“Ben seni sevdiğim için bu dünyadayım”
Okların, kılıçların ve kurşunların arasında
Seni aradığım için telaştayım
Çok erken yola revan oldum, biliyorum
Lakin sana geç kalmaktan korkmaktayım
Ve sık sık hatırlatmaktayım kendime
Ölüm Allah’ın emri, ölüm Allah’ın emri!
Yorgunluklarımı alın çizgilerime eklemekteyim
Ne olursun beni bul!
Beni bul, bu varoluşun içinde kayboluştayım

Seni anlatmaktayım geceye gündüze ve yaradana
Adını flechazo* koymaktayım
İspanyolca “ok saplanması”
Kalbimde atalar cengi bağırmaktayım
Evvela şairler ağlıyor halime, yapma
Vuruldumsa senin attığın okla vuruldum, anla!

*İspanyolca “ok saplanması” ilk görüşte aşk.

Tarih bilinci; tozlu raflarda kalmış, çoktan seçmeli şıklar arasında kaybolmuş, yaprak testlerle donatılmış bir zaman dilimine sığdırılmıştır. Tarih, bir öğrencinin sınavlarda doğru şıkkı bulma çabasıyla sınırlı kalmıştır. Oysa bizim tarihimiz unutulacak bir tarih değildir. Unutulmayı asla hak etmiyor!

Zamanın gençleri okula gelme imkânı bulmuşken bundan kaçıyor. Oysaki bu milletin ecdadı “Vatan elden gidiyor” diye kalemini sırasında, oynadığı topu bahçede bırakıp Çanakkale’ye koşan on beşli yaşlarda çocuklardı. Bu topraklar için iki yüz elli bin genç yürek canından, evladından, anasından,
babasından, kardeşinden eşinden geçti de o gözünü kan bürümüş zalimler göz koydukları Çanakkale’yi geçmedi, geçemedi…

Çanakkale yalnızca bir silah çarpışması değil; dünden bugüne eskimeyen bir tarih, kendi içinde anlatılması mümkün olmayan bir derstir. Çanakkale, tarihi boyunca hürriyet yoluna baş koymuş Türk milletinin anlayabileceği bir ruhtur. Orası toprağı namus bilen bir millet ile bu kutsalı işgal etmeyi
kendine hak sayan bir dünya hadsizin amansız çarpışmasıdır. Düşman askerinin gücü, kocaman topları, kan kusan bombaları, henüz sakalı bitmemiş Mehmetçiğin gözünü korkutmamıştır, korkutmaya yetmemiştir. Çanakkale, esarete başa kaldıran Kürşad’ın ve haçlı sürüsüne hak ettiğini
veren Fatih’in torunlarının tarihe tanıklığıdır. Çanakkale sadece cepheye gidenlerin zaferi değil, evladını geri dönmeyeceğini bile bile cepheye gönderen ve bu uğurda yetiştiren anaların sessiz feryadıdır.
Zordur bu ruhu anlamak. Ancak bu milletin evladı anlayabilir bu ruhu. Ancak onlar anlatabilir yeni nesillere Türk evladının neler uğruna, ne şartlarda harp ettiğini; toprakların kızıl kana niçin bulandığını, ay yıldızın nasıl dalgalandığını, Çanakkale’de bir Türk’ün dünyaya bedel olduğunu.
Dün Çanakkale’yi kazandıran ruh şimdilerde sinelerden sökülmek isteniyor. Bunu silahla yapamayacağını anlayan düşman elbette vazgeçmiş değil, Çanakkale’de acı bir tecrübe almış olsa da şimdilerde yöntem değiştirerek işgal peşindeler. Bu milletin bedenine değil bu sefer, ruhuna
kastediyorlar. Türlü oyunlar ve kılıflarla bizi biz yapan değerlere bıçak bilemekle meşguller.

Ey, yirmi birinci yüzyıl gençleri!
Bu; bedenlerini siper eden henüz on beşlik şehitlere, vatan için can alıp can vermeyi görev bilen başbuğlara ihanet, nankörlük değil de nedir? “Allah Allah!” nidasıyla hücuma kalkıp, geriye dönmeyi aklından bile geçirmeyenlerin şehadetiydi Çanakkale. Onların en zor zamanlarda bile secdeye vardıkları pak alınları, tarihin verdiği haklı bir onurları, en fazla üç dakikaya kadar can vereceğini bilerek vatan için şehadet şerbetini zevkle içmelerinin bilinciyle kazandığı bu hamuru kanla yoğurulmuş toprağa nankörlük yakışmaz onların torunlarına. Topyekûn İslam’a ve Türk milletine kastedilen o amansız mücadeledeki iki yüz elli bin delikanlı hep on beşinde kalmaya karar kılmıştır. Ege’nin sularına gömülen, Gelibolu yamaçlarında önleri kesilen düşman; Türk milletinde başbuğları tükenmiş sandı, Mustafa Kemal önlerini kesmeden evvel. Kan ve gözyaşı ile sulanarak bereketlenen bu topraklarda asker mi biter? Öyle ya boşuna mı denilmişti, “Her Türk asker doğar” diye? Bize düşen alnında açmamış gül goncalarıyla, siper diplerinde şehadet eden vatan güllerinin bayrak yarışını devam ettirmektir.

Ben bir Türk’üm; dinim, cinsim uludur;
Sinem, özüm ateş ile doludur.
İnsan olan vatanının kuludur.
Türk evladı evde durmaz giderim.
Muhammed’in kitabını kaldırtmam;
Osmancık’ın bayrağını aldırtmam;
Düşmanımı vatanıma saldırtmam.
Tanrı evi viran olmaz, giderim.


Bu satırlar Türk milletinin şiarı niteliğindedir. Ecdadın emanetine sahip çıkmak ve ileriye taşımak zorundayız, borçluyuz. Bu bizim en büyük ülkümüz olmalıdır. İnandığı değerler uğruna ölümü göze alamayan, sınırlarını başkasının çizdiği coğrafyada başkasının kurallarıyla yaşar.
Unutulmamalıdır ki vatan ve hürriyet uğruna koyulmayan baş, bir gün düşman postalının önünde eğilir.

