Yıllar yıllar önce henüz sinema konusunda çok bir birikimim yokken (Gaspar Noe filmlerinde “Tanrı imgesi” diye sinema felsefesi ödevi yaptığım için duayen oldum çünkü, aynen.) Kader filmini izlemiştim
ve ben de her izleyen gibi ”aaa mutlu olabilirlerdi aslında” kafasında “duygusal topluk” yapmıştım. Yıllar geçtikçe benim de Bekir ve Uğur’a bakışım değişti. Kendimi Türk milliyetçisi bir cenaha ait hissetsem de çok farklı görüşten insanlarla beraber eğitim aldım ve onlarla tartışma imkânı buldum. Bu dostlarımla görüşlerimi paylaşınca da ortak bir kanıda olduğumuzu gördüm.

Bekir, babasının otoritesi altında yetişmiş, okumamış, doğal olarak da babasının çizdiği hayata ayak uydurmaya mahkûm bir delikanlı. Pasif agresif, fikirlerini belirtmekte güçlük çeken, sevgisini bile ifade etmekte zorlanan bir karakter. Uğur’la karşılaşıp ona karşı duyguları olduğunu fark ettiğinde dahi Uğur’un bulunduğu toplumsal sınıf dolayısıyla kendisiyle Uğur’u denk göremiyor. Büyük ihtimalle kafasında kurduğu şey şu oluyor: Bu kızı zaten yaşadığı hayat yüzünden ailem kabul etmez, belki bu yaşıma kadar hiçbir kadınla duygusal-cinsel bir yakınlaşma yaşamamış olmamı onunla telafi edebilirim ama evlenemem. Tamamen bu şekilde düşünüyor sonra Uğur’un sevgilisi hapse girince kendisinde, Uğur’un yanına gitme cesareti bulabiliyor. Uğur, her zaman açık sözlü, istemediği şeyleri dillendirebilen, rahatlıkla kendini ifade edip kendini koruyabilen birisi. Bu sebeple de düşük seviyeli ortamlarda dahi minimum bir zararla hayatını sürdüyor. En fazla iki sarhoşla uğraşıyor ama Bekir tam tersine hem bunlarla uğraşıp hem Uğur’a kendini sevdirmeye çalışıyor hem de Uğur’un hapishanedeki sevgilisini kolluyor. İnanılmaz ezik, inanılmaz basit bir hayat yaşıyor. Uğur’un kendisini sevmeyeceği belli olmasına rağmen lüzumsuz bir umut besliyor. Yani ülkemizdeki işlenen kadın cinayetlerinin birçoğunun alt yapısını oluşturan şeyi yapıyor, “takıntılı bir şekilde bir kadını takip ediyor”. Bekir cinayet işleyemez çünkü Bekir, baba otoritesi kadar devlet otoritesinden de inanılmaz korkuyor. Gece vakti çocuğuna ilaç almaya giderken uyuşturucu içip, Uğur’a inanılmaz cinsiyetçi söylemlerde bulunup sonra yine Uğur’un kapısına gidiyor. Size de tanıdık geliyor mu? Her gün Twitter’da tag açtığımız kadınların hayatına ne kadar benziyor değil mi? Israrlı takip, sevgi bekleme, hakaret, kadını kötü görme, nefret etme… Hâlbuki Bekir ne kadar normal bir baba profili çiziyor insanlara. Karısıyla babasının emrini ikiletmeden evleniyor, çocukları oluyor. Evlilik hayatını ortalama bir Türk ailesi olarak sürdürebiliyor ama takıntıları onu bir yerden başka bir yere sürüklüyor. Bekir’i anlayıp hak vermek değil, Bekir’i ve temsil ettiği profili alıp tedavi etmek gerekiyor.

