düşmüş beş kar tanesinin

beş farklı ilimden farkı olmadığı halde

benim gibi kayıp birinin yüzüne dokunan sihirli ellerinin

bütün kutsal hadiselerden daha mühim bir yeri vardır

bu yere erişmek için a gülüm

bütün hadiselerden atlar diliyorum bin farklı dilde

duysa herkes sokak başlarında

annelerine seslenen çocuklardan yüz isim

evlerin sokaklara bakan camları çatlasa yine yüz yerinden

benim kulağımın işittiği hep senin ismindir

kimsesi kalmamış sokak hayvanlarının başını okşayıp

bir ev, bir karın tokluğu bahşettiğini hiçbir kutsal kitap yazmazken

her birine merhametle baktığın çiçekler gibi hasretim

yıllar dönerken senin olduğun şehirde

bir kantarmış gibi üzerine çıktığım

ağırlığımın ağrısıyla adını sayıklayan bu zaman

sana hayranlık besleyerek su gibi geçmiştir a gülüm

asla parçalamayacağını bildiği halde

ısrarcı bir mermi gibi senin yollarında savrulmaktan bir türlü vazgeçmeyen

yorgun ayaklarım bu sevdanın mağlubudur

kalabalık koridorlarda bir tek sana bakan

tarihi resimler dirilip sığar içime

tutamazken yavruluğu asla geçmeyecek bir kediyi

kendi varlığından ürken bir köpeği

sana sevda cesaretini gösteren

bu doludizginden uzak kalbimin

sürgünü neredir a gülüm

Alperen Alparslan Gözen

Ağalar ve hanım ağalar! Tevellüt bir suç değil, coğrafya gibidir; hatta ondan da fazla kaderdir, sayenizde kederdir. Çağın gençleri olarak erken yaşlandık, yaşımızı siz verdiniz, yaşamayışlarımızın müsebbibi olarak. Azıcık aşınız, kaygısız başınız vardı. Heh, işte o kaygısız başınız şimdi bizim başımızı ağrıtan, başarılarımızı baltalayan. Memleketi en çok düşüneniniz bile bizi çok düşünmedi, hâlbuki memleket gelecek demekti, gelecek nesilleriniz. Gelmeyecek kötü günler diye tamah ettiğiniz makarna ve kömür konusuna girmiyorum, onun edebiyatı eskidi, tesiri yok artık, mavrası da çirkin. Ama siz bizi hep suçladınız, genç olmakla, bir şey bilmemekle. Aslında öğrenmemenin ayıp olduğu gerçeğini bilen bir tek bizdik ve sizin bilmezlikle yetinmenize başkaldırdık. Saygısızlık dediniz okuduğumuza, yediğimize, içtiğimize, gezdiğimize, sevdiğimize, hayallerimize, hayalsizliğimize, benim başörtülü bacılarıma, mini etekli ablalarıma, hacılarıma, şeytanlarıma bile karıştınız. Evlerinizi bize kiraya vermediniz, otobüste yer beklediniz. Bize dair tek umudunuz, üzerinde oturduğumuz teker üstü koltuğumuz oldu.

Siz görmüştünüz, biz daha doğmamıştık. Babamızın belinden düşmeyişimizdi problem, ana rahminde yer tutmayışımız. Tevellütle suçlanmak terk ettirdi bize bizliği, bir nesil bir öncekinden koptu; önceki sonrakini sevmez, beğenmez oldu, anlamları ve hevesleri anlaşılmadığı için. Çoğumuz yirmisinde öldü, Tiktok’a düştü, twitter’da nude avcısı, Facebook’ta Tanrı savcısı, Instagram’da manzara sancısı oldu. Öldüler. Yaşayanlarımız okumakla meşgul, bazısı yazmakla… Ama siz hâlâ okumamakla meşgulsünüz ve yazılanı hor görmekle, hatta sevmemekle. Neden? Tevellütten. Siz hiç meşgul olmadınız, azıcık aşınız mesguliyetinize yeterdi. Siz, sizden öncekilerden görmediğinizi göstermeyi vazife edindiniz ama siz, sizden öncekilerden daha suçlusunuz. Evet siz, suçlu olan sizsiniz. Çünkü sizden sonrakiler size öğretiyor hayatı, gösteriyor geleceği.