Tuğba ŞAHİN

Gece yarısı oldu, kalem yine elinde

Yazsan ne olacak şair bozuntusu

Anlatabilecek misin sanki

Hücrelerindeki isyan türküsünü

Bacaklarındaki ölüm korkusunu

Anne yüreğindeki evlat hasretini

Baba ciğerindeki yangın yerini

Delikanlı(!) suretleri,

Dili tutulan yaşamak merakını,

Öfkeden kaynayan ülken toprağını,

Anlat sen şair bozuntusu

Partizanca bir alkış tutalım,

Yaşamaya devam edelim

Eceli bekleyelim.

Jazz; ilk kez ABD’nin güney eyaletlerinde, 1900’lerin başında gelişmeye başlamış bir müzik türüdür. Jazz müziği mavi notalar, senkop, swing, çoklu ritim, atışma, ve doğaçlama tekniklerini kullanır; Afrikalı-Amerikalı ve Batı müziği tekniklerinin harmanlanmasıdır. Bu müziğin dünya ile tanışması ise 1917 yılında Dixieland Jazz Band’in ilk plaklarının piyasaya çıkmasıyla olmuştur. 1920 ile 1930’larda popülerliğinin artmasıyla başta ABD olmak üzere tüm dünya genelinde Jazz Çağı yaşanmıştır. Jazz yalnızca geçmişte değil, bugün dahi çok sevilen ve ünü gün geçtikçe artan müzik türlerinden biridir.

Muğam ise Azerbaycan halk müziğidir. Muğam sözü, Arapçadaki makam sözünden türemiştir. Tahminen 14. yüzyıla kadar yakın doğu ülkelerinin ortak müziği olmuş ama daha sonra ortaya çıkan siyasi-iktisadi değişikliklerden dolayı parçalara ayrılmıştır. Klasik doğu muğamı aslen 12 tür ve 6 koldan oluşmaktadır. Aslı muğamlar: Uşşak, Neva, Buselik, Rast, Irak, İsfahan, Zirefkand, Büzürk, Zengüle, Rehavi, Hüseyni ve Hicaz; kolları ise, Şahnaz, Selmek, Maya, Nevruz, Kerdaniye ve Güvaşt’tan oluşmaktadır.

Jazz’ın Türk coğrafyalarında yer bulması ve farklı bir perspektif kazanması ancak 20. yüzyıl başlarında gerçekleşebildi. Osmanlı İmparatorluğunda 2. Mahmut ile başlayan marş geleneği 5. Mehmet’e değin sürmüş ve sarayda “Avrupa müziği” olarak kendisine yer bulmuştu. Mahmudiye, Mecidiye, Aziziye, Hamidiye ve Reşadiye marşları ile Batı müziği coğrafyamızda yer edinmeye çalışsa dahi Jazz ilerleyen süreçlerde kendisine yer edinebilmişti.

Ancak Azerbaycan’da Jazz daha farklı ve daha güçlü bir şekilde kendisine yer edindi. Jazz bu coğrafyada halk müziği olan muğam ile farklı bir sentez oluşturdu. Oluşan bu sentez halk tarafından benimsendi ve toplum başta Vagif Mustafazade olmak üzere kızı Aziza Mustafazade ve torunu Elvina Mustafazade, Fikret Amirov, Üzeyir Hacıbeyov, Refik Babayev, Amina Figarova gibi birçok sanatçıyı var etti.

Piyanist ve besteci Vagif Mustafazade (1940-1979) 1960’larda Azerbaycan’daki caz muğam hareketinin yaratıcısıydı. O; bir tür geleneksel doğaçlama modal müziği olan Batı cazı ve Doğu muğam olmak üzere iki müzik türünü birleştirip Azerbaycan Türkçesi ile eşsiz ve yeni bir ses olarak muğam cazını yarattı. Tanıdık Doğu ezgileri Mustafazade’nin özgür ruhlu piyano üslubunda yeni bir ifade buldu.

II. Dünya Savaşı’nın sonunda Vagif büyürken Sovyetler Birliği’nde caz yasaklandı. Stalin bunu “kapitalistlerin müziği” olarak tanımlamıştı. Ancak Vagif gibi caz hayranları ve müzisyenler kısa dalga radyolarını gizlice dinlerdi, böylece BBC (British Broadcasting Corporation) ve VOA (Voice of America) üzerindeki en son caz yorumlarını biliyorlardı.

Nikita Kruşçev’in SSCB yönetimine gelmesiyle sanata karşı olan yumuşama Azerbaycan’daki muğam-jazz gelişimini hızlandırdı ve bu süreçte Vagif tünelin sonundaki ışığı gören insanın umuduyla çalışmaya başladı. 

SSCB’ de üne kavuşması ise 1966 ve 1967’de Tallinn’deki (Estonya) Uluslararası Caz Festivallerinde Vagif her iki yılda da birincilik ödülü almasıyla gerçekleşti. Ayrıca Tiflis Uluslararası Caz Festivali’ni (1975) kazandı ve Tiflis 78’in En İyi Piyanisti seçildi. Ayrıca Kiev, Ukrayna’da (1977) gösterime çıktı ve Bakü’de üç kez jazz festivalleri kazandı. 1979’da, diğer tanınmış Sovyet caz müzisyenleriyle birlikte Moskova’daki All Union Besteciler Konser Salonu’nda konser verdi.

Ama Vagif’i dünyaya tanıtan asıl gelişme 1978’de Vagif Mustafazade, Monako’daki 8. Uluslararası Monte Carlo Caz Yarışması idi. Vagif, 1969 doğumlu ikinci kızının doğumu beklentisiyle yazdığı ‘Aziza’yı Bekliyor’u seçti. Kimse Azerbaycan’dan bilinmeyen bir müzisyenin Birincilik Ödülünü almasını beklemiyordu. Vagif onurla son derece gurur duyuyordu ve 1979’daki ölümünden birkaç ay önce bir radyo röportajında, Monte Carlo Caz Festivali’ni kazanmanın ona yoğunluğunu ve coşkusunu iki katına çıkardığı konusunda kendisine güven verdiğini söyledi.