İkinci bahsedeceğim erkek tiplemesi de Atsız’ın Deli Kurt kitabının başkarakteri İsa. İsa’nın yaşadığı hayat, zorluklar, tarihî bir karakteri temsil etmesi sempati uyandırıyor. Ayrıca inanılmaz efendi, Anadolu’nun yıllardır anlatılan o, ana babaya saygılı, herkesin sevdiği delikanlı tipini temsil ediyor. Büyük ihtimalle yakışıklı da. Tabii yakışıklı kavramının o dönemde neye karşılık geldiğini bilemiyorum ama Atsız’ın genel olarak asker tipli kişileri yakışıklı olarak tasvir ettiğine gelirsek o minvalde hayal gücümüze sığınabiliriz. Hatta karşısına çıkan Gökçen’i ne kadar güzel tasvir ederseniz edin, belki Gökçen güzel bir kız değildir bile. Kitabın ve Ruh Adam‘ın içeriğinde “zaten kaderi olan” kadınlarla karşılaşan adamlar var. Bir suç işlenmeli, ihanet edilmeli ve bunun cezası çekilmeli. İsa’nın en büyük yanlışı Gökçen’e âşık olması, karısını aldatması değil bence, “insanların ondan beklediği gibi hareket ediyor olması.” Anadolu’nun bilinmeyen özelliklerinden biri de sadakat konusunu bizim kadar önemsememeleri olabilir. Onlar, aldatıldığı için boşanan insanlara anlam veremezler. İsa karakteri de buna güvenerek hareket ediyor fakat toplumsal kabulün dışına çıkmaktan da inanılmaz korkuyor. Bu “devletçi-askerci” profil haklıyla haksızı ayırt etmeyi güçleştiren, sığ görüşlü erkek tipini doğuruyor. Gücünü ve emeğini pazarlayan erillik, bu işlemden zarar görmüyormuş gibi kendisini satın alana karşı büyük bir bağ kuruyor. Hegel’in Efendi-Köle‘sini biraz değiştirelim mesela. Anadoluvari yapalım.
Bilincin öz bilinç aşamasına geçmesi için kendisini gerçekleştirmesi gerekir değil mi? Yani doğayı kendisinin dönüştürdüğünü, öz bilinçten daha yararlı olduğunu idrak eder ve öz bilinç aşamasına geçtiği kısım idrak aşaması olur. Buna bence en güzel örnekler isyan eden erkeklerdir. Celâlî isyanlarına bakabiliriz. En ufak şekilde parasını alamadığı için isyan edip devlet görevlisini yıkmaya cüret eden erkek tipiyle, kaderine razı gelip kuru soğana muhtaç olan erkek tipi arasında yaşıyoruz. Sahabe Ebu Zer’e atfedilen ”Geceyi aç geçirip de kılıcına davranmayanın aklından şüphe ederim.” sözüyle, ”Cebinde telefon var açım diyorsun.” diye zavallı insanların sokaklarda yırtık kıyafetlerle dilenmeden zor durumda olduğuna inanmayanlar arasında yaşıyoruz.

Üçüncü olarak çok düşündüm Memati mi Deli Yürek mi…. İnsanların mizah amaçlı bile olsa paylaştığı şeylerin -ki ben de gayet paylaşıyorum- aslında nasıl bir tepki oluşturduğuna değinmek istedim. Memati leş bir karakter zaten, ilişkisini değerlendirmek bile bence kadın-erkek ilişkilerine hakaret
niteliğinde. Zorba ve tehditkâr bir şekilde bir kadına yaklaşmayı komik ve ironik bir şekilde sunabileceklerini sanmaları ve bunu kimsenin dillendirmeyeceğini düşünmeleri… Ne diyebilirim ki Türk dizisi senaristlerinin genelinde böyle bir huy var. Deli Yürek’i seçme sebebim ise hem bizim çocukluğumuza denk gelmesi hem de başına gelen birçok şeye rağmen efendiliğini korumaya çalışmasıydı. Aslında bu kabadayı tip akımındaki en düzgün karakter oydu. Zeynebim türküsünü dinlerken ”Mamaş’ın köyüü” diyecek diye heyecanla bekliyordum ben… (Köken belirtmeye bak, düz Sivaslısın aga tamam.) Sevginin ve sevilmenin diğer dizilere nispetle elle tutulur bir şekilde anlatıldığı bir diziydi fakat her şeye rağmen bolca lüzumsuz kabadayılık içeren bir “mafyatik” diziydi. Toplumun en çok etkilendiği karakterlerden biriydi Polat dalgası çıkana kadar. Sonrasında daha farklı oldu elbette. Bu, “siyah uzun montlar” ve “rugan erkek ayakkabıları” modasından bizi kurtaran “basket şortlu site çocuklarına” ve “Z kuşağına” teşekkürü ayrıca borç bilirim. İyi ki varsınız…

