İçerisinde bulunduğumuz 21. yüzyılda Türk milletinin bekasını kendisine bir vazife edinmiş hiç kimseye bunu neden edindiklerini yahut neden edinmeleri gerektiğini öğretmek haddimiz değildir. Fakat kendisini isimlendirirken ihtilafa düşen arkadaşlarımıza birkaç hatırlatma yapmayı elzem görüyoruz.

Prof. Dr. İskender ÖKSÜZ; kendisinin de öğrenme sürecindeyken usta-çırak eğitimiyle kavradığı fikir sistemini, daha sonra hareketin gelişiminin hızlanmasıyla usta-çırak eğitiminin süreci yavaşlatacağını ve başarı oranını düşüreceğini hesap ederek kaynak kitap olarak kullanılmak üzere; Galip ERDEM, Dündar TAŞER gibi büyük Türk milliyetçilerinden edindiği bilgileri bir kitapta toplamış ve ismini Türk Milliyetçiliği Fikir Sistemi olarak belirlemiştir. Bu kitapta milliyetçilerin kim olduğu sorusuna cevap olarak, “Türk milletinin bekası için şahsi ve ailevi menfaatlerinden vazgeçebilen kişilere Türk milliyetçisi denir” cevabını vermiştir. Bu cevabın peşinden de Türk milliyetçiliğinin, Türk milliyetçilerinin tekelinde olduğunu belirtmiş ve eklemiştir; milliyetçiliğin gün geçtikçe artan imkanlarından faydalanmak amacıyla kendisini milliyetçi olarak tanıtabilecek kişilerin çoğalması ihtimalinin en aza indirilebilmesi için bu gereklidir. İskender hocamızın bu sözlerinden anlıyoruz ki kendisini samimi bir şekilde Türk milletinin hizmetine adayan herkes Türk milliyetçisidir. Günümüze gelecek olursak, kendisini isimlendirme konusunda hiç sıkıntı çekmeyen hatta ve hatta elini bol tutmaktan hiç çekinmeyen milliyetçi arkadaşlarımız; millet ve milliyet çatılarında toplanmak şöyle dursun, tarihte yaşamış ve Türk milletine çok kıymetli hizmetlerde bulunmuş güzide şahsiyetlerimizin adlarıyla dahi kendilerini isimlendirmeye başlamışlardır.

Türk milleti yazılı eserler bırakmaya ne kadar geç başlamış olursa olsun, tarihi bölünemeyecek kadar büyük hadiseler ve şahsiyetlerle doludur. Türkistan’ın bozkırlarından başlayıp Avrupa’nın göbeğine kadar gitmiş ve büyük işler başarmış bir millet için de olması gereken budur. Biz Türk milliyetçilerine düşen ise bu abide şahsiyetlerimize olan hayranlıklarımız hasebiyle ayrılık ateşinin içerisine birbirimizi atmamaktır. Bu abide şahsiyetlerimiz de bunu istediklerini belirtmişlerdir. Milletimizin yetiştirdiği en nadide şahıslardan birisi olan Yavuz Sultan Selim, bu durumun olma olasılığından dahi duyduğu büyük hüznü “Milletimde ihtilâf ü tefrika endişesi/ Kûşe-i kabrimde hattâ bîkarar eyler beni” mısralarıyla dile getirmiştir. İçerisinde bulunduğumuz yüzyılda ideolojiler şöyle dursun iktisadî fikirler çarpışmaya ve birbirlerine üstün çıkmak için çabalamaya başlamışken, tarihin gördüğü en büyük ve en başarılı milletlerden olan Türk milletinin geleceğinin teminatı olan gençlerinin aynı safta duran, taban tabana dahi zıt olmayan evlatları; yüklendikleri siyaset üstü misyonun farkına varmamakla birlikte, kendilerini birkaç kişinin “lideri” olarak gören birkaç şahsın zehirli fikirleri sebebiyle birbirlerine düşmektedirler. Bu durum böyleyken gençliğimiz Türk milletinin bekasını düşünüp bunun için çalışmak, kendisini geliştirmek yerine kendilerini avukat yahut koruma sanarak şahısların adına kavga etmekten başlarını kaldıramayacaklardır.

Bu durumlarda yapılması gerekenler çok sınırlıdır. Güçlü olanın güçsüz olan tarafı ezmesini beklemek, şüphesiz ki Türk milletinin geleceğine yine kendisinin vuracağı en büyük darbe olur.  Doğru eğitim sayesinde çözülmeyecek hiçbir şey yoktur. “Türk nedir?” diye sorduğumuzda verebileceğimiz çok fazla cevap vardır fakat her millete nasip olmayan tek şey, medeniyettir. Giyimden yaşam tarzına, edebiyattan savaşa attığı her adımda bir medeniyet göstergesi bırakan yüce Türk milletinin evlatlarının ilk olarak yapması gereken de budur: Kendini eğitebilmek, geliştirebilmek. Takipçisi olduğunuz şey şayet bir fikir ise onu yine fikri olarak kendinizi geliştirerek savunabilirsiniz. Kim olduğunuzun yahut ne yaşadığınızın hiçbir önemi yoktur. Kendini geliştirip savunduğu fikrin ne olduğunu bilen bir kişinin önünde durabilecek bir güç yoktur. Tarihi, edebi ve ilmi okumalarla araştırma ve öğrenme tekniklerinin doğru şekilde öğrenilmesi ise milli şuuru ortaya çıkartacak ve gelişmesine zemin hazırlayacaktır. Tarihinde yaşamış tüm şahsiyetleri eğri ve doğrusuyla kabul edip, doğrularıyla iftihar ederek hatalarından ders çıkarıp tekrarına müsaade etmemek, bir Türk milliyetçisinin Türklüğe yapabileceği en büyük iyiliklerdendir.

Hâli hazırda kurulu olan bir düzeni, tertibi değiştirmeye yahut yıkmaya çalışmak yerine; mevcut yapıyı analiz edip problemlerini bulup düzeltmek için çabalamak elbette ki akıl sahibi herkesin çok net bir şekilde görebileceği bir şeydir. Bizlerin de yapması gereken budur. Zehirli fikirlerini sağda solda düşüncesizce savuran şahısların peşinden gitmeyip, yıllar önce dünyayı terk etmiş büyüklerimizi de kabirlerinde rahat bırakmalıyız. Türk milletine gönül vermiş, onun devamlılığına kendini adamış bir Türk evladının hiçbir çekince ve şüphe içerisinde kalmayıp Enver Paşa’yı sevip Sultan II. Abdülhamit Han’ı gönlünde bir yere koyabilmesi milli şuurun gerektirdiklerinden sadece bir tanesi, bir örneğidir.

Güzide şahsiyetlerimizin her biri birbirinden kıymetlidir ve hepimiz için teker teker kıyas edilemeyecek kadar önemlidir. Fakat mühim olan mesele şudur: Kader; tarih ya da hayat nasıl isimlendirmek isterseniz, hepsine aynı şekilde davranmamış ve aynı şartları sunmamıştır. En nihayetinde onlar da birer insandır ve doğru veya yanlış yapmaya hepimiz kadar hakları vardır.

Yapmamız gereken ise acı, çile yahut başarı yarıştırmak değil; büyüklerimizi kendimize bir örnek alarak onlara saygı duymak ve devraldığımız sancağı onlardan da ileriye taşımaktır.

Bilge Ersagun

bir kadınım ben
elleri ve ayakları çamura batmış
bu çağda
kimsesiz sayılırım
yarı aksak, bir gözü kör sevdalarımın
parmak uçlarım kan içinde
tırnaklarımla kazıyorum vicdanını insanlığın
ölümü hak etmek muhasebesini yapan
yere batmış insanlığın

mış’lı geçmiş zaman bütün kabahatlerim
en büyüğü ise yaşamak,
ben yaşamak diliyorum…
yeşil hakim, kır bahçeleri inşa ediyorum
karanlık izbe mahzenlerinize
ve yurdumun en güzel çiçeklerini derliyorum
en çok da gelincik
takıp takıştırıyorum hepsini
esaret kavline rabıt
parmaklıkların boylu boyunca
ölüyorlar, ölüyorum…
zamansız maviden yeşilden azade
hücre hücre taşan sonsuz bir gayız ile

hatırası kaçmış sokaklarda
çıkmaza varıyor düşlerim
el uzattım erişilmezlere
son ara
ve o dehşet manzara
bir çocuğa rastlıyorum
kana çalar iri gözleri ve bembeyaz elleri
karanlığa takılmış yüzüstü
hep yara ve titrek dizleri
kayboluyor o çocuk sonra
duvarda kaldı gülüşü ve o meçhul fail
o sokak derin, o sokak karanlık, o sokak zelil
ve ben güneş diliyorum, sonsuz aydınlık
lakin
çıplak ayaklar, kirli sokak, ıslak zemin

bir kadınım ben…
kınalı ellerim bir memleket türküsü
perçemime takılıp düşmüşüm işte
yerde yatıyor gençliğim boyunca
yirmisinde bir kan damlası
şakaklarım niye ak?
sanki veda öyküsü
hiçbir şeye malik değilim
bu dünya sizin
yalnızca ardım sıra tutulacak bir yasım
ruhumun şad olmasını bekleyemem
beni bugün anmalısın.