Büyük yeteneklere ve parlak boyutlara sahip bir piyanistti. Azerbaycan’dan hiçbir zaman böyle bir kasırga gücü ve yeteneği olan başka bir piyanist olmadı. Jazz’a paha biçilmez bir katkı yaptı. Bugün Vagif, kelimenin klasik anlamında bir jazz piyanisti olduğu için değil, geleneksel Azerbaycan unsurları – Azerbaycan’ın kendi doğaçlama mugham müziğinden modal ölçekler ve kendi imzasını yaratmak için caz ile harmanladığı için en çok hatırlanıyor. Bu stile bazen “muğam cazı” denir. Hem doğunun hem de batının eşsiz bir müzik kaynaşmasıydı.

2020 yılı, ilk üç ayı ile tarihe damga vurmayı şimdiden başarmış görünüyor. Ülkemizin başından geçen olayların ağırlığı şimdilerde yerini tüm dünyayı ele geçiren Covid-19 virüs vakası ile sınıyor. Çin’de ortaya çıkan ve dünya geneline yayılan bu garip hadisenin çıktıları bizim için hep olumsuz gözükse bile, kendi adımıza bu süreçten çıkarılabilecek iyi şeyler toparlamak istedik. Malum süreç, Pazartesi günü itibari ile ülkemizde keskin önlemler alınarak hayatı asgari ihtiyaçlar dışında bir süreliğine durdurmuş görünüyor. Nisan sonuna kadar alınan tedbirler gereği ertelenen toplu organizasyonlar ve şu an için yalnızca üç hafta ile sınırlandırılsa da sonrasında artırılabilecek tatiller…

Bu süre zarfını kendimiz için, ülkemiz için ve dünya insanlığı için faydalı şekilde nasıl geçirebiliriz bunu konuşmak istedik. Ekonomi okuması yapanlar bilirler, bazı durumlarda krizler fırsatları doğurur.

İlk olarak, özellikle öğrenci arkadaşlarımızın “Kitap okumak için zaman olmuyor” bahanesi ile ertelenen okuma zamanları, durdurulmuş bu zaman diliminde onlara muhteşem fırsatlar tanıyor. Bir türlü başlamaya zaman bulamadığımız okuma listelerimiz, akademik çalışmalarımızdan vakit ayıramadığımız akademi dışı okumalarımız için enfes bir dönemdeyiz. Özellikle toplum psikolojisi okumaları, benzer zaman dilimlerini içeren kurgu okumalarını bu dönem için tavsiye ederim.

Yakın zamanda okumuş olduğum Eric Hoffer’ın Kesin İnançlılar, Le Bon’un Toplum Psikolojisi, Jose Saramago’nun Körlük adlı kitaplarını içinde bulunduğumuz durumları anlamlandırmamıza yardımcı olacak eserler olarak sizlere tavsiye edebilirim.

İkinci başlık olarak diyebiliriz ki, “bu dönem” devlet kurumlarımız ve bizler için dijital dönüşümü doğrudan deneyimlemeye imkan sağladı. Okulların tatil edilmesi ile eğitimin ikinci haftasının doğrudan Milli Eğitim Bakanlığı tarafından internet ve seçili televizyon kanalı üzerinden sağlanacağının açıklaması, ülkemizin geleceğe yönelik dijital dönüşüm denemelerine aralanan bir kapı olarak değerlendirilmelidir. Altyapısı hazır üniversiteler tarafından yine akademik eğitim için de böyle bir sınav ilk kez verilecek. Bu süreci linç ederek değil; nelerin eksik, nelerin tam ya da onarılabilir olduğunun geri bildirimlerini vererek geçirirsek Corona krizinden dijital dönüşüm fırsatı elde etmek mümkün kılınabilir.

Yine dönüşümün başka kısmı olarak; iş yerlerinde çalışmanın, topluluk halinde hareket etmenin dezavantajlı olduğu bu dönemde birçok iş kolu için çalışanlara evden çalışma fırsatı verilmelidir. Burada sağlanan verimlilik ölçümlenerek, geleceğe dair yatırım olarak, kriz döneminin atlatılması gelecek planlarımızı şekillendirmemize veri üretmelidir.

Başka bir başlık ise, son birkaç yılda ismini çok kez duyduğumuz post-truth (hakikat ötesi) zamanlarının gerçek veriler ile karşılaştırılmasıdır. Bu sayede hakikat ötesinin iletişim aracı olan sosyal medyanın ürettiği bilgi kirliliği gözlemlenebilir. Kurumlarımız tarafından dünya ülkelerinin çok üzerinde yönetilen kriz döneminde kurumların yaptığı açıklamalar dikkatle takip edilmelidir. Kurumsal veriler ile sosyal medyanın arasında oluşan kirli bilgi veya fake news dediğimiz yalan haberler ayıklanmalıdır. Corona dönemi, bize kirli bilgi ile mücadelenin önemini bir kez daha hatırlatmıştır.

İhmal etmeden küçük bir başlık daha ekleyelim. Özellikle severek takip ettiğimiz konuşmalar, konferanslar ve kongrelerin Youtube kayıtlarının bu süreçte izlenmesi mümkündür. Malumunuz artık birçok kuruluş haftalık toplantılarını kayıtlar halinde çeşitli portal sitelerine taşıyor. Yine udemy vb. uygulamaların online-ücretsiz eğitimleri önümüzdeki zaman diliminde değerlendirilebilir. Youtube’da bulunan, ilk aşamadan başlayan farklı diller için hazırlanmış ders kayıtları yine zamanı verimli ve çeşitli hale getirmemize olanak sağlayacaktır. Netflix belgeselleri ise sanırım haber bombardımanlarının arasından kaçmak için en muhteşem fırsatlar arasında görünüyor. 

Ayrıca evlerimizde ailelerimiz ile geçireceğimiz kıymetli zamanları değerlendirmeli, sohbet ortamları ile aile ilişkilerimizi güçlendirmek için önümüzdeki zaman dilimi fırsat olarak görülmelidir.

Dünyanın en ilginç zamanlarında yaşıyor olmanın kazandırdığı tecrübeler bize ilerleyen zamanlarda fayda sağlar mı bilinmez… Fakat unutmamamız gereken, benzeri süreçlerde insanın ilacının yine insan olduğu ve zaman bize neyi getirirse getirsin içinde bulunulan durumda bir öğrenme gerekliliği hissetmektir.

Sağlıkla kalın.