Mafyatik tipin bir kadına zarar verme ihtimalini değerlendirsem de bu insanların en büyük meselelerinin diğer erkeklerle olduğunu da söylemekte fayda var. Sokak ortasında birini vurup polis gelene kadar ölmesini bekleyen insanlarla dolu bir memlekette, erkek cinsiyetin iktidarla iktidarsız bir ilişkide olduğunu söylemek yalan olmaz. Çünkü kendilerini koruyacak bir erk olduğunu düşünüyorlar. Bu konuda haklılar, her hâlükârda korunuyorlar. Diğer yandan da iktidarla çatışmaktan inanılmaz korkuyorlar çünkü kendilerini toplumda silahsız, bıçaksız, kaba güç kullanmadan kabul ettirip kendilerine saygı duymalarını sağlayamıyorlar. Yani iktidarsız olduklarını ortaya çıkaracak bir iktidara kesinlikle karşılar.

Kadınları, gencecik üniversite öğrencilerini polislerin yaka paça içeri almasından büyük bir keyif alan bu erkek tipi, kendileri polisle karşı karşıya geldiklerinde araya birilerini sokmadan konuşmak istemiyorlar. Önce bir tanıdıklar araya girsin, iktidar sahibi olduğu gösterilsin sonra işlem yapılsın (yapılırsa(!)). Evde, işte, sokakta her şekilde kendi iğrenç kimliklerini topluma din veya kabadayılık kisvesi altında kabul ettirmeye çalışanlara karşılık; hayatını birilerinin fikirlerine göre değil kendine göre kurmuş, zalimlerden başka kimseyle derdi olmayan, hangi işi yaparsa yapsın kimsenin kendisinden daha aşağıda olduğunu düşünmeyen erkeklere de sadece “Lütfen daha çok insanla muhatap olun da size özensinler.” demekten başka bir şey diyemiyorum…

Mişa Dirahşan

İnsan varoluşundan beri evreni sorgulamış ve bir yere ait olma hissiyatına kapılmıştır. Zamanla dinler olgusu çıkmıştır. Dünya tarihinde din olgusu çokça savaşa, krize sebep olmuştur. Dinler arası mücadeleyi göz ardı etmek mümkün olamaz. Orta Doğu’da ortaya çıkan Hristiyanlık, pusulasını zamanla Batı’ya çevirmiştir. 300 yıl kadar Roma İmparatorluğu tarafından zulümlere maruz kalan Hristiyanlar, Milan Fermanı ile serbest kaldı. 380 yılında ise İmparator I. Theodosios tarafından Hristiyanlık, devletin resmî dini hâline geldi.

Hristiyanlığın resmî din hâline gelmesiyle din içi çatışmalar, farklı gruplar ortaya çıktı. “Nasturilik”, “Monofizitler” ve “Diyofizitler” gibi ayrışmalar oluştu. 1054 yılında Katoliklik ve Ortodoksluk mezhepleri meydana geldi. 1517 yılında ise Katolik Kilisesi’ne karşı bir başkaldırı yaşandı. Martin Luther’in bildirisinin Wittenberg Kilisesi’ne asılmasıyla Protestan mezhebi vuku buldu.

Katolikler ana kaynak olarak İncil’e, Protestanlar ise Tevrat’ın 5 kitabına inanırlar. Martin Luther’e göre Yahudiler Hz. İsa’nın katili değildi. Bunun yanı sıra Katolikler, reforma ve Papa’ya karşı dini anlamak gerektiğini ve kurtuluşun yalnızca imanla olabileceğini savunmaya başladılar. Protestan grubun mihenk taşı ise kutsal kitaba bağlanma inancı olmuştur. Bu yüzden de dine (Hristiyanlık) çağrı başlamış ve Evanjelizm vuku bulmuştur.

