Avrupa’da, 16.yy.da siyasal erkin merkezîleşmesi eğilimi gelişmeye başlamıştır ve bunun en belirgin örneklerinden birisi de Fransa’dır. Daha önce kent devletleri, prenslikler ve kilise gibi çeşitli birimler arasında bölünmüş siyasal iktidar, tek merkezde toplanmaya başlamıştır. İktidarın merkezîleşmesi sürecinde Fransa’da kilisenin yetkileri, kentlerin özerklikleri, soyluların sahip olduğu hak ve ayrıcalıklar; merkezi yönetimin karşısında çözülmeye başlamış ve devletin gücünde sınırsız bir artış meydana gelmiştir. Fransa’da kralın iktidarına rakip olabilecek bütün güçlerin ve yerel iktidarların bastırılması politikası, XIV. Louis döneminde de hızla devam etmiştir. Soyluların siyasal ve yönetsel işlevleri, yerel yönetimlerin özerklikleri kaldırılarak yürütme organı içinden atanan mahkemeler kurularak -bağımsız yargı ortadan kaldırılarak- États Généraux işlevsizleştirilerek tüm erklerin tek elde toplandığı bir süreç başlamıştır. XIV. Louis’in “L’État, c’est moi” sözü gelinen noktanın özetidir. İşte Monstesquieu, Yasaların Ruhu Üzerine’yi özetlenmeye çalışılan bu koşullarda yazmıştır.

Montesquieu, erkler ayrılığını sistematik bir biçimde işleyen ilk düşünürdür. Montesquieu, siyasal özgürlüğün var olabilmesi için ılımlı bir yönetimin olması ve siyasal iktidarın ara erkler tarafından denetlenmesi ve sınırlandırılması gerektiğini söyler. Geçmişten gelen siyasal deneyimlere göre kişiler ele geçirdikleri iktidarı, kurumsal bir sınırlama ile karşılaşmadıkça kötüye kullanma eğiliminde olabilirler. Montesquieu bunu “İktidarın kötüye kullanılmasını engellemek için şeylerin doğası gereğince iktidarın bizzat iktidarı durdurması gerekir.” sözü ile ifade eder. 

Montesquieu, İngiliz Anayasası’ndaki erkler ayrımını, özgürlüğün korunabilmesi için gerekli bir koşul olarak görmüştür. Yasama, yürütme ve yargı erkleri arasında kesin bir görev ayrımının bulunması ve her bir erkin ayrı ellere verilmesi, siyasal özgürlüklerin korunması için vazgeçilmezdir. Montesquieu yasama ve yürütme erklerinin ayrı olması gerektiğini “Aynı hükümdarın ya da aynı senatonun, yasaları despotça uygulamak için despotik yasalar yapmasından korkulur.” şeklinde ifade etmiştir. Yargı erkinin de yurttaşlar hakkında keyfî kararlar verilmesini önlemek ve özgürlüğü sağlamak için mutlaka yasama ve yürütme erklerinden ayrı olması gerektiğini belirtmiştir. 

Montesquieu yargı erkini diğer ikisine göre daha az önemsemiş, hakimlerin, kararlarını tamamen bağımsız olarak yasalara uygun bir şekilde almaları gerektiğini söylemiştir. Yasama erkini, biri halktan diğeri seçkinlerden olmak üzere iki kanatlı olarak öngörmüştür. Yürütme erkinin, yasamadan tamamen bağımsız, siyasal bir erkte ve tek kişinin elinde olması gerektiğini belirtmiştir. Bu erkler, birbirlerini denetleyecek ve dengeleyecek bir biçimde düzenlenmiştir. 

Montesquieu, kitabında “erkler ayrımı” kavramını kullanmamıştır hatta erklerin kaynaşabileceğini, birbirine müdahale edebileceğini öngörmüştür. Yasama ve yürütme erkleri farklı ellere verilmiş olsa da yürütmeyi temsil eden kral, sahip olduğu veto hakkıyla mecliste bakanları yargılama yetkisini kullanarak ve yasaların ne ölçüde uygulandığını denetleyerek belli bir denetim yetkisi kullanmaktadır. Yasamanın da iki kanatlı olması öngörülerek birbirini karşılıklı denetleme ve dengeleme mekanizmaları kurulmuştur. Montesquieu’nün, erkleri kesin çizgilerle birbirinden ayırmadığı, erkler arası denge ve fren sistemi kurduğu, bunların karşılıklı olarak birbirini engellediği ve sınırlandırdığı bir erkler kuramını öne sürdüğü söylenebilir. Montesquieu için yasama, yürütme ve yargı erklerinin farklı ellerde toplanması elzemdir. Bunun önemi, özgürlüklerin güvence altına alınması için iktidarın kötüye kullanımını önlemenin yanında toplumsal güçler arasında bir denge sağlamaktır. Bunun için de mutlaka kurumsal düzenlemeler yapılmalıdır. Montesquieu’ye göre iktidar ancak iktidar tarafından sınırlandırılabilir. Antik Yunan düşüncesinden bu yana, yasalara bağlı, özgürlüklerin korunduğu bir yönetim biçiminin nasıl sağlanabileceği temel meselelerden biri olmuştur. Bunun için zaman zaman toplumsal güçlerin ve siyasal kurumların birbirlerini karşılıklı olarak denetledikleri karma yönetim biçimi öngörülmüştür. Montesquieu’nün tam olarak karma yönetim kavramını kullanmasa da erkler arasında bir denge ve fren mekanizmasının olduğu ve toplumsal güçler arasında uyumun bulunduğu bir siyasal rejim öngördüğünden karma yönetim kavramını kendi döneminin bulunduğu koşullar içinde tekrar yorumladığı söylenebilir. 

Aristoteles, anayasaları sınıflandırırken yasama, yürütme ve yargı erklerini tanımlamış ve iyi bir yasa koyucunun bu üç erkin uyumlu bir düzen içinde olmasını amaçlaması gerektiğini belirtmiştir. Aristoteles, sınıflar arası bir denge yönetimi amaçlamış ve bunu karma yönetim şeklinde ifade etmiştir. Aristoteles’in öngördüğü karma anayasa anlayışı, sınırsız ve keyfî iktidarın kullanımını engelleme amacının yanında, bununla doğrudan ilgili olarak belli bir sınıfın sınırsız egemenliğinin eninde sonunda rejimi yıkıma götüreceği düşüncesi ile sınıflar arası bir denge sistemini içerir. Aristoteles, bir anayasanın ne kadar iyi bir karma modeli olursa o kadar uzun ömürlü olacağını düşünür.

Polybios da iyi olarak nitelendirdiği yönetim biçimlerinin (aristokrasi, monarşi ve demokrasi) temel alındığı karma yönetim ile ancak istikrar kazanmış, iyi ve kalıcı bir yönetim biçimine ulaşılabileceğini belirtmiştir. Polybios, karma anayasa için Lykurgos’un yaptığı Sparta Anayasası’nı örnek göstermiştir. Polybios’a göre birbirini dengeleyecek kuvvetlerin bulunduğu karma bir yönetim olmadığında, tek bir kuvvete dayanan yönetim eninde sonunda aşırılığa, dengesizliğe ve sonuç olarak yozlaşmaya doğru gidecektir. Bir ülkede özgürlüklerin korunması ancak denetleme ve denge sisteminin bulunduğu bir anayasa ile sağlanabilir. Bu anayasa, modern güçler ayrılığı ilkesinin temelini oluşturacaktır. 

Polybios’a göre Lykurgos, karma anayasa modelini aklın ışığında, yani doğal olayların ve doğa yasasının gelişimini dikkate alarak yapmıştır. Roma ise bu anayasaya, yaşadığı iç savaştan ve acı bir deneyimden dersler çıkararak ulaşmıştır. Konsüller, senato ve tribünler; bu üç güç arasında kurulan birbirini sınırlandırma, denetleme ve hesap verme uygulamaları, Roma’daki karma yönetimin özünü oluşturur. Polybios, bu üç gücün tek tek yetkilerine bakıldığında her birinin büyük yetki ve sorumluluklarla donatılmış olduğunu, ancak güç dağılımının başarılı bir şekilde sağlanmasından dolayı hiçbirinin tek başına egemen olma olanağının kalmadığını vurgular. Bu güç dağılımı, hem birbirine karşıt hem de birbirini bütünler niteliktedir. Birinin egemenlik alanının genişlemesi ve yayılması, bir öteki tarafından dengelenir ve frenlenir. Polybios, Tarihler adlı yapıtında bunu şöyle açıklar: Tanımladığımız üç sınıftan herhangi birisinin kendisini fazlasıyla büyük görmeğe başlaması, gereğinden fazla şişkin ve saldırgan olması hâlinde, her üçünün karşılıklı bağımlılığı ve birinin isteklerinin birbirlerince denetlenmesi ya da önlenmesi olasılığı, bu isteklerin genişleme eğilimini gemleyecektir. Böylece bir tarafta belirebilecek aşırı istekler, ötekilerin sert tepkisinden duyulan korkuyla frenlenecek, unsurlar arası denge sağlanacaktır.

Locke da yasama ve yürütme erklerinin ayrı ellerde toplanması gerektiği görüşünü öne sürer ancak bu görüşü siyasal iktidarı, benzer ağırlıklar taşıyan erklere böldüğü ve aralarında belli bir denge sistemi yaratmaya çalıştığı anlamına gelmez. Locke, yasamanın daha üstün olduğu görüşünü savunur. Kralın onayından geçmeyen yasalar, yürürlüğe girmeyecek ancak krala duyulan sadakat, yasalara itaat ettiği sürece devam edecektir. Dolayısıyla bu iktidar, kaynağını yasalardan almakta ve yasalarca sınırlanmaktadır. “Otoriteyi elinde bulunduran her kim olursa olsun kendisine yasalarca tanınan iktidarın sınırlarını aştığı ve buyruğu altında tuttuğu gücü yasaların izin vermediği şekilde uyrukları üstünde kullandığı yerde, hükümran olma durumu sona erer (…) ve başkasının hakkını ihlal eden bir kişiye karşı konulduğu gibi ona karşı da konabilir.”

Şüphesiz modern karma yönetimin temel unsurlarından biri hukukun üstünlüğü ve yargı bağımsızlığıdır. Günümüzde güçler ayrılığı, özgürlükler için vazgeçilmez temel kurumsal bir düzenlemedir. Siyasal iktidarın belli bir kesimin elinde toplanması sınırsız ve keyfî bir yönetime doğru gidildiğini gösterir. Böyle bir yönetim, çıkardığı yasalar ve uygulamalarıyla kamu yararını ortadan kaldıracak veya zedeleyecektir. Bu yüzden kurumsal düzenlemeler yoluyla iktidarın sınırsız ve keyfî, yani yasasız ve kamu yararına aykırı bir patikaya girmesini önleyici mekanizmaların düşünülmesi bu anlamda çok eski ve çok önemlidir. İktidarın sınırlanmadığı ve denetleyici mekanizmaların bulunmadığı bir durumda özgürlüklerin korunması son derece zorlaşır hatta özgürlüklerin yasalar ile ortadan kaldırıldığı bir düzene gidilir. 

ABD Anayasası’nı yazan kurucu babalar -dolayısıyla başkanlık sisteminin kurucuları- anayasayı hazırlarken Polybios’u ve Roma tarihini okumuşlar, klasik karma yönetim düşüncesinden yararlanmışlar, kendilerine karma yönetimi model almışlardır. Bu anayasanın temel ilkesi denge ve denetleme sistemidir. Tocqueville de Amerikan Anayasası’nın temel özelliğinin “check and balance” olduğunu ve bu sistemin güçler arasındaki farklılık ve karşılıklı denetleme, sınırlandırma ve dengeleme mekanizması, yani güçler ayrılığı olduğunu dile getirmiştir. Modern hukuk anlayışının gereği olarak yargının bağımsızlığı ve hukukun üstünlüğü de bu modele eklenmiştir. Mustafa Kemal Atatürk de daha Samsun’a çıkmadan önce kafasında oluşturduğu devlet modelini şekillendirirken Rousseau ve Montesquieu’den önemli ölçüde etkilenmiştir ve Montesquieu’nün tanımladığı yönetim şekillerinden cumhuriyeti benimsemiştir. Rousseau’nun “halkın egemenliği” (bu ifade “millet” olacak geçecektir), Montesquieu’nün “erkler ayrılığı” görüşleri doğrultusunda Aydınlanma Felsefesi prensiplerine dayanan, Avrupa’nın ilk modern sistemli ve yazılı anayasası olan 1791 Fransız Anayasası; 1924 yılında Modern Türkiye Cumhuriyeti’nin Anayasası’na da örnek teşkil edecektir. Atatürk, Türk Kurtuluş Savaşı’nın başarıya ulaşmasının yolunu; devamında yapılacak olan inkılaplarda görmüştür. Bu da ancak millet egemenliğine dayalı bir sistem ile gerçekleşecektir. Bizim geçen yıllarda geçtiğimiz Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’nde ise elzem olan bu ilkelerin gözetilmediği ve tarihten dersler çıkarılmadığı görülmektedir. Bu süreçte Cumhuriyet’in önemli kazanımları yitirilmeye, kamu yararı göz ardı edilmeye ve erkler tek elde toplanmaya başlanmıştır. 

B. Caner Şafak

KAYNAKÇA

AĞAOĞULLARI, M.A. (2018), Sokrates’ten Jakobenlere Batı’da Siyasal Düşünceler, İstanbul: İletişim.

ZABCI, F. (2018), Antik Cumhuriyet Düşüncesinde Siyasal Yozlaşma ve Karma Yönetim: Aristoteles ve Polybios Üzerinden Bir Tartışma, Felsefelogos, 69(2), 7-24.

