Savunma hakkı bir hukuk devletinde vazgeçilmesi düşünülemeyecek temel haklardan biridir ve en önemlilerindendir. Zira bir suçlama karşısında kendi istediği şekilde, özgürce kendini savunamayan hiç kimsenin hiçbir hakkı güvende değildir. Her şeyin belirlenimi suçu ve savı ortaya atan yetkeye devredilmiştir. Hiç kimsenin hiçbir hakkını savunamayacağı böyle bir dizge içerisinde, insan zihninin üretebileceği en distopik sistem var edilmiş demektir. Bundan mütevellit herkesin haklarını özgürce savunmasını güvence altına almak, rasyonel insan zihninin var ettiği ve adil olma çabası içerisindeki her sistemde zorunludur.

Bu hakkın kullanımını tesis etmek için var edilen ve gerçekliğin ortaya çıkması için bulunması zorunlu olan meslek, herkesin bildiği üzere avukatlık mesleğidir. Avukatlık mesleğinin ve avukatların hak savunusunun önüne konulan engeller hukuk devletine vurulan en ölümcül darbelerdir. Bu darbeleri vurarak yargılama işlemini kendi yetkesi altına almak isteyenler her ne kadar kendi mutlaklaştırmak istedikleri otoritelerinin önündeki en mühim fren mekanizmasını yok ettiklerini düşünseler de bu, yalnızca bir yanılsamadır. Çünkü insanın topluluk hâlinde yaşadığı her yerde otorite, meşru olduğunu hissettirmek durumundadır. Bu sebepten her otorite kendisini bir açıklamaya (bazen Tanrı, bazen soy, bazen ulus) dayandırmak zorunda kalmıştır. Yine birçok otorite en büyük iddia olarak adalet ve azamet ikilisini ortaya sürmüştür . Adaletin kolunu kanadını kırarak azametini tahkim çabasına girmek isteyenlerin ise ellerine geçen şey meşruluğunu yitirmektir. Meşruluğun yitiminin ve otorite kaybının ardından ise en fazla ihtiyaç duyulan şey yine adil yargılama ve özgür savunma hakkıdır.

Ülkemizde mevcut baro sistemi değiştirilmek istenmektedir ve bunun için baro seçimlerinin usulünü değiştirmekten baroları bölmeye kadar birçok yöntem düşünülmektedir. Avukatların örgütlü biçimde kendi haklarını ve savunma hakkını muhafaza ettikleri baroların etkisiz hâle getirilmesi yahut yetkilendirilmiş “sarı barolar” ile baroların fiilen yok edilmesi hamlesi, avukatlığın ve savunma hakkının tahrip edilmesidir. Bu tahrip herkesin daimi ihtiyacı olan adil yargılanmanın telafisi mümkün olmayacak şekilde zarar görmesidir.

Bugün baro başkanlarımız, baroların bölünmesini engellemek ve özgür savunma hakkımızı müdafaa etmek için gerçekleştirdikleri yürüyüşü tamamlayarak Ankara’ya ulaştılar. Fakat hukuksuzluk sistemini sistematize etmek hevesinde olanlar tarafından açık bir hukuksuzlukla Ankara’ya alınmadılar.

Bizler, savunma hakkını, hukuk devletini ve adil yargılanma hakkını muhafaza etmek isteyen vatandaşlar olarak bizim hakkımızı savunan baro başkanlarının yanındayız. Baro başkanlarımızın savunma hakkı için yürüyüşünü destekliyoruz ve son olarak ‘savunma durdurulamaz’ diyoruz.

Yunusemre Işık

BM Göç Ajansı (IOM), göçmeni; kişinin yasal statüsü ne olursa olsun, uluslararası bir sınırda veya bir devlet içinde kendi ikamet ettiği yerden uzakta hareket eden bir kişi veya hareket eden herhangi bir kişi olarak tanımlar.

2017’de dünya çapında 258 milyon olan göçmen sayısı, 2019 yılında 272 milyona ulaştı. Kadın göçmenler bu uluslararası göçmen stokunun yüzde 48’ini oluşturuyor. Tahmini olarak 38 milyon göçmen çocuk var. Dört uluslararası göçmenden üçü 20 yaş ile 64 yaş arasında. 164 milyon ise göçmen işçi mevcut. Dünya çapında uluslararası göçmenlerin yaklaşık %31’i Asya’da,%30’u Avrupa’da,%26’sı Amerika’da,%10’u Afrika’da ve %3’ü Okyanusya’da yaşamaktadır.

Dünyadaki uluslararası çocuk göçmenlerin yaklaşık 13 milyonu Asya’da yaşıyor. Bu, aslında tüm göçmen çocukların yaklaşık yüzde 40’ını temsil ediyor ancak tüm çocukların yüzde 56’sı Asya’nın küresel çocuk nüfusu oranından çok daha düşük. Afrika’nın çocuk göçmen oranı ise küresel çocuk nüfusu içindeki paya en yakın (sırasıyla yüzde 20 ve 26). Afrika ile Asya her beş çocuk göçmenden üçüne ev sahipliği yapıyor.

Çocukların eğitsel durumları şüphesiz birçok faktörden etkilenmektedir. Bunlar doğal kaynaklı olmakla birlikte insan eliyle de gerçekleşmektedir. Dünya genelinde yaşanmış ve hâli hazırda yaşanan felaket olarak nitelendirilebilecek birçok olay, canlı ve cansız birçok unsuru etkilemektedir. Beşeri unsurlardan olan çocuklar ise söz konusu felaketler karşısında en korumasız grup. Çocuklar, yaşamlarını sürdürebilmek adına bulundukları bölgeden daha güvenli bölgelere göç etmek zorunda kalıyorlar. Böylelikle “göçmen çocuklar” kavramı ortaya çıkıyor. Sayıları milyonlarla ifade edilen bu çocuklar, güvenli bölgelere göçleri sırasında ve güvenli bölgede yeni bir yaşama başladıktan sonra da çeşitli sorunlarla karşı karşıya kalmaktadırlar.

​Göç öncesi başlayan sorunların başında yaşamsal faaliyetlerini sürdürebilmeleri gelmektedir. Göçmen çocukların barınma ve güvenlik ihtiyaçlarının karşılanması kadar dünyadaki diğer yaşıtları gibi eğitim öğretim süreçlerine dahil olmaları da önemlidir. Okul çağında olan çocuklar, göç ettikleri yerde bu ihtiyaçlarına erişme konusunda çeşitli problemlerle karşılaşmaktadırlar. Göç edilen bölgenin altyapı imkanları çocukların eğitimi açısından yeterli olduğu takdirde çocuklar ilerleyen yaşamlarında göç ettikleri ülkeye katkılar sunabilmektedir. Altyapı yetersiz ise göç edilen bölgede yeni sorunlar doğabileceği gibi çocuklar eğitim faaliyetlerinden de yoksun kalarak suça itilecektir.

​Gelişmişlik seviyesi açısından refah düzeyi yüksek ülkeler göç bağlamında hedeflenen noktalar olmaktadırlar. Avrupa sınırları içerisinde; Almanya, Birleşik Krallık, Fransa göç eden insanlar için tercih rotasını oluştururken ABD, Kanada gibi refah düzeyi yüksek ülkeler de yüz binlerce göçmen ağırlamaktadır. Tabi ki bu ülkeler dünya üzerindeki tüm göçmenlere ev sahipliği yapmamaktadır. Yakın dönem tarihi ele alındığında Suriye İç Savaşı sonrası yaşanan göçlerde, başta Türkiye olmak üzere bölge ülkeler, sayıları milyonlarla tabir edilen göçmene ev sahipliği yapmaktadır.

​Göç sürecinde sağlık hizmetleri önem taşımaktadır zira yaşamsal faaliyetler ön plandadır. Sağlık bağlamında en dezavantajlı grup yine göç eden çocuklardır, bünyesel olarak zayıftırlar ve olası bir salgından da en fazla etkilenecek olan gruptur. Sağlık hizmetlerinde yaşanan koordinasyon sonrasında olumsuz koşulların ortadan kalkmasıyla eğitim alan göç etmiş çocuklar, ülkeleri ya da yaşamak istedikleri coğrafyanın olumsuzluklarına karşın psikolojik ve sosyolojik açıdan daha iyi analizler yapabileceklerdir.

Göçmen çocuklar için yeni bir ülkeye taşınmak heyecan, endişe ve pratik zorluklarla doludur. Çocukların bir kısmı ailesiyle göç ederken diğer bir kısmı ise ebeveynlerinden ayrı durumda göçe maruz kalıyor. Göç edilen bölgedeki tercih faktörleri değişkenlik gösterirken öncelikli faktörün güvenlik olduğu açıktır. Güvenlik faktörünün sağlanması sonrasında barınma ve gıda ihtiyaçlarının karşılanması önem arz etmektedir.

Göç eden bir çocuk, var olan değerlerinin yanında farklı bir kültür ve sosyolojik yapı ile karşı karşıya kaldığında kültürel bir şok, bir karmaşa yaşamaktadır. Söz konusu bu karmaşa çocuğun psikolojik bir buhran geçirmesine de neden olabilir. Göçmen çocuk kendi kültürel değerlerinden kopmalar yaşar, asimile olur ya da kültürleşme sürecine olanak tanır. Öte yandan göç edilen ülke şartlarında yaşama dahil olur.