Evanjelizm “İncil’i yayma” anlamına gelmektedir. Dört İncil’in yazarları olan Matta, Markos, Luka, Yuhanna da 4 büyük evanjelist olarak adlandırılır. Evanjelist kişiler dine çağırım yapan kişilerdir. Sloganları “Hayatını Mesih’in yaşadığı gibi yaşa.”dır. Evanjelizm aynı zamanda “kökten dincilik”tir. Hem dinden uzaklaşmış hem de Hristiyan olmayan insanlara, misyonerlik faaliyetini ulaştırırlar. Misyonerlik; Hristiyan olmayan ülkelerde vuku bulan Hristiyan propagandalarının tümüne denir. Bununla vazifeli kimselere de “misyoner” denir.

Evanjelizmin doğuşunda Luthercilik, Kalvincilik, Anglikan geleneği, Baptistlik etkili oldu. 1632’de Hollanda ve İngiltere’deki Katoliklere “Püriten” denirdi. Protestanlık önce Püritenlik, sonra Evanjelizm olarak anıldı, günümüzde ise Siyonist Hristiyanlık olarak anılıyor. 18.yy.da Amerika’da yükselişe geçen Evanjelistler, her Evanjelik değişimi ve yeniden doğuşu kabul eder ve bu yüzden kendilerini diğer Hristiyanlardan üstün görürler. Etkin müjdecidirler. Evanjelistler Tanrı’yı kıyamete zorlamaya çalışırlar. Hristiyan olmayanlardan çok, Hristiyan olanların kendi iç dünyalarına ve dine yaklaşmalarını ilk gaye edinmişlerdir. Her Evanjelik bir Protestan’dır ama her Protestan, bir Evanjelik değildir.

Evanjelistlerin serüvenleri boyunca inandıkları 7 aşama vardır:

  1. Yahudilerin Filistin’i ele geçirmeleri.
  2. Büyük İsrail devletinin kurulması.
  3. İncil’in tüm dünyada müjde olarak vaaz edilmesi.
  4. Yecüc ve Mecüc ordularının İsrail’i işgal etmesi ve 7 yıl süren felaket dönemi.
  5. İsa’nın dünyaya 2.kez gelmesi.
  6. Armageddon Savaşı’nın gerçekleşmesi.
  7. Kıyametin kopması, İncil’e ve Hz.İsa’ya inananların semaya yükselmesi.

Evanjelizmin yayılmasında en güçlü faktör vaazlardır. Evanjelistler, her pazar vaazlarına ve ayinlerine büyük önem gösterirler. Evanjelizmde ahlak çok önemlidir. Hatta bu mezhebin “Ahlaki Çoğunluk” adında bir kolu da mevcuttur. Bu harekette eş cinsellik, evlilik dışı ilişkiye girme, kâğıt oyunları, kürtaj toplumun edep ve ahlakına aykırı bulunduğundan reddedilmiştir. Evanjelik gençler her toplantısından sonra evlenene kadar temiz kalacaklarına yemin ederler.

Üniversitelerde de yapılanmaya gitmişlerdir. Kendi kurmuş oldukları Bob Jones, Liberty, Oral Roberts üniversitelerinde gerici ve çok katı kuralları bulunmaktadır.

Evanjelist hareketler ve misyonerlik faaliyetleri sadece bir din savaşı değil, aynı zamanda siyasi bir araç olarak kullanılmıştır. Ülkeleri sömürüp himayeleri altına almak ve “Batı’ya bağlı bir tanrı imparatorluğu” kurmak isterler.

Türkiye, jeopolitik ve jeostratejik konumu, yeraltı ve yer üstü kaynaklarının zenginliği, çok kültürlü yapıya sahip olması nedeniyle aç kurtların düşlerini her zaman süslemiştir. Evanjelistler, Türkiye planlarına ilk olarak misyonerlik faaliyetleriyle başladılar.

Misyonerler gittikleri ya da bulundukları toplumda asimile çalışmaları ile o bölgeleri kültürsüzleştirmek ve oradakilerin dinlerini değiştirmek için çaba sarf ederler. Bir toplumu kökten değiştirmek, dinini, dilini yok etmek için ok atılacak en güzel yer eğitim kurumlarıdır. Eğitim kurumlarına yerleşmiş hatta kendi kurumlarını Türkiye’de de açmışlardır. 