Seyyâha gem vurulmuş, aşılmaz memnûlardasın
Gâlip gelinmez harpten, beklenen muştulardasın
Düşlerde kayboldum, bilmem hangi uykulardasın
Gizlensen de gizsen de kendinde bulanınım ben
Alnında noktalanmış elif, cümlenden mahrûmum
Yabancısın hâlime, ferman dinlemez mevhûmum
Rûhum karışırken toprağa, yâdinden merhûmum
Söylesen de sussan da gönülden duyanınım ben
Kahrınla gamzedeyim, hem meftûnum vahasına
Şerbet olsun zehrinden, kabûlüm ben dahasına
Cephenden ayrılmam kara kurşunlar pahasına
Vurulsan da vursan da ummâna varanınım ben
Zülfünden dökülen rüzgâr savrulur râyihândan
Şahlan küheylân şahlan, sahrâ esrik iştihândan
Merhem aramam derdime onulmaz cerîhândan
Kanasan da kanatsan da kabuk tutanınım ben
Çehrende demlenen kandil göz kırpar nişânende
Sînemden geçmeye kavrulmak gerek kuşânende
Makber kazılmaz başka, bir bulunsam kâşânende
Karsan da karaysan da renginden dolanınım ben
Hâlinden döner mest olmuş, pervâne âhestedir
Ufkunda memnun ancak kanadından şikestedir
Bilmez hiç pervâ nedir, her dönüşte bercestedir
Yaksan da tutuşsan da nârında yananınım ben
Kamer mühründen sırtın serçeme bergüzâr olur
Doludizgin sesinle göğüm sonsuz mahzâr olur
Koştuğunda görmem kim gülşen kim lalezâr olur
Dikensen de gülsen de bahçende solanınım ben
Hilâl Sönmez

Fikirlerin suç olmadığı duyurusuyla yaşadığım dünyamda fikirlerimin büyük suçlar teşkil ettiğini öğreneli, buna ve hayattan koparılmaya mahkum edileli tam 12 yıl olmuştu. Hükümlü iznimin bitmesine 20 gün vardı. Hücreme dönmek üzere yaşamdan hikâyelerimi koltuk altındaki defterime saklamaya çalışıyordum. Pazar kokulu mahalle patlıcanlarının yerlerde süründüğü sokaklardan iz bırakarak geçiyordum, her insan hikâyesine mutlaka bir iz bırakır diyerek. Önünden geçtiğim gecekondunun pervasız bakışları, perde arkasındaki süzülmüş gözleriyle bana bakan gözlerin dikkatimi çektiğini fark ettim. Önünden geçmek istediğim yerin bana huzur kattığını o saniye anlamış olsam da içimdeki rahatsızlığın tarifini yapabilecek durumda değildim. Muhtemelen de bu dakika yıllarca yollarında süründüğüm bu sokaklarda bu gecekondunun hiç dikkatimi çekmediğini fark etmiştim, ayrıca bu durumda kendimi teselli etmeye hakkım olmadığını düşünüyordum. O simsiyah gözlerin içine bakarak fark etmemiş olmama bahane üretip kendimi teselli edemezdim. Dönüp dolaşıp kendimi o inşaat halindeki bina önünde buldum. Kırık cam parçalarını saatlerce inceleyip kendi etrafımda dünyanın dönüşüne dalmış bulundum. Tuhaf gözlerin çekimine kapıldığımı ve bundan her an etkilendiğimi, kurtulmak isterken nasıl da o çukura düştüğümü an be an takip ettim. Binadan çıkıp hafif karanlık sokakların çevresinde dört dönmeye başladım. Gecekondunun eşiğine gitmeye çalışan ayaklarımı geri geri sürümek için çok direniyordum. İşte bu anda kendime tonlarca mazeret üretme hakkına sahiptim. Arkamı dönüp kapı önündeki sokağı dışarıya kavuştuğumdan beri her gün incelerim, bir kez daha incelemek, acı tatlı anılarımı içimde yeşertmek isteyerek kafamı çevirmiş bulundum. O an cılız bir adamın bana keskin bakışlar attığını gözlerime saplanırcasına, yaralanarak gördüm. Usul usul yürüyordu fakat bana doğru yürüdüğüne ihtimal vermedim. Belki yarım dakikayı bile doldurmayacak bir süre zarfının içerisinde adam kulağıma ufak bir cümle fısıldadı:
“O gözlerin hikâyesini anlatmamı ister misin?” Olur tabii diyemedim, gözlerinin içine keskin bakışlarımı yerleştirdim. Bu hikâyeyi duymak istemediğime çok emindim. Korkunun içimi kapladığını her an, her saniye hissedebiliyordum, içimdeki iyi ve derin gözlerin yerini kötülükler, umutsuz hikâyeler kaplasın istemiyordum. Ben hücreme döndüğümde o gözlerle hülyalara dalmaya devam edecektim. Kekeleyerek teşekkür ettim ve o an orada buharlaşmak istedim, etrafın kararmasını göz ardı edemedim ve o adamı dinleme zorunluluğumu içimden atamıyordum. Sanki onu dinlemeye mahkûmmuşum gibi saatlerce dinledim. Dinledim ve sessizce izledim. Hararetli ve tumturaklı söyleşilerini bir çırpıda kötümser tavırlarıyla anlatırken ben o gözleri gönlümün altına saklayıp kapıları kilitleyip ütopik dünyamda uzak bir yola koyulmuştum. Sadece ben ve o gözler, onun gözleri. Hem karşımdaki adam varsa yoksa o saçmalıkları konuşur olmuştu. Dinlemedim, dinlemeye devam edemedim. Dinlersem o gözlerin beni bırakıp gideceğine korkar olmuştum. İnanılır gibi değildi, kendimi kaybetmiştim biliyordum. O ütopik dünyadan hücreme dönmeyi bir an olsun bile istemiyordum. O gecekondu eşiğinde hücremde çekeceğim cezanın müebbetini bile çekerdim. Her gün kendi dünyamda yolculuk yaparken gecekondu eşiğini ziyaret etmeyi unutmuyorum. Her Allah’ın günü bunu yapmaktan vazgeçmemek canımı sıksa da bunu yapıyorum. O hücrede o gözlerle yaşamaya, hülyalara uğurlanmaya ant içmiş gibiyim sanki. Ezbere biliyorum o gözleri, gözlerin her detayını ezbere biliyorum. O gözlerle yaşamaya kendimi mahkûm ediyorum.

Ozan Arif’e ithafen

Avrupa zekanın vatanı, Asya gönlün. Zekanın dili nesir; gönlün şiir. Biz de Asyalıyız. 

(Cemil Meriç)

İnsanın kuvveti aklı ve lisanı iledir.    

(Arap Atasözü)

                                                                                                     

                                                              

                                                                                       

İnsan için tarih boyunca birçok tanımlama yapılmıştır. Bu tanımlamalardan en meşhuru ise ‘hayvan-ı natık’tır. Yani ‘nutkeden (konuşan) hayvan’. Fakat konuşmak alelade bir konuşmak değil. ‘Nutuk’ hem sözdür hem de akıl. Mantık kelimesi de ‘nutuk’ kökünden gelir. İnsan nedir yahut ne değildir, değil yazımızın konusu. Amacımız insan açısından sözün ve konuşmanın ne kadar önemli olduğunu ifade etmek.

Sözün insan için ehemmiyetini “hayvan-ı natık” formülüyle kadim ulema ifade etmişler. Modern ulema da genel olarak sözün ve konuşmanın ne kadar önemli olduğunu ifade ediyor ancak toplumsal bazda öneminin altını çiziyor. Mesela Yuval Noah Harari, insanın bilinçsel gelişiminde etkili en temel saiklerden birinin “dedikodu edebilmesi ve hayal gücünün gelişmiş olması” olduğunu söylüyor. Bu kısımlar bilimsel ve üzerine tartışılası yerler. Bizim asıl konumuz ise “toplumda söz-lisan-edebiyat ve ozan”. Bu durumda milletler için lisanın ehemmiyetini incelememiz gerekmekte.

Milletler, topluluklar; ortak kültür, ortak geçmiş ve ortak gelecek ümitleriyle oluşur. Daha doğrusu millet nazariyeleri arasında en fazla kabul gören teori bu. Milletin teşekkülü için gereken bu özellikler ancak bir aktarım (tevarüs) ile mümkün olabilir. Bu aktarımın biricik aracısı ise dildir. Hatta Ernest Gellner’e göre “Lisan kültürün bir aleti değildir. Lisan kültürdür.” Bu, üzerinde düşünüldüğünde oldukça haklı bir önerme. Çünkü insanların muhayyilelerinde nesneleri ve dış dünyayı kelimeler tasvir eder. Bir nesneyi tasvir edecek herhangi bir kelime yoksa, dış dünyadaki herhangi bir nesne kelimelerle zihnî soyutlama yaşamamışsa o lisanı konuşanların zihninde o nesne de yoktur. Onun için bazı diller iptidaidir. Bazı dillerde felsefe ve bilim olmaz. Çünkü dilin gelişmişliği buna müsait değildir.

Millet hafızasının temel mirasçısı olan lisanla alakalı olarak Nicholas Ostler, ‘Kelime İmparatorluğu’ kitabında “İnsan gruplarının bayrakları ve markaları olmanın dışında diller, hatıralarımızın da bekçisidir. Yazılmadıkları zaman bile geçmişe ait bilgileri koruyan ve ezelden beri onları gelecek nesillere aktaran dillerdir” demektedir.

Millet hafızası, yazının olmadığı dönemlerde temel olarak sözlü kültürle muhafaza edilmiştir. Hatta yazılı kültüre geçildiğinde dahi sözlü kültür etkisini kaybetmemiştir. Yazılı kültürün en ileri safhasının yaşandığı dönemlerden birinde romantizm akımı ortaya çıkmıştır.

“Romantizm akımını romantik yapan özellik geçmişe ve halk kültürüne duyulan ilgidir.”  (Walter J. Ong)

Sözlü kültürün gerekli tevarüsü oluşturabilmesi birtakım kavramları ve meslekleri mecburi kılmıştır. Milletlerin teşekkülünü bu meslekler ve kavramlar mümkün kılmıştır.

Walter J. Ong, ‘Sözlü ve Yazılı Kültür’ isimli kitabında sözlü kültürün aktarım işlevini nasıl yerine getirdiğini şöyle anlatmıştır: “Düşüncenin ritmik, dengeli tekrarlarıyla ya da antitezleriyle kelimelerdeki ünsüz ve ünlü seslerin uyumuyla, sıfatlar ve kalıpsal ifadelerin akması, herkesin sık duyup kolay hatırladığı, kolay hatırlanacak şekilde biçimlenmiş atasözlerinin oluşması ve belli izleklere yerleştirilmesi (örneğin toplantı, yemek, düello vb.) gerekir.”

Toplumlar için de insanlar için de anımsayabildikleri vardır yalnızca. Anımsanmayan şeyler pek bir şey ifade etmez. Bu durumda Ong’un bahsettiği sözlü tevarüs mekanizmasının Türk milleti için nasıl işlediğiyle alakalı olarak Prof. Dr. İskender Öksüz’ün ‘Millet ve Milliyetçilik’ kitabında şöyle bir pasaja rastlıyoruz “Sözlü gelenekte mesajın fazla çarpıtılmaması için bazı hafıza yöntemleri kullanılıyordu. Mesajın her satırı aynı boyda ve yapıda parçalara ayrılıyor, her satırın sonunda veya başında aynı sesler yerleştiriliyordu. Bu yöntemlerin birincisine vezin, ikincisine kafiye diyoruz. Mısra sonlarını kafiyeli söylemek hâkim metot. Türk şiirinin mısra başlarında da kafiye kullanılmış.”

Yani Türk milletinin oluşumunda ve kültürel tevarüsünde, bizim biz olmamızda en ziyade müessir kişiler ozanlardır. Zira Türk edebiyatı -buz gibi Asyalı olan bir milletin edebiyatı- Cemil Meriç’in de dediği gibi şiirdi.
Türk millî kimliğini ve karakterini oluşturan en esaslı şey destanlardır. Destanlar, bir bütün hâlinde Türk geçmişinin ve millî kimliğin gelecek kuşaklara aktarılmasının yegâne vasıtasıdır. Türk kimliği ve Türk algısının oluşmasında destanlar o kadar büyük rol oynamıştır ki Bozkurt, Türeyiş vb. destanlar ile “Etnoloji ilmine göre kurt motifi Türkler için tipiktir. Eski Türk kaynaklarında Türk olmayanlar için ‘kurttan türeyenlerden değildir’.” der Prof. Dr. İbrahim Kafesoğlu.

Prof. Dr. İbrahim Kafesoğlu, ‘Türk Milli Kültürü’ isimli eserinde de der ki “Destanlar, kahramanlık menkıbeleri, aşk türküleri, acı tatlı hatıralar saz şairleri tarafından kopuz çalınarak söylenirdi.”

Zelimhan Yakub’un yazdığı, Nevid Müsmir’in muhteşem sesiyle yorumladığı o eşsiz şiirde de dendiği gibi:

  “Tanrı sesi, sözden evvel yarattı

    Tabiatın yağışı ses, karı ses

                        …..

    Neler yoktu lehçesinde insanın

    Kamanı ses, kavalı ses, tarı ses”

Destanlarda ve şiirlerde de sözden evvel ses duyulurdu. Önce kopuz çalar sonra destan, ilahi başlardı. Bu adet günümüze kadar sürmüş ve hâlâ devam etmektedir. Prof. Dr. Yusuf Ziya Yörükan, ‘Müslümanlıktan Evvel Türk Dinleri Şamanizm’ isimli kitabında bu konuda “Mülga tekkelerde gördüğümüz raks, zil def ve saz hep bu kadim Türk adetlerinin devamıdır.” demektedir.

Devam eden bu âdet genel olarak âşıklık geleneğidir. Bu geleneğin eski köklerinden gelen bir mistik tarafı vardır. Mesela Aşır Özek’in mest eden yorumuyla dinlediğimiz Alevi deyişinde sazdan bahsedilirken

     “Bana Hakk’ı soran oğul

       Haber al aşık sazından

       Göğsü Peygamber ağacı

       Kılıfı Ali bezinden

                ……..

       Cevri bunda dilli Kur’an

       Hem erkanlı yollu Kur’an

       Elimizde telli Kur’an

       Yürürüz Hakk’ın izinde” denmektedir. 

    

     

Sazın telli Kur’an oluşu keyfî bir yorum değildir. Deyişlerin çoğunda görebileceğimiz gibi bir tarihî kaydı ve hikmeti saklamaktadır. Hikmeti pirlere, erenlere havale edelim ve tarihî kaydın peşine düşelim.