Tuğba ŞAHİN

Kaç tren kaçırdım
Kaç ayakkabı eskittim
Senden kaçarken
Kaç ömür geçti gözlerimin perdesinden
Seni uzaktan izlerken

Kaç ayrı uçurumun başında
Kaç ayrı çay faslını es geçtim
Gelişinden ümitvâr iken
Kaçar defa atladım uçurumlardan
Seni uzaktan izlerken

Kaç uykumu böldün
Kevser’de yıkanmış nefesinle
İsmimi anarken
Alacağım solukları sığdırdım sigara kağıdına
Seni uzaktan izlerken

Kırk yıl ihtiyarladım seni uzaktan izlerken
Enva-i çeşit atî düşledim
Sen her birinde giderdin
Gülümserken rast geldim birkaç sefer
Bana da böyle güzel gülerdin
İçimde savaşlar peyda olurdu
Ben seni uzaktan izlerdim

Yalnızlığın kolaylığını anladım yoksunlukla baş edince
Yoluna güller sermek istedim
Dikenleri ayağını delerdi
Uzaktan da çok güzeldin, öyle güzeldin
Gelmen için kırk yılımı daha silerdim ama
Gelince biraz daha uzaktan izlerdim

Şüphesiz ki uzun bir süre hepimizin hatırında olacak bu tarih. 10 Nisan 2020 saat 22:00-24:00 arasında ülkece büyük bir sınava tabî olduk. Zannımca sınıfta kaldığımız bir sınavdı bu. Peki neler oldu?

Saatler 22:00’yi gösterdiğinde haberlerde bir altyazı geçmeye başladı; “30 ilde ve Zonguldak’ta -bu süreçte beni en çok ‘ve Zonguldak’ tabiri güldürüyor istemsizce- iki gün süre ile sokağa çıkma yasağı” diye. Şaşkınlık içerisinde olayı anlamaya çalıştık hepimiz. Daha birkaç saat öncesinde sağlık bakanı basın toplantısı düzenlerken bu konuya dair en ufak bir şey söylememiş sadece ‘güneşli havadan ötürü sokakların cazibesine kapılmayalım’ demişti. Haftalardır tartışılan sokağa çıkma yasağı birtakım önlemler ile adım adım gelmişti aslında. Önce 65 yaş üstüne gelen yasak ardından 20 yaş altına gelen yasak derken halk olarak sokağa çıkma oranını elimizden geldiğince azaltmaya gayret ediyorduk. Ama bir altyazı ile geçilen bu mühim karar insanları birden telaşa sürüklemiş ve inanılmaz bir kaosu gözler önüne sermişti.

Haftalardır yapılan uyarılar, haberler, olayın ciddiyeti bir anda kaybolmuş ve insanlar gerek yayan gerekse araçları ile en yakın market, bakkal ve benzinliklere akın etmişti bile. Vatandaş olarak izlerken son derece utanç duyduğum görüntüler gördüm/gördük. Bilim kurulundaki her bir uzmandan ısrarla duyduğumuz ve bir anda hayatımıza katılan ‘sosyal mesafe’ kuralı sanki hiç duyulmamış gibi katledilmiş, bulaşıcılığı son derece kolay olduğu için maske ve eldiven konusunda sürekli uyarılar yapılmasına rağmen uyarılar sanki hiç yapılmamış gibi akın etmişti insanlar buldukları en yakın yerlere.

Maskesiz, eldivensiz insanlar, sosyal mesafeye uymadan üst üste yığılan kalabalıklar, bunlar da yetmiyormuş gibi kavga eden ahmaklar! Edep yahu dedirtti hepimize. Peki suçlu kim?

Yönetim ve yönetme kabiliyetinin ne kadar mühim olduğunu idrak ettiğimiz bir iki saatlik dilime şahit olduk. Sürecin aslında o kadar da iyi yönetilmediğini bu gece yapılan bu büyük ihmalkarlık ile görmüş olduk. Önümüzdeki iki hafta boyunca vaka artışında olacak yükselişten ilk olarak hükümet suçludur. Hükümet suçludur çünkü;

-Böylesi olağan bir durumda sokağa çıkma yasağı haberlerde son dakika haberi olarak geçme rahatlığında verilmemeliydi. İnsanlar saat 24:00 itibari ile yasağın başlayacağını öğrenince panik hali ile sokaklara döküldü bunun önü alınmalıydı.

-Yasağı içişleri bakanı düzenleyeceği basın toplantısı ile bizzat birinci ağızdan vermeli halkı bizzat kendisi haberdar ederek oluşacak olan kaos ortamını dizginlemeliydi.

-Yasağa dair genelge karardan sonra değil bizzat bakanın düzenleyeceği toplantıda yine onun tarafından izah edilmeli ve halka fırınların, su dağıtım şirketlerinin açık olacağını söyleyerek kaosun önüne geçilmeliydi.

-Virüs ana merkezi İstanbul’da böyle bir karar alınacaksa şehrin güvenlik güçleri ve gözbebeği bekçileri mahallelerde ve işlek yerlerde sosyal mesafeyi koruma ve yığılmaları önleme adına koordine edilmeliydi. Bu konuda halka suistimal alanı tanınmamalıydı.

-Belediyeler önceden haberdar edilmeli, belediye başkanları yasağı halk ile beraber televizyondan öğrenmemeliydi. Oluşabilecek yığılmalar konusunda belediyeler ile işbirliği yapılmalı ve halkın sakinliği yine iller bazında belediye başkanları ile ortaklaşa sağlanmalıydı.

Bunlar ve bunlar gibi birçok sebepten ötürü 10 Nisan 2020 günü hükümet Çin virüsü ile mücadele konusunda bugüne kadar verilen ama iyi ama kötü tüm mücadeleyi baltalamış ve sonuçlarını en az iki hafta sonra göreceğimiz karanlık bir sürece bizleri itmiştir. Peki tek suçlu hükümet miydi?

Öyle sanıyorum ki birçoğumuz yaklaşık bir aydır evlerimizdeyiz. Bu virüs ile bugün tanışmadık. Gerek sağlık bakanı gerekse uzmanlar herkesin kendisini karantina altına alması gerektiğini, bir süre izole edilmemiz gerektiğini neredeyse yalvarırcasına anlatıyordu. Anlaşılmayan noktalarda ilk olarak kafe/avm gibi toplulukların olabileceği alanlar kapatılmaya, kuaför/berber gibi insan sirkülasyonunun olduğu yerlerin de kapatılması ile yasaklar peşi sıra gelmeye başlamıştı. Bu sürecin hemen bitmeyeceğini hepimiz biliyorduk. Alışverişlerimizi bu sebepten ona göre yapıyor temel ihtiyaçlarımızı bizi en az bir iki hafta götürecek şekilde alıyorduk. ALMIYORMUŞUZ! LUPPO’YU VE ISPANAĞI UNUTMUŞUZ! Bu akşama dair görüntüleri izlerken o kadar üzüldüm o kadar ah vah ettim ki! Her akşam açıklanan ölüm sayılarını sadece sayıdan ibaret gördüğümüzü, canımız yanmadığı için virüsü ciddiye almadığımızı düşündüm. İki gün için bu kadar bilinçsizce hareket etmeye değer miydi?

Gerçekten ama gerçekten ihtiyacı olan insanları anlarım ama şu olaya akıl erdiremiyorum. Evlerinizde sizi iki gün idare edecek yiyeceğiniz gerçekten yok muydu? Böyle bir zamanda alkol almak için, kola almak için sokaklara dökülmenize değdi mi? Özellikle İstanbullular böylesi ölümcül riski nasıl göze alabildi? Üç haftaya kalmaz hastaneden direkt mezarlığa sevdikleriniz defnedilmeye götürüldüğünde son bir kez görememenin acısı ile bir ömür geçecek mi? Öfkeliyim çünkü bu gece yaşananları bilinçsiz olmamaya yoruyorum. Öfkeliyim çünkü bu süreci iyice içinden çıkılmaz bir hâle sokmuş olma durumundan korkuyorum. İki gün yahu iki gün! Yarın yapacağınız pilav sizi pazartesi gününe kadar götürebilecekken böylesi tedbir almadan yığınlar oluşturarak binlerce insanın hayatını tehlikeye atmış olmanıza kızıyorum!