1820’de Evanjelistler Osmanlı İmparatorluğuna geldiler. Beyrut, Matta, Gaziantep ve İstanbul’da matbaa kurdular. İstanbul’da Bible House (İncil Evi),  Merzifon’da Amerikan Koleji, Maraş’ta Merkezî Türkiye Maraş Koleji‘ni kurdular. Bunun yanında 1900 civarında misyonerlik okullarını kurup eğitime açtılar. Öğrenciler, okul saatleri dışında cüzi bir ücretle kadınlara okuma yazma öğretip para kazanıyorlardı. Bu da onları bu okullarda okumaya teşvik edici sebeplerden biriydi. Bu okuldan mezun olan, İstanbul Kız Koleji’nde eğitimini tamamlıyordu. Türk-İstiklal Harbi sonrası cennet mekân Mustafa Kemal Atatürk, kurulan 1900 misyonerlik okulundan 1600’ünü kapadı. En sona kalan Bursa Amerikan Koleji de kapanınca bunların uzantısı Robert Koleji oldu. 

Misyonerlik faaliyetleri bölgesel olarak yürütülür. Misyonerler, gittikleri bölgenin coğrafi, siyasi, ekonomik durumuna göre kendilerine bir politika hazırlarlar. Şark Meselesi de bu misyonerlik faaliyetlerinin bir örneği niteliğindedir. Müslüman ve Türkler asıl hedeftir.

Cephede savaş vermek istemiyorlardı; gıda, sosyal medya, para oyunları vb. politikalar yürüttüler. Televanjelistler televizyon programlarını ele geçirdi. Misyonerliği anlatan TV programları, çizgi filmlerde İncil okuyan çocuklar ön plana çıkarıldı. Sosyal medya üzerinde “sanal misyonerlik” başladı. İzmir Protestan Kilisesi’ne hizmet eden bir site, her ay sanal üye toplayıp en geç 2 ay içerisinde “Para ve AB pasaportu vereceğiz.” yalanıyla gençleri tuzağa çekip Hristiyan yaptı. Bunu yaparken maddi durumu kötü gençleri seçip belli bir süre düzenli para yatırıp güzel kızları, yakışıklı erkekleri danışmanları yaptılar. Hristiyan olmaya karar veren gençleri her ay toplayarak bir otelde ayin yapıp onların dinlerini değiştirttiler. Aslında bunların ana amaçları dünyayı Hristiyanlaştırmak değil, sömürmekti. Öyle olsa çok önem verdikleri ahlak(!) konusuna eğilirler, Hristiyan ülkelerdeki ahlaksızlıklara ve sapkınlıklara yönelirlerdi. 

1797 yılında İzmir’e Amerikan ticaret gemisi geldi. 1810’da Board teşkilatı kuruldu, 1811’de de Amerika, İzmir’de “Amerikan Ticaret Evi” kurdu ve burayı konsolosluk olarak gösterdi. 1831 yılında Türkiye’nin her tarafında yoğun bir şekilde Amerikan konsoloslukları açılmaya başlandı. Artık çok net bir şekilde misyonerlik çalışmaları başlamıştı. Tek amaçları ticaret(!) yapmaktı. Amerikan Board, Türkiye’deki misyonerlik adına çalışan Fisk ve Parson’a şu mektubu yazdı “Bu mukaddes ve vaat edilmiş topraklar, silahsız bir Haçlı Seferi ile geri alınacaktır.” Bu toprakları kutsal toprak olarak görüp cephe savaşıyla değil akıl oyunlarıyla geri almak istiyorlar ve Türkleri buraya ait görmüyorlardı. Ayrıca Osmanlıyı bir “günah imparatorluğu” olarak gören Levi Parsons, şu cümleyi sık sık dile getirirdi “Bu günah imparatorluğunu çökertmek yeminim olsun.”