      “Sonra ateş etrafında döner, davulu hızla vurur, Ülgen için konulan armağanı davulu ve tokmağıyla beraber kucaklar; mütemadiyen manzum ilahiler söyler. Ülgen için hazırlanan armağanı alıp göklere doğru yükselmeye başlandığını temsile girişir. Birinci kat göğe çıkıyor. Orada yıldırım, şimşek, gök gürültüsüyle karşılaşıyor. İkinci kat göğe çıkıyor.

      Bundan sonra Kam havanın ilerideki durumu hakkında kehanette bulunur. Göklerin her katında neler bulunduğunu anlatır. İlahiler söyleye söyleye dördüncü kat göğe çıkar. Davulu yine gök gürlemesini temsil eder. Beşinci kat göğe çıkar. Gök gürültüsü şiddetlenir.”

Prof. Dr. Abdulkadir İnan’ın, ‘Eski Türk Dini Tarihi’ kitabından alıntıladığım yukarıdaki bölüm, bir şaman ayinini anlatmakta. Şaman ayininde Kam, adeta göğün katlarını şiirle çıkmakta, şiirle ve ilahiyle gök katmanlarını zorlamakta.

      “Eski Türk inancında Kam, Tanrılarla insanlar arasında aracılığa malik, Tanrıların seçtiği kişidir. Kam’ın hayali geniştir, mistiktir ve yaratılıştan zekidir. Kam’ın vakit vakit canı sıkkındır.” En önemlisiyse Kam ‘tab’an şairdir, irticalen şiirler ilahiler söyler.’ Türk toplumunun en mühim, en mistik ve en Tanrısal kişileri Kamlardır. Yani bugün ki ozanlar, âşıklar.

Walter J. Ong’un ‘Sözlü ve Yazılı Kültür’ kitabında “Sözlü geleneğe bağlı ya da izini taşıyan çoğu sözel edim ve yaşam tarzı mücadeleci havasıyla okuryazarları çarpar” der. Ozanlar ve şairler her daim havadan, sudan, aşktan bahsetmezler. Çoğu zaman serttirler ve topluma yol gösterirler. Çünkü toplumu onlar inşa ederler. Bunun için Hz. Muhammed döneminde İslam aleyhine toplumu kışkırtan şairler, Şuara Suresi’nin 224-227. Ayetlerinde sert bir dille kınanmışlardır. Çünkü yalnızca şiir yazmamışlardır. Şiirleriyle topluma olumsuz yön vermişlerdir.  Bunun karşısında ise Hz. Muhammed, Müslüman Şair Hassân b. Sâbit’e dua etmiş ve İslam’ı savunmasını istemiştir.

Çünkü politika, geçmiş, toplum hepsi şairi ilgilendirir ve şair çoğu zaman hepsiyle ilgilenir. Eleştiri de zaten bir şair mesleğidir. Atsız’ın ‘Bozkurtlar’ında Kara Ozan söyler, Çinli katun sıkılır; gök çöker, yer yarılır. Osmanlı saraylarında Nef’i müebbeten haykırır. Başka türlü durmaz çünkü zulüm. Ses ve sözdür, şair ve ozandır zulme dur diyen.

Gelgelelim bu yazının yazılış sebebine. Türk milletinin varoluşuna katkı sağlayan son asrın büyük destancısı, asrımızın Dede Korkut’u, Ozan Arif (Arif Şirin) 13 Şubat 2019’da Hakk’ın rahmetine kavuştu.

Her şeyiyle destancıydı. Ozandı. İlk mesele tevarüs ve anımsayabilmek demiştik. Şairane bir üslupla destan destan aktarımdı ilk şart. Yaşadığı ve gördüğü her şeyi hiç noksansız aktardı. 12 Eylül’ e giden yolda çekilenleri anlattı “Unutamam.” diyerek. Bizi yaralayan Kara Eylül’ü anlattı “C5” diyerek. Cumhuriyet’i anlattı. “Vay Babo!” dedi, yüzünü şarka dönerek. ‘Muhasebe’ tuttu yakın geçmişe. Önce sordu “Müslümanlar Neden Böyle?” diye, sonra cevap verdi ozanca “Ülküsüne kavuşamadan gitti.”, “Çin Seddi’nde sabah namazı kılamadığına yandı.”

Ne demişti Zelimhan Yakup?

       “Sesin varsa bil kişisen, bil ersen

         Sessizlerin gözyaşını silersen”

Sesi vardı, kişiydi, erdi. “Mümkün Değildir!” diye haykırdı, sessizlerin gözyaşını sildi.

Tanrısal bir yankıydı zihinlerimizde, ‘ercesine’ haykırdı bir ömür. Lanetli şuaraya karşı Hassân bin Sâbit gibi dik ve sabit durdu. Kara Ozan gibi haykırdı hain katunlara, töreyi bozan kağanlara. “O mezarda, sen zindanda, ben sürgün” dedi. Ev, bark, ocak, mal hepsinden geçti ama sürgünde bile susmadı. Sesi oldu, ozanlığıyla var etti milletini.

Her kıtasında ve her mısrasında göğü arşınlayan bir Kam’dı. Göğün ve sonsuzluğun sahibine uzandı.

“Ozan nedir?” “Şair kimdir?” “Ne iş yapar?” “Niçin önemlidir?” Tüm bu sorulara cevap vermeye çalıştığım bu yazıda aslında sadece “Neden Ozan Arif’i rahmetle anmalıyız? Ozanın ölümü neden önemlidir?” sorusuna cevap vermeye çalıştım. Gerçi benim vereceğim cevaplara çok da ihtiyacı yoktu ya ozanın…Kim onunla ve ülküsüyle alakalı bir soru sorsa cevabını ondan ve destanlarından alacak. Çünkü ozan o, kam o, lisanı tevarüs ettiren o, milleti var eden o. Rahmet, minnet ve saygıyla…

Yazımı, Ozan Arif’in ardından ozanlık geleneklerine uygun bir şekilde M. Bahadırhan Dinçaslan tarafından irticalen yakılmış bir ağıtla bitiriyorum.

     “Şi’rinle açtığın o izi süren

       Tabutluktan çıkıp, Mamak’a giren

       Nal bıyıklı tam on milyon alperen

       Vallahi… Billahi… Seninle şimdi”

Yunusemre Işık

KAYNAKÇA

Walter J. Ong – Sözlü ve Yazılı Kültür, Metis Yayınları, çev. Sema Postacıoğlu Banon

Prof. Dr. İskender Öksüz – Millet ve Milliyetçilik, Panama Yayınları

Prof. Dr. İbrahim Kafesoğlu – Türk Milli Kültürü, Ötüken Neşriyat

Prof. Dr. Abdulkadir İnan – Eski Türk Dini Tarihi, Kültür Bakanlığı Kültür Eserleri

Prof. Dr. Yusuf Ziya Yörükan – Müslümanlıktan Evvel Türk Dinleri Şamanizm, Ötüken Neşriyat

Ömer Nasuhi Bilmen – Kur’an-ı Kerim’in Türkçe Meal-i Alisi ve Tefsiri, Cilt 5, Kahraman Yayıncılık

     

 “Gencim, ne fark eder?” deyip geçmemek gerek!

Bir Yunan efsanesine göre Yunanlar bir gün yeni bir yurt bulmak amacıyla keşfe çıkmışlar. Keşif sırasında mabetteki kâhine “Biz yeni yurt arıyoruz. En uygun yer neresidir?” diye sormuşlar. Kahin de bunlara bir yer tavsiye etmiş fakat açıkça işaret etmeyerek manidar ve üstü kapalı biçimde “körlerin karşısında” demiş. Gerisi gidip o yurdu alacakların yorumlamasına kalmış.[1]

Efsane tek başına okunduğunda okuyucunun zihninde “Kültür ve Türk gençliğinin kendini geliştirmesi ile ne alakası var?” şeklinde bir soru oluşabilir lakin yazı bütün olarak incelendiğinde hak verilecektir. Esasen gayemiz gerçek olup olmadığını bilmediğimiz efsanelerde dahi cehalete nasıl bakıldığını ispatlamaktır.

Peki körlerin karşısında bir Türk gençliği yetiştirmek ne ile mümkündür? Kuvvetle muhtemel ki bu sorunun cevabı ‘kültür’ dür. Kültür kelimesinin bir anlamı da ‘ekin’ dir. Biz ne ekersek onu biçeceğiz. Her birimiz, alanımıza ait bilgilere en üst seviyede sahip olduğumuz zaman milletimiz asıl ulaşmak istediği medeniyetler seviyesine ulaşabilir. Bu kültür eğitimini de ikinci yuvamız olan okullarda sürdüreceğiz.

Okullar devlet müesseseleridir. Yetişen nesiller; içinde yaşadıkları toplumun resmî dilini, kültürünü, kıymet hükümlerini okullarda öğrenirler. “Vicdanın görevi; toplumsal çekiciliği bulunan kıymetleri değerlendirmek, aklın görevi ise varlıklarla ilgili objektif gerçekleri iyice incelemektir. Vicdan bizim,  ‘Niçin yaşamak?’ sorumuza: ‘Mefkure için.’ cevabını verir. Akıl, ‘Nasıl yaşamalı?’ sorumuza: ‘Akla uygun bir şekilde.’ cevabını verir.”[2]  Bu sebeple Türk eğitimcileri, aydınları çağa uygun eğitimler ve yorumlar yapmak zorundadırlar.

Peki körlerin karşısında bir Türk gençliği yetiştirmek için gerekli olan ‘kültür’, ne kültürüdür?

Mehmet Kaplan, ‘Kültür ve Dil’ adlı eserinde Türk milletinin bütün fertlerini; kültürel değerlerini benimseyen, koruyan ve geliştiren yurttaşlar olarak yetiştirmek için açıklamak, öğretmek ve öğrenmek ile yükümlü oldukları alanları; Türk dili, Türk edebiyatı, Türk tarihi, Türk musikisi, Türk plastik sanatları, Türk şehirleri, Türkiye’nin tabii güzellikleri ve servet hazineleri, Türklük ve İslamiyet, çağdaş Türk kültür ve medeniyeti risaleleriyle sıralar.(ss. 35-78) Yazımızı bu risalelerden yola çıkaracak şekillendireceğiz.

Öncelikle  kültürel değerlerimizin omurgasını oluşturan Türk dilini ele almak gerek. Dil, insan topluluklarının millet hâline gelmesini ve başka milletlerle ilişkiler kurmasını sağlayan sosyal bir varlıktır. Bu sebeple dile verilmesi gereken dikkat ve ehemmiyet büyüktür. Prof. Dr. Ahmet Bican Ercilasun’un dediği gibi “Dil bir milletin bütün bir tarihi, kültürü ve edebiyatıdır. Daha somut söyleyeyim. Türkçe, Yahya Kemal’dir; Türkçe, Yakup Kadri’dir; Türkçe Sait Faik’tir; Türkçe annemizin ağzındaki ninnidir; Türkçe dedelerimizin dillerinden dökülen öğütlerdir, atasözleridir. İşte dili bütün bu görünüşleriyle bilirsek o zaman hiç korkmayalım, dile hiçbir şey olmaz. Eksik olan insanlarımızda bu bilgi, birikim ve kültürün olmayışıdır. Bu da eğitim işidir. Türk millî eğitimi belki 50-60 yıldan beri adeta “hiçbir şey öğretmeme” ilkesine dayanır. Demek ki işe eğitimden başlamak gerekiyor. Bunun için de yöneticilerin, eğitimin öneminin farkına varması ve eğitim sistemini “bir şeyler öğretir” hâle getirmesi gerekiyor.”

Öyleyse dilimizi ilk hâlinden itibaren öğrenmeli, çağa uygun biçimde tatbik etmeli, dilimize yerleşmiş olan kavramlara karşı gereksiz tavırlar sergilemeden öğretmeliyiz ki dokunmak istediğimiz kitlelere ulaşabilelim.

Nitekim Türk dilindeki her yabancı kelimeye bir karşılık uydurmaya kalkacak değiliz. Bu kadar ileri vardırılan bir pürizmin karşısına dikilen gerçek şudur: Aydın ve halk dilinde ifade enerjilerini kaybetmemiş canlı kelimeler yabancı olsalar da atılamazlar. “Kitap” ve “Lamba” gibi. Bunlara karşı savaş açmak dil Donkişot’luğudur.[3]

Dil, sosyal bir varlıktır, dedik. Dilin işlenmesi ise edebiyatla mümkündür. Malzemesi dil olan edebiyat da insan hayatının bütün safhalarını içine alır. O zaman esas olan edebiyatın da bir bütün olarak incelenmesidir. Türk edebiyatını bir bütün olarak ele almamak, bir dönemini biz yaratmamışçasına kadim edebiyatı yok saymak körlüktür. “Kendi dilinin  eserlerini bilmeyen, onların hiç olmazsa bir kısmını okuyup sindirmeyen, zevkine varmayan bir insanda dil hassasiyeti bekleyemezsiniz.”[4] Edebiyat milli olmanın yanında moderniteden de uzak kalmamalıdır. Modern usuller esas alınarak yapılan edebiyat da görmezden gelinmemelidir. Zira bu, çağdaş Türk ruhunun hummalı yaratma faaliyetine yabancı kalmaktır.

Dil ve edebiyatımız hakkında bilgi sahibi olmamıza asıl yarar sağlayan kaynak tarihtir. Tarih geçmişi ele aldığı gibi milletlerin geleceğine de yön verir. Fakat yazılan tarih; yaşanılan tarihin önüne geçmemelidir, gerisinde de kalmamalıdır. “Tehlike ve harp anlarında daima Türk milletinin mucizeler göstermesini bekleyebiliriz. Ve Türklerin hiçbir millette görülmeyen fedakarlıkları yapacağından emin olabiliriz. Türk milletinin daima güvenebileceğimiz en esaslı kuvveti budur.”[5] Lakin bu noktada yapılması gereken soyu ve tarihi hamasi olarak yüceltmek değil -“Milliyetçiliğin bir bakıma tarihin milletler mücadelesi olduğu, üstünlüğün verilen mücadeleyle, dünyaya sunulan katkı ile ölçüldüğü, yani dönemlere bağlı olarak milletlerarası üstünlüğün değişebileceği anlatılmalıdır.”- tarih şuurunu aşılamak ve Türk tarihine bakış tarzımızı geliştirmektir. 21. yüzyılda ifade vasıtalarının değiştiği gerçeğini göz önünde bulunduracak olursak belki de mevzuya entelektüel Türk milliyetçisi bir gözle bakmak gereklidir. Bu da felsefe, sosyoloji, psikoloji ve tarih kültürü gibi aydınlatıcı vesikalarla mümkündür. Bu metotlar uygulanmadığı takdirde “Türk’ün üstün ırk olduğu gibi kabullerle yetişen kişi günün birinde tarihte okuduklarıyla bugün gördükleri arasındaki uçurumu fark ettiğinde ya hisleri sönecektir ya da kendini tatmin edebilecek yalancı cevaplar bulup hayatını devam ettirecektir.”[6]

Musiki de dil, edebiyat ve tarih gibi kültür değerlerindendir. Musiki kültürümüz; kaybedilenler üzerine kopuz eşliğinde söylenen sagular, uzaklardan gelenler için çalınan davullar, düğünlerde söylenen türküler, âşıkların yanık havaları, cenge giderken çalınan mehterler, ruh sağlığı için icra edilmiş tasavvufi ezgilerle doludur ve üzerinden çağlar geçmesine rağmen Türk musikisi hâlâ birleştirici gücünü korumaktadır.