Biz beş kişilik bir aile olarak ilk yasaklar gelmeye başladığında evdeki eksiklerimizi tespit etmiş ve temel ihtiyaçlarımızı stokçuluk olmayacak şekilde temin etmiştik. İşimizi ne hükümete ne de bir başkasına bırakmış ve aile içerisinde kendi yönetimimizi kurmuştuk. Bu sebeple bu akşam birçok İstanbullu dışarda iken ben ailemle evimde olan biteni güvenli bir şekilde takip edebildim. Bu virüs şakaya gelmez, önce kendi tedbirimizi almak zorundayız! Kendimiz için, birbirimiz için, bu günleri bir an önce aşabilmek için en ufak ihmalkarlığa geçit vermemeliyiz!

Daha sıkıntılı zamanlarımızda, daha sakin olacağımız, mantığımız ile hareket edeceğimiz sağlıklı ve güvenli günlerimiz olsun!

Esen kalın.

Sonradan sorgu sual edenler
Paşalar ne çekti bilmezler
Çağırsa ki göreve gelmezler
Gelenler Enverler, Kemaller
Ve de Cemaller…

Şartlar oluşmuşsa eğer
Vatan savunması elzemdir
Vatanperver arıyorsan eğer
Çok arama işte o Cemal’dir

Ahmet Cemal 6 Mayıs 1872’de Midilli’de doğdu. Babası askerî eczacı Mehmet Necip Efendi annesi ise Binnaz Hanım’dır. Mehmet Necip Efendi’nin Binnaz Hanım ile gerçekleştirdiği evlilikten bir de Saffet adında oğlu vardır. Cemal, Kuleli Askerî İdadisi’nden ve Mekteb-i Harbiyye-i Şahane’den mezun olduktan sonra Erkân-ı Harbiye tahsilini tamamlayarak Erkânıharp Yüzbaşısı rütbesini aldı. Cemal Bey 1897’de ilk eşini kaybettikten sonra ikinci eşi Seniha Hanım ile evlendi. Bütün aile üyeleriyle birlikte konaklamışlardı. Birinci Dünya Savaşı zamanlarında Cemal Paşa’nın yazlığında misafir olan Halide Edip’in: “Aile üyeleri basit ve sade yaşamı tercih eder, ayrıca sevecen ve iyi kalpli insanlardır.” sözlerinden Cemal Bey’in ailesi hakkında öngörüde bulunmak mümkündür.

Kuleli’ den sonra başlayan askerlik mesleğinde aldığı ilk görevler şöyle sıralanabilir:

1.    Selanik Redif Fırkası Başkanlığı (27 Mart 1899)

2.    Şark Demiryolları Müfettişliği ve Askeri Yollar İnşaatı Çabuklaştırılması Müfettişliği

3.    Edirne Erkan-ı Harbiyesi’ nde Görevlendirilmesi

4.    Eşkıya Takibinde Bulunmak Üzere Anadolu’ya Gönderilmesi

1898 yılında Üçüncü Ordu’ya bağlı redif fırkası Erkân-ı Harbiyye reisi olarak Selânik’te görevlendirildi. Bu sırada Osmanlı İttihat ve Terakki Cemiyeti tarafından gerçekleştirilen askerî teşkilatlanma faaliyetlerine sempati duyuyordu fakat hareketin içinde yer almadı.

1905’te binbaşı olan Cemal Bey Ekim 1906’da Osmanlı Hürriyet Cemiyeti’ne üye oldu. Bu dönemlerde Jön Türklük hareketleri yoğunlaşmıştı.

Mevzunun aslına geçmeden önce Cemal Paşa’nın şedit bir asker olarak öne çıkmasında etkili olan İttihat Terakki’nin ne olduğuna kısaca bakalım.

Tanin gazetesi başyazarı Muhittin Birgen Hatıratından Dr. Mustafa Çalık şöyle anlatıyor:[i]

” Bir gün Talat Paşa’nın kapısını çaldım. Paşam nedir İttihat Terakki? Dedim.”

Talat Paşa’dan komitacıya yakışır bir cevap geldi: “Birader doğrusunu sorarsan tam olarak ben de bilmiyorum, yalnız idaresi çok müşkül bir şeydir.”

Bu konuşmadan sonra Ziya Gökalp girdi içeri. Bakar mısınız başbakanın odasına elini kolunu sallayan giriyor, İttihat Terakki diktatörmüş(!) Parti içi demokrasiden söz edilecekse bunun şahikası İttihat Terakki’dir. Genel Başkanı yoktur, fiilen yetenekli olanlar öne çıkmıştır. Ama Merkezi Umumi’ de toplandıklarında Talat neyse Ömer Naci odur, Bahattin Şakir neyse Enver Paşa odur, orda herkes eşittir. Tabi primus inter pares eşitler arasında birincilik vardır. Bunlar da sivil kanatta Talat, askeri kanatta Enver’dir. Belki de Cemal Paşa’nın hakkı tam olarak verilmemiştir.

Muhittin Birgen devam ediyor:

“Ziya Gökalp hiçbir hayat enerjisi kalmamışçasına oturunca aynı soruyu ona da yönelttim. O sakin sakin oturan adam gözlerinden ateş çıkararak doğruldu yerinden ve dedi ki :” Bakın Muhittin Bey, İttihat Terakki Türk milletinin ruhundan doğmuş bir mefkûre hamlesidir.

Bu 10 kelimelik cümle bana yetti, ben cevabımı aldım, bu yaşımdan sonra hala İttihat Terakki nedir deseler, bu cevabı veririm.” diyor Muhittin Birgen.

İşte biz de 10 kelimelik bir cümleyle cevap verecek olursak, İttihat ve Terakki Türk milletinin ruhundan doğmuş bir mefkûre hamlesidir diyebiliriz.

1908 Jön Türk İhtilâlinden sonra Osmanlı İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin askerî kadrosu içerisinde dikkati çekti, cemiyet tarafından İstanbul’da siyasî durumu kontrol altında tutmak üzere gönderilen on kişilik heyette yer aldı.

Cemal Bey’e göre meşrutiyet, vatanın geleceği tehlikede olduğu için ilan edilmişti. O, bu düşüncesini Yahya Kemal’e şu cümlelerle anlatmıştır:

“Beyefendi! Biz, son defa hükümeti, hatta vatanı kat’i bir tehlikede gördüğümüz için aldık. Ondan evvel başardığımız inkılâbı da, yalnız ve yalnız bu milletin selameti uğruna kendimizi feda ederek vücuda getirmiştik. Lakin biz bu inkılabı niçin yaptık? Size onu sarahatle söylemek isterim: Biz bu inkılâbı artık bu zavallı vatanı sizin gibi münevver insanların eline teslim etmek ve bir gün istirahat-ı maneviye sahibi olarak kenara çekilmek için yaptık…“

Cemal Paşa, meşruti yönetimle birlikte Türklerin devlet yönetiminde daha etkin olacağına inanmıştır.

Daha sonra kaymakamlığa terfi etti. 31 Mart Vak‘ası üzerine İstanbul’a gelerek Hareket Ordusu’na katıldı. Bu konuda ablasıyla yaptığı konuşma şu şekildedir:

— “Abla, ben öyle bir sevdaya tutuldum ki onun uğruna karımı, çocuklarımı, kendimi ve hepinizi, gözümü kırpmadan fedaya hazırım. Bunu böylece bilesiniz!” bu sözlerinden sonra hayat macerası peşini hiç bırakmadı.

Cemal Bey, Adana’ya Ermeniler’ in çıkardığı olaylar üzerine (14 Nisan 1909) vali ve “kuvve-i mürettebe” kumandanı olarak oraya gönderildi. Olayların bastırılmasında ve sorumluların cezalandırılmasında başarı gösterdi. Daha sonra 1911’de Bağdat’a vali olarak tayin edildi. Burada Arap milliyetçilerinin faaliyetlerine engel olmak için yoğun çaba gösterdi. Gazi Ahmet Muhtar Paşa tarafından 22 Temmuz 1912’de kurulan “büyük kabine” ile çalışmak istemediğinden istifa ederek İstanbul’a geldi. Kendi isteğiyle Balkan Savaşı’nda Konya Redif Fırkası kumandanı olarak görev aldı ve fırkası Pınarhisarı’nda yenilince Çatalca’daki savunma hattına çekildi. Kâmil Paşa kabinesi tarafından İttihatçılar aleyhine gerçekleştirilen takibat çerçevesinde büyük kabine aleyhine propaganda yaptığı iddiası ile Divan-ı Harb-i Örfiye teslim edildiyse de davası başlamadan serbest bırakıldı. Tekrar Çatalca’ya dönerek İkinci Kolordu Dördüncü Fırka Kumandanlığı’na getirildi.