Misyonerliği ile ün salmış Tillman C. Trowbridge, Anadolu’da yaptığı geziden sonra şu cümleleri dile getirir “Türklerin gerek insan olarak kendileri, gerekse tüm toplumsal kurumları ilkeldir. Bunun bir nedeni ırksal, bir nedeni dinseldir. Türkler Hristiyanlaştırılmadıkça ve tüm kurumları Batılılaştırılmadıkça kurtuluş yoktur.” Bu cümlesiyle bariz bir şekilde Türk ve İslam düşmanlığını dile getirirken aynı zamanda algı operasyonu yapıyordu.

Misyonerler Müslümanlığı bir din olarak kabul etmezken aynı zamanda Hristiyanlığın baş rakibi olarak görüyorlar ve bunun için hâlâ tüm İslam ülkelerinde bu çalışmaları sürdürüyorlar. Onlar için en güçlü İslam ülkesi, Asya’nın anahtarı olduğu ve bu topraklara kutsiyet arz ettikleri için Türkiye’dir. Türkiye aynı zamanda ilk hedeftir. 

Türkiye’ye yönelik ilk misyonerlik çalışması da Ermeniler arasında başlatıldı. Yunan, Ermeni, Bulgar isyanlarında bu misyonerlik çalışmaları başrol oldu. Bu süre zarfında misyonerliğe inanmış ve misyoner olan Ermeniler için “Evanjelist Ermeni Kilisesi” inşa edildi. 

Misyonerler, Kitab-ı Mukaddes’e ve Yahudi kitaplarına büyük bir inanç duyarlar. Yahudilere göre Armageddon Savaşı, Magedon tepesi etrafında ve Müslüman ordusunun İsrailoğullarına saldırmasıyla gerçekleşecektir. Siyonist Hristiyanlar bu inancın yanında, Süleyman Tapınağı’nın tekrar inşa edileceğine ve Hz. İsa’nın beyaz atıyla tapınaktan içeri gireceğine inanırlar. Süleyman Tapınağı’nın da inşa edilebilmesi için Müslümanların yenilmesi ve Mescid-i Aksa’nın yıkılması gerekmektedir.

Hristiyanlara göre Armageddon Savaşı’ndan az önce İsa Mesih gelecektir. Bu yüzden de Evanjelistler Tanrı’yı Kıyamet (Armageddon) Savaşı’na zorlamaktadır. Hristiyanlığın yayılmasında Türkler, onlara göre bir tehlike arz eder. Mesih’in gelişinin gecikmesi de Türkler yüzündendir. Mesih’in bir an önce gelmesi için Türkler ortadan kaldırılmalı, Tanrı kıyamete zorlanmalıdır.

Türkler yaşamları boyunca ne mağlubiyeti ne de esareti benimsemişlerdir. Türk denildiğinde İslam, İslam denildiğinde ise Türk akla gelmeye devam edecektir. Kurulan politikaları, oyunları bir bir bozacağız. Türklük ve İslamiyet bölünmez bir bütündür.

Günümüzde ülkemizin sınırları içerisinde hâlâ bu politikaları güden misyonerler vardır. Suriye sınırımızda dönen haince planlar, Güneydoğu sorunumuz hep bu fikriyatın eseridir. 

Elif Gökçe Demez

Cumhuriyetin yüzü ağır ağır Orta Doğu’ya dönüyor. Katar, en yakın olduğumuz ülke. ”Eurovision’a bu sene Tarkan mı gidecek?” konulu tartışmaların arkasından Avrupa Birliği Uyum Yasaları ya da Kopenhag Kriterleri haberleri gelmiyor artık.

Refah gömleğine çıkartıp laik, sosyal, liberal, batıya dönük muhafazakâr bileşenlerin birlikte kurduğu parti 18 yıldır iktidarda. Zaman içerisinde bu ittifak yapısının bağlayıcı, ortak sesleri önemseyen özneleri geri plana atıldı. İktidarın medya şövalyelerinin yüz hatları gittikçe gerildi ve meymenetsizleşti. Artık çok sinirliler ve öfkeleri, komşularını öldürmek için liste yapacak cinnete kadar evrildi. Radikalleşen düşünceleri ”Mağazalar beni ibne yapmaya çalışıyor!” çağrılarını içerir oldu. (Sanki Sauron dünyasını anlatıyorum.)