Murat Pehlivanoğlu

Dünya garip bir yere gidiyor. Kimileri “Birinci Cihan Harbi” öncesine benzetiyor bu gidişi, kimileri “Komünizm, hemen şimdi” rüyasını tabir ettirme gayretinde, kimileri ise “Gelir dağılımının adaletsizliği sebebiyle hiç olmazsa neo-liberalizmin çökeceğini” düşünüyor. Tabii bu garip halin geçici olduğunda ısrar eden müesses nizamın savunucuları da meydanda. Bu bahsettiklerim kendisine tek cümle “Batı” diyen merkezde tartışılıyor. Buraların pek de umuru değil. Bizde “Ahmet’in Mehmet’le alakâlı görüşleri” daha çok dikkat çekiyor. Bir de bu aralar corona falan…

Fakat biz de dünyanın hâli üzerine -devlet kurup yıkmanın ötesinde- bir şeyler söylemeliyiz. Çünkü biz de bu dünyada nefes alıp veriyoruz ve son üç yüz yıldır Batı diye tabir edilen yerde ne düşünülüyorsa etkisi önce burada hissediliyor. Bu da bizi edilgen konuma düşürüyor.

“Beç önünde düğün eyleyen” bir milletin edilgen duruma düşmesinin sakıncaları sayılamayacak kadar çoktur. Ama saymaya gerek yok. Gözü olan şimdiki hâli görsün, edilgen olunca ne oluyormuş anlar.

Sovyetler Birliği çöktüğünde Soğuk Savaş bitmiş sayıldı. Ruslar açlıktan kırılırken, Amerika düşmansız, yani işsiz kaldı. Bu işsizlik, 80’lerden beri “neo-liberal” bir dünya düzeni tasavvur eden aydınları harekete geçirdi. Fukuyama liberalizmin mutlak zaferini ve “Tarihin Sonu“nu ilan etti. Yakın zamanda bunun için acele ettiğine dair hafif mahcup bir öz eleştiri verdi.

Fakat esas etkili fikir Huntington‘dan geldi. “Medeniyetler Çatışması” tezi. Buna göre komünizmin çöküşüyle beraber dünya, Batı ile İslam medeniyetlerinin kapışmasına sahne olacaktı. Tabii Amerikalılar kaybetmeyi sevmedikleri için tüm güçlü özellikler Batı’da toplanıyordu. Mesela ortaya çıkışı bir medeniyetten ziyade coğrafya işi olan kapitalizm Batı’nındı. Hristiyanlık da Batı’nındı. Hristiyanlıkla başı pek de hoş olmayan liberalizm Batı’nın olduğu gibi, duruma göre sosyalizm ve hatta milliyetçilik de onların uhdesindeydi.

İslâm medeniyetine kalan bunların yan sanayi ürünü çakmaları ve Rus yapımı Kaleşnikof’du. Böylece “Batı’nın” üstün teknolojisiyle kapışacaklardı. Tabii teknoloji de Batı’nındı.

Müslümanlar toplu bir şekilde yaşamalı ve ölmeliydiler. Arada birbirlerini öldürmeleri Medeniyetler Çatışması tezini aksatmayacak istisnai bir durumdu.

Bugüne gelelim. Geçenlerde Münih’te düzenlenen güvenlik konferansının konusu “Batısızlık” idi. Batı’yı Amerika’dan ibaret gören Trump ABD Başkanı. İngiltere’yi Brexit marifetiyle “özgürlüğüne” kavuşturan Boris Johnson için Batı kendi adasından ibaret. Almanya için “Batı” ayrıyken, Fransa için apayrı. Hepsinin tahayyülünde merkez kuvveti kendileri oluştururken diğerleri çeperde kalıyor. Böylece Batı’nın anladığı “Batı” çöküyor.

İnsan hakları, evrensel değerler, hukuk gibi normlarını onların tayin ettiği her meselede taviz veriyorlar ve meşruiyetlerini kaybediyorlar.

Bu esnada Müslümanlar birbirlerini “Batıcı” diye öldürmekle meşgul.
Batılılar henüz birbirlerini öldürmüyor. Şimdilik selâmı-sabahı kestiler.

Dünya garip bir yere gidiyor. Rusya bir federal devletten çok “Ortodoks Patriğinin kutsadığı” Çarlığa benzemeye başladı. Çar Putin dünyadaki tüm Ortodoks Hristiyanların hamisi pozlarında. Yakında “3. Bizans” ilan olunursa şaşırmayın. İran, Mehdi’nin yerine vekâlet eden Velayet-i Fakih tarafından idare olunuyor. Suudi Arabistan hızla modernleşmeye başladı. Mesela yaklaşık bir yıldır kadınlar araba sürebiliyor. Onun haricinde Vahhabi inanışın merkez üssü olma vasıflarından taviz vermiyorlar. Çin, komünizm görünümlü faşizmle yönetiliyor. Amerika kıtasını Evanjelikler ele geçirdi. (En önde giden iki örnek Brezilya’dan Bolsanaro ve tabii ki ABD’den Trump.) İsrail arz-ı mev’ûd’u resmî metinlere nakşediyor, bir kısım manyak, “Tanrı’yı kıyamete zorlamaya” çalışıyor. Burada yeniden Huntington’a dönüyoruz. Çünkü tarihî temele oturmayan bir tezin üzerine nasıl siyaset bina edilir dersini buradan alıyoruz. Çünkü “Tanrı’yı kıyamete zorlama” teorisinde yine savaşın taraflarından birisi İslam Medeniyeti. Karşısında da Batı’nın desteklediği İsrail var.

Dünya garip bir yere gidiyor. Türkiye ise hepimizin malûmu. Fakat malûm durumun bazı avantajları da var. Bir sefer, bugün Batı’da cereyan eden dinî siyaset argümanı bizde yirmi yıldır zaten iktidar. İkincisi, yükselen popülizmin mağduru değiliz. Çünkü bizde dozu hiç düşmüyor. Üçüncüsü, biz şaşırma duygumuzu kaybettik. Avantaj mı dezavantaj mı tam çözülememekle beraber ilginç bir de tezat var: Millet olarak isimlendirilebilecek unsur ortadan çekilirken, “milliyetçilik” yükseliyor. “Yükseliyor” faslını “milliyetçilerin sayısı artıyor” diye okuyun.

Türkiye’nin halinden çıkaracağımız en iyi sonuç ise tam anlamıyla etkin olamasa da edilgen de kalmıyor. Bu noktada bir kişi ve bir düşünceye çok şey borçluyuz: Atatürk ve Türk milliyetçiliği.