Göç edilen ülke Almanya ya da Birleşik Krallık gibi refah düzeyi yüksek bir ülke, göç eden çocuklara kendi dillerinde de eğitim olanağı tanırken Pakistan gibi yoğun göç alan ve gelişmişlik düzeyi açısından daha sorunlu ülkeler, bu çocukların eğitim ihtiyaçlarına cevap vermeyebilir. Göçe uğramış olan kimseler, özellikle de çocuklar Birleşmiş Milletler yardımları alabilirler. Bu yardımın içerisinde gıda, güvenlik gibi yardımlar sayesinde de göçe dair olumsuz etkiler bir nebze olsun kırılabilir. Çocuklar için çeşitli sivil toplum kuruluşları tarafından yapılan yardımlar da belirli bir düzeyde kalmaktadır. Ancak çocukların yarınlarına uzanan elleri olan “eğitim” adına yapılan faaliyetler oldukça sınırlı kalmaktadır. Çünkü yapılan yardımlar daha çok yaşamsal faaliyetlere cevap vermekte, eğitim ise bu durumda göz ardı edilmektedir. 

​Göçmen çocukların eğitim faaliyetlerini gerçekleştiren ülkeler özellikle çocuklara gelecek vaat etmektedirler. Ancak her ülkede eşit şartlara sahip olmayan göçmen çocukların, başta eğitim olmak üzere her alanda eşit standartlara ulaşmaları gerekmektedir. Bu konuda geniş çaplı organizasyon yeteneğine sahip olan Birleşmiş Milletler (BM), siyasi sebeplerden ötürü fazla bir faaliyet göstermemektedir. Ayrıca uluslararası bir vizyona sahip olan BM’nin bölgesel sorunlara da yeterince müdahil olmadığı açıktır. Zira dünya siyasetinde söz sahibi olan ülkeler BM’yi ve onun yapıcı politikalarını etkisiz kılmaktadır. Ayrıca global sermaye piyasası da söz konusu göç sorunlarının çözüme ulaşmasını, bu sorunları yaşayan bir yapıda olduğu ve BM’nin bazı projelerinde aktif bir rol üstlenmeleri sebebiyle engellemektedirler.

​BM Genel Sekteri, savaşlar sonrası yaşanan göç sorunları karşısında genellikle çözümsüzlükleri ile tarihe geçmişlerdir. Bu tavrı takınmalarında elbette yukarıda sayılan sebepler ve daha fazlası etken olmaktadır. Göç ile ortaya çıkan sosyolojik ve psikolojik sorunlar hükûmetlerce de siyasi manevra olarak kullanılmakta, göç bir baskı unsuru hâline dönüşmektedir. Öte yandan göçe karşı çok sert tavır alan bazı ülkeler de göçün olumsuz etkilerini daha da arttırmaktadır. Göçe neden olan siyasi politikalar yürüten ülkeler de göçün olumsuz sonuçlarına karşın diğer ülkeleri suçlayarak günah çıkarmaktadırlar. Göç üzerinden politika yürüten ülkeler ise göç eden insanların özellikle de çocukların yaşayacağı sorunlar karşısında herhangi bir tavır takınmamaktadırlar.

​Göç edilen ülkede kendi ülkelerinden farklı bir dilin ve kültürün oluşu göç eden insanları olumsuz etkilemektedir. Söz konusu olumsuz etkiyi en fazla hisseden çocuklar ise göçün olumsuz şartlarına karşı en savunmasız ve en çaresiz gruptur. Göç ettikleri yerlerde ihtiyaçlarının karşılanması da o ülkenin politikalarına bağlıdır. Göç edilen ülke, birçok AB ülkesi gibi farklı kültürlere karşı kapalı ve korumacı bir tavır takınıyorsa bu, göçün olumsuz etkilerini körüklerken Türkiye ve Pakistan gibi göçmenlere karşı daha ılımlı politikalar ile yaklaşan ülkeler ise onların ihtiyaçlarını karşılama konusunda daha istekli olmaktadırlar.

​Göç edenler, göç ettikleri yerde barınma ve gıda ihtiyaçlarının karşılanması sonrasında eğer imkanlar da yeterli olursa eğitim haklarına ulaşabiliyorlar. Özellikle barınma, sağlık gibi çıkış ülkesinin kendisine sunamadığı, varış ülkesinde de sağlanmayan koşullar neticesinde, göç eden insanların kendi içine kapandıkları, bu psikoloji içerisinde de sorunlarını dile getirirken sahip oldukları ve kendilerinden sökülüp alınamayacağını düşündükleri değerlere daha fazla sarılma eğiliminde oldukları görülmektedir. Bu değerler; kendi etnik kimlikleri, dinî değerleri, kültürleri veya gelenekleri olabilir. Bulundukları yerlerin kültürel özelliklerini görmezden gelip kendi kültürlerine bağlı yaşamaya devam etmeleri durumunda yaşadıkları yere uyum sağlamaları zorlaşır.

​Göç alan ülkelerin göçe dair bir yasal zemin oluşturmaları da gerekmektedir. Eğer yasal önlemler alınmazsa daha büyük sorunlar söz konusu olacaktır.  Söz konusu yasal düzenlemeler hükûmetlerce yapılacak olsa da göçmenlerin uyumu konusunda yerel yönetimlere büyük görevler düşmektedir. Yasal zeminde bu roller çok göz önünde tutulmamıştır. Yerelleşmenin temel ilkelerinden biri de soruna en yakın olanın sorunun çözümü noktasında en etkin olacağının düşünülmesidir. Yabancıların gittikleri yerlere getirdikleri fayda ya da sorunlar, bu durumdan ilk etkilenecek olan yerel yönetimlerin alanına girmektedir. Dolayısıyla bu konuda geliştirilecek politikalarla yerel yönetimlere yetki alanı oluşturulmalı ve hatta bu politikalar belirlenirken yerelin karar alma sürecine katılımı sağlanmalıdır.

​Göç edilen bölgenin yerleşimcisi olan halk ile göç eden insanlar arasında uyum çalışmaları yapılması oldukça önemlidir. Yetişkinlerin alacağı her tavır hiç şüphesiz çocukların birbirlerine tavırlarını etkileyecektir. Eğer uyum sağlanırsa eğitim açısından akran eğitimi daha etkili olacaktır. Böylelikle eğitim süreci daha kolaylaşacak ve çocuklar arasındaki uyum birçok sorunun ortadan kalkmasında rol oynayacaktır.

​Göç sonrası eğitim sadece çocuklarla sınırlı kalmamalı, her yaş grubunu kapsayacak kadar genişletilmeli ve mesleki eğitimlerle de güçlendirilmelidir. Çocuklar ise okul öncesi eğitimle birlikte eğitim sürecine dahil olmalıdır. Böylelikle eğitim bağıyla yaşama daha sıkı tutunurlar. Göçmen çocukların eğitim almaları sadece kendi menfaatlerine fayda etmez, daha barışçıl bir dünyaya inanan nesil ortaya çıkar. Bu da gelecekteki dünya politikalarına yön verecektir. 

​Çocukların eğitim alması o ülkelerin vicdani sorumluluğuna terk edilmemiştir. Söz konusu ülkeler göç konusuna dair uluslararası anlaşmalara imza atmışlardır. Ancak bu imzalar hükûmetlerin tavırları sebebiyle uygulanamamaktadır. Anlaşmaların uygulanmaması konusunda hükûmetlerin istekli oluşu göç ve göçe bağlı sorunları ortaya çıkarmakta, bu sorunların çözümünde ciddi engeller oluşturmaktadır.

Göç sonrası yaşanan eğitim sorunlarına hükûmetlerin isteksiz davranması bazı STK ve uluslararası örgütlerle giderilmeye çalışılmakta ancak sistematik bir politika yoksunluğu nedeniyle bu yardımların etkisi oldukça sınırlı olmaktadır. Ayrıca hükûmetler böylesi yardım kuruluşlarına destek vermek yerine onların faaliyetlerini sınırlayıcı kararlar almaktadır. Bu tavırlara yönelik tepkiler ise sadece kınama boyutuyla sınırlı kalmaktadır.

Göç eden çocuklar eğitime dahil olmazlarsa çalışmaya mahkûm olmaktadırlar. Çocuk işçiliği, çocukların sağlığını olumsuz etkilemenin yanı sıra eğitime ve sosyal hayata katılımlarını da önemli ölçüde engellemektedir. Çocuk işçiliği bugün sadece yoksul kesimi tehdit eden bir sorun değil, göçmen çocukları içine alan bir girdap olarak da karşımızda ve göz önündedir. Çalışan çocuklar; kötü beslenme, çeşitli kazalar, şiddet eğilimi, sokak yaşamına veya suça karışmaya kadar uzanan çeşitli risklerle karşılaşabilmektedirler. Bu nedenle çalışan çocukların sosyal, kültürel ve sportif açıdan kendilerini geliştirmelerine fırsat vererek bu eşitsizliği giderecek düzenlemelere ihtiyaç duyulmaktadır.