Özellikle 2010 sonrası hızla kutuplaşan ülke dinamiklerinden nemalanan ve iktidar için her aracı haklı kılan yapının, mevcut tek sesli ve hoşgörüsüz hâline gelmeden önceki hâliyle şimdiki hâlinin farklarına dair incelemeler ve değerlendirmeler uzun yıllar gündemde kalacaktır.

Yeni bir kuşak… Ellerinde tabletleriyle internet aleminin içine doğan bu insanlar, konuşurken sözlerini sakınmıyorlar. Kendi akranlarıyla oynadıkları oyunlarda uluslararası temaslarda bulunabiliyorlar. Dünyanın çok farklı yerlerinden, hiç görmedikleri dostlar edindiler. Yaşadıkları hayatın kalitesini karşılaştırabiliyorlar. Sosyal medya düzenlemesinin ardından gelecek daha ağır hak ihlallerinin önünü açmak için kullanılacağını da gayet iyi biliyorlar.


Gençlerin karşısına sosyal medya ve Netflix kısıtlamalarıyla gelmek ne sağlar?

Müthiş bir hata var ortada. Gelecek seçimi kazanmak adına kendi içinde safları sıklaştırmak isteyen siyasi gelenek, en az 100 yıllık kuyusunu bizzat kendisi kazıyor. Kısıtlamaların, özgürlüklerin ve pahalılığın partisinin iflas etmiş siyasi geleneği, şimdilerde kırsal-kasaba köklerindeki mukaddesata oynuyor. Ayasofya düzenlemesi ve bugün icra edilecek eylemler de tamamen bu kökle ilgili.

Halkın çözümünü istediği ilk 5 sorun arasında, Ayasofya kaçıncı sırada yer alıyor?

Ortada bir sorun da yoktu…

Ayasofya, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin ”cami” tapu kayıtlı, mirasçısı olduğu devletten devraldığı büyük bir zafer sembolüdür. İçerisinde namaz kılınan bir bölümü de vardır.

İstanbul’un ikinci fatihi olmasaydı sanki ortada Ayasofya kalacakmış gibi, söz konusu düzenleme, her zamanki gibi Mustafa Kemal Atatürk ile bir hesaplaşma aracı olarak kullanıldı. Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu; oy güdümlü, ”anı yaşayanların” hakaretlerine uğradı. ”Zincirler kırıldı!” sloganıyla, Atatürk’ün Ayasofya’yı İslam’dan aldığı düşüncesi(!) sıklıkla vurgulandı.
Ayasofya’nın müzeden camiye çevrilmesi, ülkemizin herhangi bir sorununa herhangi bir çözüm değil. Hâlihazırda tapusu cami olan evrensel bir kültür mirasının ”Zincirler kırıldı.” sloganıyla açılmasının, geçim sıkıntısı altında her gün un ufak olan insanımıza bir merhem olması da zaten mümkün değil.

Gençleriniz AB ülkelerine gitme planları yapıyorsa hayat standartları oradaki akranlarından binlerce kere daha “kötüyse” işte o zaman bir medeniyet mücadelesini kaybetmişsiniz demektir.

Ana vatanın çocuklarını ve onların hayallerini kaybetmemiz, Ayasofya’nın sanki haçlılardan geri alınmış iması ve makyajıyla açılışından çok daha önemli bir sorundur. Gençlerini, insanlarını memnun edemedikten, hak ettikleri gibi yaşatamadıktan sonra Ayasofya’nın camiye çevrilmesi karşılıksız ve çaresiz bir hamle gibi duruyor.

Diğer yandan muhalefet… Mevcut iktidarın ve onun prensiplerinin daimi el freni olan bu partilerin bakışı daha da acınasıydı. ”Aman bizi gayrimüslim görmesinler!” telaşı, ”Ben de Müslümanım, çok şükür!” cümleleriyle başlayan uzun ve gereksiz savunmalara neden oldu.