I. Balkan Savaşı sonrasında İttihat ve Terakki tarafından yürütülen propagandalarda aktif oldu. Enver Bey’in öncülük ettiği inkılab hareketine destek verdi. 23 Ocak 1913’te Enver Bey liderliğinde gerçekleştirilen Bâbıâli Baskınından sonra İstanbul muhafızlığına tayin edildi. Darbe sonrası karışıklığı gidermekte faydalı oldu. Hatta baskın sonrası ortamı dengelemek amacıyla İTC muhaliflerinden Rıza Nur’u Fransa’ya gönderdi.

Muhaliflerin tütün kaçakçılığına karşı aldığı tedbirlere rağmen İTC liderleri ve Sadrazam Mahmut Şevket Paşa tarafından desteklenmedi. Bunun yanısıra tutuklamak istediği bir kaçakçı Talat Bey’den aldığı haber üzerine yurtdışına kaçtı.

Sonralarında Mahmut Şevket Paşa’nın öldürülmesi üzerine muhaliflerin asilik hareketleri olasılığına karşı tekrar görevlendirildi.

Bu durumda Cemal Bey’in almış olduğu tutuklama kararlarına dahi mani olan aynı yönetimin böylesine büyük bir sorumluluğu da Cemal Bey’e vermesi ne kadar başarılı olduğunun bir göstergesidir.

İkinci Balkan Savaşı sırasında Cemal Paşa ideal devlet adamı ve bir vefa örneği olarak “Edirne’yi Enver alacağına Bulgar alsın” diyen güruha karşı çıkmış ve bu harekette Enver Paşa’nın yanında en önlerde yer almıştır.

Cemal Bey Kasım 1913’te Nafia nâzırlığına getirilmiş, 1914’te Bahriye nâzırı olmuş, bu görev esnasında Enver Paşa ile sürekli temas halinde kalmıştır.

Ege adalarının Yunanlılardan geri alınmasının İttihat ve Terakki tarafından birinci siyasî ve askerî amaç haline getirilmesinde etkili oldu. Haziran 1914’te Paris’e gönderildi. Kendisinden, adalar meselesinin çözümü yolunda Fransızların desteğini sağlaması istendi. Fransız yetkililerine merkezî devletleri çembere almak için Osmanlı Devleti ile ittifak yapmalarını teklif etti. Tıpkı Enver Paşa’nın Türkistan ülküsü için Ruslarla işbirliği yapması gibi bir nevi Fransızların çıkarlarını kendilerine belirterek onları kendi kanatlarına çekmeye çalıştı. Bu çalışmalar onu Fransız kültürüne yakınlaştırdı. Ancak Fransızlar, ittifakı kabul etmemesi üzerine Paris’ten ayrıldı. Daha sonra diğer İttihatçılar gibi Almanya ile siyasî ittifakı destekledi.

Aslında Almanlara ait olan ama Osmanlı bayrağı taşıdığı için Osmanlı’ nın kabul edilen gemilerin Rus limanlarını ateşlemesi üzerine Cemal Paşa’da savaşa katılmayı destekleyen taraftaydı.  Osmanlı’nın savaşa girmesiyle Cemal Paşa, Enver Paşa tarafından Mısır’da İngilizlere karşı görevlendirilerek Dördüncü Ordu Komutanlığı’na getirildi. 4. Ordu’nun başına geçtiği zaman ilk olarak “Artık sorumlular, hiç bir şekilde ‘yapılacaktır’ veya ‘olunacaktır’ tarzında rapor vermeyecektir. Raporlar daima ‘yapılmıştır’ veya ‘varılmıştır’ gibi ibarelerle nihayetlenmelidir.” emrini verdi.

1913’lerdeyiz. Süveyş’ e ilerleyen birlikler İbin denilen yerde durdu. Daha önce gelen öncü kuvvetler burada bir telgraf merkezi kurmuşlardı.

Cemal Paşa Enver Paşa’ya bu yolla duygu dolu bir telgraf yolladı. Telgraf şöyleydi:

“Eğer kanala taarruz sırasında ölecek olursam, bu seferi idare edebilecek sizden başka kimseyi düşünemiyorum. O zaman herhalde İstanbul’dan Kudüs’e gelerek bu büyük işi sonuçlandırmanızı vasiyetim ve son emelim olarak arz ve rica ederim.”

Telgrafa Enver Paşa tarafından şu yanıt geldi: “Cenab-ı Hakk’ın sizi bu büyük görevde başarılı kılacağına eminim. İnşallah sizi ikinci Mısır Fatih’i olarak selamlamaya gelirim.”

Biri felakete yürüyen diğeri felaketten dönen adeta ideal devlet adamı görevini üstlenen paşalar Mısır’ın fethedileceği inancıyla böyle yazışıyorlardı.[ii] Bu umut dünyasının hala en tepesinde, inançlarından zerre eksiltmeden yollarına devam ediyorlardı.

Cemal Paşa’nın İngilizler’i Mısır’dan çıkarmak amacıyla hazırlamış olduğu Şubat 1915 ve Temmuz 1916 tarihlerindeki Kanal Harekâtı adı verilen plan başarılı olamayınca eleştirildi ve hayalci olarak nitelendirildi.

Şam’da ikamet ettiği sırada Arap liderlere karşı tedbir alırken aynı zamanda onlarla çalıştı. Halkın desteğini almak için buna mecburdu.

İngilizlerin ilerlemesini durduramadı ve 1917’de yenilgiye uğradı. Bu yenilgi üzerine Cemal Paşa, Dördüncü Ordu kumandanlığı görevinden ayrılarak İstanbul’a geldi. Cemal Paşa’nın yenilgideki sorumluluğu, İttihat ve Terakki Fırkası Merkez-i Umumisi’ nde ne kadar tartışılmışsa da suçlanmadı.

1918’de İttihat ve Terakki ile birlikte ülke dışına kaçan Cemal Paşa Berlin ve İsviçre’ye giderek İttihatçıların yurt dışı faaliyetlerinin düzenlenmesinde etkili oldu. Daha sonra başlayan sorgulamalarda Arapların ayaklanmasına sebep olduğu gerekçesiyle gıyaben idama mahkûm edildi.

Daha sonra Rusya’ya giden Cemal Paşa, Mustafa Kemal Paşa ile Bolşevikler arasındaki ilişkilerin ilerlemesi için çalıştı. Bolşeviklere karşı alınacak tavırda Enver Paşa ile anlaşamadı. Hatta bazılarına göre Bolşeviklerin çıkarları için çalışıyordu. Rusya’da olumlu gelişmelere ulaşamayınca Tiflis’e doğru hareket etti. Tiflis’te yaverleriyle birlikte 21 Temmuz 1922 günü öldürüldü. Buraya gömülen Cemal Paşa’nın naaşı daha sonra Erzurum’a getirildi.

Suikastın failine gelecek olursak Talat Paşa’nın da ölümünden sorumlu olan Ermeni komitacılar olarak bilinmektedir. Bu bilgi Ermeni kaynaklarında da geçer lakin kesin bir bilgi yoktur. Şayet yakın zamanda ortaya çıkan bilgilere ve yazılan makalelere de bakıldığında Gürcü komitesi tarafından öldürüldüğü iddiasına ulaşılır.

Bir sonraki yazımız olan Cemal Paşa ve suikast iddialarının değerlendirilmesinde görüşmek dileğiyle…

Cemal PaşaHâtırat: 1913-1922, İstanbul 1922.