BM Çocuk Hakları Sözleşmesi, Birleşmiş Milletler Genel Kurulu tarafından 20 Kasım 1989 tarihinde kabul edilmiştir. Bu sözleşmeye taraf devletler, Birleşmiş Milletler Antlaşmasında ilan edilen ilkeler uyarınca insanlık ailesinin tüm üyelerine, doğuştan varlıklarına özgü bulunan haysiyetle birlikte eşit ve devredilemez haklara sahip olmalarının tanınmasının, dünyada özgürlük, adalet ve barışın temeli olduğunu düşünmüşlerdir. Ayrıca bu ülkeler herkesin, Birleşmiş Milletlerin İnsan Hakları Evrensel Beyannamesinde ve Uluslararası İnsan Hakları Sözleşmelerinde yer alan hak ve özgürlüklerden ırk, renk, cinsiyet, dil, din, siyasal ya da başka görüş, ulusal ya da toplumsal köken, mülkiyet, doğuştan veya başka durumdan kaynaklanan ayırımlar dahil, hiçbir ayrım gözetmeksizin yararlanma hakkına sahip olduğunu benimsediklerini ilan etmişlerdir. Uluslararası İnsan Hakları Evrensel Beyannamesinde Birleşmiş Milletlerin, çocukların özel ilgi ve yardım hakkı olduğunu ilan ettiğini anımsayarak toplumun temel birimi olan ailenin, kendisinden beklenen sorumlulukları tam olarak yerine getirebilmesi için gerekli koruma ve yardımı görmesinin zorunluluğuna inanmışlardır. Toplumda bireysel bir yaşantı sürdürebilmesi için çocuğa özel bir ilgi gösterme gerekliliği, 1924 tarihli Cenevre Çocuk Hakları Bildirisinde ve 20 Kasım 1959 tarihinde Birleşmiş Milletler Teşkilatı Genel Kurulunca kabul edilen Çocuk Hakları Bildirisinde belirtilmiştir. İnsan Hakları Evrensel Beyannamesinde, Medeni ve Siyasi Haklar Uluslararası Sözleşmesinde (özellikle 23 ve 24’üncü maddelerinde) , Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklara İlişkin Uluslararası Sözleşmesinde (özellikle 10’uncu maddesinde) ve Çocuk Hakları Bildirisinde belirtildiği gibi çocuğun gerek bedensel gerek zihinsel bakımdan tam erginliğe ulaşmamış olması nedeniyle doğum sonrasında olduğu kadar doğum öncesinde de uygun yasal korumayı içeren özel güvence ve koruma gereksiniminin bulunduğu ilkeler, taraf devletler tarafından kabul edilmiş ve bu sözleşmeler imzalanmıştır.

BM sözleşmelerine bu denli değinilmesinin sebebi; dünyada yer alan göç ve göç edenler arasında en dezavantajlı grup olan çocukların korunmasını sağlamak ve onların haklarını savunan perspektifi yansıtmaktır.

Çerçevesi belirlenen çocuk hakları içerisinde eğitimin yeri ve zorunluluğu hukuksal olarak da tanımlanmıştır. Öncelik uluslararası politikalarda yaşanan sorunların eğitimciler perspektifinde doğru okunmasıdır. Çünkü göçün yıkıcı etkilerini gözlemleyemeyen ya da göçe neden olacak olumsuz etkilere destek veren bir tutum içinde olan eğitimciler, göçün olumsuz etkilerini pekiştirmiş olacaktır. Buna neden olmamak adına dünya barışına inanan ve dünyada yaşanan gelişmeleri iyi analiz eden eğitimciler yetiştirilmelidir. Böylelikle göçe maruz kalan çocuklarda eğitsel açıdan yaşanan olumsuz etkilerin izi giderilebilecektir.

​Göç eden çocukların eğitimleri ile ilgilenecek olan eğitimcilerin ayrıca meslek içi eğitimlerle de desteklenmesi gereklidir. Bunun yanı sıra göçe maruz kalmış çocuklar için psikolojik danışman desteğinin ayrıca önemli olduğu bir gerçektir. Bu yüzden psikolojik danışmanlara önemli görevler düşmektedir.

​Meslek içi eğitimler öncesinde eğitimciler fakültelerinde göçe bağlı ortaya çıkacak sorunlara dair eğitimler almalı ve şartlar dahilinde uygulamalara katılmalıdırlar. Eğitimciler, drama etkinlikleri başta olmak üzere birçok etkinlik kapsamında göçe maruz kalan çocukların durumunu anlayabilir ve buna uygun eğitsel stratejiler geliştirebilir. Geliştirmiş olduğu eğitsel stratejilerin nihayetinde ise göçe maruz kalan çocuklara nitelikli bir gelecek sunabilir. Bunun yanında göç koşullarına maruz kalmış kimselerin öğretmen adayları ile görüştürülmesi de bu süreci olumlu yönde etkileyecektir.

​Göçe maruz kalmış çocuklar uluslararası hukuk çerçevesinde elde etmiş oldukları eğitim haklarına kısmen ulaşmakta ya da ulaşamamaktadır. Bunun için BM tarafından göç alan ülkelerin Milli Eğitim Bakanlıkları ile etkileşimler kurarak öğretmen eğitiminden sınıf ve koşulların iyileştirilmesinin yanı sıra gerekli projelerle de bu süreç desteklenmelidir.

Göç politikaları oluşturulurken her ne kadar devlet çıkarları önemli olsa da göç psikolojisinin ortaya çıkardığı sosyolojik ve psikolojik sorunlara yönelik çözümler ancak eğitimcilerin geri bildirimleri ile mümkün olacaktır.

Göçmen öğrenci ile öğretmen arasında iletişimin kurulması adına karşılıklı birbirlerinin dillerini öğrenmeleri oldukça olumlu katkılar sunacaktır. Yaşanacak olan bu kültürleşme gerçekleştirilecek projeler eşliğinde halka sunulabilir böylelikle halkın ilgisi çekilebilir. Göçmen öğrenciler ile yerli öğrencilerin sergileyeceği bir tiyatro gösterisi buna örnek olabilir.

​Göçmen çocuklarla kurulacak etkileşimler, göçmen yetişkinlerle yerel halk arasında kurulacak olan etkileşimleri geliştirir. Göçmen öğrenciler ile yerli öğrenciler arasında kurulacak ve demokratik unsurlara dayanan bir komün toplumun geneline yayılma imkanı bulacaktır. Göçe maruz kalmış çocuklara hakları kapsamında sunulacak olan eğitim faaliyetleri ışığında, yaşanan ve yaşanacak olan sorunların önüne geçilebilir.

​Göçten önce ya da göç sırasında ebeveynlerini kaybeden çocukların topluma entegrasyon politikaları çerçevesinde eğitim başta olmak üzere birçok imkan tanınarak yaşama dahil olmaları sağlanmalıdır.

Eğitim sürecine dahil edilen göçmen çocuklar göç ettikleri topraklardaki insanların kültürlerine katkı sunacaklardır.

​Göç ile karşılaşılan ya da karşılaşılması muhtemel olan sorunlar ancak toplumun paydaşlarının katkılarıyla çözüme kavuşacaktır. Nitekim eğitim faaliyetlerinin olumlu sonuçlarının olması bu sistemin içinde var olan unsurlarca giderilecektir. Sistem içerisinde göçü olumsuz etkileyen düşünceleri önlemek amacıyla psikolojik çalışmalar ve konu kapsamında seminerler verilmelidir. Seminerler göçmen karşıtlığı ve göçü besleyen unsurları gözler önüne sermeli, katılımcılar seminerlerin sonunda duygu ve düşüncelerini ifade etmelidirler.

​Göçe maruz kalan insanlar üzerinden elde edilecek veriler söz konusu ülkenin yöneticileri ile paylaşılmalı ve göçe uğramış insanlar için toplum çapında etkinlikler düzenlenerek söz konusu olumsuz etkiler maddi ve manevi açıdan giderilmeye çalışılmalıdır. Toplum ölçekli yapılan etkinlikler toplumdaki olumsuz bakış açısını kırmada etkili olmakla birlikte göçe dair geniş ölçekte bir etkiye neden olacaktır.

​Bu etkinlikler her ne kadar göçün olumsuz sorunlarını ortadan kaldırmak amacıyla yapılacak olursa olsun göç edilen ülkenin hükûmeti ve toplumu tarafından desteklenmelidir. İzlenecek eğitim politikaları sonrasında ancak göçe dair olumlu etkilerden söz etme imkanımız olacaktır. Bu politikalar hem halkın hem de göçe uğramış kesimin çıkarlarını göz etmelidir. Aksi takdirde izlenecek politikalar olumsuz sonuçlar doğuracaktır.

​Göçe maruz kalan çocuklar, göç edilen ülke dışında diğer ülkelerin de alacakları tavra göre barış dolu yarınları inşa edecek yegane unsurdur. Göç ile yaşanan sorunların en çok etkilenen kesimi olarak göçün olumsuz sonuçlarına karşın daha etkili önlemler alabileceklerdir. Göçe maruz kalan çocukların eğitim ihtiyaçları karşılanmaz ve olumsuz koşullara itilirse dünyada, bugün yaşanan sorunlardan daha kapsamlı sorunlar yaşanacaktır.

Mehmet Hakan Öztürk

Türkiye’de birilerini hain, birilerini kahraman ilan etmek artık çok kolay. Bunun için gazetelerinizin, kanallarınızın olmasına da gerek yok üstelik. Günümüzde gündemi belirleyen, kamuoyunu ayaklandırmaya yeten büyük bir güç var; sosyal medya. Sosyal medyanın aktif kullanımı ile beraber birçok şey değişim ve dönüşümden geçiyor. İktidar sosyal medyada günler öncesinden yaydığı söylentiler ile kamuoyu yoklaması yaparken muhalefet ise medyada bulamadığı hakları ve propaganda fırsatını artık sosyal medya aracılığı ile karşılayabiliyor. Hatta öyle ki sosyal medya artık adaletin bile denetlendiği bir güç hâline gelmiş durumda. İnsanların ortak bir etiket üzerinden gösterdiği tepkiler sonucunda birçok davanın seyrinin kamuoyu vicdanına göre şekillendiğine çok kez şahit olduk. Serbest bırakılan tacizcilerin, sanıkların sosyal medyada tepki görmesi sonucunda tekrardan gözaltına alındığını biliyoruz. Örtbas edilmeye çalışılan kadın cinayetleri davalarında ise sosyal medyanın gücü ile davaların hep gündemde tutularak kamuoyunun desteği ile sahip çıkıldığı hepimizin malumu.