Fakat  tüm bunların yanında Türk musikisinin okul dışı bırakılışı ve kovuluşu da görülmektedir. Yetişen nesillere kendi dil, edebiyat, tarih ve musikisi öğretilmez; bunlarla uğraşanlar teşvik edilmez ve korunmazsa onlar nasıl gelişirler?

Bu noktada “Biz eskiye bakmayız.” diyenler ne kadar haksız ise “Biz yeni bir sanat ve musiki istemeyiz, eskiden kalma eserler bize yeter.” diyenler de bir o kadar haksızlardır.

Türk musikisini; Türk dili gibi bir bütün olarak ele alan, inceleyen ve değerlendiren bir müesseseye ihtiyaç vardır. Bu müessese bütün Türk dünyası musiki eserlerini toplamalı ve onları en güzel şekilde icra edecek sanatçılar yetiştirmelidir.

Son olarak Türk mimarisine de değinmek istediğimizde karşımıza bir soru çıkıyor: Okullar, devlet daireleri, müzeler hatta evler inşa olunurken neden taşranın ruhuna minnetsizlik edilerek kente yönelme çabasına giriliyor ve medeniyetin ölçütü gökdelenlermişçesine kadim Türk sanat eserlerinden istifade edilmiyor?

Bunun sebebi mimarinin bilinmemesi, yapacak ustaların bulunmaması, inşaatların müteahhitlerin tekelinde olması, liyakat sahibi kişilerin bu Türk mimari modelleri üzerine çalışması için istihdam oluşturulmaması ve gereken ehemmiyetin verilmemesidir. Ne yazık ki “Servet gibi liyakat da burjuva sınıfının inhisarındadır.”[7]

Öğrencilere ilkokuldan itibaren  Türk sanat ve mimari eserleri öğretilmiş olsaydı; onlar bunun zevkine varırlar, hayatta da onları ararlar, korurlar, değerlendirip çağa tatbik etmeye çalışırlardı.

Türk milletinin bir ferdi olan genç arkadaşımız bu alanlarda bilinçlendirildiğinde gerek ailevi gerek psikolojik gerekse sosyal nedenlerle yöneldiği ya da yönelmek zorunda bırakıldığı dış veya iç unsurlara -terör örgütleri, anarşist gençlik hareketleri, kuruluş amacından sapan ve vazifesini yerine getiremeyip ilkel eğitim yöntemleriyle zaman aşımına uğramış yıpratıcı kuruluşlar ve ayrıştırıcı ideolojilere- bağımlılıktan kurtulup kendi özüne dönecektir.

Aksi takdirde bugüne has modern, kuvvetli  bir skolastikten bahsolunabilir. Bu kuvvetli itimatla insanlar daha yaman surette aldatılabilirler. Başkasının tecrübelerine inanmanın sadece söze itimat olduğunu kabul edelim ve Descartes’in şüpheci tavrını elden bırakmayalım.  Ziya Gökalp’in deyimiyle “Türklerde tebessümü getirecek şey mefkûreli hürriyettir(…) İnsanın en kudretli silahı olan tebessümü dudaklarımızdan çalan hangi kuvvettir?”

Bu tavrı takınmakta ciddiyetimizi korursak “Yel kayadan ne aparır?”

Tanpınar’ın “Bir zafer müjdesi burda her isim” dediği isimlerden olmak ve ‘yeni vatanda görüşmek’ dileğiyle…

Merve VURAL

Kaynakça

Derin Tarih Dergisi, İstanbul Özel Sayısı. (2016).

Gökalp, Z. (2016).  Çınaraltı yazıları. Ötüken: İstanbul

Gökalp, Z. (2018).  Türkleşmek İslamlaşmak Muasırlaşmak. İstanbul: Bilge Oğuz

Kaplan, M. (1999). Kültür ve dil. İstanbul: Dergah

Safa, P. (1976). Kızıl çocuğa mektuplar. Milli Ülkü: Konya

Türk Dili dergisi. (1951).  C.1. sayı 12

Ercilasun, A. Yeni Şafak.  “https://www.yenisafak.com/hayat/dilin-estetigi-siir-ve-atasozlerinde-3539698 20.05.2020”

İnce, A. 30eksi. “ https://30eksi.com/2020/05/14/bir-siyasal-arac-olarak-serseri-asik-liseli/ 18.05.2020”


[1] Derin Tarih Dergisi, 2016 İstanbul Özel Sayısı, s.13

[2] Ziya Gökalp, Türkleşmek İslamlaşmak Muasırlaşmak, Bilge Oğuz, Temmuz 2018, İstanbul, s.38

[3] Türk Dili dergisi , C.1, sayı 12, s.17, 1951

[4] https://www.yenisafak.com/hayat/dilin-estetigi-siir-ve-atasozlerinde-3539698

[5] Ziya Gökalp, Çınaraltı Yazıları, s.34, Ötüken, 2016

[6]https://30eksi.com/2020/05/14/bir-siyasal-arac-olarak-serseri-asik-liseli/

[7] Peyami Safa, Kızıl Çocuğa Mektuplar, Milli Ülkü, 1976, 2. Baskı, s.11

BM Göç Ajansı (IOM), göçmeni; kişinin yasal statüsü ne olursa olsun, uluslararası bir sınırda veya bir devlet içinde kendi ikamet ettiği yerden uzakta hareket eden bir kişi veya hareket eden herhangi bir kişi olarak tanımlar.

2017’de dünya çapında 258 milyon olan göçmen sayısı, 2019 yılında 272 milyona ulaştı. Kadın göçmenler bu uluslararası göçmen stokunun yüzde 48’ini oluşturuyor. Tahmini olarak 38 milyon göçmen çocuk var. Dört uluslararası göçmenden üçü 20 yaş ile 64 yaş arasında. 164 milyon ise göçmen işçi mevcut. Dünya çapında uluslararası göçmenlerin yaklaşık %31’i Asya’da,%30’u Avrupa’da,%26’sı Amerika’da,%10’u Afrika’da ve %3’ü Okyanusya’da yaşamaktadır.

Dünyadaki uluslararası çocuk göçmenlerin yaklaşık 13 milyonu Asya’da yaşıyor. Bu, aslında tüm göçmen çocukların yaklaşık yüzde 40’ını temsil ediyor ancak tüm çocukların yüzde 56’sı Asya’nın küresel çocuk nüfusu oranından çok daha düşük. Afrika’nın çocuk göçmen oranı ise küresel çocuk nüfusu içindeki paya en yakın (sırasıyla yüzde 20 ve 26). Afrika ile Asya her beş çocuk göçmenden üçüne ev sahipliği yapıyor.

Çocukların eğitsel durumları şüphesiz birçok faktörden etkilenmektedir. Bunlar doğal kaynaklı olmakla birlikte insan eliyle de gerçekleşmektedir. Dünya genelinde yaşanmış ve hâli hazırda yaşanan felaket olarak nitelendirilebilecek birçok olay, canlı ve cansız birçok unsuru etkilemektedir. Beşeri unsurlardan olan çocuklar ise söz konusu felaketler karşısında en korumasız grup. Çocuklar, yaşamlarını sürdürebilmek adına bulundukları bölgeden daha güvenli bölgelere göç etmek zorunda kalıyorlar. Böylelikle “göçmen çocuklar” kavramı ortaya çıkıyor. Sayıları milyonlarla ifade edilen bu çocuklar, güvenli bölgelere göçleri sırasında ve güvenli bölgede yeni bir yaşama başladıktan sonra da çeşitli sorunlarla karşı karşıya kalmaktadırlar.

​Göç öncesi başlayan sorunların başında yaşamsal faaliyetlerini sürdürebilmeleri gelmektedir. Göçmen çocukların barınma ve güvenlik ihtiyaçlarının karşılanması kadar dünyadaki diğer yaşıtları gibi eğitim öğretim süreçlerine dahil olmaları da önemlidir. Okul çağında olan çocuklar, göç ettikleri yerde bu ihtiyaçlarına erişme konusunda çeşitli problemlerle karşılaşmaktadırlar. Göç edilen bölgenin altyapı imkanları çocukların eğitimi açısından yeterli olduğu takdirde çocuklar ilerleyen yaşamlarında göç ettikleri ülkeye katkılar sunabilmektedir. Altyapı yetersiz ise göç edilen bölgede yeni sorunlar doğabileceği gibi çocuklar eğitim faaliyetlerinden de yoksun kalarak suça itilecektir.

​Gelişmişlik seviyesi açısından refah düzeyi yüksek ülkeler göç bağlamında hedeflenen noktalar olmaktadırlar. Avrupa sınırları içerisinde; Almanya, Birleşik Krallık, Fransa göç eden insanlar için tercih rotasını oluştururken ABD, Kanada gibi refah düzeyi yüksek ülkeler de yüz binlerce göçmen ağırlamaktadır. Tabi ki bu ülkeler dünya üzerindeki tüm göçmenlere ev sahipliği yapmamaktadır. Yakın dönem tarihi ele alındığında Suriye İç Savaşı sonrası yaşanan göçlerde, başta Türkiye olmak üzere bölge ülkeler, sayıları milyonlarla tabir edilen göçmene ev sahipliği yapmaktadır.

​Göç sürecinde sağlık hizmetleri önem taşımaktadır zira yaşamsal faaliyetler ön plandadır. Sağlık bağlamında en dezavantajlı grup yine göç eden çocuklardır, bünyesel olarak zayıftırlar ve olası bir salgından da en fazla etkilenecek olan gruptur. Sağlık hizmetlerinde yaşanan koordinasyon sonrasında olumsuz koşulların ortadan kalkmasıyla eğitim alan göç etmiş çocuklar, ülkeleri ya da yaşamak istedikleri coğrafyanın olumsuzluklarına karşın psikolojik ve sosyolojik açıdan daha iyi analizler yapabileceklerdir.

Göçmen çocuklar için yeni bir ülkeye taşınmak heyecan, endişe ve pratik zorluklarla doludur. Çocukların bir kısmı ailesiyle göç ederken diğer bir kısmı ise ebeveynlerinden ayrı durumda göçe maruz kalıyor. Göç edilen bölgedeki tercih faktörleri değişkenlik gösterirken öncelikli faktörün güvenlik olduğu açıktır. Güvenlik faktörünün sağlanması sonrasında barınma ve gıda ihtiyaçlarının karşılanması önem arz etmektedir.

Göç eden bir çocuk, var olan değerlerinin yanında farklı bir kültür ve sosyolojik yapı ile karşı karşıya kaldığında kültürel bir şok, bir karmaşa yaşamaktadır. Söz konusu bu karmaşa çocuğun psikolojik bir buhran geçirmesine de neden olabilir. Göçmen çocuk kendi kültürel değerlerinden kopmalar yaşar, asimile olur ya da kültürleşme sürecine olanak tanır. Öte yandan göç edilen ülke şartlarında yaşama dahil olur.

Göç edilen ülke Almanya ya da Birleşik Krallık gibi refah düzeyi yüksek bir ülke, göç eden çocuklara kendi dillerinde de eğitim olanağı tanırken Pakistan gibi yoğun göç alan ve gelişmişlik düzeyi açısından daha sorunlu ülkeler, bu çocukların eğitim ihtiyaçlarına cevap vermeyebilir. Göçe uğramış olan kimseler, özellikle de çocuklar Birleşmiş Milletler yardımları alabilirler. Bu yardımın içerisinde gıda, güvenlik gibi yardımlar sayesinde de göçe dair olumsuz etkiler bir nebze olsun kırılabilir. Çocuklar için çeşitli sivil toplum kuruluşları tarafından yapılan yardımlar da belirli bir düzeyde kalmaktadır. Ancak çocukların yarınlarına uzanan elleri olan “eğitim” adına yapılan faaliyetler oldukça sınırlı kalmaktadır. Çünkü yapılan yardımlar daha çok yaşamsal faaliyetlere cevap vermekte, eğitim ise bu durumda göz ardı edilmektedir. 

​Göçmen çocukların eğitim faaliyetlerini gerçekleştiren ülkeler özellikle çocuklara gelecek vaat etmektedirler. Ancak her ülkede eşit şartlara sahip olmayan göçmen çocukların, başta eğitim olmak üzere her alanda eşit standartlara ulaşmaları gerekmektedir. Bu konuda geniş çaplı organizasyon yeteneğine sahip olan Birleşmiş Milletler (BM), siyasi sebeplerden ötürü fazla bir faaliyet göstermemektedir. Ayrıca uluslararası bir vizyona sahip olan BM’nin bölgesel sorunlara da yeterince müdahil olmadığı açıktır. Zira dünya siyasetinde söz sahibi olan ülkeler BM’yi ve onun yapıcı politikalarını etkisiz kılmaktadır. Ayrıca global sermaye piyasası da söz konusu göç sorunlarının çözüme ulaşmasını, bu sorunları yaşayan bir yapıda olduğu ve BM’nin bazı projelerinde aktif bir rol üstlenmeleri sebebiyle engellemektedirler.