Atatürk’e neden ve nasıl borçlu olduğumuzu uzun uzun anlatmayacağım. Aklı olan anlıyor. Olmayana zaten her şey serbest.

Peki, Türk milliyetçiliğinin önemi nedir? İşi dramatize etmeden, basitçe ifade edelim.

Milliyetçilikler tabiatı gereği ilk önce imparatorluk düşmanıdır. Fakat sistemli Türk milliyetçiliğinin doğuşu Osmanlı İmparatorluğu devrinde gerçekleşmiş ve Türk milliyetçiliği Osmanlı’nın kurtuluş umudu olarak belirmiştir.

İmparatorluğu hayatta tutmaya gücü yetmese de cumhuriyetin kurucu fikri yine Türk milliyetçiliği olmuştur.

Yine milliyetçilikler dine mesafeli hatta düşman akımlar olarak ortaya çıksa da Türk milliyetçiliği hiçbir zaman dine düşman bir tavır içine girmemiştir.

Yayılmacı politika güden milliyetçiliklerin tek hedefi her zaman kendi soydaşları olmuşken, Türk milliyetçiliği sadece soydaşlarını ve hatta dindaşlarını değil eskiden hüküm sürdüğü coğrafyalarda yer alan her bir unsuru yeniden güçlendirmeyi hedeflemiştir.

Bu sebeplerden Türk milliyetçiliği hiçbir zaman dışa kapanmamış, dışa açık oluşunu da bir tarafla sınırlı tutmamıştır. Bu da Türk milliyetçiliğine ekstra bir direnç ve geçişgenlik özelliği kazandırmıştır.

Bir örnek; mesela Türkçülerin Hitler’den etkilendiği söylenir, yalandır.

Kadrocular

Türkçüler; Kadro dergisi hareketinin milliyetçilik ve sosyalizmi, sosyalizm tonu yüksek olmak kaydıyla cem etmesine tepki olarak aşırı milliyetçi olmuşlardır. Dışarıdan etkilenmediler denilemez, söz edildiği kadar etkilenmediler. Kadrocuları tek hamlede aşamadıkları için önce sosyalizme de selam çaktılar. Fazla sürmeden de dışladılar. Teorik olarak Türkçülük hiçbir zaman “nasyonal-sosyalist” olmamıştır.

Bugün aydını kalmamış, siyaset haricinde hareket alanı yok olmuş dahi olsa Türk milliyetçiliği teslim olmuş değildir. Dünyada yükselen popülizmin tonu Türk milliyetçiliğinde görülmüyor. Hiç görülmüyor değil, özünü kirletecek denli görünmüyor.

Milliyetsiz amipler tarafından yöneltilen “ırkçılık” suçlamasına değinmiyorum bile.

Lafı lüzumsuz uzatmayalım. “Medeniyetler Çatışması”nın, Batısız Batı’nın, oryantalist Doğu’nun hesaplaştıkları coğrafyada Türkler oturuyor, biz oturuyoruz.

Ana aksından kopmuş, adeta “tüm kaleleri cebren ve hile ile işgal edilmiş” dahi olsa tüm bu coğrafyayı kucaklayacak yegâne görüş Türk milliyetçiliğidir. Geçişgen, geçmişten ders alan ve etkin bir milliyetçilik!

Dünya garip bir yere gidiyor. Fakat önceki gidişlerden farklı olarak bu sefer bir çözüm de arıyor. Daha fazla merak ediyor. Bu garip gidişi lehimize çevirmek mümkün. Çok zor fakat mümkün. Yeter ki etrafımıza dikkatli bakalım.

Zafer bizim; yenilgi, harici ve dahili düşmanlarımızın olsun!

Semih Ayna

Uygarlık, üç temel dinamik üzerine yükselir: İş bölümü, uzmanlaşma ve temsil. Nitekim, medeniyetin bu üç itici unsuru kendinden sebepli ve organik bir ilişki halindedir. İş bölümü uzmanlaşmayı, uzmanlaşma ise sonuç olarak temsil ve temsil etme edimlerini getirir. Örneğin, barbarlık sonrası, uygarlık öncesi animizmi benimseyen dinlerde ve totem tabu ilişkisinde tabiat güçlerinin totem hayvanında veya şaman maskesinde temsil edilmesi bir anlamda aklın araç olarak kullanımı ve dolayısıyla uygarlık tipi algılama ve yorumlama biçimine örnektir. Özellikle animizmi benimseyen dinlerin kabile törenlerinde kötü ve iyinin, doğa ve insanın maskeler ve şamanlar üzerinden temsil edilmesi Derrida düşüncesinde “binary oppositions” yani ikili karşıtlıklar sistemi, modernitenin ilk ve tarih öncesi köklerini ortaya koyar. Modernitenin araçsallaștırdığı ikilikler ve karşıtlıklar düzeni, şeylerin doğasını negatif pozitivizm üzerinden tarif eder. Yani öz, olmadığı şey üzerinden değerlenir ve bu ikili düşünce sisteminin tarih öncesi örnekleri totem ve tabu ilişkisinde, animizm ve șaman anlatımında görülür. Daha sonraları Nietzsche, Antik Yunan Uygarlığını benzer bir çatışma sistemi üzerine kuracaktır; Apollon ve Dionysus arasındaki aklın egemenliği ve doğanın esrikliği arasındaki, varoluştan temsile varan antik sentez düzeni.