Tevellütle takılmış, umursamıyorsunuz. Biz sizden daha büyüğüz, sayımız da çok, farkımız da. Biz büyüğüz, siz ihtiyar, aramızda dehşetli bir fark var. Umursanmayacaksınız ihtiyarlar. Siz geçtiniz, sizden geçti, genç olan biziz ve geleceğimizden sorumluyuz. Bizim suçumuz tevellüdümüz değil, hâlâ size olan teveccühümüz.


Mustafa Oğuz BAYAT

Bir yolculuktasın sen bilinmeyen duraklardan geçiyorsun
Durmuyorsun üstelik bir rüzgar gibi geçiyorsun
Duyuluyor bir ses ufuğun beyazlığında
Bir yıldız gibi parıldıyorsun inadınla
Oysaki geceler kara
Oysaki ay doğmadı daha
Duyuluyor bir ses yürekler sağırken
Diller susmuş, analar feryat ederken
Çaresizliğin içinde bir sevda
Bir ümit bağımsızlık türküsü
Duyuluyor bir ses bir destanın öyküsü
Duyuluyor bir ses umudunu işitmeden
Dağılıyor istasyonlara gazete manşetleri
Ve bir çocuk esiyor teninden
Tırmanıyor Kemal’im Anadolu’nun sarp dağlarını
İstikbal göklerdeyse o vakit
Duyuluyor bir ses: Samsun’un ayak izleri
Duyuluyor bir ses: “Ya istiklal ya ölüm!”
Duymazdan gelemiyorum
Geçiyorsun yüreğimden durmak bilmeden
Duyuluyor bir ses: “Ben size ölmeyi emrediyorum!”
Kalkıyorum düştüğüm yerden
Duyuluyor bir ses: “Artık el etek öpmek yok”
Duyuluyor bir ses…
Duymazdan gelemiyorum
Vatanımın tek umudu, seni seviyorum.


Can ÜLGEN

Domenico Ghirlandaio, Floransa’dan bir İtalyan Rönesans ressamıydı. Ghirlandaio’nun özel yeteneği, çağdaş yaşamı ve çağdaş insanların portrelerini dini anlatılar bağlamında tasvir etme yeteneğiydi. Bu ona büyük popülerlik sağlamıştı.

Kanonik ve apokrif kaynaklarda anlatılan İsa’nın doğumundaki ortak episodlardan biri olarak çobanların tapınması gösterilmektedir. Doğum sırasında Luka ve Matta’da sürüleriyle birlikte geceyi kırda geçiren çobanlara Tanrı’nın meleğinin görünerek İsa’nın doğumu müjdelenmiştir. Doğum esnasında etrafı büyük bir ışık kaplar ve görkemiyle çevreyi aydınlatır. Bu ışık çevredeki çobanları korkutur ve bunun üzerine çobanlara görünen Melek, onlara mutlu bir haber getirdiğini ve İsa’nın doğumunu müjdeler. Bu olay Luka’da şöyle geçer:

“Korkmayın çünkü işte ben size bütün kavme olacak büyük sevinci müjdeliyorum, çünkü bugün kavme Davud’un şehrinde size kurtarıcı doğdu, O da Rab, Mesih’tir. Yemlikte yatan, kundağa sarılmış bir bebek bulacaksınız; size alamet bu olsun.” (Luka, 2: 8-17).

Meleğin duyurusu üzerine çobanlar, Tanrı’nın müjdelediği yeni doğan bebeği görmek için ahıra yönelmiştir. Ahıra gelen çobanlar burada, Meryem ve Yusuf’la birlikte yeni doğan bebek İsa’yı kundakta görür. (Luka, 2: 8-17) Apokrif kaynaklarda çobanların bu olayı görmek için ahır yerine çobanların barınağı ile mağaraya yöneldikleri anlatılır. Iokabos’un Protoevangelionu’nda (12: 14) ve İsa’nın Çocukluk İncili’nde bir mağarada gerçekleşirken (1: 1-21), Barnabas İncili’nde çoban barınağında gerçekleştiği yazar. (3-4) İsa’nın Çocukluk İncili’nde, gökyüzünde korkutucu derecede beliren ışık şöyle anlatılmaktadır:

“Ve gördüler ki mağara kandillerden, mumlardan, güneşin kendi ışığından daha parlak bir ışıkla dolmuştu. Ve bebek kundaklanmış, annesi Azize Meryem’in göğsünü emiyordu.” (İsa’nın Çocukluk İncili, 1: 6-11).

Eserin odak noktasında olan, yeni doğan İsa yere yatırılmıştır. Başında görülen sarı-kırmızı renkli hale kutsallığının simgesidir.Benzer bir hale ile bebeğin yanı başında diz çökmüş olarak tasvir edilen kadın ise Meryem’dir.