​BM Genel Sekteri, savaşlar sonrası yaşanan göç sorunları karşısında genellikle çözümsüzlükleri ile tarihe geçmişlerdir. Bu tavrı takınmalarında elbette yukarıda sayılan sebepler ve daha fazlası etken olmaktadır. Göç ile ortaya çıkan sosyolojik ve psikolojik sorunlar hükûmetlerce de siyasi manevra olarak kullanılmakta, göç bir baskı unsuru hâline dönüşmektedir. Öte yandan göçe karşı çok sert tavır alan bazı ülkeler de göçün olumsuz etkilerini daha da arttırmaktadır. Göçe neden olan siyasi politikalar yürüten ülkeler de göçün olumsuz sonuçlarına karşın diğer ülkeleri suçlayarak günah çıkarmaktadırlar. Göç üzerinden politika yürüten ülkeler ise göç eden insanların özellikle de çocukların yaşayacağı sorunlar karşısında herhangi bir tavır takınmamaktadırlar.

​Göç edilen ülkede kendi ülkelerinden farklı bir dilin ve kültürün oluşu göç eden insanları olumsuz etkilemektedir. Söz konusu olumsuz etkiyi en fazla hisseden çocuklar ise göçün olumsuz şartlarına karşı en savunmasız ve en çaresiz gruptur. Göç ettikleri yerlerde ihtiyaçlarının karşılanması da o ülkenin politikalarına bağlıdır. Göç edilen ülke, birçok AB ülkesi gibi farklı kültürlere karşı kapalı ve korumacı bir tavır takınıyorsa bu, göçün olumsuz etkilerini körüklerken Türkiye ve Pakistan gibi göçmenlere karşı daha ılımlı politikalar ile yaklaşan ülkeler ise onların ihtiyaçlarını karşılama konusunda daha istekli olmaktadırlar.

​Göç edenler, göç ettikleri yerde barınma ve gıda ihtiyaçlarının karşılanması sonrasında eğer imkanlar da yeterli olursa eğitim haklarına ulaşabiliyorlar. Özellikle barınma, sağlık gibi çıkış ülkesinin kendisine sunamadığı, varış ülkesinde de sağlanmayan koşullar neticesinde, göç eden insanların kendi içine kapandıkları, bu psikoloji içerisinde de sorunlarını dile getirirken sahip oldukları ve kendilerinden sökülüp alınamayacağını düşündükleri değerlere daha fazla sarılma eğiliminde oldukları görülmektedir. Bu değerler; kendi etnik kimlikleri, dinî değerleri, kültürleri veya gelenekleri olabilir. Bulundukları yerlerin kültürel özelliklerini görmezden gelip kendi kültürlerine bağlı yaşamaya devam etmeleri durumunda yaşadıkları yere uyum sağlamaları zorlaşır.

​Göç alan ülkelerin göçe dair bir yasal zemin oluşturmaları da gerekmektedir. Eğer yasal önlemler alınmazsa daha büyük sorunlar söz konusu olacaktır.  Söz konusu yasal düzenlemeler hükûmetlerce yapılacak olsa da göçmenlerin uyumu konusunda yerel yönetimlere büyük görevler düşmektedir. Yasal zeminde bu roller çok göz önünde tutulmamıştır. Yerelleşmenin temel ilkelerinden biri de soruna en yakın olanın sorunun çözümü noktasında en etkin olacağının düşünülmesidir. Yabancıların gittikleri yerlere getirdikleri fayda ya da sorunlar, bu durumdan ilk etkilenecek olan yerel yönetimlerin alanına girmektedir. Dolayısıyla bu konuda geliştirilecek politikalarla yerel yönetimlere yetki alanı oluşturulmalı ve hatta bu politikalar belirlenirken yerelin karar alma sürecine katılımı sağlanmalıdır.

​Göç edilen bölgenin yerleşimcisi olan halk ile göç eden insanlar arasında uyum çalışmaları yapılması oldukça önemlidir. Yetişkinlerin alacağı her tavır hiç şüphesiz çocukların birbirlerine tavırlarını etkileyecektir. Eğer uyum sağlanırsa eğitim açısından akran eğitimi daha etkili olacaktır. Böylelikle eğitim süreci daha kolaylaşacak ve çocuklar arasındaki uyum birçok sorunun ortadan kalkmasında rol oynayacaktır.

​Göç sonrası eğitim sadece çocuklarla sınırlı kalmamalı, her yaş grubunu kapsayacak kadar genişletilmeli ve mesleki eğitimlerle de güçlendirilmelidir. Çocuklar ise okul öncesi eğitimle birlikte eğitim sürecine dahil olmalıdır. Böylelikle eğitim bağıyla yaşama daha sıkı tutunurlar. Göçmen çocukların eğitim almaları sadece kendi menfaatlerine fayda etmez, daha barışçıl bir dünyaya inanan nesil ortaya çıkar. Bu da gelecekteki dünya politikalarına yön verecektir. 

​Çocukların eğitim alması o ülkelerin vicdani sorumluluğuna terk edilmemiştir. Söz konusu ülkeler göç konusuna dair uluslararası anlaşmalara imza atmışlardır. Ancak bu imzalar hükûmetlerin tavırları sebebiyle uygulanamamaktadır. Anlaşmaların uygulanmaması konusunda hükûmetlerin istekli oluşu göç ve göçe bağlı sorunları ortaya çıkarmakta, bu sorunların çözümünde ciddi engeller oluşturmaktadır.

Göç sonrası yaşanan eğitim sorunlarına hükûmetlerin isteksiz davranması bazı STK ve uluslararası örgütlerle giderilmeye çalışılmakta ancak sistematik bir politika yoksunluğu nedeniyle bu yardımların etkisi oldukça sınırlı olmaktadır. Ayrıca hükûmetler böylesi yardım kuruluşlarına destek vermek yerine onların faaliyetlerini sınırlayıcı kararlar almaktadır. Bu tavırlara yönelik tepkiler ise sadece kınama boyutuyla sınırlı kalmaktadır.

Göç eden çocuklar eğitime dahil olmazlarsa çalışmaya mahkûm olmaktadırlar. Çocuk işçiliği, çocukların sağlığını olumsuz etkilemenin yanı sıra eğitime ve sosyal hayata katılımlarını da önemli ölçüde engellemektedir. Çocuk işçiliği bugün sadece yoksul kesimi tehdit eden bir sorun değil, göçmen çocukları içine alan bir girdap olarak da karşımızda ve göz önündedir. Çalışan çocuklar; kötü beslenme, çeşitli kazalar, şiddet eğilimi, sokak yaşamına veya suça karışmaya kadar uzanan çeşitli risklerle karşılaşabilmektedirler. Bu nedenle çalışan çocukların sosyal, kültürel ve sportif açıdan kendilerini geliştirmelerine fırsat vererek bu eşitsizliği giderecek düzenlemelere ihtiyaç duyulmaktadır.

BM Çocuk Hakları Sözleşmesi, Birleşmiş Milletler Genel Kurulu tarafından 20 Kasım 1989 tarihinde kabul edilmiştir. Bu sözleşmeye taraf devletler, Birleşmiş Milletler Antlaşmasında ilan edilen ilkeler uyarınca insanlık ailesinin tüm üyelerine, doğuştan varlıklarına özgü bulunan haysiyetle birlikte eşit ve devredilemez haklara sahip olmalarının tanınmasının, dünyada özgürlük, adalet ve barışın temeli olduğunu düşünmüşlerdir. Ayrıca bu ülkeler herkesin, Birleşmiş Milletlerin İnsan Hakları Evrensel Beyannamesinde ve Uluslararası İnsan Hakları Sözleşmelerinde yer alan hak ve özgürlüklerden ırk, renk, cinsiyet, dil, din, siyasal ya da başka görüş, ulusal ya da toplumsal köken, mülkiyet, doğuştan veya başka durumdan kaynaklanan ayırımlar dahil, hiçbir ayrım gözetmeksizin yararlanma hakkına sahip olduğunu benimsediklerini ilan etmişlerdir. Uluslararası İnsan Hakları Evrensel Beyannamesinde Birleşmiş Milletlerin, çocukların özel ilgi ve yardım hakkı olduğunu ilan ettiğini anımsayarak toplumun temel birimi olan ailenin, kendisinden beklenen sorumlulukları tam olarak yerine getirebilmesi için gerekli koruma ve yardımı görmesinin zorunluluğuna inanmışlardır. Toplumda bireysel bir yaşantı sürdürebilmesi için çocuğa özel bir ilgi gösterme gerekliliği, 1924 tarihli Cenevre Çocuk Hakları Bildirisinde ve 20 Kasım 1959 tarihinde Birleşmiş Milletler Teşkilatı Genel Kurulunca kabul edilen Çocuk Hakları Bildirisinde belirtilmiştir. İnsan Hakları Evrensel Beyannamesinde, Medeni ve Siyasi Haklar Uluslararası Sözleşmesinde (özellikle 23 ve 24’üncü maddelerinde) , Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklara İlişkin Uluslararası Sözleşmesinde (özellikle 10’uncu maddesinde) ve Çocuk Hakları Bildirisinde belirtildiği gibi çocuğun gerek bedensel gerek zihinsel bakımdan tam erginliğe ulaşmamış olması nedeniyle doğum sonrasında olduğu kadar doğum öncesinde de uygun yasal korumayı içeren özel güvence ve koruma gereksiniminin bulunduğu ilkeler, taraf devletler tarafından kabul edilmiş ve bu sözleşmeler imzalanmıştır.

BM sözleşmelerine bu denli değinilmesinin sebebi; dünyada yer alan göç ve göç edenler arasında en dezavantajlı grup olan çocukların korunmasını sağlamak ve onların haklarını savunan perspektifi yansıtmaktır.

Çerçevesi belirlenen çocuk hakları içerisinde eğitimin yeri ve zorunluluğu hukuksal olarak da tanımlanmıştır. Öncelik uluslararası politikalarda yaşanan sorunların eğitimciler perspektifinde doğru okunmasıdır. Çünkü göçün yıkıcı etkilerini gözlemleyemeyen ya da göçe neden olacak olumsuz etkilere destek veren bir tutum içinde olan eğitimciler, göçün olumsuz etkilerini pekiştirmiş olacaktır. Buna neden olmamak adına dünya barışına inanan ve dünyada yaşanan gelişmeleri iyi analiz eden eğitimciler yetiştirilmelidir. Böylelikle göçe maruz kalan çocuklarda eğitsel açıdan yaşanan olumsuz etkilerin izi giderilebilecektir.

​Göç eden çocukların eğitimleri ile ilgilenecek olan eğitimcilerin ayrıca meslek içi eğitimlerle de desteklenmesi gereklidir. Bunun yanı sıra göçe maruz kalmış çocuklar için psikolojik danışman desteğinin ayrıca önemli olduğu bir gerçektir. Bu yüzden psikolojik danışmanlara önemli görevler düşmektedir.

​Meslek içi eğitimler öncesinde eğitimciler fakültelerinde göçe bağlı ortaya çıkacak sorunlara dair eğitimler almalı ve şartlar dahilinde uygulamalara katılmalıdırlar. Eğitimciler, drama etkinlikleri başta olmak üzere birçok etkinlik kapsamında göçe maruz kalan çocukların durumunu anlayabilir ve buna uygun eğitsel stratejiler geliştirebilir. Geliştirmiş olduğu eğitsel stratejilerin nihayetinde ise göçe maruz kalan çocuklara nitelikli bir gelecek sunabilir. Bunun yanında göç koşullarına maruz kalmış kimselerin öğretmen adayları ile görüştürülmesi de bu süreci olumlu yönde etkileyecektir.

​Göçe maruz kalmış çocuklar uluslararası hukuk çerçevesinde elde etmiş oldukları eğitim haklarına kısmen ulaşmakta ya da ulaşamamaktadır. Bunun için BM tarafından göç alan ülkelerin Milli Eğitim Bakanlıkları ile etkileşimler kurarak öğretmen eğitiminden sınıf ve koşulların iyileştirilmesinin yanı sıra gerekli projelerle de bu süreç desteklenmelidir.

Göç politikaları oluşturulurken her ne kadar devlet çıkarları önemli olsa da göç psikolojisinin ortaya çıkardığı sosyolojik ve psikolojik sorunlara yönelik çözümler ancak eğitimcilerin geri bildirimleri ile mümkün olacaktır.

Göçmen öğrenci ile öğretmen arasında iletişimin kurulması adına karşılıklı birbirlerinin dillerini öğrenmeleri oldukça olumlu katkılar sunacaktır. Yaşanacak olan bu kültürleşme gerçekleştirilecek projeler eşliğinde halka sunulabilir böylelikle halkın ilgisi çekilebilir. Göçmen öğrenciler ile yerli öğrencilerin sergileyeceği bir tiyatro gösterisi buna örnek olabilir.

​Göçmen çocuklarla kurulacak etkileşimler, göçmen yetişkinlerle yerel halk arasında kurulacak olan etkileşimleri geliştirir. Göçmen öğrenciler ile yerli öğrenciler arasında kurulacak ve demokratik unsurlara dayanan bir komün toplumun geneline yayılma imkanı bulacaktır. Göçe maruz kalmış çocuklara hakları kapsamında sunulacak olan eğitim faaliyetleri ışığında, yaşanan ve yaşanacak olan sorunların önüne geçilebilir.

​Göçten önce ya da göç sırasında ebeveynlerini kaybeden çocukların topluma entegrasyon politikaları çerçevesinde eğitim başta olmak üzere birçok imkan tanınarak yaşama dahil olmaları sağlanmalıdır.

Eğitim sürecine dahil edilen göçmen çocuklar göç ettikleri topraklardaki insanların kültürlerine katkı sunacaklardır.

​Göç ile karşılaşılan ya da karşılaşılması muhtemel olan sorunlar ancak toplumun paydaşlarının katkılarıyla çözüme kavuşacaktır. Nitekim eğitim faaliyetlerinin olumlu sonuçlarının olması bu sistemin içinde var olan unsurlarca giderilecektir. Sistem içerisinde göçü olumsuz etkileyen düşünceleri önlemek amacıyla psikolojik çalışmalar ve konu kapsamında seminerler verilmelidir. Seminerler göçmen karşıtlığı ve göçü besleyen unsurları gözler önüne sermeli, katılımcılar seminerlerin sonunda duygu ve düşüncelerini ifade etmelidirler.