Ali Fuat Cebesoy, Moskova Hâtıraları

Mim Kemal Öke, Hilâfet Hareketleri,

F. Nuza, “Cemal Paşa’yı Kimler Öldürdü Veya Öldürttü?”

Yusuf Alper Eliri, Cemal Paşa’nın Askeri Kişiliği Ve Askeri Faaliyetleri

Yahya Kemal Beyatlı, Siyasi ve Edebi Portreler

Nevzat Artuç, Cemal Paşa Askeri ve Siyasi Hayatı, Türk Tarih Kurumu, Ankara 2019, 2. Baskı

Erhan Çifçi, Kazım Karabekir İttihat ve Terakki Cemiyeti, Kronik, İstanbul 2019, 2.Basım

Merve Vural

“Yiğitler yiğidi Cemal Paşa
Tiflis’te vurulmuş yatıyor
Kanı toprağı ıslatıyor
Son nefesini verirken de
Vatanı için selamet diliyor”

Cemal Paşa,  5 Temmuz 1922’de Moskova’dan ayrılarak  Tiflis’e gelmiştir. 9 Temmuz 1922’de Mustafa Kemal’e bir mektup göndererek;  gerginleşen Türk-Sovyet ilişkilerinin düzeltilmesini   (Mustafa Kemal Paşa ile Bolşevikler arasındaki ilişkilerin ilerlemesi için çalıştı.), resmi bir yazıyla da Enver Paşa’yla hiçbir ilgisinin olmadığının ilan edilmesini ve Afganistan meselesini görüşmek üzere Kars veya Trabzon’a davet edilmesini istemiştir.[i] Mustafa Kemal’den  bir haber gelinceye kadar’da Tiflis’te kalmayı uygun görmüştür. Bu süre zarfında sık sık Türk Temsilciliği’ne giderek, Ahmet Muhtar Bey(Büyükelçi) ile görüş alışverişinde bulunmuştur. 21 Temmuz 1922’de, saat 20.30 civarında Nusret ve Süreyya Beylerle birlikte yine Türk Temsiciliği’ne gelmiş olan Cemal Paşa, burada bir müddet kalmış, Muhtar Bey ve temsilcilik çalışanlarıyla sohbet etmiştir. Saat 22.30’a doğru temsilcilikten ayrılmış, iki yaveri yanında olduğu halde, kaldığı otele doğru hareket etmiştir.[ii] Bir süre sonra Rus Çeka (sonradan KGB diye bildiğimiz Rus Gizli Polis Teşkilatı) binasının 10 metre yakınında bulunan Jovkodovfski Sokağı’nda, bir otomobilden çıkan silahlı grubun saldırısına uğramış, genç yaver Mülazim Süreyya Bey, ileri atılmak ve Cemal Paşa’yı korumak istemiş, ne var ki hemen kanlar içinde yere serilmişti; peşinden Cemal Paşa ile Binbaşı Nusret de o kanlı ölüm yolunda şehit düştüler.

Bolşevikler: Birinci ve en güçlü iddiadır. Enver Paşa’nın Afganistan Hükümeti’nin de desteğini alarak Ruslara karşı askeri harekâtlara girişmesi, Cemal Paşa’ya olan güvenin sarsılmasına neden olmuştur. Ruslar bu sebeple paşanın Moskova’yı terk etmesini istemişlerdir. Gelen istihbarat üzerine Halil Paşa, Cemal Paşa’ya, öldürülmesine karar verildiğini ancak bu cinayetin Moskova’da değil Tiflis’te işleneceğini ve suikastın Ermeniler üzerine bırakılacağını söyleyince Cemal Paşa: “ Beni niye öldürmeye kalksınlar, benim Suriye’de Ermeniler’e yaptığım yardımı herkes bilir. Neden olsun bu?” şeklinde cevaplamıştır. Suikasttan sonra Bolşevik Hükümeti Ankara Hükümetine katillerin ortaya çıkacağını bildirmiştir.

İngilizler:  Lübnanlı Dürzi reisi Emir Şekip Aslan’a göre, Cemal Paşa’yı İngiliz tetikçileri öldürmüştü. Cemal Paşa’nın Bolşevikler ile yürüttüğü Afganistan projesi, Hindistan’daki İngiliz egemenliğine karşı büyük tehdit oluşturmaktaydı. Paşa İngiltere’nin Kabil’deki temsilcisi Henry Dobbs’a, “Eğer Mustafa Kemal’le şerefli bir barış yapmazsanız, Hindistan’da isyan çıkarmak için kuvvetlerimle yürüyeceğim!” tehdidini savurmuş, Dobbs da, Lord Curzon’u uyarmıştı.[i] Bu söz üzerine amacının Afganistan’daki İngiliz etkisini kırmak olduğunu anlamaları, Enver ve Cemal’e karşı olan mücadeleleri daha çetin olduğu için cinayetin İngilizler tarafından yapıldığı söylenmektedir.  25 Temmuz 1922’de bir İngiliz generalinin:” Müjdeliyorum, Cemal’in öldürüldüğü kesinleştirilmiştir. Yakında Enver’inde ona katılmasını umalım.” şeklindeki sözleri ve İttihad-ı İslam önündeki engeller de bu iddiayı destekler niteliktedir. Birinci Dünya Savaşı’nda ilan edilen cihad fetvası Hindistan’da karşılık bulmuştur. Hindistanlı Müslümanlar, İngilizler aleyhine isyana teşebbüs edecekler, Türkler de din kardeşlerinin bağımsızlığı için çaba gösterecekti. Cihad fetvasının Hindistan’ daki etkisi hala tartışılan bir konudur. Savaş sonuçlarına bakıldığında cihadın başarısız olduğu yönünde yaygın bir kanaat vardır.  Ancak Mim Kemal Öke’nin ifade ettiği üzere bu tarz kanaatler dönemin şartlarının dikkate alınmamasından ve bazı gerçeklerin yanlış yorumlanmasından kaynaklanmaktadır.[ii]


Ermeniler: . Ermeni Tehciri sırasında yurtdışından gönderilen kışkırtmacı Ermenileri ağır bir şekilde cezalandırmış ve sınır dışı etmiştir. Gelen istihbaratlar Ermeni fedailerinin Talat Paşa ile başlayan suikast zincirine Cemal Paşa’yı da ekledikleri ve Fransız kılığına girerek[i] Berlin’e geldikleri yönündedir. Bu durum iddialarda Ermeniler tarafından yapılan bir suikast olması hususunun üzerinde fazlaca durulmasının sebeplerindendir.

Kim vurdurdu? Rusya’daki Müslümanları kışkırtmalarından rahatsız olan Ruslar mı? Afganistan’daki ve Hindistan’daki Müslümanları cihada çağırmasını fark eden İngilizler mi? Savaş suçlusu olarak yargılanmalarından korkan Almanlar mı? Hayal kırıklığına uğrayan Ermeniler mi? Ankara’ya döndüklerinde rakip olacaklarını düşünen iktidardakiler mı? Hala çözülebilmiş değil..[i] Son olarak Yahya Kemal Beyatlı’nın da dediği gibi: “İttihad ve Terakki kadar bin türlü zihniyeti, bin türlü yaratılışı, bin türlü emeli bir araya toplamış ve dağılmamış, biilakis, zaman geçtikçe daha ziyade toplanmış ve kuvvetlenmiş siyasi bir cemiyeti  Avrupa’nın ve Asya’nın tarihinde göstermek imkansızdır.” Şahıslar ve lider kadrosu ne kadar önemli olursa olsun, var olduğu günden bügüne İttihad kelimesi dahi  bazılarının korkulu rüyası olmuştur, bazılarının ekmek kapısı, bazılarımızın teselli bayrağı…


Merve Vural


Biz eski zamanlarda yaşamalıydık,
Hem değeri vardı o zamanlar sevdanın.
Soylular eğiliyorken önünde kirli esvaplarımızın,
Coşkusunu anlatmalıydık Paris’teki o anların.
Bize bakarken mutsuzlar, imparator ve yağmalanan köşkler,
Dilimize dökülmeliydi yasaklanmış tüm kelimeler
Ya da bir serseri olmalıydım Bastille’in zindanında
Yahut bir burjuva, talan edilmiş bulvarlarda.

Biz eski zamanlarda yaşamalıydık,
Değeri bilinen zamanlarda aşkların,
Kol gezdiği günlerde bile vebaların
Tutulmalıydık en karasına sevdaların.
Evinde beraber uyurken bir Cenevizlinin,
Anahtarını bulup zincirini çözmeliydik denizin,
Meşke dalarken Beyoğlu’nun konağında,
Azgın köpeklerden kaçmalıydık Pera’nın sokaklarında.

Biz eski zamanlarda yaşamalıydık,
Değeri bilinen zamanlarda sevdanın.
İki seyyah olmalıydık ilhamını veren Polo’ya,
Amacımız yolculuk olmalıydı Hindistan’dan Burun’a,
Acısı ağırlaştırırken bedenini yorgun Dante’nin,
Şahidi olmalıydık serpilişinin maşuku Beatrice’nin.

Ben eski zamanlarda yaşamalıydım.
Sevda bir cıvıltı,
Zamanın korularına yabancı.
Yabancı bir ses yadırgıyor çağını,
Anlattığım o kadınlar da masalsı,
İnce ince dallar gerçeklerin ormanında,
Artık birer resen kadınların saçları.

Meftunum sana ecem!
Yalnız eski zamanlardan ateşimin harı,
Sen tuttursan da şimdiki zamanların şarkısını.