Gelin görün ki bunca fayda sağlayan sosyal medyanın bir o kadar da zararı olabiliyor. Yalan haberler, uydurma gündemler sosyal medyada sanki doğruymuşçasına bir anda yayılıp halkı kutuplaştırmaya ve tahrik etmeye yetiyor. Art niyetli bu eylemler çoğu kez çürütülse dahi insanlarımızın araştırmadan, irdelemeden, gördüğünü gördüğü kadarı ile kabul etme özelliği sebebi ile ve belki de merhametinin suistimali yüzünden hâlen aktif bir şekilde devam edebiliyor.

31 Mayıs akşamı sosyal medyada bir haber yayıldı. Kürtçe müzik dinlediği için öldürüldüğü iddia edilen gencin haberiydi bu. Bu iddia üzerinden birçok kullanıcı tepki gösterdi. Irkçılık kınandı, Türkçüler bu iddia üzerinden hasta ilan edildi. PKK’ye terör örgütü demeye kıyamayan ne kadar içten pazarlıklı varsa bu haber üzerinden adeta kin kustular. Onlar için müzik evrenseldi, Kürtçe anadil olmalıydı, Türk’ün kendi milletini yüceltmek istemesi “ırkçılık” iken onlar için birinin hayatını kaybetmesi Kürtlük ile vurgulanmalıydı. Çünkü ırkçılık ve milliyetçilik sadece Türklerin kullanımında olduğu vakit hastalıklı ve faşist bir ideolojiydi(!). 

Bu haber üzerinden toplum tarafından tanınan, kendilerince bir kitlesi olan kişiler haberin doğruluğunu araştırmadan, sorgulamadan insanları daha da kışkırtmak adına ortada can kaybının olduğu bir olayı alenen nefret söylemleri ile kınadılar. Bu insanların kimileri avukat, kimileri ise gazeteciydi. Öyle ki “halkların demoktarik partisi” (HDP) son yıllarda cılızlaşan siyâseti, parti içi kavgalarına rağmen bu haberi fırsat bilmiş ve sanki her daim insan yaşamından yana tutumları varmış gibi kınama konusunda gecikmemişlerdi. 

1 Haziran günü ise resmî kaynakların yaptığı açıklama ile olayın nasıl gerçekleştiği kesinleşmiş oldu. Ezan okunduğu sırada arabada son ses müzik dinleyen gençler ile ‘Ezan okunuyor müziği kısın.’ diye ikazda bulunan genç arasında çıkan tartışmada, ikazda bulunan genç yaralanmış ve hayatını kaybetmiş. Hayatını kaybeden gencin babası da olayın bu şekilde gerçekleştiğini verdiği demeç ile doğrulamış. Yani ortada ne Kürtçe müzik var ne de Kürt düşmanlığı. Hatta öyle ki hayatını kaybeden genç gibi katil zanlısının da Kürt olduğu söyleniyor. Peki gerçekler bir bir ortaya çıkmışken dün gece ırk ve dil üzerinden Türk milletini ayrıştırmaya, birbirine düşman etmeye çalışan hümanist(!) kesim çıkıp özür dileyecek mi? Kışkırtmaları sonucunda cereyan edebilecek olayların sorumluluğunu alabilecekler mi? Yoksa niyetleri Amerika’daki karışıklıktan faydalanıp bunu Türkiye’ye sıçratmak mı? 

Her ne olursa olsun bu ülkede dilinden hak, özgürlük, insanlık gibi kavramların düşmediği insanların, esasında ne kadar ırkçı, faşist, bölücü olduklarını biliyoruz. Üzüldüğüm tek husus vicdânî dürtüler ile hareket eden insanlarımızın bunlar gibi sosyal medya tetikçilerinin mermisi olmaktan ileriye gidememeleri. Oysa durup bu barış güvercini insanların PKK’ye, HDP’ye karşı olan tutumlarına bir baksalar niyetlerinin ne olduğunu apaçık görecekler. Ben bu zamana kadar ‘Kürt’ vurgusu yaparak eşitlik isteyen, mağdur edebiyatı yapan birinin terör örgütü PKK ve siyasi uzantısı HDP ile arasına çizgi çektiğini görmedim. Oyuncular değişse bile oyun hep aynı. 

Türk milletinin sesinin daha gür çıkacağı, adaletli, hakkaniyetli bir sosyal medya kültürü temennisi ile…

Esen kalın.

Bazı insanlara doğuştan yazabilme yetisi verilmiş sanki. Onlar hiç kitap okumamış olsa bile, konuşuyormuşçasına akıcı bir biçimde yazabiliyorlar. Yazdıklarıyla bize tesir ediyorlar ve bizi büyülüyorlar. Tek kusurlarıysa az yazmaları sayılabilir. Ben ise yazabilmek için tıpkı Montaigne gibi eve kapanıyorum. Bir sürü kitap karıştırıyorum ve onları sindirmeye çalışıyorum. Bunlarla da kalmayıp boş bir kâğıda saatlerce ve hatta günlerce baktığım oluyor. Bazen de fikirler, odamın kapısını sessizce açıp bana uğramadan gitmesinler diye tilki uykusuna yatıyorum. Kısacası benim için yazmaya çalışmak, kaygılar ve belirsizlikler denizinde ayan beyan yüzmenin somut hali oluyor. Fakat tüm bunlara rağmen yazmak ve yaşamak beni huzurlu kılıyor diyebilirim, üstelik yazmanın da yaşamanın da çetin bir savaş gerektirdiği bu çağda.

“Ben gönlümce yazabilmek için evime çekiliyorum.” demiş Montaigne Denemeler’inde. Çoğu insanın malum sebepten ötürü evine çekildiği bugünlerde yazmak yine herkesin aklının bir kenarında duruyor ama öyle kolay değil. Sanki herkes yepyeni şeyler üretmekle meşgul ve zorundaymış gibi hissediyorum. Tedirgin edici ve geleceği belli olmayan bir dünyada yaşamak bunu anlayabilmeyi mümkün kılıyor. Ayrıca insan oturduğu yerden yapınca bu üretme ve bilhassa yazma işini, doğrusu çok da lezzetli buluyordur diye düşünüyorum. Kimi ekmek yapıyor, kimi yazıyor. Ben ikisini de seviyorum. Çünkü düşünme fırsatını ve kendimi bu iki eylemi yaparken yakalıyorum. Yazarken aslında sandalyede sadece bedenim kalıyor, ruhum ise o esnada çoğu zaman boş dönse de hayal gücümün tüm imkanlarını kullanarak birçok yerde dolaşıyor.

Edebiyatın asil savunucularının yazmak zorunda değilsin diye çıkıştığını görüyorum bazen. Bana kalırsa her insan bir şeyler yazmalı. Bunun en samimi biçimi günlük yazmaktır. Edebiyat alemine bir şey sunma iddiasından uzak, düşünerek ve biraz da felsefeyle yoğurulmuş bir biçimde hayatımızdaki olayları kayda geçirmenin ne zararı olabilir? Aksine ileride günlüğe yazdığımız şeyleri okumak, nereden nereye geldiğimizi yahut nelerin üstesinden geldiğimizi ya da gelemediğimizi görmek ve ihtimal ki elli yıl sonra bizi kimsenin hatırlamayacağı bu dünyadan somut bir şeyle ayrılıyor olmanın heyecanını tatmak… Bunlar bile birer kazançtır.

Dünyanın yavaş yavaş ve korkutucu bir değişime uğradığını gördüğüm bu güvensiz zamanlarda, istediğim gibi yazamamak benim için azap verici hâle geliyor. Yine de her akıllı insanın yaptığı gibi her türlü azaptan Allah’a sığınıyorum. Dünyanın beni bu türlü salgın hastalıklarla, krizlerle değiştirmeye çalışması, dünyayı bir anda katletme isteğiyle dolduruyor içimi. Tıpkı başkalarının bizi değiştirmesine müsaade etmektense her şeyi yok etmeyi yeğlememiz gibi. Genellemeyi bir kenara bırakıp yine kendimden yola çıkarsam eğer, belki de okuyucu beni görmezden gelerek yazmamı istemiyor ve beni böylece yok etmek istiyor olabilir mi, diye düşünüyorum. Aslında birçoğumuz gibi düşünüyorum. İnsanoğlu hüsrana uğramayı, yazma meselesinde olsa bile kendine yakıştıramıyor, göz ardı ediyor ise göz göre göre eriyen şu dünyanın bize sadece “evde kal” demesine ve daha büyük türlü dertlerine başka ne yapabilir ki?

Yusuf Karakurt

Alınları pak, başları dik, her biri bir fikir kalesi arkadaşlarıma,
haksızlığa yumulmayan gözlerin, bayrağa verilen sözlerin,

aziz memleketin mavi göğü gibi parlak yüzlerin sahibi aziz kardeşlerime,
her birine iletilmiş bir mektup gibi,
bir yakınından gelen davet gibi okumaları ricası ile

Siyasi hareketler; geleneklerinden, eğilimlerinden, alışkanlıklarından ve geçmişlerinden ayrı, bir başına değerlendirilemez. Hürriyetin, hakkın, direnişin ve istiklalin tarihi bu memlekette Türk milliyetçiliği ile başlar. Geleneği hürriyet, eğilimi hak, alışkanlığı direniş ve geçmişi istiklal olan Türk milliyetçiliği; iddia edildiği üzere bu memleketin sigortası değildir. Bu memleket, Türk milliyetçiliğinin bir sonucudur; bu sebeple Türk milliyetçiliği, Türkiye Cumhuriyeti’nin ta kendisidir.