​Göçe maruz kalan insanlar üzerinden elde edilecek veriler söz konusu ülkenin yöneticileri ile paylaşılmalı ve göçe uğramış insanlar için toplum çapında etkinlikler düzenlenerek söz konusu olumsuz etkiler maddi ve manevi açıdan giderilmeye çalışılmalıdır. Toplum ölçekli yapılan etkinlikler toplumdaki olumsuz bakış açısını kırmada etkili olmakla birlikte göçe dair geniş ölçekte bir etkiye neden olacaktır.

​Bu etkinlikler her ne kadar göçün olumsuz sorunlarını ortadan kaldırmak amacıyla yapılacak olursa olsun göç edilen ülkenin hükûmeti ve toplumu tarafından desteklenmelidir. İzlenecek eğitim politikaları sonrasında ancak göçe dair olumlu etkilerden söz etme imkanımız olacaktır. Bu politikalar hem halkın hem de göçe uğramış kesimin çıkarlarını göz etmelidir. Aksi takdirde izlenecek politikalar olumsuz sonuçlar doğuracaktır.

​Göçe maruz kalan çocuklar, göç edilen ülke dışında diğer ülkelerin de alacakları tavra göre barış dolu yarınları inşa edecek yegane unsurdur. Göç ile yaşanan sorunların en çok etkilenen kesimi olarak göçün olumsuz sonuçlarına karşın daha etkili önlemler alabileceklerdir. Göçe maruz kalan çocukların eğitim ihtiyaçları karşılanmaz ve olumsuz koşullara itilirse dünyada, bugün yaşanan sorunlardan daha kapsamlı sorunlar yaşanacaktır.

Mehmet Hakan Öztürk

Artık bir çocuğun yüreğindeki eğriliktir benim sevdam, şakaklarına vurur ve orada buluşur ilmek ilmek.
Ben de okumuş bulundum Malta Yahudisinin kızdırılmış alevini, işte böyle tutuştu uçurumlu sevdam’
Ve artık benim de yeraltında bir mahzendir yüreğim, yıllanmış şaraba karşı.
Ve yeraltı evine kıstırılmış bir kuştur senin yüzün.
Yirmi pencereye dönük çiçek tazesi gözlerinle.
Metamorforsis göçüğünde akıyordur gönül yaran hiç bitmeden tazeliğiyle.
Emzirir bir güz çocuğunu yazgısı ak mı ak mor tabancalı dudakların inceliğiyle.
Bir öncüdür senin fikrin bana ve binlerce beynin fikrine.
Denizi geçer yolunu bulur parkalı sevdam seninle.
Rastlantılar üzerine tutuşur tütsümüz yüreğimin ufak ovalarında, yeşilliklerinde.
Taşırım yüreğini günden güne bir kuş tüyü gibi hafiftir, ince ellerimde.

Denizin açıklanması ve paslanıp toz yutması şimdi senden yana, bizimle.

İrem Yılmaz

“Hitap muhatabını bulur.’’ inancıyla yazdığım şeyler sosyal medyada hiçbir şekilde muhatabı olmayacak nice insanı buldu. O insanlar da bu vesileyle beni buldu tabii ki. Ama yine de bu bağlamda yazmak istemiyorum.

‘’Entelektüel olmak, yapamıyor olmanın tesellisidir aslında. Bir enstrüman çalamayıp virtüözleri dinleyen, bir şeyler yazamayıp iyi kitapları okuyan, yaratamayıp yaratılanları bilmekle tatmin olan… Yapamamak hıncı, bilmek hırsı yaratır. Yapmak eylemektir, bilmekse eğlemek. Birinde icra eden, aktif bir benlikle koordine bir zihin, diğerinde pasif bir kayıt cihazı.’’

Bu dikotomik önerme sosyal medyanın kısıtlarında yazılması nedeniyle ilk bakışta yüzeysel görünüyor; ancak mesele ucuz bir antientelektüalizmden çok daha girift.

Bir eylemin içinde olan, icra eden, faaliyet gösteren o eylemin kendisini, anlamını, neticelerini idrak etmekten uzaklaşır. Yapıyor olmak, eylemin kendisine hapseder tüm bilişsel süreçlerimizi. Fiziğin sınırları içinde maddeyle temas eden, fikrin metafizik paydasına izdüşüremeyeceği bir akışın içinde debelenir. Bu mutlak bir ayrım değildir elbette. Ancak, anlamak için eylemden çekilmek, durmak, eğlenmek gerekir. Birçok dilde anlamak kelimesinin etimolojik kökleri ‘durmak’ fiiline dayanması ilginçtir. Episteme (ἐπιστήμη), Vekafe (وقف), Verstehen, Understand kelimelerinde olduğu gibi. Türkçede ise anlamak fiilinin kökü olan an hafızanın kaydını tuttuğu en küçük birimi temsil eder. An akışı olmayan, daha küçük birimlere ayrılamayan bir kesittir. Böyleyken kesitin kısıtında sabitlenmek gerekir. Anlamak fiilinin Türkçede de dolaylı olarak durmakla, sabitlenmekle ilişkili olduğunu varsayabiliriz.

Entelektüel kavramı hunharca kullanılmaktan bizar kelimelerden biri. Yazıyı etimolojik, kavramsal kökenlere dair detaylara boğmadan yalnızca çağrışımlarla ilerlemek istediğimden bu kavramın onlarca farklı tanımına, tasvirine yer vermeyeceğim, ancak yıllar önce Cemil Meriç’in Mağaradakiler kitabının girişinde ‘entelektüel’e dair tanım arayışlarının, en sonunda ‘’işi olmayan adam’’ ifadesiyle son bulduğunu hatırlıyorum. İşi olmayan adam… Bir iş tutamayan, bir yola koyulamayan, duran, ‘eğlen’en, eyleyemeyen, bilmek tutkunu, hınçla bilen, çünkü şiddetince yapıyormuş yanılsamasına düşen. İşi olmayan, toplumsal, sosyal, ekonomik döngünün herhangi bir yerinde saf tutmamış, konuşlanamamış, dışında, gözlemleyen, insanlığın zihinsel, bilişsel, sanatsal olarak damıttığına iştah duyan, damıtılmış olanın zahir olduğu insanlarla ilgilenen, gündeliğin bilgisini “seçkin” zihninin depolarına dolduramayacak kadar sofistike… Bu nedenle entelektüelin ortaya çıkması için önce belli mecburiyetlerin ortadan kalkması gerekir. En azından temel, asgari bir geçimin imkanına sahip olmalı entelektüel mesela.. Yoksa sürmek, istimrar etmek için çarkın bir dişlisi olmak zorunda kalacak insanların çarkın işleyişini, aksamını, çarktaki sanatı, bilgiyi idrak etmeye zamanları olmayacaktır. Kısım olmak aksamı anlamaya engeldir.

Bu denklemlerle teşekkül etmiş, zaten özünde bir iştiyakla doğmuş insan, keşfetmeye başlar. Yaratılanı fark eden, keşfeden, idrak eden ona maruz kalan olmaktansa onu yaratmayı arzular. Ve entelektüeli inşa eden aslında bu keşfediştir. İyi olanı, sanatsal yaratımı, nitelikli eseri ayırt edebiliyor haliyle yaratamıyor olmanın sancısını yaşar. Ve bu sancıyı teskin etmenin yolu da bilmenin dozunu arttırmaktır. Önce yaratılanı keşfedecek bir idrak ve ardından “yaratamıyor oluş”un bilinciyle tetiklenen bilme iştihası. Ama öte yandan onu atıl kılan, hareketsiz, durağan, eylemsiz hale getiren bir kısır döngü doğurur bu. Dostoyevski şöyle diyordu “Yer Altından Notlar”da;

“Baylar, yemin ederim, her şeyi fazlasıyla anlamak bir hastalıktır; hem de tam anlamıyla, gerçek bir hastalık. Normal bir insanın anlayış gücü, başka bir deyişle, yeryüzünün en soyut, en işini bilen kenti olan Petersburg’da (öyle ya, kentlerin işini bilenleri de var, bilmeyenleri de) yaşamak gibi katmerli bir talihsizliğe uğramış 19. yüzyıl aydınının payına düşen anlayışın yarısı, dörtte biri, hatta daha azı günlük yaşantımız için yeter de artar bile. Hani nasıl derler, içinden geldiği gibi hareket edenlerin, elinden iş gelenlerin anlayışıyla yetinmelidir insanoğlu.”

Anlayan, bilen, entelektüel insan, içinden geldiği gibi hareket etmesine engel olacak bilgi yükünü sırtlanır bir yandan. Elinden iş gelmez, çünkü öz bilincinin mahpusudur. Bu içe dönüklükle dışarıdaki her şeyi hadsiz bir iştahla tüketir. Dışarıya bir şey sunmayı, üretmeyi içerideki varlığına bir sadakatsizlik olarak görür. Bu minvalde entelektüelin varoluş potansiyeline duyduğu hayranlık aslında bir kibir emaresidir. Kendini sıradan olanın dışında gördüğü için gündeliğin, rutinin esiri olmak istemez. Bir yandan da sıradışı gördüğü özel şeylerin peşine düşer. Bir sanat eseri, düşünsel bir yapıt onda varoluşunu olumlaması ölçüsünde kıskançlık doğurur. Sanatçının ya da fikir adamının olağanüstü bulduğu eserlerinin onların hayatında olağan bir şekilde ortaya çıktığına şahit olması, kendince bedelini ödediği bilginin karşılıksızlığıyla yüzleşmesi bir krize sokar. İnsan bilgisini edinmediği hiçbir hale bir istek duyamaz; ancak zaten entelektüelin dramı da burada açığa çıkar. Bilgisini edinmiş olduğu yığınla ‘eyleme’ hali vardır. İyi kitapları, filmleri, besteleri tatmış; birçok dalda, alanda bu iyilerin ‘en’lerine kendini şahit kılmış ve kendisi için bir başlangıcın artık çok geride kalmışlığını fark etmesiyle yaratamayacak olmanın krizlerini yaşar. Ve ‘en’lerin büyüsünü yıkmak için başka bir ‘en’ arar. Bir idea simgesi olarak zihnini işgal eden bu ‘en’lerin dahalarını keşfettikçe öncekilere yönelik hıncından kurtulur. Ancak bir kısır döngü halinde yeni ‘en’leriyle mücadelesi başlar bu sefer de.

Salieri bir bestekar olduğu halde ‘Tanrının dile gelişi’ olan Mozart’ın sanatına hayranlığını şöyle dillendirmiştir. “Tanrım bu bana nasıl bir cezadır ki bu adama böyle bir yetenek verdin, bana ise sadece bu yeteneği anlayabilecek kadar bilgi verdin.” Öyle ki kendisi eylemenin bir katmanında olmasına rağmen eyleyişlerin dahasını fark eden bilgisi, kavrayışı, sezgisiyle Mozart’ın sanatına erişememenin hırsını yaşar. Salieri’yi kifayetsiz muhteris olarak betimleyen tarih, sanatın kendisini sergilemesi için seçtiği kişinin Mozart olduğunu imler. Mozart, Salieri gibi/kadar bilmez. Ancak bir cevher olarak onda açığa çıkan, Salieri’nin tüm tarihiyle, bilgisiyle, zekası ve dahi yeteneğiyle de ulaşamayacağı bir şeydir. İşte bu eyleyemeyiş ve eyleyemediğini biliş Salieri’yi, eyleyen Mozart’ın kıskanç düşmanı olarak tarihe düşmüştür.

Hayatı hareketle tanımlarız. Zamanı, yaşamayı tasvir edecek olsak aklımıza gelecek ilk kelime hareket olur. Anlamak nasıl bir sabitin bekçiliğinde mümkünse, o anda kalmayı mecbur kılıyorsa; yaşam da hareketle mümkündür. Entelektüel, bu durma noktalarında anlamakla mutlak bir ilişki kurduğundan yaşamı kaçırır. Gündelik, alelade bulduğu ‘hareket’lere zaten tevessül etmez, ancak seçkin aristokratik, hoş, güzel, estetik, iyi, dahice bulduklarına öykünür ve bunları da gerçekleştiremez. Süfli hareket hali, temel yaşam kalım meselelerine özgülenmiş işlerdir. Bunlara maruz kalmadıkça hayatı mümkün mertebe bu hareket halinin dışında kalır.

Bunları bir anti-entelektüalizm güzellemesi olarak yazmıyorum. Hatta ancak ‘entelektüel’ ilgilerden, kaygılardan bizar olanların gerçek anlamıyla kavrayabileceğine inanıyorum.

Öte yandan entelektüelin anlamak bağlamında duran, hareketsiz kalan kişi olduğunu söylemiştik. Bir yandan da her şey bu kadar hızlı hareket ederken durabilmenin bir eylemlilik hali olarak söyleyebiliriz. Entelektüel bu minvalde harekete direnen insan olması bakımından bir hareket halinde varsayılabilir.

| Merve Cemre Güler- 8 Mayıs 2020

 

[ Türk Dünyası Araştırmaları dergisinin 241. sayısında yayımlanan “Hristiyanlığın Kabulünden 20. Yüzyıla Kadar Rusya’da Çift İnançlılık (Dvoverie)” makalesinden alınmıştır.]

Rusya’da Hristiyanlığın 10. yüzyıldan itibaren yayılmaya başladığı ifade edilmiş ve bu yüzyılın sonuna doğru ise ilk kiliseler meydana getirilmiştir. Ruslar, Hristiyanlığı kabul ettikten sonra eski ve yanlış olarak tanımladıkları inançlardan kurtulduklarını, Hristiyanlığın Ruslara birlik ve beraberlik içinde, büyük devlet olma yolunu açtığını düşünmüşlerdir. Rus Ortodoksluğunda azizlik, Hristiyanlığın itikadı boyutuna ek olarak kültürel unsurların etkisi altında kalmıştır. Ruslar için azizleri bilmek sadece dinî meseleleri değil, aynı zamanda yerel kimlikleri ve tarihi tanımada bir araç olarak görülmektedir. Buna bağlı olarak da azizlik, dinî, ulusal ya da yerel kimliklerin kesişimini gözler önüne seren bir unsur olarak karşımıza çıkmaktadır.