Sis düşer balkonuna
Sen beyaz kadın
Elinde tutarsın sabahlarımın kadehini
Dayanırsın hatıralarına şekersiz
Kâh çiçekli ağaçlarla dolu bir yol
Kâh yaslanmış bir baş
Uzanmış saçlar
Gözlük parçaları duraktadır
Bekler yeni hüzünlerin dolmuşunu
Öğrendiklerini unutmayan bir alzaymır
Yudumlar papatyaları
Her bakıştan ırak
Her sözden saklı
Bizden bize bize dair aşk
Kimse solduramaz
Kimse araya giremez der
Sarmaşıklar
Soğuk alevler
Yakar ve yutar
Acımazsızdır beyazın sözü
Kâh bir kırık bardak
Kâh bir kumanda
On iki kedili bir evdir aşk
Zulmün ülkesinde
Kâh kıştır
Kâh bahar
Tuzlu bir yemektir aşk
Kâh acılı
İçinden çıkılmaz bir andır
Kurtulamaz hiçbir ruh
Unutmaz saç
Unutmaz sakal
Yığılmış çantalardır tutku
Utanmaz arlanmaz bir şımarık çocuk
Elinde hiç kırmak istemediği bir oyuncak
Kâh bir keman
Sonra
Yıllar geçer sanki dün gibi
Sis çöker yine balkonlara
Sabaha
Ve yokuşlara
Umutlu dağlara ve uçsuz manzaralara
Terlikle koşulur yine
Oturulur
Uzatılır bacaklar
Umutsuz tepelere
Yarını düşünmez sarmaşık
Hep gençmiş gibi
Hiç yaşlanmaz gibi
Kim bilir yokuşları
Çıkmak zor inmek daha zor
İnce bir gelinliktir
Aşk
Karlar düşerken alınlara

Cengizhan Selçuk

Bugün zulüm altında olan toprakları sorsak, ne cevap verilir?  Filistin, Orta Afrika, Suriye, Irak vs. en başta verilebilecek muhtemel cevaplar. İstemediğiniz sürece görmenin mümkün olmadığı, medyanın yansıtmadığı birçok olay yaşanıyor çivisi çıkan dünyada.

Toplumda asgari bir kesim tarafından bilinip nadiren dile getirilen bir meseledir Doğu Türkistan. Türklerin ilk yaşam alanlarından olup, yaklaşık 1.6 km² alandan oluşan, ancak nüfusun belli bir yerde yoğunlaştığı bir coğrafyadır. Çin Halk Cumhuriyeti’nin topraklarının 1/6’sını oluşturur. Orta Asya’da bulunan bölge kuzeyde Rusya, batıda Kazakistan, Kırgızistan ve Tacikistan, güneybatıda Afganistan, güneyde Pakistan, Hindistan ve Tibet, doğuda Çin, kuzeydoğuda ise Moğolistan ile komşudur. Bölge, hem Çin’i Orta Asya ve Orta Doğu ülkelerine bağlayan en elverişli kara yollarından, hem de çevre ülkelerin kaynak ve pazarlarının kullanılmasında en elverişli bölgelerden biridir. Böyle bir coğrafi yarar büyük ülkelerde nadir görülür. Yer üstünde olduğu kadar yeraltı kaynakları bakımından da oldukça zengin olan Doğu Türkistan bölgesi; kömür, petrol, doğalgaz gibi 148 çeşit madene sahiptir ve yerbilimcilere göre, Çin karasında petrogaz potansiyeli en büyük bölgedir. Böylesi zenginlikler doğal olarak bölgeyi çekici kılmaktadır.

Dünyada, özellikle son yıllarda gerçekleşen eylemler ve anlatılanlar doğrultusunda gözler Çin Halk Cumhuriyeti’ne çevrilmişti. Birtakım uydu görüntüleri Doğu Türkistan çöllerine yayılmış olan bir kampı gösteriyordu. O gizemli kamptan çıkabilen insanların anlattıkları doğrultusunda Çin hükümeti, yöneltilen suçlamaların asılsız olduğunu kanıtlamak amacıyla dünyaca ünlü yayın kuruluşlarına kapılarını araladı. Kampın aslında mesleki eğitim kampı olduğunu, insanların burada mutlu olduğunu ve çeşitli kültürel faaliyetler yapılabildiğini, bir toplama kampı ve beyin yıkama merkezi olduğu şeklindeki iddiaların ise gerçek olamayacağını açıkladı ve birkaç şahitle de söylemlerini destekledi. Kampın içerisinde her şey normal görünüyordu. Peki ya bu olayın patlak vermesi ve haber yapılma aşamasının öncesi ve sonrasında değişen uydu görüntüleri? Anlaşılan o ki bütün sorular henüz cevabını bulmuş değildi. Kim, Çin sınırlarını aşıp uluslararası bir sorun haline gelmiş olan Doğu Türkistan meselesiyle söze başlayacak olsa bunun iç işlerine müdahale olduğunu söyleyen Çin Devleti ile göz göze geliyor. Deyim yerindeyse aba altından sopa gösteriyor. Çin’in dünyada ekonomik anlamda söz söyleyen devletlerden olduğu inkar edilemez gerçeği karşısında yutkunuyorlar haliyle.

Doğu Türkistan’da yaklaşık 20 milyon Uygur yaşamaktadır. Uygurlar, Müslümandırlar ve Doğu Türkistan’daki çoğunluk gruptur. Bunun yanında Çinli, Moğol, Tibet ve Kazak, Kırgız, Özbek Türkleri azınlık gruptur. Resmi sayılara göre, 1949 yılında Uygur Özerk Bölgesi’ndeki Uygurların nüfus oranı %76 idi. Şimdi bu oran %46’ya düştü. Yine aynı yılda bölgedeki Çinli nüfus oranı %4,8 iken şimdi %40’a ulaşmıştır. Yıllar arasındaki bu denli büyük değişim ve gittikçe açılan makasın nedeni ve nasıllığı ise büyük bir merak konusu.

1949 yılının Ocak ayında Çin askerleri Doğu Türkistan Cumhuriyeti’ni resmen işgal etti. Çin Devleti ilhak ettiği Doğu Türkistan topraklarının adını  ‘’yeni toprak’’ anlamına gelen ‘’Xingjiang’’olarak değiştirdi. Çin’in işgal ettiği bölgenin resmi adında ‘’özerk’’ ibaresi bulunmasına rağmen Uygurların kendilerini yönetme ve temsil etme hakları yoktur. Doğu Türkistan’daki siyasi, idari ve ekonomik pozisyonların %90’ı Çinlilerin elindedir.

  Çin hükümeti tarafından, ‘potansiyel suçlu üreten toplum’ olarak görülen Uygur Türkleri, kendi öz yurtlarında terörist, bölücü olmak gibi ağır şekillerde yaftalanmaktadır.  Hun hakimiyeti döneminden başlayarak, 2000 yıl boyunca sürekli Türklerin kontrolü altında olan Doğu Türkistan, 1750’den beri kısa süreli bağımsızlık dönemleri dışında Çin’in işgali, zulüm ve baskısı altında özellikle 1949’dan sonra Çin Devrimi ile birlikte sistemli bir Çinlileştirilmeye tabi tutulmuşlardır

Gözlerini dünyaya açtıkları andan itibaren, etnik ve dini köklerinden koparılmak istenen Uygur Türkleri; Sincanlı olmaya zorlanıp ve buna inandırılmaya çalışılıyorlar. Sistemli asimilasyon politikaları yürüten Çin hükümeti Uygur çocuklarına Türk yahut İslam kavramlarını çağrıştıracak isimler koymayı ve Uygurca konuşmayı yasaklamıştır. Uygur çocuklara Çince, Çin milletini ve Çin Komünist Partisi’ni öven şarkılar söyletilerek Türk kimliklerinden sıyırmaya çalışmaktadır. Yaptıklarının ne anlama geldiğinden habersiz olan Uygur çocukları Çin’in elinde birer canlı bombadır. Doğu Türkistan’da Türk soyunu kurutmaya adeta ant içmiş olan Çin; Doğu Türkistan mahallelerine Çinli, Çin mahallelerine Doğu Türkistanlı yerleştirip Uygur halkının kültürünü eritmeye çalışmaktadır. Bölgenin resmi haber sitesinde yayınlanan bir genelgeye göre: ‘’Nahiyemizde Çinliler ile evlenen Uygurlara 5 seneye yayarak 50 bin yuan ödül veriliyor.’’ denilmiş ve devamında onlardan doğan çocuklara da eğitim hayatı boyunca burs vereceklerini vadetmişlerdir. Çinli ile evlenene para teklif etmek, Uygurlara uygulanan etnik eritme projesi olduğunu açıkça ortaya koymaktadır.