     Apollon bildiğiniz üzere aklın, ilerlemenin ve ışığın tanrısıdır. Aynı zamanda aydınlanmanın temsili olarak da bilinen Apollon bilge bir kahindir; zira bilgi, öğrenme ve kavrayış yetileri onun temsilinde vücut bulur. Kâhin, geleceği bilge kavrayışı sayesinde tahmin edebilen kişidir. Bu sebeple şair tanımı antik yunanda “prophet-like knowledge” ile birlikte kullanılır. Apollon, platoncu anlamda fikirlerin, ideaların ve ölçünün tanrısıdır. Bu yüzden Aristoteles ve Platon’un tasvirlerinde, Platon, yüksek ideaları işaret etmek için elini yukarı kaldırırken Aristoteles, dünyayı ‘’mimesis’’ yani taklit ile anlamlandırmamız gerektiğini işaret etmek için elini aşağıda tutar. Benzer şekilde, tasvirlerinde Apollon genellikle karşıya bakar. Böylelikle simetri, ölçü ve eşdeğerlik temsil edilmiş olur. Aksine Dionysus temsillerinde yukarıya, göksel, ilahi ve yüce güçlere doğru kadehini kaldırır. Çünkü kendisi şarap tanrısıdır. Dionysus varoluşun yıkıcı ve aynı zamanda yaratıcı gücünü temsil eder. Sanatın, doğanın, şarabın tanrısı olan Dionysus aynı zamanda esrik bolluğun, yıkıcı parçalanmanın ve diyonizyak transın da temsilidir. Yani uygarlık iki karşıt gücün temsiller üzerinden ifade edilmesiyle önce mistifiye sonra demistifiye edilmesi üzerine kuruludur. Dionysus, sanatın ölçüsüz ve ciddiyetsiz yergisini canlandırır. Zira Platon’un eleştirdiği Bacchae festivalleri, şarap ve eğlence partileri Dionysus adına düzenlenmektedir ve bu festivallerde diyonizyak sanatın; yani, drama ve yerginin ilkel örnekleri görülür. Platon için sanatın tehlikeli ve değersiz bir uğraş olması festivallerin ciddiyetsiz eğlence anlayışından kaynaklanmaktadır. Bu yüzden sanat, günümüzün aksine yüksek kültürel entelektüel bir uğraşı değil, toplumsal arınma gecesi işlevi görmektedir. Bu festivallerde halk yer, içer, güler, eğlenir ardından diyonizyak aşırılığa uygun olarak toplu orjiler, şiddet ve kendinden geçme seansları başlar. Bu sayede apolloncu düzenin devamlılığı diyonizyak eğlencenin toplumu yeniden örgütlemesi sayesinde gerçekleşir. Bu bağlamda uygarlık ve ethos iki ana güç üzerinden ilerler; Apollon ve Dionysus. Sanat ve bilgelik, tabiat ve kültür, yıkım ve yaratı… Yalnız sanat ve diyonizyak büyünün esrik gücü yaratı için yeterli olmadığı gibi bilgelik ve simetri, ölçü ve rasyonalite de yeni bir değer sistemi yaratmak için yeterli değildir. Zira eylemin temelinde yatan “mimesis”; taklit, hem diyonizyak “sublime” dediğimiz yüceyi hem de Apollonian bilgeliği, yani toplumsal erki anlam ve kültür yoluyla yansıtır. Diyonizyak tabiat güçleri ve Apollonian simetri sanatta bir araya gelir. Bu yüzden putların alacakaranlığı, sanat ve güç ile aşılabilir. Tabiatın yıkıcı, uygarlığın yaratıcı ethosu bir araya gelmelidir. Bu antik ve sanatsal görünün ışığında sahip olduğumuz cumhuriyet ve Türklük ethosunun, uygarlığın iki gücünü, yaratı ve yıkımın birlikteliğini taşıyor olması hepimiz için gurur kaynağı olmakla birlikte, kurucu mit görevini görmektedir. Mustafa Kemal Atatürk’ün Türklük ve “yaratılış” ile ilgili söylediği sözler dikkat çekicidir: “Bu memleket, dünyanın beklemediği, asla ümid etmediği bir müstesna mevcudiyetin yüksek tecellisine, yüksek sahne oldu. Bu sahne 7 bin senelik, en aşağı, bir Türk beşiğidir. Beşik tabiatın rüzgarları ile sallandı; beşiğin içindeki çocuk tabiatın yağmurları ile yıkandı. O çocuk tabiatın şimşeklerinden, yıldırımlarından, kasırgalarından evvela korkar gibi oldu; sonra onlara alıştı onları tabiatın babası tanıdı, onların oğlu oldu; Bir gün o tabiat çocuğu tabiat oldu; şimşek, yıldırım, güneş oldu; Türk oldu. Türk budur. Yıldırımdır, kasırgadır, dünyayı aydınlatan güneştir.”

 Türk, doğanın yani diyonizyak güçlerin mirasçısıdır. Yıkıcı, esrik ve göçebedir ama aynı zamanda Apollonian bilgeliğin, kültürel egemenliğin de efendisidir. Türk’ün kasırga gibi savuran diyonizyak gücü tabiattan, aydınlatıcı ışığı ise Apollon’dan gelir. Birey ve toplum ilişkisinde ise Apollon ve Dionysus sentezi Türk toplum yapısı ve toplumsal ideal olan “sınıfsız imtiyazsız kaynaşmış kitle tezinin” mitik kökeni olarak görülebilir. Apollon biçimin, ölçünün, benliğin ve forumun tanrısıdır.  Türklük ethosunun apolloncu özü bireyin kurtuluş mücadelesini verir ve sürü ahlakının en düşük formu olan tebaa-soysuzlaşma kültürüne, Osmanlı dekadanına karşı bireyi alacakaranlıktan kurtarır. Dionysus ise esirmenin, çokluğun, kendinden geçme ve bütünleşmenin tanrısıdır. Bu aşamada ise yeni ve cesur birey, Türklük ortak paydasında kendinden geçer, sınır aşımına uğrar ve yüce Türklük varlığında buluşur.

Helin Yazan

Son günlerde dünya ekonomi devlerinin sık sık atılım gerçekleştirdiği bir teknoloji olarak ortaya çıkan dördüncü sanayi devriminin öncüleri arasında sosyalist ülke Çin de yer alıyor.       

Peki nerden çıkıtı bu yarı robotlaşma yarı yapay zeka süreci? Dördüncü sanayi devrimini Almanya Hannover Fair 2011’de ortaya atmış ve bundan önce de uzak doğu ülkeleri  bu alanda girişimde bulunmuştu. Endüstri 4.0’ın en önemli sebeplerinden biri de nüfus faktörü. Dünya Bankasının 2019 verilerine baktığımız zaman Çin’in toplam nüfusunun 1.393 milyar olduğunu ve toplam nüfus içerisinde genç nüfusun önemli bir yere sahip olduğunu görüyoruz. Her ne kadar Çin gelişmiş genç nüfusa sahip olsa da emek faktöründeki harcamaları sermayeye yönlendirmek istemesi ve ABD ile aralarında yıllardır süre gelen ticaret savaşları Çin’in üretimini gelişmiş teknoloji ve yapay zekaya yönlendiriyor.