Rus azizler ikonlarda resmedilmişler, dualarda anılmışlar ve kendilerine mucizeler atfedilmiştir. Buradan hareketle Rus azizler, geçmişte yaşanan kutsal olayların öncüsü olan kutsal Rusya’nın ortaya çıkmasına katkıda bulunan tarihi şahsiyetler olarak karşımıza çıkmaktadır. Ayrıca Rus Ortodoks Kilisesi kendi tarihinin temeli olarak azizleri ifade etmiştir. Bunun sebebi ise kilisenin tarihini sağlam bir zemine bağlamak istemeleridir. Hatta kiliseyi, İsa’nın on iki havarilerinden biri olan Aziz Andreas’tan başlatmışlar ve kilise kendini “apostolik kilise” olarak nitelendirmiştir. Buradan hareketle Aziz Andreas ve Aziz Pavlus, Hristiyanlığın ilk döneminde Slav bölgelerinde misyonerlik faaliyetleri gerçekleştirmişlerdir. Öyle ki bazı din adamları, tanrı ve azizlerin benzer özellikler taşıdığını ileri sürmüşlerdir. Böylece paganların Hristiyanlaşması daha kolay olmuştur.

Rusların geleneksel inançlarının içeriği ile azizlerin barındırdığı özellikler arasında benzerlikler mevcuttur. Nitekim atalar kültü ve onların muhafızları, tanrıların ve tanrıçaların görev dağılımları, azizler ile doğrudan ilişkilidir. Ruslar, Hristiyanlığı Prens Vladimir döneminde devlet dini olarak benimsemişlerdir. Lakin Vladimir’den önce yönetici sınıftan bu yeni dini ilk benimseyen Azize Olga’dır. Azize Olga, İstanbul Patriği’nin önünde vaftiz olmuştur. Hatta İmparator Aziz Konstantin’in annesinin adı olan Helena ismi Azize Olga’ya verilmiştir. Bu olaydan sonra Helena ismini alan Azize Olga’nın, Kiev’de bir Ortodoks merkezi kurma girişimleri olmuştur. Slavlar göçebe bir düzenden yerleşik bir düzene geçtikleri zaman tanrı inançları da gelişme göstermiştir. Neticede Slavlar bu yeni dinle tanıştıktan sonra geleneksel olan din ile Hristiyanlık harmanlanmıştır. Slavlarla iletişimi sağlayabilmek ve Yeni Ahit’in okumalarını kolaylaştırmak için Aziz Kiril (826-868) Slav alfabesini oluşturmuş, bu sayede Ruslara Hristiyanlığın yolunu açmıştır. Ardından edebî ve dinî eserler tercüme edilmiş ve halk bilinçlendirilmiştir. Tercüme edilen eserlerin içinde azizlerin hayatını konu alan eserler de ortaya çıkmıştır. Aziz Feodosi Peçerski, Aziz Boris ve Gleb’in hayatını konu alan bir eser ortaya çıkarmış, bundan sonra azizlerin hayatını konu alan ve “jitiye” olarak adlandırılan bu tür, Rus edebiyatında bir gelenek hâline gelmiştir.

Ruslar peyderpey bu yeni yola girmişlerdir ve yeni dinin kabulünden sonra da eski inancın kültürü tamamen yok olmamıştır. Eski tanrılar zamanla isim değiştirmiş lakin fonksiyonları aynı kalmış ve bu özellikler azizlere atfedilmiştir. Örneğin; Vladimir’in Hristiyanlığı kabulünden sonra adaletin, savaşın ve gök gürültüsünün tanrısı olan Perun’un ahşap tasviri, bir atın kuyruğuna bağlanıp Dinyeper Nehri’ne doğru sürüklenmiştir. Üstelik bu tasvir artık bir put ya da bir şeytan olarak görülmüş, nehre kadar sopalarla dövülmüş ve nehirde batırılmıştır. Tanrı Perun’un batırıldığı yerin adı uzun yıllar boyunca “Perun derinliği” olarak anılmıştır. Tanrı Perun, bu yeni dinin kabulünden sonra diğer tanrılar gibi şeytan olarak görülmüştür ve Perun tapınakları kapatılmış, onun yerine Ortodoks kiliseleri inşa edilmiştir. Kilise, bu pagan izler ile etkin bir biçimde mücadele etmiştir ama bu geleneksel dinin etkisi yüzyıllar boyunca toplumun hafızasında kalmayı başarmış ve Tanrı Perun’un anısı yaşamaya devam etmiştir. Perun ve Veles tanrılarının sahip olduğu özelliklerini, fiiliyatlarını Tanrı ve Hristiyan azizleri devralmıştır. Vladimir’in Kiev’de vaftiz olduğu yere Aziz Vasili adına kilise yapılmasını emretmesi Tanrı Perun’un izlerinin tamamen yok olmadığının bir göstergesi diyebiliriz. Bununla beraber Hristiyan folklorunda Perun, ateşten arabası olan gökyüzünde dolaşan ak sakallı Aziz İlyas ile anılmaya devam etmiştir. Sonuç olarak Perun’un hatırası tamamen yok edilememiştir.

Bir başka örnek ise tüccarların ve sığırcıların koruyucusu olan doğa tanrısı Veles’dir. Hristiyanlığın kabulünden sonra Veles tanrısı, Rus ikonografisinde keçi, koyun, inek ile çevrili olan Aziz Vlasios olmuştur. Aziz Vlasios’a ek olarak Aziz Nicholas da zaman zaman Tanrı Veles’in yerini almıştır. Bir nevi işlevlerinin ve kimliklerinin aynı olduğu görüşü mevcuttur. Bununla beraber Uspenskiy’e göre Aziz Nicholas ve Tanrı Veles figürlerinin birbirine benzer pozisyonlarının olması Tanrı Veles ile Aziz Nicholas’ın benzerliğinin bir kanıtıdır. Ayrıca Aziz Nicholas bir İtalyan tüccar konumuna bürünmüştür ve tahıl yüklü gemileri taşraya göndermesinin ardından kıtlığa çözüm bulmuştur. “Bu nedenle, Hristiyan bağlamı Nicholas’a olan lore’a kolayca ilham vermiş olabilir ve azizin sadece mitolojik Thunder-bearer / ejderha modeli ile açıklanırsa sorunlu olabilecek diğer figürlerle birleştirilmesi için bir açıklama sunmuştur.” Uspenski, efsanedeki Aziz Nicholas ve Peygamber İlyas’ın çatışmasının tıpkı Perun ve Veles arasındaki çatışma olduğunu vurgulamıştır.

Bir başka konu ise Slav mitolojisinde görülen şifacılık faaliyetlerinin Rus Ortodoksluğunda azizlerde yansıtılmasıdır. Slav kültüründe hem insanları hem de hayvanları iyileştirebilen, kendi kendilerine yetişmiş olan kırsal kesimdeki şifacılara “Znahar” ismi verilmiştir. Znaharların, hasta ile göz teması kurması oldukça önemli bir unsur olarak karşımıza çıkmaktadır. Çünkü şifacı, hasta ile göz teması kurmazsa bu, o hastanın tedavi edilemeyeceği, tedavinin yararlı olamayacağı anlamına gelmektedir. Tedavinin işe yarar kısmı ilaçlar değil, şifacının sözleri olduğu algısı Slav kültüründe yer edinmiştir ve şifalı ilaçların sadece bir yatıştırıcı olduğu algısı oluşmuştur. Doğu ve Orta Slav geleneğinde şifacılar, aracı ya da fısıldayan anlamlarına gelen “Şeptun” ve “Şeptuha” kelimeleri ile özdeşleştirilmişlerdir. Bu şifalı sözlerin fısıltı şeklinde söylenmesinin oldukça önemli olduğu ifade edilmiştir. Çünkü tedavinin işe yaraması için bu konuda bilgisi olmayan insanların bu büyülü sözleri duymaması gerekmektedir. Bu sihirli sözler Rusçada konuşmak anlamına gelen “gavarit” fiilinden türemiş olan “Zagovar” kavramı ile özdeşleştirilmiştir. Bu kavram, iyi amaçla söylenen sihirli sözler için kullanılmıştır. Kısacası bu sihirli sözlerin kilidi mühürlenmiş olarak karşımıza çıkmıştır.

Büyücü hekimlerin evlerine bakacak olursak şifacıların evlerinde kilit olmadığı, evin içinde ot kokusunun hâkim olduğu ve evin ardışık kalaslarla restore edildiği karşımıza çıkmaktadır. Şifacıların tedavi için kullandıkları malzemeleri ulu orta yerlere koydukları ve tedaviye başlamadan önce Tanrı’ya dua ederek şifalı ilacı hazırladıkları da bu hekimler hakkında bir başka ayrıntıyı gözler önüne sermiştir. Bundan başka şifacıların, hastalarından kendileri için beyaz bir bez parçası istediklerini görmekteyiz. Hatta şifacılar, hastalardan topladıkları paraları Tanrı’ya mum yakmak için aldıklarını ileri sürmüşlerdir. Bu hekimlerin tedavi yaptıkları mecralarda genellikle geceleri ateş yakmadıklarını, uzun süre boyunca ateşin yanmadığını ve bunun sebebi olarak da komşularının bunu tedavi amaçlı ilaç hazırlamak için değil de kötü ruhları yardıma çağırdığını düşünmemeleri için ateş yakmamaya büyük önem verdiklerini görmekteyiz.

Znaharlar, hastalıkların canlı bir töz olduklarına inanmışlardır. Hastalıkla konuşma, soru sorma, cevap bekleme, emir verme gibi durumların olduğunu görmekteyiz. Şifacılar arasında bazı tedavi yöntemleri konusunda fikir ayrılıkları ortaya çıkmıştır lakin otların tedaviye iyi gelmesi konusunda ise fikir birliği sağlanmıştır. Kırsal kesimde, bu şifacıların saf olmayan kötü ruhlarla irtibat halinde oldukları düşünülmüştür ve kırsal kesim, şifacılara hep şüphe ile yaklaşmıştır. Şüphe ile yaklaşılsa da şifacıların kendi ruhlarını bu kötü güçlere teslim etmediklerini de düşünmüşlerdir. Şifacılar, toplumda saygı gören kesim olarak karşımıza çıkmıştır. “Bu iş öncelikle yaşlı erkekler, yalnız bekâr erkekler ya da dul kadınlar ve yaşı geçmiş bakire kızlar tarafından yapılmıştır.” Buradan hareketle şifacılar insanlara yakın ilişkilerde bulunmamışlardır.

Şifacı hekimler genellikle erkeklerden oluşmuş fakat kadın hekimlerde varlıklarını göstermişlerdir. Bu hekimler ise “Znaharka” ismini taşımıştır. Bu kadın hekimlerin dış görünüşleriyle normal insanlara benzedikleri karşımıza çıkmaktadır.

Kadın hekimler, büyücü hekim ve koca karı hekimi ile de hastalara destek sağlamıştır. Bu hekimler, şifacı hekimi tamamlamıştır. Hatta Moskova öncesi dönemde sıradan insanlar arasında iyileştirme gücünün kadınların elinde olduğu ifade edilmiştir.

Bu hekimler, erkeklerin müdahale edemedikleri durumlarda hastaya müdahale etmişlerdir. Çünkü bazı hastalıklar için yalnızca nazik bir kadının elinin işe yarayacağı algısı o dönemin zihniyetinde mevcut olarak karşımıza çıkmıştır.

Doğu Slav mitolojisinde bu şifacıların büyülerini insanlar, hayvanlar ve kendilerinden korkan bekçiler için kullandıkları görülmüştür. Büyücü hekimlere yağmuru engelleme, kaderi önceden bilme gibi yeteneklerin atfedildiğine inanılmıştır.

Büyücü hekimlikte ot ile tedavi edebilme, üfürükçülüğün ise sonradan eğitim ile kazanılabileceği anlayışı mevcuttur. Üstelik hekimliğin kan bağıyla anadan kızına geçtiğini de görmekteyiz. Hatta şifacı hekimlerin geneli erkek olsa da en iyi şifacı hekimler kadınlar olarak ifade edilmiştir. Kuzey Rusya kültüründe dişleri tam olan kişinin büyü yapma gücüne sahip olacağı anlayışı hâkim olmuştur. Büyücü hekimlerin her hastalığı tedavi edebildikleri algısı o dönemde hâkim olan algı olarak karşımıza çıkmıştır. Bununla beraber Slav toplumunda hastalıkların ortaya çıkmasında tanrının hoşnutsuzluğu, şeytan, nazar, Porka ve maleik cadılık gibi unsurların etkisi olduğuna inanıldığı ifade edilmiştir.

Porka’nın İngilizcede kesin olarak bir karşılığı olmasa da Batı’da bir büyücü tarafından yapılan kötülüğü belirten Latince “maleficium” sözcüğünden geldiği ileri sürülmektedir. Bir başka anlamı ise daha erken dönemde yaralama, hasar olarak karşımıza çıkmaktadır.

Ayrıca büyüleri bozma, nazar, kötü sözler, zedeleme, korku sonucu yakalanılan hastaları tedavi etmişlerdir. Bu hekimlerin çoğunlukla çocuklarda uyku sorunu, yılan sokması ve diş ağrısı gibi olaylarda uzman oldukları ileri sürülmüştür. Bundan başka şifacılar, hayvanlarla ilgili her türlü kötü durumlarda onlara yardım etmiştir.

Bunun yanında çalınan eşyaları bulmuşlar ve hırsızları yakalamışlardır. Bu geleneğin özellikle Kuzey Rusya’da hâlâ varlığını sürdürdüğü ileri sürülmüştür. Bu şifacılar Tanrıdan ve kutsal doğadan ilham alarak hastaları iyileştirmişlerdir. Bu büyü hastaların ekmek, su, votka, sarımsak gibi yiyecek ve içeceklerine yapılmıştır. Büyücü okunmuş su ile hastanın hasarlı yerine bu suyu dökerek ve hastanın her yanını silerek buna ek olarak da yaptığı bitkisel ilaçları hastaya vererek hastalığı iyileştirmişlerdir. Bunların dışında toprak, kesici aletler, kutsal su ve Paskalya Bayramı’nda kullanılan masa örtüsünün de hastalıklara iyi geldiği öne sürülmüştür. Şifacıların ya da halk hekimlerinin bu özellikleri geleneksel inancın, kültürün önemli bir ögesi olarak karşımıza çıkmıştır.

Büyücüler genellikle insan içine pek çıkmamışlar ve karanlık dünyalarında işlerini yapmaya devam etmişlerdir. Halk hekimleri ise kendilerini gizlememişler, dua etmeden ve istavroz çıkarmadan işlerine başlamamışlardır.