Emperyal işgalini, emperyal mandasını, emperyal imtiyazının elini, çelikten pençeleri arasında parçalayan irade Türkçülüktür. Anayasayı da parlamentoyu da ilan edenler Türkçülerden başkası değildir. İstiklal Savaşı Türkçüler tarafından örgütlenmiş, Türkçüler tarafından idare edilmiş ve Türkçüler idaresinde zaferle nihayete vardırılmıştır. Bu nihayet, Cumhuriyettir. İnkılapların, ihtilal ve devrimlerin ardında da Türkçüler vardır.

Anadolu kan ve kül rengine bulanmışken, halk açlıktan, sefaletten, salgından ve düşman süngüsünden can verirken bu memleketin aşı da, ilacı da, dermanı da, askeri de, kalkanı da, kılıcı da Türkçüler olmuştur.

Siyasi hareketler; geleneklerinden, eğilimlerinden, alışkanlıklarından ve geçmişlerinden ayrı, bir başına değerlendirilemez. Tiranlığın, istibdatın, haksızlığın, zorbalığın ve pranganın sahipleri şimdi mağdur edebiyatının arkasına sığınarak aynı eğilim ve geçmişle yaşamaya devam ediyor.

Hakikat şudur ki “tiran” artık elinde kamçısıyla gariban bedenlere işkenceler eden, saban sürdüren antik zorbanın karşılığı değildir.

Tiranlık artık çalışma kampı, ölüm orucu, kürek cezası, pranga, tecrit, sürgün treni, soykırım, katliam, kan banyosu, mitralyöz ateşi ve kurşun da değildir.

Eski Çağ’da pranga demirdendi. Giyotin bıçaktı, sehpa ahşaptı. Urgan vardı, polis copu vardı, ters kelepçe vardı. Eski Çağ tabutluktu, işkenceydi. Tahakküm kitap yakardı, dernek basardı. Zorbalığın rengi bazen kızıl, bazen siyaha çalardı. Şimdi tiran yeşil, para yeşil, eşkıya yeşil. Şimdi mahkûmiyet bedene değil, infaz bedene değil, yargı bedene değil.

Çağ değişti, ket değişti, katil bile değişti.

Kan değişmedi, dökülen kan değişmedi maktul aynı.

Alın teri aynı toprağa düşüyor, terleyen değişmedi. Gariban değişmedi, ızdırap değişmedi.

Bağrı deşilen Türk, bağrı yanan Türk, toprağı çalınan Türk, alınan can Türk.

Cephe çok, düşman çok, hile çok. Hile daha kurnaz, hilekâr daha cambaz.

Makedonya dağlarından, Türkistan bozkırlarına “bir kısrak başı gibi” uzanan eski bir hareket var. Hareket miskin. Harekette refah değil, rehavet var.

Lakin bizim heybemizde uyku yok, endişe var.

Doğrusu bizim heybemizde endişeden gayrısına yer yok.

Biz, biz, biz. Biz kimiz?

Bizler gayelerine iman etmiş bir avuç genciz. Adımız yoktur, sanımız yoktur, bağımız yoktur. Birbirimizi tanımıyoruz. Birbirimizden haberdar değiliz ama aynı iradeyi taşıyoruz. Mutabakatlarımız var, inancımız var.

Artık beyaz atlarımızla, revolverlarımızla, kuvvacı kalpağımızla, yalın kılıcımızla değil; sadece çelikten irademizle yürüyoruz. Türklüğün imtiyazına inanıyoruz. Hakka, adalete ve liyakata iman ediyoruz.

Yeni çağı avcumuzun içi gibi biliyoruz, dahilî bedhahları tanıyoruz, harici bedhahları tanıyoruz. İstikbali çalınan biziz, istikbalimizi de istiklalimizi de biz geri alacağız.

İnandığımız değerler bizle mezara gitmesi gereken emanetler değildir.

Türk milliyetçiliği, Türkiye Cumhuriyeti’dir. Birinci vazifemiz, Türk istiklâlini, Türk Cumhuriyet’ini, ilelebet, muhafaza ve müdafaa etmektir. Öyleyse değerlerimiz yaşaması ve egemen kalması gerekendir.

Biz değerlerimizi tahakküm ile değil sivil toplum mücadelesi ile tekrar egemen kılacağız.

Bize en yakın hangisiyse, biz en çok hangisinde yararlı olabilirsek. Hangisini değiştirebilirsek, hangisini kurtarabilirsek.

Tiran değiştiyse, infaz değiştiyse; müdafaa da değişir, mütalaa da değişir. Artık vekalet vermenin, temsiliyet vermenin değil inisiyatif almanın zamanıdır.

Siyasi sınırlarıyla, dağlarıyla, dereleriyle değil; feyzi ile, ümranı ile, kalemi ile, sanatı ile, yeni bir vatan çizip ortaya çıkarma”nın zamanıdır.

Niçin?

Dizliye diz çöktüren atalarımız için
Adaletle yaşatan yasalarımız için
Bizleri biz yapan tasalarımız için
Kalplerimiz atarken milliyet için
Kuşandık kalemleri hürriyet için !

Yavuz Selim Birtane

Türk milletinin dinamikleri her daim duygusal ve coşkulu olmuştur. Öyle ki batıda yaşansa aylarca tartışma konusu olacak olaylar Türkiye’de yaşandığı vakit, o olayı toplumun dinamiklerine uygun başka bir olay ile rahat bir şekilde ikinci plana atmak mümkündür. Ne yazık ki millet olarak bu duygusal yaklaşımı mantıksal yaklaşıma çevirmediğimiz takdirde piyon olmaktan ileri gidemeyeceğiz.

10 Nisan 2020 akşamında alınan sokağa çıkma yasağının ardından yaşananlar medyada ve toplumda bir infilak yaratmış, halk yeniden kutuplaşmıştı. Herkesin hemfikir olduğu tek bir konu vardı: Karar doğru bir karardı fakat duyurulma ve uygulanma şekli yanlıştı.

İnsan psikolojisi her daim olağan durumlarda kendini korumaya almaya dayalıdır. Sürecin en başından beri virüsü ciddiye alıp tedbirlerini ona göre alan kesim dışarı çıkmazken, tedbir alma hususunda eksik kalan ve altyazı ile geçilip ardı doldurulmayan ‘yasak’tan ötürü telaş eden kesim sokaklara dökülmüştü. Ertesi gün bilim kurulu üyeleri açıklamalarında ‘Uzun süre evde kalmaya hazır olun.’, ‘Dün yaşananlardan ötürü çok üzgünüm tehlike arttı’ gibi açıklamalar yapmış sağlık bakanı ise o iki saatlik zaman diliminde yaşananlara dair açıklamada bulunmamıştı.

Yasağın bitmesine saatler kala 12 Nisan 2020 akşamı tüm Türkiye’yi ters köşe eden bir haber ile karşı karşıya kaldık. İçişleri bakanı Süleyman Soylu yayımladığı bir mesaj ile yaşanan görüntülerin yürütülen süreç ile uyuşmadığını ve kararın şahsına ait olduğunu iletmiş, milletin ve Cumhurbaşkanının affına sığınarak görevinden ayrıldığını duyurmuştu. Göreve geldiği günden bu yana mikrofonlara konuşmaktan çekinmeyen, halka dair kararları halka iletirken kameralar karşısında olan Soylu; bu iki günlük süreçte kameralar karşısında olmak şöyle dursun birbiri ile çelişen birçok açıklamada bulundu. Kararın açıklandığı akşam kararı Cumhurbaşkanının talimatı ile alındığını dile getiren Soylu, iki gün sonra istifasını dile getirdiği yazıda kararın şahsına ait olduğunu belirtmiştir. Tam da bu noktada halk olarak kafalarda birçok soru oluşmuştur. İlk etapta Cumhurbaşkanı talimatı ile alındığı söylenen karar ne gibi tartışmalardan sonra Bakan Soylu’nun şahsına ait olduğu vurgusuna dönmüştür? Sağlık Bakanı süreçle alakalı Soylu ile görüşmüş müdür? En mühimi Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan bu iki günlük süreç hakkında neler düşünmektedir? Kulis bilgilerine göre istifa kararı öncesi Cumhurbaşkanı haberdar edilmiş midir?

Bizler daha bu soruların cevaplarını merak ederken İletişim Başkanlığı gece yarısı olmadan yaptığı açıklama ile Bakan Soylu’nun istifasının kabul edilmediğini göreve devam edeceğini duyurdu. Saatler 12’yi gösterdiğinde ise yasağın bitmesini fırsat bilen bazı kesimler sokaklarda konvoylar yapmış Bakan Soylu’nun yanında olduklarını göstermişlerdi.

Üzücü olan şudur ki Bakan’ın virüsün yayılmasını önlemek adına tedbir amaçlı aldığı yasak yine Bakan’a destek amaçlı yasak biter bitmez sosyal mesafeyi çiğneyerek Bakanlık önünde toplanmalara sebep olmuştur. Düzenlenen konvoylara katılanlardan kimileri ‘Terörden öleceğimize koronadan ölürüz sıkıntı yok.’ diye açıklama yapmışlardır. Bu yaşananlar gösteriyor ki halkımız böylesi tehlikeli bir pandemi karşısında dahi duygularına hakim olamıyor ve değişik paradokslara sebep olmaktan geri durmuyorlar.