Meryem’in hemen yanında görülen eşi Yusuf, beyaz saçı ve sakalı ile ilerlemiş yaşını göstermektedir. Ortamda çobanların tapınmasından çok geride kendilerine doğru ilerleyen bir kalabalık da vardır.

Resmin sağ kısmında yer alan çobanlar aldıkları haber üzerine ahıra gelmişlerdir. Ghirlandaio’dan birkaç sene önce Felemenk ressam Van der Goes tarafından yapılan ve Floransa’ya getirilen bir başka Çobanların Tapınması eseri dönemin parlayan yıldızı olmuş ve birçok ressamı derinden etkilemiştir. Ghirlandaio’nun çobanları Van der Goes’un gerçekçi ve son derece doğal görünümlü çobanlarının çok benzerleridir.

(Van der Goes’un aynı olayı konu alan eseri)

Gerideki manzarada dönemin Filistin topraklarını göstermek yerine İtalya’nın kuzeyindeki Alpler’den bir görünüm yer almıştır. Bu Rönesans’ın tipik bir özelliğidir. Bilindik yerler dekorda kullanılır.

Çobanların tapınması eserlerinde genelde aynı ortamlar tasvir edilir. Eski Roma tarzında bir ahır ve İsa’nın yatırıldığı bir yemlik ve ahırda duran bir öküz ve eşek bu olayı konu edinen hemen hemen tüm eserlerde görülür.

Çobanlardan İsa’ya en yakın duranı Ghirlandaio’nun kendi görünümde tasarlanmıştır. Diğer çobanlara Tanrı’nın mucizesi bebek İsa’yı gösteren Ghirlandaio, aynı zamanda parmağı ile taş yemliğin ön kısmında görülen çelengi de işaret etmektedir. İtalyanca’da çelenk yapan “garland maker” anlamına gelen Ghirlandaio kelimesi ressamın ismine gönderme yaparken eseri kimin yaptığına dair ipucu da sunar.

Tablodaki yemliğin üzerindeki yazılar da dikkat çekicidir. Latince yazı şunu söylemektedir: “Pompei’nin kahini Fulvius Kudüs’te öldürülürken şunları söyledi: beni saklayacak bu kap bir tanrıyı getirecektir”. Fulvius tarafından yapılan bu kadim kehanette kap ile bebek İsa’nın yatırılacağı yemlik işaret edilmektedir. Böylece aslında antik bir lahit görünümdeki yemliğin de aynı zamanda Fulvius’un mezarı olduğunu düşünebiliriz. Böylece Ghirlandaio kendi Klasik Roma dönemi bilgisini de sanatına yansıtmıştır.

Çobanların tapınmasını konu alan eserlerde her zaman bulunmayan bir öge bu tabloda kendine yer edinmiştir. İsa’nın doğumundan sonra O’na tapınmak ve hediyelerini sunmak üzere üç farklı bölgeden krallar gelmiştir. Resmin sol tarafında görülen kalabalıkla gelen kalabalık bu üç kralı ve mahiyetlerini tasvir etmektedir.

Resim, Floransa’daki Santa Trinita Kilisesi’nin Sassetti Şapeli’nde gösterimdedir. Bu şapel, İsa’nın doğum yeri olarak kutsanmıştır ve dolayısıyla tasarımı bu olay temel alınarak yapılmıştır. Eser o kadar başarılıdır ki diğer sanatçılar tarafından sıklıkla tekrarlanmıştır.

(Aynı olayı konu alan bir başka tasvir.
Ravenna, San Apollinare in Nuovo, Müneccim Krallar’ın İsa’ya Hediyeler Sunması )

Aynı zamanda Ghirlandaio’nun kendisi de çoban olarak sahnede yer almıştır. Hatta sanatçının Çocuk İsa’ya, şapelin duvarlarının sağında ve solunda yer alan ve panelin dışında tapmak zorunda kalan diğer çobanlara ve insanlara göre daha fazla yaklaştığı görülmektedir. Çobanlara liderlik yapan sanatçı, dizlerinin üstünde İsa’nın mucizevi doğumunu işaret etmektedir.

Çobanların tapınması, 15. yüzyılda Alp Dağları’nın kuzeyinde oldukça popüler bir temaydı. Ghirlandaio’nun bu konuyla ilk teması, Flandre’de çalışan Thomas Portinari’nin 1483 yılında Hugo van der Goes’den bir eser alıp Floransa’ya götürmesi ile olmuştur.