Başkaca büyücülerin diğer büyücüleri çağırması aşamasında şifacılar, büyücüleri uzaklaştırmıştır. Hatta kırsal kesim, şifacıların sözüne itibar etmişler ve onların sözü ile birlik olmuşlardır.

Şifacı hekimler cadılardan ve büyücülerden farklı olarak şeytana başvurmamışlardır. Şifacılar; büyülerin, suların, bitkilerin, insanlara iyi gelecek malzemelerin gücünü kullanmışlardır. Yalnız büyü bilgisi, büyücülerinki gibi günahtır ve bu bilginin devam edebilmesi için şifacının bu bilgiyi ölmeden önce birine aktarması gerekmektedir. Büyücülerin olduğu gibi şifacılarında, su falına bakarak geleceği tahmin etme gücü olduklarını görmekteyiz. Bu şifacı hekimler zamanla yerini köylü hekimlere bırakmıştır. Şifacılar hem büyücü hem de ebe olarak ifade edilmiştir. Üstelik Rusya’da papazların bu hekimlerden yararlanması engellenmeye çalışılmıştır. Ayrıca 19. yüzyılda Rusya’daki kırsal kesimin, diplomalı olan doktorlara itibar etmedikleri ileri sürülmüştür. Buna ek olarak halk bu doktorların sıradan insanlara çare bulamayacaklarını sadece varlıklı insanların hastalıklarına çare bulacaklarını düşünmüşlerdir ve şifacı hekimlere gitmeye devam etmişlerdir.

Rus Ortodoks Kilisesi’ndeki azizlerin de tıpkı Slav kültüründe varlığını sürdürmüş olan şifacı hekimler gibi canlı varlıklara şifa verdiklerini görmekteyiz. Ruslar, azizlerin bu özelliklerinin temelini dine dayandırmıştır. Örneğin; Aziz Nikolay’ın şiddetli bir fırtınanın olduğu zaman yüksek bir direkten düşmüş olan bir denizciyi dirilttiğine inanılır. Nikolay’ın mucizeleri ölümcül değildir, aksine gücünü hastalarının mezarından ve kalıntılarından almış, onları iyileştirmiştir.

Aynı şekilde Aziz Filaret de genç yaşındayken kekeme bir kız çocuğunu iyileştirmiştir. Şifacı olan azizlerin mabetleri yapılmış ve ikonaları kutsallaştırılmıştır. Örneğin; Aziz Nikola’nın ikonu 12. yüzyılda Knez Mistislav Vladimiroviç’i iyileştirdiği öne sürülmüştür. Hastalar, hastalığın türüne göre belirli azizleri tercih etmişlerdir. Örneğin; ayak ağrısı için Aziz Simeon Verhoturski’e, bel ağrısı için Aziz Serafim’e başvurmuşlardır.

Rus halkı bu ikonların güven ve sevgiyi temsil ettiğine ve kötü ruhları uzaklaştırdığına inanmışlardır. Örneğin; Vladimirli ikonası, 1395 senesinde Moskova’yı Timur’un saldırısından korumuştur.

Bir başka örnek ise Büyük Petro döneminde gerçekleşen Poltava Savaşı’nda Aziz Meryem’in Kazanlı ikonasına dua edilmiştir ve Rus ordusu savaştan muzaffer bir şekilde çıkmıştır. Ruslar, Hristiyanlığı kabul ettikten sonra da şifa etkisi olduğuna inanılan ve kutsal sayılan putların yerine Azizlerin ikonlarına dua ederek ikonlardan şifa beklemişlerdir. Bununla birlikte azizler öldükten sonra da onların kutsallığının atfedildiği ikonlardan her türlü yardım beklenilmiştir ve Rus halkı bu ikonlara saygı duymuş, onlara ibadet etmiştir. Ruslarda, azizlerin ikonlarını evlerinin duvarlarına astıkları zaman bu ikonların evlerini muhafaza ettikleri algısı mevcuttur. Bu ikonların ailedeki doğum, ölüm ve evlilik kayıtlarını tuttukları öne sürülmüştür. Slav mitolojisinde akrabalık ve doğumla ilgili olan Tanrı ise Rod’dur. Aynı zamanda hayat veren bolluk ve bereket tanrıçası Makoş’un da doğum, ölüm, evlilik, el işi kayıtlarını tuttuğu karşımıza çıkmaktadır. Tanrıça Makoş daha sonra Pareskeva Piyanitsa ile ilişkilendirilmiştir. Pareskeva ise evlilik, bereket, sağlık, el işi gibi konularda etkili olan tanrıçadır. Rus azizlerinden biri olan Pareskava, Makoş ile ilişkilendirilmiş bir putperest özelliklerini taşıyan azize olarak kayıtlara geçmiştir. Nehirlerde, su kuyularında yaşadıklarına inanılan suda boğularak intihar eden ya da anneleri tarafından lanetlenmiş olanların ruhuna ise “Rusalka” ismi verilmiştir.

Bu kadınları onurlandırmak için Rusalnaia Nedelia festivalleri düzenlenmiştir. Nedelia Bayramı ise Aziz Paraskeva ve Aziz Sreda ile bağdaştırılmıştır. Ayrıca Aziz Nedelia, Aziz Anastasia ile de bağdaştırılmıştır. Paraskeva, Nedelia, Sreda bu üç azize pagan tanrıçalarının Hristiyan kimlikleri olarak kabul edilmiştir. Bununla birlikte Stoglav Konseyi; Saint Paraskeva, Aziz Sreda ve Nedelia’yı paganizme dayanan kaderin tanrıçası olarak niteleyen bir kararname çıkarmıştır. Daha sonra azizlerin bu özellikleri Tanrı ile eş olmasından dolayı kilisenin bunu kabul etmeyeceği anlayışı gün yüzüne çıkmıştır.

Slav mitolojisinde bolluk tanrıçası Makoş’un el işlemelerindeki boynuzlu betimlemeler XIX. yüzyılda Rus kadınlarının bayram kıyafetlerinde karşımıza çıkmış ve bu kıyafetlerdeki betimlemeler Makoş’a atfedilmiştir. Bununla beraber Levkiyevskyaya, Makoş’u aile, doğum ve her türlü kadın fiiliyatlarının koruyucusu olarak adlandırmıştır. Makoş ile ilişkilendirilen Paraskeva Pyatnitsa’nın evlilik ve bereket konuları üzerinde etki etme özelliği mevcuttur.

Slav mitolojisinde koruyucu olarak nitelendirilen çeşitli tanrıların putları ya da resimleri olduğu gibi azizlerinde özellikleri itibari ile ikonları karşımıza çıkmaktadır. Üstelik azizlerin ikonları ailedeki doğum, ölüm ve evlilik gibi konularının kaydını tutmaktadır. Slav mitolojisinde de Makoş, Rod, Pareskava gibi tanrı ve tanrıçaların varlıklarını, azizlerin sürdürdüğünü görmekteyiz. Hristiyanlıktan sonra yasaklanan eski inancın, Hristiyanlığın devlet dini haline geldikten sonra da devam ettiğini ve “dvoeveri” kavramının varlığının ortaya çıktığını görmekteyiz. Rus halkı tarafından ibadet edilen Aziz Petr Muromski ve Azize Fevroniya, evlilik, aşk, aile, iyilik gibi konularda etkili olmuşlardır.

Ruslar, Aziz Aleksandr Nevski’yi güneşe benzetmişlerdir. Slav mitolojisinde eski güneş tanrısı olarak bilinen aynı zamanda gökyüzünün tanrısı olan Yüce Tanrı Svarog ve onun oğlu yeni güneş tanrısı Dajbog önemli tanrılar olarak karşımıza çıkmıştır. Rus halkı için çeşitli çabalar göstermiş olan Aziz Aleksandr Nevski’nin, Svarog ve Dajbog gibi saygı görülmesi ve Aziz’in ikonuna ibadet edilmesi ve Nevski’nin güneşi temsil ettiğine inanılması pagan inancının kalıntılarının olduğunu gösterir.

Slav mitolojisinde yeraltı ve evlilik tanrısı olarak bilinen, Lel ve Polel’in annesi olduğu düşünülen Tanrı Lada’dan aynı konularda Rus halkı yardım beklemiş ve Tanrı Lada’ya ibadet etmiştir. Buradan hareketle Tanrı Lada’yı, Aziz Pyotr Muromski ve Azize Fevroniya ile bağdaştırabiliriz.

Kilisenin eski inançları devam ettirmesi, insanları Tanrı’ya karşı gelmek ile suçlamaları, bu insanları azizlerin affetmesi ve merhamet göstermeleri, eski geleneği devam ettirenleri doğru yola yöneltmeye çalışmaları bizlere pagan inancının hâlâ varlığını sürdürdüğünü göstermektedir. Aynı zamanda Rusya toplumunun çeşitli dinlere sahip olduğunu, Hristiyanlığın ve paganizmin tarihsel olarak iç içe geçtiğini, geleneklerin çoğunun Hristiyanlık içinde yeni anlamlar kazandığını ifade edebiliriz.

Bununla birlikte diğer toplumlarda da tek tanrılı inanca geçmelerine rağmen eski pagan geleneklerinin devam ettiği görülmüştür. Örneğin; Ahmet Yaşar Ocak’a göre mitolojide yer alan ögeler, Türk toplumunda İslamiyet’in kabulünden sonra da farklı görünümlerle etkisini devam etmiştir. Bu ögelerin aynı şekilde varlığını sürdürdüğü iddia edilemez. Ancak İslam kültürü içinde bu yeni dinin terimleri ve kendi has unsurlarıyla yer aldığını söylemek mümkündür. İskandinav mitolojisinde de benzer ifadeler mevcuttur. İzlandalı yazarlar İskandinav mitolojisindeki Ragnarok’u evrenin sonunu getirecek bir savaş olarak tanımlamışlardır. Bazı akademisyenler, Hristiyan yazarlar kıyamet düşüncesini Ragnarok’un bu betimlemesiyle bağdaştırmışlardır. Sonuç olarak bu süreç Rus toplumunda olduğu gibi diğer toplumlarda da benzer şekilde yaşanmış, eski kültür ve gelenekler şekil değiştirerek yeni kültür ve gelenekle harmanlanmıştır.

 

Özge MERT

 

Kaynakça

AKYILDIZ, Cemile Ercan: “Germen Mitolojisinde Yaratılış”, Atatürk Üniversitesi  Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 18/1, Erzurum 2014.

ASLANOVA, Sevinç: Rus Ortodoks Kilisesi, A.Ü. S.B.E. Basılmamış Doktora Tezi, Ankara 2006.                 

AVŞAR, Lale, “Kubadabat Çinilerindeki Harpi-Şiren Figürünün İzini Sürerken”, Akademik Bakış Dergisi, Sayı: 31, Kırgızistan 2012.

BULGURLU, Vera Geelmuyden: “Doğu Ortodoks Dininde İkonaların Anlamı”, İkonolar, Çev.: Ali Özdamar, Kitap Yayınevi, İstanbul, 2005.

ELIADE, Mircea: Dinsel İnançlar ve Düşünceler Tarihi -Muhammed’den Reform Çağına-, Cilt: III, Kabalcı Yayınevi, İstanbul, 2017.

EREN, Mariia Talianova: “Slav Sihirli Sözlerinin Morfolojisi: Yapısı ve Sınıflandırılması”, Akademik Sosyal Araştırmalar Dergisi, Yıl: 6, Sayı: 81, Elazığ, Kasım 2018.

GOLEMA, Martin: “Slavic Mitra. Benevolent and Legal Pole of the Function of Religious Sovereignty in the Slavic Mythology and Epic”, Studia Myhtology,Slavica, XVI, 2013.

GREEN, Garry: Slavic Pagan World Complation, Lulu, October I, 2009.

HUNT, Priscilla: “Ivan IV’s Personal Mythology of Kingship”, Slavic Review,

Vol. 52, No. 4, Winter 1993.

KAIRJANOV, Abay: “Türk Süper Etnosunun Ritüelleri”, çev. Halit Aşlar ve Tolganay Temirkanova, Berceste, Sayı: 138, Aralık 2013.

KENNEDY, Mike Dixon: Encyclopedia of Russian & Slavic Myth and Legend, ABC-CLIO, Oxford, England,  1998.

LENHOFF, Gail: “Christian and Pagan Strata in the East Slavic Cult of St. Nicholas: Polemical Notes on Boris Uspenskij’s Filologičeskie Razyskanija v Oblasti Slavjanskix Drevnostej”, The Slavic and East  European Journal, Vol. 28, No. 2, 1984.

MAMYTOV, Abdimuhamet: Rus Ortodoks Kilisesi’nde Azizlik, Berian Yayınevi, Ankara 2013.

MARINICH, Vladimir G.: “Revitalization Movements in Kievan Russia”, Journal for the Scientific Study of Religion, Vol. 15, No. 1, 1976.

OCAK, Ahmet Yaşar: “İslâm’ın Temel İnançları Etrafında Oluşan ‘Mitolojik’ Kültür: “İslâm Mitolojisi” Yahut İslâm İlahiyatının İhmal Edilmiş Önemli Bir Sorunsalı”, Milel ve Nihal, İnanç, Kültür ve Mitoloji Araştırmaları Dergisi, Cilt: 6, Sayı: 1, Ocak-Nisan, İstanbul 2009.

 Öksüz, Gamze: Rus Mitolojisi, Çeviri Bilim, İstanbul, 2014.

RATHBURN, Robert R.: “The Russian Orthodox Church as a Native Institution Among The Koniag Eskimo of Kodiak Island”, Arctic Anthropology, Vol. 18, No. 1, 1981.

RIHA, Thomas (Ed.): “The Kurbsky-Ivan the Terribble Correspondence”, Readings in Russian Civilization, Vol. 1, Russia Before Peter the Great, 900-1700, 1969.

TOPSAKAL, İlyas: Rus Misyoner Kaynaklarına Göre Rus Çarlığı ve Türkler

(1552-1917), Ötüken Neşriyat, İstanbul 2018.

UZELLI, Gönül: Slav Mitolojisi İnanışlar ve Söylenceler, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul 2016.

ZGUTA, Russell: “Witchcraft and Medicine in Pre-Petrine Russia”, The Russian Review, Vol. 37, No. 4, 1978.