 Dördüncü sanayi devriminin ilk olarak söz edildiği noktaya yani Almanya’ya geri dönecek olursak bildiğimiz üzere Avrupa ülkelerinin genç nüfusu Çin’deki kadar yoğun değil. Bu durum Almanya’yı Türkiye gibi genç nüfuslu ülkelerin işgücüne muhtaç bırakıyor. İthal işgücü yerine makineleşmeye bağlı gelişmiş sanayiyi koymak isteyen Almanya, sermayesini bu yönde şekillendiriyor. Bu da Almanya’yı hemen hemen hiç işgücüne ihtiyacın olmadığı endüstri 4.0’ın kollarına itiyor. Endüstri 4.0 konusunda Almanya’nın yeni rakibi ABD görünüyor ancak aralarındaki soğuk savaş nedeniyle ABD’nin süper gücünü istemeyen sosyalist rejimli Çin sanayileşme yarışında karşımıza çıkıyor.

Çin başkanın son zamanlardaki kapitalizmi savunan açıklamaları acaba “Çin sosyalizmi terk mi ediyor?” sorularını beraberinde getirdi. Sözlük tanımıyla Sosyalizm: Devletin üretimde etkin olduğu ve halkın eşit şartlarda yaşadığı, yani üretim araçlarının devlet tekelinde bulunduğu bir sistem. Peki bu sistem dördüncü sanayi devrimi için yeterli mi? Devlet tekeli bu sisteme ne kadar ayak uydurabilir? Ortada bir rekabet olmazken firmalar teknolojik açıdan gelişmeyi bu kadar önemser mi? Peki ya sınıfsal gruplaşmanın bulunmadığı sosyalizmde bu teknolojik devrim sonrası işsiz kalan emek yoğun nüfusun ihtiyaçları eşit bir şekilde karşılanabilecek mi?

Dünya nüfusunun önemli bir kısmını Çin Halk Cumhuriyeti oluşturduğundan söz etmiştik. Bu önemli nüfusun çok büyük bir kısmı emek yoğun işlerde çalışıyor. Emeğe ve eşitliğe önem veren bir sistem olarak karşımıza çıkan sosyalist sistemin her ne kadar dünyada tam uygulaması görünmese de Çin ve Küba bu konuda başı çekiyor. Eski sosyalist Rusya’nın artık bir kapitalist dev olduğunu bilmeyenimiz yok. Rusya zamana ayak uydurdu ve yapısal değişikliğe gitti. Rus halkının da bu yapısal değişikliği istemesi sonucunda Rusya şimdilerin en güçlü ekonomilerinden biri olarak karşımıza çıkıyor. Çin’in de bu yolda ilerleyip kapitalistleşmesi an meselesi görünüyor. Az önce de belirttiğimiz gibi sosyalist sistem; devlet tekelini ve bu tekelde rekabetin ortadan kalkmasını beraberinde getiriyor. Devlet tekelleşmesi yeni sanayi devrimine pek uygun olmayacak gibi gözüküyor. Çin’in de bu konuda tereddütleri olduğu aşikar. Tereddütte düşen Çin, Rusya ile aynı dönemlere sürüklenecek gibi duruyor.

Öte yandan Çin’in emek yoğun nüfusunun da bu yeni sanayileşme içinde kendine yer bulması hayli zor olacak gibi duruyor. Eğer Çin; sosyalist devlet yapısını korumaya devam etmek isterse devrimle beraber işsizleşmiş nüfusa nasıl bir gelir sağlayabilir sorusu da hayli kafa karıştırıcı olacak. Her şey yolunda gitti ve Çin işsiz nüfusa gelir sağlayabildiğini varsayalım bu kez de karşımıza ‘sağlanan bu gelir ne kadar eşit olacak?’ sorusu çıkıyor. Tam anlamıyla dördüncü sanayi devrimine girmediğimiz dünyada bile Çin’in nüfusu azaltma yolunda teşvik edici politikaları bulunurken devrim sonrası sosyalist Çin için teşvikten çok daha fazlası gerekecek gibi duruyor.

Çin’in dördüncü sanayi yolunda emin adımlarla yürürken büyüme olarak durağanlaşmaya başladığını da görüyoruz. Karşısında ABD gibi kapitalist bir güç bulunan Çin’in önümüzdeki dönemlerde de büyümesinde düşüşler gözlemleneceği ekonomistler tarafından ortaya atılan tahminler arasında. Çin’in kapitalist güç yarışına katılmasının dünyaya etkilerini önümüzdeki yıllarda daha çok hissedeceğiz gibi duruyor.

Beria Tepebaşı

Osmanlı sarayında bulunan ilk ressam, Fatih döneminde onun portresini yapan Gentile Bellini’dir. Bilindiği üzere kendisi bir İtalyandır. Türk Resim Tarihinde, İtalyan ressamların özel bir yeri vardır. Türkiye’de 1882’de açılan (Sanayi Nefise Mektebi) Güzel Sanatlar Akademisinde görev alan 5 yabancı profesörden 4’ü İtalyandır. İlk yabancı ressam, İtalyan kökenli Leonardo de Mango, yağlı boya kürsüsünü yönetiyordu. Pastel ve Karakalem türlerinin hocası Salvator Valeri’ydi. Resim tekniği ve Suluboya dalında -o zamana göre- bir otorite sayılan Philippe Bello’dan sonra, padişahın hususi emriyle, Sanayi Nefise Mektebi hocalığına Ecvaroni tayin olundu. Bunu izleyen yıllarda, Fausto Zonaro saray Ressamlığına atandı. Eserlerinde bir tasvir gerçekçiliği olan Fausto Zonaro, Şark sahnelerini tuvale geçirmekte büyük bir ustaydı. Fausto Zonaro da bir İtalyandı.