İçişleri Bakanı istifa etti diye intihara kalkışan vatandaşın olduğu bu topraklarda unutmayın ki bizleri sadece virüs değil, partizanlık öldürür. Her şeyden önce aklımızın duygularımızdan önde olacağı, olayları mantık çerçevesinde yorumlayacağımız dönemlerin hasreti ile yaşananlara şaşırmaya devam edeceğiz.

Unutulmaması gereken şudur, 10 Nisan akşamının ihmalini 12 Nisan akşamı gölgeleyemez. Kuluçka sürecini hesaba katarak söylemek gerekir ki on gün sonra istifayı değil vaka sayılarında yaşanabilecek patlamaları konuşuyor olabiliriz.

Vaka sayısındaki patlama sağlık sistemini çökertirse değil İçişleri Bakanı, tüm kabine istifa etse dahi bizi yaşanacak olan kaostan kurtaramaz.

Bu virüs ile mücadele, gereken ciddiyet ve hassasiyet gösterilmediği takdirde hayatın normale dönme sürecini uzatacağı gibi, eğitimden ekonomiye birçok alanda gerek devleti gerekse milleti zora sokacaktır.

Bizlerin bu saatten sonra ihmal edilmiş bir iki saat daha yaşamaya lüksü yoktur. Bu sebeple fertler olarak her birimiz izolasyona ve sosyal mesafeye dikkat etmeli ve gereken tedbirleri en sıkı şekilde almalıyız.

Esen kalın.

Not: Yönetim ciddiyet gerektiren bir olgudur. İçişleri Bakanı gibi yüksek ve mühim bir konumda olmanın sorumluluğu telefonun not kısmına yazılmış bir açıklama ile istifa duyurusu yaparak makamın ciddiyetini gölgelemekle beraber birçok tartışmaya da yol açmıştır.

Not 2: Yakın tarihte hiçbir siyasetçi yaptığı yanlışı kabul edip istifasını duyurmamıştır. Bu sebeple bu istifa duyurusu her ne kadar sokağa çıkma yasağının açıklanma şeklindeki gibi yanlış olsa da ilk niteliği taşımaktadır. Yasağın başlamasına iki üç saat kala açıklanan karar ile yasağın bitmesine iki üç saat kala açıklanan istifa kararın ortak noktası halkı sokağa dökmek olmuştur. Türkiye yaşanılanlar bakımından koca bir Karadeniz fıkrasıdır. Güldürürken düşündüren düşündürürken NE ALAKA YA dedirten cinsten bir fıkra.

İçerisinde bulunduğumuz 21. yüzyılda Türk milletinin bekasını kendisine bir vazife edinmiş hiç kimseye bunu neden edindiklerini yahut neden edinmeleri gerektiğini öğretmek haddimiz değildir. Fakat kendisini isimlendirirken ihtilafa düşen arkadaşlarımıza birkaç hatırlatma yapmayı elzem görüyoruz.

Prof. Dr. İskender ÖKSÜZ; kendisinin de öğrenme sürecindeyken usta-çırak eğitimiyle kavradığı fikir sistemini, daha sonra hareketin gelişiminin hızlanmasıyla usta-çırak eğitiminin süreci yavaşlatacağını ve başarı oranını düşüreceğini hesap ederek kaynak kitap olarak kullanılmak üzere; Galip ERDEM, Dündar TAŞER gibi büyük Türk milliyetçilerinden edindiği bilgileri bir kitapta toplamış ve ismini Türk Milliyetçiliği Fikir Sistemi olarak belirlemiştir. Bu kitapta milliyetçilerin kim olduğu sorusuna cevap olarak, “Türk milletinin bekası için şahsi ve ailevi menfaatlerinden vazgeçebilen kişilere Türk milliyetçisi denir” cevabını vermiştir. Bu cevabın peşinden de Türk milliyetçiliğinin, Türk milliyetçilerinin tekelinde olduğunu belirtmiş ve eklemiştir; milliyetçiliğin gün geçtikçe artan imkanlarından faydalanmak amacıyla kendisini milliyetçi olarak tanıtabilecek kişilerin çoğalması ihtimalinin en aza indirilebilmesi için bu gereklidir. İskender hocamızın bu sözlerinden anlıyoruz ki kendisini samimi bir şekilde Türk milletinin hizmetine adayan herkes Türk milliyetçisidir. Günümüze gelecek olursak, kendisini isimlendirme konusunda hiç sıkıntı çekmeyen hatta ve hatta elini bol tutmaktan hiç çekinmeyen milliyetçi arkadaşlarımız; millet ve milliyet çatılarında toplanmak şöyle dursun, tarihte yaşamış ve Türk milletine çok kıymetli hizmetlerde bulunmuş güzide şahsiyetlerimizin adlarıyla dahi kendilerini isimlendirmeye başlamışlardır.

Türk milleti yazılı eserler bırakmaya ne kadar geç başlamış olursa olsun, tarihi bölünemeyecek kadar büyük hadiseler ve şahsiyetlerle doludur. Türkistan’ın bozkırlarından başlayıp Avrupa’nın göbeğine kadar gitmiş ve büyük işler başarmış bir millet için de olması gereken budur. Biz Türk milliyetçilerine düşen ise bu abide şahsiyetlerimize olan hayranlıklarımız hasebiyle ayrılık ateşinin içerisine birbirimizi atmamaktır. Bu abide şahsiyetlerimiz de bunu istediklerini belirtmişlerdir. Milletimizin yetiştirdiği en nadide şahıslardan birisi olan Yavuz Sultan Selim, bu durumun olma olasılığından dahi duyduğu büyük hüznü “Milletimde ihtilâf ü tefrika endişesi/ Kûşe-i kabrimde hattâ bîkarar eyler beni” mısralarıyla dile getirmiştir. İçerisinde bulunduğumuz yüzyılda ideolojiler şöyle dursun iktisadî fikirler çarpışmaya ve birbirlerine üstün çıkmak için çabalamaya başlamışken, tarihin gördüğü en büyük ve en başarılı milletlerden olan Türk milletinin geleceğinin teminatı olan gençlerinin aynı safta duran, taban tabana dahi zıt olmayan evlatları; yüklendikleri siyaset üstü misyonun farkına varmamakla birlikte, kendilerini birkaç kişinin “lideri” olarak gören birkaç şahsın zehirli fikirleri sebebiyle birbirlerine düşmektedirler. Bu durum böyleyken gençliğimiz Türk milletinin bekasını düşünüp bunun için çalışmak, kendisini geliştirmek yerine kendilerini avukat yahut koruma sanarak şahısların adına kavga etmekten başlarını kaldıramayacaklardır.

Bu durumlarda yapılması gerekenler çok sınırlıdır. Güçlü olanın güçsüz olan tarafı ezmesini beklemek, şüphesiz ki Türk milletinin geleceğine yine kendisinin vuracağı en büyük darbe olur.  Doğru eğitim sayesinde çözülmeyecek hiçbir şey yoktur. “Türk nedir?” diye sorduğumuzda verebileceğimiz çok fazla cevap vardır fakat her millete nasip olmayan tek şey, medeniyettir. Giyimden yaşam tarzına, edebiyattan savaşa attığı her adımda bir medeniyet göstergesi bırakan yüce Türk milletinin evlatlarının ilk olarak yapması gereken de budur: Kendini eğitebilmek, geliştirebilmek. Takipçisi olduğunuz şey şayet bir fikir ise onu yine fikri olarak kendinizi geliştirerek savunabilirsiniz. Kim olduğunuzun yahut ne yaşadığınızın hiçbir önemi yoktur. Kendini geliştirip savunduğu fikrin ne olduğunu bilen bir kişinin önünde durabilecek bir güç yoktur. Tarihi, edebi ve ilmi okumalarla araştırma ve öğrenme tekniklerinin doğru şekilde öğrenilmesi ise milli şuuru ortaya çıkartacak ve gelişmesine zemin hazırlayacaktır. Tarihinde yaşamış tüm şahsiyetleri eğri ve doğrusuyla kabul edip, doğrularıyla iftihar ederek hatalarından ders çıkarıp tekrarına müsaade etmemek, bir Türk milliyetçisinin Türklüğe yapabileceği en büyük iyiliklerdendir.

Hâli hazırda kurulu olan bir düzeni, tertibi değiştirmeye yahut yıkmaya çalışmak yerine; mevcut yapıyı analiz edip problemlerini bulup düzeltmek için çabalamak elbette ki akıl sahibi herkesin çok net bir şekilde görebileceği bir şeydir. Bizlerin de yapması gereken budur. Zehirli fikirlerini sağda solda düşüncesizce savuran şahısların peşinden gitmeyip, yıllar önce dünyayı terk etmiş büyüklerimizi de kabirlerinde rahat bırakmalıyız. Türk milletine gönül vermiş, onun devamlılığına kendini adamış bir Türk evladının hiçbir çekince ve şüphe içerisinde kalmayıp Enver Paşa’yı sevip Sultan II. Abdülhamit Han’ı gönlünde bir yere koyabilmesi milli şuurun gerektirdiklerinden sadece bir tanesi, bir örneğidir.

Güzide şahsiyetlerimizin her biri birbirinden kıymetlidir ve hepimiz için teker teker kıyas edilemeyecek kadar önemlidir. Fakat mühim olan mesele şudur: Kader; tarih ya da hayat nasıl isimlendirmek isterseniz, hepsine aynı şekilde davranmamış ve aynı şartları sunmamıştır. En nihayetinde onlar da birer insandır ve doğru veya yanlış yapmaya hepimiz kadar hakları vardır.