Sosyal medyada konu olan yazılara göre; Çinliler kendilerini ‘’imparator han’’, sınırları içinde yaşayan azınlıkları ise ‘’soyu bozuk’’ olarak tarif ediyorlar. Resmi makamlar da vatandaşlarından geri kalmayarak ‘’Sarı nehir torunları’’, ‘’Dragon torunları’’, ‘’ Çin soyu oğul-kızları’’ kelimelerini kullanmak suretiyle Han etnik milletinin milliyetçi duyguları kabartılıyor. Uygurlar ‘’Biz Oğuz Han torunlarıyız’’, ‘’bozkurt totem bizim sembolümüzdür’’ dediği zaman, hemen etnik bölücülükle suçlanıyorlar. Açık seçik yazılanlara göre özetle: ‘’Uygur sorunu, ancak Uygurları asimile ederek çözülür’’ ifadeleri tehlikeyi açıklar nitelikte. Çinlilerin yaptığı zulümler canları, malları ve milliyetine kasıtla da sınırlı değil. Uygur kadınlarına adice tecavüz ederek, hayatları karartılmakta ve bunu kaldıramayan kadınlar çözümü intihar etmekte buluyorlar. Ne acıdır ki tecavüze uğrayan Müslüman Uygur kadınları intihar etmek için İslam alimlerinden fetva talep ediyorlar. Bu da kelimenin tam anlamıyla insanlık dramıdır.

Birçok Uygur aydını ‘’Göçmen Çinliler bizim gözümüzde Güney Afrika’daki beyazlar gibi, bizler ise siyahlar gibi’’ diyerek durumun vehametini ve üzüntülerini dile getiriyorlar. Buradan da anladığımız üzere Çin sınırları içerisinde ırkçılık had safhada.

Dünyada işkenceleri ile tanınan bu millet; Uygur halkını türlü zulüm ve işkencelere tabi tutuyor, eğitim kampı adı altında yıllarca hiçbir kayda dayanmaksızın hapsedip vahşice katlediyor. Sözde eğitim kampında zorla tutulan aile fertlerinin akıbetinden bihaber olan Uygur halkı, Çin’in tüm değerleri ve inançları hiçe sayarak, uyguladığı kardeş aile projesiyle evlerine zorla sokulan Çinli erkeklerle yaşamak zorunda bırakılıyorlar. Çince konuşmak, evinde dini kitap ve ay yıldız barındıran nesneler bulundurmamak gibi zorbalık ve baskılara maruz kalıyorlar. Aslında bu yasaklar yalnızca ev içinde değil sokakta ve her yerde olan yasaklar olup söz konusu olan ay yıldızlı bayrağa ve millete alenen hakaret niteliği taşımaktadır. Alınan güncel karara göre Kur’an-ı Kerim  ve diğer dini kitaplar Çin Komünist Partisi’ne göre yeniden yorumlanacaktır. Bu karar bile dünyayı ayağa kaldırmaya yetecek niteliktedir.

Bu zulüm ve baskıların Uygur halkını mecbur bıraktığı göç, dalga dalga dünyanın dört bir tarafına yayılmakta olsa da bu konuda dünya halkları, özelinde Müslüman-Türk halkları pek de istifini bozmuyor.

 Kılıfına uydurulmuş zulümler ülkesi Doğu Türkistan… Binlerce yıllık kadim Türk yurdunda yapılan bu elim kıyım gerçektir. Dünyanın görmezden gelebildiği, görüyor olsa bile siyasi çıkarlar uğruna feda edilebilecek bir gerçek.

Zulüm gören; dini, dili, ırkı yüzünden zulüm görüyor olabilir ancak etnik ve dini kökeni ne olursa olsun zulüm tektir ve eyleme geçtiği andan itibaren dünyanın her yerinde tek vücut halini alır. Zulüm Orta Afrika’da da, Orta Doğu’da da aynıdır, dile getirmekten imtina edilen Doğu Türkistan’da da. Birini tanırken, diğerine susmak zulüm ırkçılığı değil de nedir?

Doğu Türkistan bugün bir dava ise bu Doğu Türkistan davasını davalaştıran  bir isim olacaktır: İsa Yusuf Alptekin. Ömrünü bu davaya harcamış, ömrünün sonunda da ‘’Bu davayı sizlere emanet ediyorum.’’ diyerek göçmüştür gün yüzü görmediği dünyadan. Hoca’nın sözündeki emanetin çok bir talibi yok gibi görünüyor.  Biliniyor ki talip olmak ağır bir iştir, fedakarlık gerektirir. Bugünün şartlarında eksik tarih bilinciyle Doğu Türkistan davası diğer meşru kabul edilen davalar kadar talip bulamamıştır.

O, vatanı olan Doğu Türkistan’da çıkardığı yayınlar ve kurduğu cemiyetler ile haklı davasını tüm şeffaflığı ile duyurmaya ve dünya gündemine taşımaya çalışmıştır. Türkiye’ye yerleştirdiği andan itibaren de bu davayı anlatmak için çabalamıştır. Kurduğu Doğu Türkistan Göçmenler Cemiyeti’ni daha sonra vakıf haline getirmiş ve uluslararası kongre ve konferanslara katılarak davasını anlatmayı vefatına kadar sürdürmüştür. Uluslararası savunduğu Doğu Türkistan davasında Türkiye’ye herhangi bir zarar gelmesini istemeyişini, “Biz Türkiye’nin ayağına batacak bir dikenin gözümüze batmasını tercih ederiz!’’ sözlerinden anlıyoruz.

Doğu Türkistan bir direnişse ki hiç şüphesiz haklı bir direniştir. Öyleyse bu direnişte efsaneleşen kahraman Osman Batur’u anmamak vefasızlık olurdu. Köktogay bölgesinde, işgalci Çinli kaymakamın camiye çizmeleri ile girmesi üzerine halk, kaymakamı ve onlarca Çinli askeri öldürdü. Camilere tecavüz eden, Kur’an-ı Kerim’i yakan Çinlileri protesto eden ve zalimlere karşı boyun eğmeyen Doğu Türkistanlılar, “isyancı” oldukları bahanesiyle tutuklandılar. Resmî makamlar, Türklerin ellerindeki silâhları toplamaya başladılar. Bazı kişiler, silâhlarını Çin askerlerine teslim ettiler. Osman Batur, silahını teslim etmeyi reddederek: “Bugün silâhımızı alanlar, yarın canımızı da alırlar. Ben silâhımı Çinlilere vermem. İstiyorlarsa ve güçleri yetiyorsa, gelip alsınlar!” dedi ve tek başına dağa çıktı. Direnişine pes etmeden devam ederken, belli müddet sonra cephanesinin bitmesiyle yakalandı ve prangalı şekilde zindana atıldı. Bu süre içerisinde kesintisiz işkence edildi. Daha sonra  ‘’devrim düşmanlığı suçundan idam’’ kararıyla önce kulaklarını, sonra kollarını keserek, Urumçi’de kurşunlanmak suretiyle şehit edildi. Çocuklarından ikisi annelerinin gözleri önünde doğranarak, ikisi de derin bir kuyuya atılarak vahşice öldürüldü. Anne ise aklını kaybedip kendini nehre atarak hayatına son verdi. Geriye ise Osman Batur’un sınırları aşan direnişi ve şu sözleri kaldı: “Ben ölebilirim ama dünya durdukça benim milletim mücadeleye devam edecek” diye haykırıyordu. Nitekim edeceğiz. Yolumuzda tek kişi kalsak da hürriyet bizim için ölümüne savunulacak bir değerdir.

Uygurların ‘’Mandela’’sı olarak bilinen Prof. İlham Tohti Çin’in 60 yıl önce parlamentodan çıkardığı ’’Bölgesel Milli Özerklik Yasası’nda belirlenen özerkliği Uygurlara iade edilmesini ileri sürmüş ancak yasasını çiğneyen Çin hükümeti bunu tanımamış ve Tohti’yi ‘’Yasa devletin namusudur. Kendi yasasını çiğneyen devlet kendi kızına tecavüz eden babadan farksızdır.’’ diye haykırmasıyla el ve ayaklarına kelepçe vurularak Urumçi’ye götürülmüş ve bölücülük suçlamasıyla müebbet hapse, haksız bir esarete mahkum edilmiştir. Buradan anlaşılacağı üzere Uygur Özerk Bölge sınırları içinde etnik problemini dile getiren kimseler, radikalizm ve bölücülükle suçlanıyor. Tohti ve Uygur ozanı Abdurehim Heyit en çok bilinen isimlerden ikisi sadece. Kimlikleri belli olmayan, hapiste sanılıp ağır işkenceler ile katledilen Uygurları aileleri dahil hiç kimse bilmiyor.