Küçük yaşından beri okuduğu doğuya dair kitapların çekiciliği, Zonaro’ya İstanbul yolunu açtı. 1891 yılında kavuştuğu İstanbul’u dünya cenneti olarak niteleyen sanatkar, bu ülkeye yerleşmeye karar verdi. İstanbul’u her yönüyle yansıtan tablolarıyla kendisini saygın bir sanat çevresinde buldu. İstanbul’a doyamayan ressam; her gün koltuğunda tuvalleriyle doğaya çıkıyor, görkemli görünümlerle kucak kucağa yaşıyordu. O günlerde İstanbul’u bir coşku seli kaplamıştı. Türk donanmasının ünlü gemisi (Ertuğrul) Uzak Doğu’ya, Japonya’ya gidiyordu.

Dönüşünde azgın dalgalara gömülen bu gemi, Galata’dan olağanüstü bir törenle uğurlandı. Sırmalı kostümleri gözleri kamaştıran Ertuğrul gemisinin subayları; mızıka sesleri, halkın duaları ve alkışlar arasında yurttan ayrıldılar. Bu uğurlamadan çok duygulanan Zonaro; bu görkemli uğurlama törenini ustalıkla tuvale aktardı. Zonaro’nun bu tablosu Yıldız Sarayı’na sunuldu. Eser, onun Saray Ressamlığı’na atanmasını sağladı. Bu suretle Zonaro (Ressam-ı Hazret-i Şehriyarî) sıfatını aldı. Bu arada Padişahın nişanıyla da onurlandırıldı. Fausto Zonaro, yirmi yıl Türk Saraylarının ressamlığını yaptı.



Ressam aynı zamanda Padişahın direktifleriyle tarihî tablolar, Türk kahramanlığını yansıtan tablolar yaptı. Tarihî tabloların en meşhurları; Fatih’in İstanbul’a girişi, Preveze Zaferi, Osmanlı-Yunan muharebesini yansıtan kahramanlık sahneleridir.



Zonara; Boğaziçi’nin güzelliğini, İstanbul’un tarihî semtlerini, camilerini, çeşmelerini, hamamlarını toplum yaşamındaki olayları, düğünleri, bayramları, dervişleri, seyyar satıcıları, arzuhalcileri, tulumbacıları, arabacıları, sucuları, balıkçıları, eski İstanbul’u ve İstanbul tiplerini tüm gerçekçiliği ve özelliğiyle, solmaz renkleriyle, silinmez çizgileriyle yaşatmış olan bir ressamdır.


1896 yılında II.Abdülhamid’in saray ressamlığını yapan Fausto Zonaro (1854-1929), Venora ve Paris’te sanat eğitimi görmüştür. İstanbul’a ailesiyle birlikte yerleşmiştir. Saray ressamı olmadan önce diplomat eşlerine resim dersi vererek geçimini sağlamaktaydı. II.Abdülhamid’e armağan ettiği resim padişah tarafından çok beğenilince saray ressamı olarak çalışmaya başlamıştır. Zonaro’ya hem Mecidiye Nişanı hem de saray ressamlığı unvanını kazandıran bu resim “Ertuğrul Süvari Alayı’nın Galata Köprüsü’nden geçişi” isimli eseridir. Sanatçının Galata Köprüsü üzerinde, Ertuğrul Süvari Alayı’nın geçişini ilk gördüğü andan itibaren her Cuma Galata köprüsüne gelerek eskiz yaptığı bilinmektedir ve ayrıca, kompozisyon içerisinde bu sahneye tanık olarak kendisini ve eşini de resmetmiştir. İstanbul’daki yaşamı çok uzun sürmemiş, Padişah’ın tahttan indirilmesiyle birlikte Zonaro’nun da işine son verilmiş; evine ve eşyalarına da el konulmuştur. Bunun üzerine doğduğu şehre San Remo’ya dönen Zonaro, ömrünün sonuna kadar İstanbul özlemiyle yaşamıştır.



Türk Saraylarında ve bazı eski ailelerde hayli eserleri bulunan Fausto Zonaro, İstanbul’un renkli görünümlerini, değişik tiplerini tuvale geçirmekte ustalığıyla ün kazandı. Ona Boğaziçi ressamı, tarihî olaylarla kahramanlık sahnelerinin ressamı, ışıklı bir portre ressamı denilmesinin nedeni; fırçasının bu üç türde ustalaşmasıdır.

Zonaro’nun Türkiye’den ayrılışı tatsız bir anıydı. İtalyanların 1911 yazında, Osmanlı topraklarından olan Trablusgarp’a saldırışı üzerine Türkiye büyük bir çalkantı içine düştü. İtalyanların bu haksız işgali protesto edilirken, Türkiye’deki İtalyan asıllıların da yurt dışı edilmeleri kararlaştırıldı. Bunlar arasında Güzel Sanatlar Akademisi (Sanayi Nefise Mektebi) profesörleriyle, Zonaro da vardı.

Onun Saray Ressamı olması ve Şehzadeliğinde Abdülmecit Efendiye resim dersi vermesi gibi özel durumu, sürgün kafilesine katılmaktan alıkoymadı. Oysa Zonaro’ya o günlerde paşalık payesi verilecek ve ressam büyük bir sergi ile bu mutluluğunu kutlayacaktı. Yurdu terk etmesi için kendisine üç gün mühlet tanınan Zonaro atölyesinde bulunan üç yüz kadar eserini yok pahasına sattı ve göz yaşlarıyla İstanbul’dan ayrıldı. Zonaro, İtalya’da yerleşmek için -denizi bir parça olsun İstanbul’u andırır düşüncesiyle- San Remo’ya gitti. İstanbul özlemiyle, Boğaziçi’yi yansıtan tablolar yaptı. Bir taraftan da arttırdığı içkisiyle bohem havalı panolar hazırladı. 19 Temmuz 1929 günü, San Remo’da öldü.

Bir derin sisi çöktü yüreğime, 
Pervazına yaslandığım gecenin. 
Dökülürken acı sözler dilime,
İçine dalıyorum düşüncenin.

Boşluğu katıyorum gözlerime,
Yaman bir nârâ atıyor benliğim.
Muteber bir edayla dizlerime,
Kapanıyor birden çaresizliğim.

İçinde miyim hiç yok oluşların?
Bilinmez hayatın bu vazifesi.
Kanatları yırtınırken kuşların,
Durulur mu ruhumun ahizesi?

Her gecede sır; o muvazenedir, 
Yaşadığımız gelgitler sonsuza.
Camı kapalı vuslat, bekler sedir.
Bekleyişin sabrı erer sonsuza. 

Vahit VOLBAR