Yapmamız gereken ise acı, çile yahut başarı yarıştırmak değil; büyüklerimizi kendimize bir örnek alarak onlara saygı duymak ve devraldığımız sancağı onlardan da ileriye taşımaktır.

Bilge Ersagun

Şüphesiz ki uzun bir süre hepimizin hatırında olacak bu tarih. 10 Nisan 2020 saat 22:00-24:00 arasında ülkece büyük bir sınava tabî olduk. Zannımca sınıfta kaldığımız bir sınavdı bu. Peki neler oldu?

Saatler 22:00’yi gösterdiğinde haberlerde bir altyazı geçmeye başladı; “30 ilde ve Zonguldak’ta -bu süreçte beni en çok ‘ve Zonguldak’ tabiri güldürüyor istemsizce- iki gün süre ile sokağa çıkma yasağı” diye. Şaşkınlık içerisinde olayı anlamaya çalıştık hepimiz. Daha birkaç saat öncesinde sağlık bakanı basın toplantısı düzenlerken bu konuya dair en ufak bir şey söylememiş sadece ‘güneşli havadan ötürü sokakların cazibesine kapılmayalım’ demişti. Haftalardır tartışılan sokağa çıkma yasağı birtakım önlemler ile adım adım gelmişti aslında. Önce 65 yaş üstüne gelen yasak ardından 20 yaş altına gelen yasak derken halk olarak sokağa çıkma oranını elimizden geldiğince azaltmaya gayret ediyorduk. Ama bir altyazı ile geçilen bu mühim karar insanları birden telaşa sürüklemiş ve inanılmaz bir kaosu gözler önüne sermişti.

Haftalardır yapılan uyarılar, haberler, olayın ciddiyeti bir anda kaybolmuş ve insanlar gerek yayan gerekse araçları ile en yakın market, bakkal ve benzinliklere akın etmişti bile. Vatandaş olarak izlerken son derece utanç duyduğum görüntüler gördüm/gördük. Bilim kurulundaki her bir uzmandan ısrarla duyduğumuz ve bir anda hayatımıza katılan ‘sosyal mesafe’ kuralı sanki hiç duyulmamış gibi katledilmiş, bulaşıcılığı son derece kolay olduğu için maske ve eldiven konusunda sürekli uyarılar yapılmasına rağmen uyarılar sanki hiç yapılmamış gibi akın etmişti insanlar buldukları en yakın yerlere.

Maskesiz, eldivensiz insanlar, sosyal mesafeye uymadan üst üste yığılan kalabalıklar, bunlar da yetmiyormuş gibi kavga eden ahmaklar! Edep yahu dedirtti hepimize. Peki suçlu kim?

Yönetim ve yönetme kabiliyetinin ne kadar mühim olduğunu idrak ettiğimiz bir iki saatlik dilime şahit olduk. Sürecin aslında o kadar da iyi yönetilmediğini bu gece yapılan bu büyük ihmalkarlık ile görmüş olduk. Önümüzdeki iki hafta boyunca vaka artışında olacak yükselişten ilk olarak hükümet suçludur. Hükümet suçludur çünkü;

-Böylesi olağan bir durumda sokağa çıkma yasağı haberlerde son dakika haberi olarak geçme rahatlığında verilmemeliydi. İnsanlar saat 24:00 itibari ile yasağın başlayacağını öğrenince panik hali ile sokaklara döküldü bunun önü alınmalıydı.

-Yasağı içişleri bakanı düzenleyeceği basın toplantısı ile bizzat birinci ağızdan vermeli halkı bizzat kendisi haberdar ederek oluşacak olan kaos ortamını dizginlemeliydi.

-Yasağa dair genelge karardan sonra değil bizzat bakanın düzenleyeceği toplantıda yine onun tarafından izah edilmeli ve halka fırınların, su dağıtım şirketlerinin açık olacağını söyleyerek kaosun önüne geçilmeliydi.

-Virüs ana merkezi İstanbul’da böyle bir karar alınacaksa şehrin güvenlik güçleri ve gözbebeği bekçileri mahallelerde ve işlek yerlerde sosyal mesafeyi koruma ve yığılmaları önleme adına koordine edilmeliydi. Bu konuda halka suistimal alanı tanınmamalıydı.

-Belediyeler önceden haberdar edilmeli, belediye başkanları yasağı halk ile beraber televizyondan öğrenmemeliydi. Oluşabilecek yığılmalar konusunda belediyeler ile işbirliği yapılmalı ve halkın sakinliği yine iller bazında belediye başkanları ile ortaklaşa sağlanmalıydı.

Bunlar ve bunlar gibi birçok sebepten ötürü 10 Nisan 2020 günü hükümet Çin virüsü ile mücadele konusunda bugüne kadar verilen ama iyi ama kötü tüm mücadeleyi baltalamış ve sonuçlarını en az iki hafta sonra göreceğimiz karanlık bir sürece bizleri itmiştir. Peki tek suçlu hükümet miydi?

Öyle sanıyorum ki birçoğumuz yaklaşık bir aydır evlerimizdeyiz. Bu virüs ile bugün tanışmadık. Gerek sağlık bakanı gerekse uzmanlar herkesin kendisini karantina altına alması gerektiğini, bir süre izole edilmemiz gerektiğini neredeyse yalvarırcasına anlatıyordu. Anlaşılmayan noktalarda ilk olarak kafe/avm gibi toplulukların olabileceği alanlar kapatılmaya, kuaför/berber gibi insan sirkülasyonunun olduğu yerlerin de kapatılması ile yasaklar peşi sıra gelmeye başlamıştı. Bu sürecin hemen bitmeyeceğini hepimiz biliyorduk. Alışverişlerimizi bu sebepten ona göre yapıyor temel ihtiyaçlarımızı bizi en az bir iki hafta götürecek şekilde alıyorduk. ALMIYORMUŞUZ! LUPPO’YU VE ISPANAĞI UNUTMUŞUZ! Bu akşama dair görüntüleri izlerken o kadar üzüldüm o kadar ah vah ettim ki! Her akşam açıklanan ölüm sayılarını sadece sayıdan ibaret gördüğümüzü, canımız yanmadığı için virüsü ciddiye almadığımızı düşündüm. İki gün için bu kadar bilinçsizce hareket etmeye değer miydi?

Gerçekten ama gerçekten ihtiyacı olan insanları anlarım ama şu olaya akıl erdiremiyorum. Evlerinizde sizi iki gün idare edecek yiyeceğiniz gerçekten yok muydu? Böyle bir zamanda alkol almak için, kola almak için sokaklara dökülmenize değdi mi? Özellikle İstanbullular böylesi ölümcül riski nasıl göze alabildi? Üç haftaya kalmaz hastaneden direkt mezarlığa sevdikleriniz defnedilmeye götürüldüğünde son bir kez görememenin acısı ile bir ömür geçecek mi? Öfkeliyim çünkü bu gece yaşananları bilinçsiz olmamaya yoruyorum. Öfkeliyim çünkü bu süreci iyice içinden çıkılmaz bir hâle sokmuş olma durumundan korkuyorum. İki gün yahu iki gün! Yarın yapacağınız pilav sizi pazartesi gününe kadar götürebilecekken böylesi tedbir almadan yığınlar oluşturarak binlerce insanın hayatını tehlikeye atmış olmanıza kızıyorum!

Biz beş kişilik bir aile olarak ilk yasaklar gelmeye başladığında evdeki eksiklerimizi tespit etmiş ve temel ihtiyaçlarımızı stokçuluk olmayacak şekilde temin etmiştik. İşimizi ne hükümete ne de bir başkasına bırakmış ve aile içerisinde kendi yönetimimizi kurmuştuk. Bu sebeple bu akşam birçok İstanbullu dışarda iken ben ailemle evimde olan biteni güvenli bir şekilde takip edebildim. Bu virüs şakaya gelmez, önce kendi tedbirimizi almak zorundayız! Kendimiz için, birbirimiz için, bu günleri bir an önce aşabilmek için en ufak ihmalkarlığa geçit vermemeliyiz!

Daha sıkıntılı zamanlarımızda, daha sakin olacağımız, mantığımız ile hareket edeceğimiz sağlıklı ve güvenli günlerimiz olsun!

Esen kalın.

Tarih bilinci; tozlu raflarda kalmış, çoktan seçmeli şıklar arasında kaybolmuş, yaprak testlerle donatılmış bir zaman dilimine sığdırılmıştır. Tarih, bir öğrencinin sınavlarda doğru şıkkı bulma çabasıyla sınırlı kalmıştır. Oysa bizim tarihimiz unutulacak bir tarih değildir. Unutulmayı asla hak etmiyor!