Ata yurdumuzda reva görülen bu zulmün tek nedeni bölgenin zengin yeraltı kaynakları ve coğrafi konumu mudur? Tarihimize baktığımızda Çinlilerle birçok mücadele vermişiz ve dost olduğumuz vaki değildir. Türkleri zayıf buldukları anda boyunduruk altına alıp esarete mahkum etme çabalarından hiçbir zaman vazgeçmemişlerdir. Bugün yaptıkları ve özellikle Türk milli ve dinsel kültürünü Çin kültürü içerisinde eritme politikaları bize gösteriyor ki bu düşmanlığın kökleri binlerce yıllık geçmişe dayanıyor. Nasıl ki insan doğduğu evden ayrılıp hayatını başka yerde devam ettirirken doğduğu yeri unutmuyorsa biz de doğduğumuz yeri  -ata yurdumuzu-  o şekilde hatırımızda tutmalı ve ona gelecek herhangi bir zararı bizim kabul etmeliyiz. Bugün dayanılmaz acıların yaşandığı ata yurdumuzun kan ağlıyor olmasında bizim yaşadığımız milli hafıza kaybının payı da az değildir. Düşünün ki size düşmanlık güden milyarlarca nüfusa sahip milletin karşısındasınız ve öz yurdunuzda terörist olmakla suçlanıyorsunuz. Ölüm kabul edilebilir bir gerçekliktir ancak hak edilmez. Bugün hayvanların bile hak sahibi olduğu modern dünyada Türkistanlı olmak bir zulüm gerekçesi. Yüreği kırk yama olmuş milletimin gözyaşı, ne Doğu Türkistan’da ne Karabağ’da ne Kerkük’te dinmiyor. Tarihte at nalları ile titreyen kadim topraklar şimdilerde göğü delen ağıtlarla kan ağlıyor. Hepsi bizim öz vatanımızdır ve acımız da vatanımız kadar. Uzak vatandaki kardeşlik bağı haritaların gösterdiğinin çok daha ötesindedir. Biz bir elmada iki yarı olmayacak kadar biriz aslında.  Ve bir yanımız mazlum iken bir yanımız mağrur olmayacaktır. En büyük utancımız ise bu birliği unutmaktır.

Eğer davanız Müslümanlıksa Doğu Türkistan Müslümandır, şayet Türklükse Doğu Türkistan’da zulüm gören Türk’tür. Dünya çapında ise katledilen topyekün insanlığın vicdanıdır. Doğu Türkistan davalar üstü bir meseledir. Meselenin en büyük gerçeği ise zulümdür. Ve zulmün tarafı olmaz, eğer mazlumun yanında değilsen zaten zalimsindir. Çin’e karşı kılıç kuşanmak değil bahsettiğim, herkes makul şekilde bu zulmü dile getirmeli ve dünya gündemine taşımak için çalışmalıdır. Unutulmamalıdır ki mücadelenin farklı yolları vardır. Bu mücadele atalara ve atalar yurduna olan borcumuzdur.

Doğu Türkistan’ı tanıyın ve bilin ki şimdi orası evlatsız kalmış bir anadır. Hürriyettir, Türkistan davası ve bizim vereceğimiz büyük sınav. Vatan Doğu Türkistan ortada kalmış kıymetli mirastır. Zulme memleket olmayacak kadar kıymetlidir. Zulüm gözümüze batarken önümüzü göremeyiz, duymalıyız Uygur’un sesini. Bir Doğu Türkistan atasözünde denildiği üzere: ‘’Bugün göz yumduklarımız yarın bize göz açtırmayacak olanlardır.’’

Tuğba ŞAHİN

Bu çalışma, kavramların his haritası üzerinden değerlendirilen bir hakikat arayışıdır.

Popülizm çağı, sosyal medya etkisi, konfor alanı kavramları üzerinden eleştiri yapma geleneği için sualler yöneltecek, ekseriyetle suallerin cevapları okuyucunun takdirine bırakılacaktır.

Popülizm kavramına birkaç şatafatlı tanım ekleyelim, sonra konfor alanını açalım, sosyal medya bu işin neresinde onu konuşalım, devamında kurmaca bir paragraf ile kavramlarımızı karşılaştıralım.

Popülizm son dönemlerde kavram arayışını Jan Werner Müller’in “Popülizm nedir?” kitabında bulmuştur. Müller’e göre popülizmi belli bir sosyal sınıfla ilişkilendiren sosyo-ekonomik analizler ya da hınç gibi anlam yüklü duygular üzerinden tanımlamaya çalışan psikolojik açıklamalar kavramı bütünlüklü (bu kelimeden emin misin) bir analize tabi tutmakta başarısız olmuşlardır. Popülizmi anlamak için atılması gereken ilk adım, onun mantığını anlamaktır.

Konfor alanı, insanın kendini rahat hissettiği ortamdır. Televizyon karşısında ayaklarını uzattığı kanepe, sevdiği kadının yanı, tuttuğu takımın tribünleri…

Sosyal medya etkisi, kitlelerin yönetiminde kitle iletişim araçlarının son noktası sosyal medyadır. İlk telefon bir milyon kişiye yetmiş yılda ulaşmış iken, bugün Trump’ın attığı bir tweet dakika geçmeden milyonlara erişebiliyor. Kafka’nın Aforizmalarda dediği gibi, “Sonsuzluk yolunda nasıl böylesine kolayca ilerlediğine hayret eden birisi vardı; gerçekte hızla bayır aşağı yuvarlanıyordu.”

Kavramların karmaşasında popülizmin konfor alanında sosyal medya etkisi ile yaşadığımız mücadeleyi, cam fanus kıssası ile his haritamızda göstermeye gayret edeceğim.

Popülizm çağında doğmak aslında sancıların en büyüğü.

Hele ki hakikate talip olmuşsanız bu sancı giderek yoracaktır sizi. “Öteki” bulup yumruk atmak istemiyorsanız, yumrukları kendinize atmanızı ister, biz ve ötekiler. Yaranmak, kalabalık olmak, kitlenin arzu ettiğidir. O hep kendine benzeyenlerle gezmek, kendi gibi olanı övmek, ötekini yermek ister.

Cam fanuslar içine hapsolmuş konfor alanlarımızda balık gibi yüzüyor, attığımız her kulacı diğer fanustakine tokat atmak sanıyoruz. Oysa içeride rahat edip hayatımıza devam ederken sahte kulaçların etkisi bizi motive ediyor. Karşı fanusun kırılması, kendi suda kaldıkça onu ilgilendirmiyor, hatta “oh olsun” diyebiliyor. Karşıdan her eksileni tarihten kalan rövanşında mağlup ettim sanıyor. Sıra kendi camının kırılmasına geldiğinde medet umuyor, lakin utanç duymuyor. Akvaryumu olan küçük fanustakini, fanusu olan küçük bardağın içinde öleni kendinden eksilmiş saymıyor.

Kendinin kim olduğu ise o günün şartlarında güçlü olanın belirlediği kimliğin ötesinde aranmamalıdır. Kesin İnançlılar kitabında Hoffer şöyle der; “Afaroz edilmiş bir papazın, partiden atılmış komünistin ve dönek bir şovenistin özerk bireyler olarak huzur bulmaları şüphelidir. Kendi ayakları üzerinde duramazlar, yeni bir davayı kucaklamaları ve yeni bir grupla ilişkilenmeleri gerekir.” Aslında mesele fanusun büyüklüğü değil, herhangi bir fanusun içinde kalabilmektir. Le Bon kitlelerin psikolojisinde der ki, “Kitle ruhuna hakim olan hürriyet ihtiyacı değil, esirlik ihtiyacıdır.”

ASIL OLAN FANUSTUR!

Çünkü yine Hoffer’in ifadesi ile “Fanatik/Popülist tutunduğu davanın eskiden gelme olduğuna emindir. Benimsediği her davayı büyüten şey popülistin ihtirasıdır.” Fanus değişse de şehvet değişmeyecektir!

Cam fanuslarımız; konfor alanlarımız… Kimliklerimiz, dinimiz, mezhebimiz, siyasi partimiz, tuttuğumuz takım, mensubu olduğumuz aile…

Balık; sen, ben, o, biz, siz, onlar…

Attığımız kulaçlar; bugün attığımız tweetler, eskiden pankartlarımız, daha evvelinde naralar…

Ahmet Mithat, “Ben Neyim” eserinde şöyle misal veriyor:

Bir kambura sormuşlar ki kendisi düzelirse mi mutlu olur, yoksa bütün dünya kambur olursa m? İkinci sureti tercih etmiş. Okuyucuya sorumuz naçizane buradadır.

Popülizm çağında eleştirmek işte kambur misali; kendine kadar, yapmamak üzerine, kötü olanda buluşmak gayesi ile, canı yanmadan, ayağı takılmadan, sevdiklerini üzmeden, kendi fanusuna yaslanarak, karşısındakine nefret kusarak!

Fakat,

Okuyucular üzülmesin,

Tiyatro bittiğinde biz zaten sahnede olmayacağız! 

Murat PEHLİVANOĞLU