Zamanın gençleri okula gelme imkânı bulmuşken bundan kaçıyor. Oysaki bu milletin ecdadı “Vatan elden gidiyor” diye kalemini sırasında, oynadığı topu bahçede bırakıp Çanakkale’ye koşan on beşli yaşlarda çocuklardı. Bu topraklar için iki yüz elli bin genç yürek canından, evladından, anasından,
babasından, kardeşinden eşinden geçti de o gözünü kan bürümüş zalimler göz koydukları Çanakkale’yi geçmedi, geçemedi…

Çanakkale yalnızca bir silah çarpışması değil; dünden bugüne eskimeyen bir tarih, kendi içinde anlatılması mümkün olmayan bir derstir. Çanakkale, tarihi boyunca hürriyet yoluna baş koymuş Türk milletinin anlayabileceği bir ruhtur. Orası toprağı namus bilen bir millet ile bu kutsalı işgal etmeyi
kendine hak sayan bir dünya hadsizin amansız çarpışmasıdır. Düşman askerinin gücü, kocaman topları, kan kusan bombaları, henüz sakalı bitmemiş Mehmetçiğin gözünü korkutmamıştır, korkutmaya yetmemiştir. Çanakkale, esarete başa kaldıran Kürşad’ın ve haçlı sürüsüne hak ettiğini
veren Fatih’in torunlarının tarihe tanıklığıdır. Çanakkale sadece cepheye gidenlerin zaferi değil, evladını geri dönmeyeceğini bile bile cepheye gönderen ve bu uğurda yetiştiren anaların sessiz feryadıdır.
Zordur bu ruhu anlamak. Ancak bu milletin evladı anlayabilir bu ruhu. Ancak onlar anlatabilir yeni nesillere Türk evladının neler uğruna, ne şartlarda harp ettiğini; toprakların kızıl kana niçin bulandığını, ay yıldızın nasıl dalgalandığını, Çanakkale’de bir Türk’ün dünyaya bedel olduğunu.
Dün Çanakkale’yi kazandıran ruh şimdilerde sinelerden sökülmek isteniyor. Bunu silahla yapamayacağını anlayan düşman elbette vazgeçmiş değil, Çanakkale’de acı bir tecrübe almış olsa da şimdilerde yöntem değiştirerek işgal peşindeler. Bu milletin bedenine değil bu sefer, ruhuna
kastediyorlar. Türlü oyunlar ve kılıflarla bizi biz yapan değerlere bıçak bilemekle meşguller.

Ey, yirmi birinci yüzyıl gençleri!
Bu; bedenlerini siper eden henüz on beşlik şehitlere, vatan için can alıp can vermeyi görev bilen başbuğlara ihanet, nankörlük değil de nedir? “Allah Allah!” nidasıyla hücuma kalkıp, geriye dönmeyi aklından bile geçirmeyenlerin şehadetiydi Çanakkale. Onların en zor zamanlarda bile secdeye vardıkları pak alınları, tarihin verdiği haklı bir onurları, en fazla üç dakikaya kadar can vereceğini bilerek vatan için şehadet şerbetini zevkle içmelerinin bilinciyle kazandığı bu hamuru kanla yoğurulmuş toprağa nankörlük yakışmaz onların torunlarına. Topyekûn İslam’a ve Türk milletine kastedilen o amansız mücadeledeki iki yüz elli bin delikanlı hep on beşinde kalmaya karar kılmıştır. Ege’nin sularına gömülen, Gelibolu yamaçlarında önleri kesilen düşman; Türk milletinde başbuğları tükenmiş sandı, Mustafa Kemal önlerini kesmeden evvel. Kan ve gözyaşı ile sulanarak bereketlenen bu topraklarda asker mi biter? Öyle ya boşuna mı denilmişti, “Her Türk asker doğar” diye? Bize düşen alnında açmamış gül goncalarıyla, siper diplerinde şehadet eden vatan güllerinin bayrak yarışını devam ettirmektir.

Ben bir Türk’üm; dinim, cinsim uludur;
Sinem, özüm ateş ile doludur.
İnsan olan vatanının kuludur.
Türk evladı evde durmaz giderim.
Muhammed’in kitabını kaldırtmam;
Osmancık’ın bayrağını aldırtmam;
Düşmanımı vatanıma saldırtmam.
Tanrı evi viran olmaz, giderim.


Bu satırlar Türk milletinin şiarı niteliğindedir. Ecdadın emanetine sahip çıkmak ve ileriye taşımak zorundayız, borçluyuz. Bu bizim en büyük ülkümüz olmalıdır. İnandığı değerler uğruna ölümü göze alamayan, sınırlarını başkasının çizdiği coğrafyada başkasının kurallarıyla yaşar.
Unutulmamalıdır ki vatan ve hürriyet uğruna koyulmayan baş, bir gün düşman postalının önünde eğilir.

Tuğba ŞAHİN

2020 yılı, ilk üç ayı ile tarihe damga vurmayı şimdiden başarmış görünüyor. Ülkemizin başından geçen olayların ağırlığı şimdilerde yerini tüm dünyayı ele geçiren Covid-19 virüs vakası ile sınıyor. Çin’de ortaya çıkan ve dünya geneline yayılan bu garip hadisenin çıktıları bizim için hep olumsuz gözükse bile, kendi adımıza bu süreçten çıkarılabilecek iyi şeyler toparlamak istedik. Malum süreç, Pazartesi günü itibari ile ülkemizde keskin önlemler alınarak hayatı asgari ihtiyaçlar dışında bir süreliğine durdurmuş görünüyor. Nisan sonuna kadar alınan tedbirler gereği ertelenen toplu organizasyonlar ve şu an için yalnızca üç hafta ile sınırlandırılsa da sonrasında artırılabilecek tatiller…

Bu süre zarfını kendimiz için, ülkemiz için ve dünya insanlığı için faydalı şekilde nasıl geçirebiliriz bunu konuşmak istedik. Ekonomi okuması yapanlar bilirler, bazı durumlarda krizler fırsatları doğurur.

İlk olarak, özellikle öğrenci arkadaşlarımızın “Kitap okumak için zaman olmuyor” bahanesi ile ertelenen okuma zamanları, durdurulmuş bu zaman diliminde onlara muhteşem fırsatlar tanıyor. Bir türlü başlamaya zaman bulamadığımız okuma listelerimiz, akademik çalışmalarımızdan vakit ayıramadığımız akademi dışı okumalarımız için enfes bir dönemdeyiz. Özellikle toplum psikolojisi okumaları, benzer zaman dilimlerini içeren kurgu okumalarını bu dönem için tavsiye ederim.

Yakın zamanda okumuş olduğum Eric Hoffer’ın Kesin İnançlılar, Le Bon’un Toplum Psikolojisi, Jose Saramago’nun Körlük adlı kitaplarını içinde bulunduğumuz durumları anlamlandırmamıza yardımcı olacak eserler olarak sizlere tavsiye edebilirim.

İkinci başlık olarak diyebiliriz ki, “bu dönem” devlet kurumlarımız ve bizler için dijital dönüşümü doğrudan deneyimlemeye imkan sağladı. Okulların tatil edilmesi ile eğitimin ikinci haftasının doğrudan Milli Eğitim Bakanlığı tarafından internet ve seçili televizyon kanalı üzerinden sağlanacağının açıklaması, ülkemizin geleceğe yönelik dijital dönüşüm denemelerine aralanan bir kapı olarak değerlendirilmelidir. Altyapısı hazır üniversiteler tarafından yine akademik eğitim için de böyle bir sınav ilk kez verilecek. Bu süreci linç ederek değil; nelerin eksik, nelerin tam ya da onarılabilir olduğunun geri bildirimlerini vererek geçirirsek Corona krizinden dijital dönüşüm fırsatı elde etmek mümkün kılınabilir.

Yine dönüşümün başka kısmı olarak; iş yerlerinde çalışmanın, topluluk halinde hareket etmenin dezavantajlı olduğu bu dönemde birçok iş kolu için çalışanlara evden çalışma fırsatı verilmelidir. Burada sağlanan verimlilik ölçümlenerek, geleceğe dair yatırım olarak, kriz döneminin atlatılması gelecek planlarımızı şekillendirmemize veri üretmelidir.

Başka bir başlık ise, son birkaç yılda ismini çok kez duyduğumuz post-truth (hakikat ötesi) zamanlarının gerçek veriler ile karşılaştırılmasıdır. Bu sayede hakikat ötesinin iletişim aracı olan sosyal medyanın ürettiği bilgi kirliliği gözlemlenebilir. Kurumlarımız tarafından dünya ülkelerinin çok üzerinde yönetilen kriz döneminde kurumların yaptığı açıklamalar dikkatle takip edilmelidir. Kurumsal veriler ile sosyal medyanın arasında oluşan kirli bilgi veya fake news dediğimiz yalan haberler ayıklanmalıdır. Corona dönemi, bize kirli bilgi ile mücadelenin önemini bir kez daha hatırlatmıştır.

İhmal etmeden küçük bir başlık daha ekleyelim. Özellikle severek takip ettiğimiz konuşmalar, konferanslar ve kongrelerin Youtube kayıtlarının bu süreçte izlenmesi mümkündür. Malumunuz artık birçok kuruluş haftalık toplantılarını kayıtlar halinde çeşitli portal sitelerine taşıyor. Yine udemy vb. uygulamaların online-ücretsiz eğitimleri önümüzdeki zaman diliminde değerlendirilebilir. Youtube’da bulunan, ilk aşamadan başlayan farklı diller için hazırlanmış ders kayıtları yine zamanı verimli ve çeşitli hale getirmemize olanak sağlayacaktır. Netflix belgeselleri ise sanırım haber bombardımanlarının arasından kaçmak için en muhteşem fırsatlar arasında görünüyor. 

Ayrıca evlerimizde ailelerimiz ile geçireceğimiz kıymetli zamanları değerlendirmeli, sohbet ortamları ile aile ilişkilerimizi güçlendirmek için önümüzdeki zaman dilimi fırsat olarak görülmelidir.

Dünyanın en ilginç zamanlarında yaşıyor olmanın kazandırdığı tecrübeler bize ilerleyen zamanlarda fayda sağlar mı bilinmez… Fakat unutmamamız gereken, benzeri süreçlerde insanın ilacının yine insan olduğu ve zaman bize neyi getirirse getirsin içinde bulunulan durumda bir öğrenme gerekliliği hissetmektir.

Sağlıkla kalın.

Murat Pehlivanoğlu