Ve kadın cinayetleri…
Cezaların ıslah aracı olarak kullanılması ve caydırıcılığının tek başına suçlarını engellemeyeceği ceza hukuku sistematiği ve bakış açısı için artık tartışılamayacak kesinlikte bir konudur. Bununla birlikte, her katilin, katil olmadan önce, kendisiyle eylemsel birlikteliği haiz kişilerin aldığı cezalardan yüz bulması tartışılması gereken bir konu olarak önümüzde duruyor. Özellikle son 20 yılda kültürel kodları gittikçe kabalaşan, mafyalaşan ve zarafetin vasata terk edildiği bu topraklarda, ilk ve acil olarak yapılması gereken şey yaptırımları ağırlaştırmak olmalı.
Uygulamada şiddet mağduru kadın müvekkillerimiz için yaptığımız savcılık şikâyetlerinin kopyala yapıştır ”kovuşturmaya yer olmadığı” kararı ve dilekçemizin dahi düzgün okunmadığını açıkça ele veren gerekçeleri, toplumun hukuk ve adalet anlayışını zedelerken yargı sistemine ve uygulayıcılara karşı duyulan güveni de Cumhuriyet tarihinde hiç olmadığı kadar aşağılara çekiyor.
Kısa bir örnek:
Müvekkilimizin evi boşanma aşamasındaki eşi tarafından uzaklaştırma kararı olmasına rağmen öğle saatlerinde basılıyor; gelen polis ekipleri ”Bir daha olursa ararsın bizi.” diyip gidebiliyor. Çağrımız ve telefondaki kavgaların ardından eve tekrar gelen polis ekipleri artık müvekkilimizin şikâyetini işleme almak zorunda kalıyor. Polisin. ”Kapsına gece gündüz adam mı dikeyim!” şeklindeki vahim ve hukuktan bihaber savunması, kendisini alınan kararların uygulayıcısı değil de sanki karar alıcısı gibi görmesinden kaynaklanıyor. Hoş, savcılık ve mahkeme, yani karar alıcı makamında oturanlardan, 3 günlük zorlama hapsi kararını güç bela alabilince, sorunun sistemin her yerinde olduğunu daha iyi kavrıyorsunuz.
Tartışılması gereken şey kesinlikle “İstanbul Sözleşmesi” değil.

Burak Turan

Güne yine, bir erkek tarafından işlenmiş kadın cinayeti haberi ile başladık.[1] Muğla’nın Ula ilçesi Akyaka Mahallesi’nde 5 gündür kayıp olan genç hanım, bir erkek tarafından cinayete kurban gitmiştir. Bıçak kemiğe ne kadar dayanırsa dayansın, ne kadar “Artık yeter!” denilirse denilsin, “Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu”nun verilerine[2] göre bu yılın ilk 6 ayında 146 kadın cinayeti işlenmiştir. Katledilen kadınlar, birlikte oldukları erkek, evli olduğu erkek, oğlu, kardeşi, babası, eskiden sevgili olduğu erkek, tanıdık biri veya akrabası tarafından silahla, kesici aletle, boğularak, darp edilerek ve yakılarak öldürülmüştür. Bu cinayetlerden sadece 2’si tanımadıkları kişi tarafından gerçekleştiriliyor.[3] Evde, sokakta, arabada, otelde, arazide, iş yerinde ve  ıssız yerde işlenen bu cinayetler dur durak bilmeden var gücüyle artarak devam etmektedir.

Tarif edilmesi mümkün olmayan fiziki, psikolojik ve cinsel şiddete maruz kalan kadınlarımız için uygulanması gereken “Kadınlara Yönelik Şiddet ve Aile İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye İlişkin Avrupa Konseyi Sözleşmesi”nin[4] kadınlarımız için ne kadar önemli olduğu gün yüzündedir. İstanbul Sözleşmesi ile “Ailenin Korunması ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesine Dair Kanun”un uygulanmaması ve kendi lehlerine olacak şekilde değiştirilmesinin hoş görülecek tarafı yoktur.

Türk aile yapısını yıkıyor bahanesi ile zorla evlendirme, psikolojik şiddet, taciz amaçlı takip, fiziksel şiddet, cinsel şiddet, kadın sünneti, kürtaj ve kısırlaştırmaya zorlamak ile cinsel taciz vakalarının önlenmesine yönelik uygulanması gereken kanun karşıtları, bunları destekledikleri için mi Türk aile yapısını bahane etmektedir? Türk örf ve âdetlerinde bunların maruz görülecek yanı yoktur. Kendilerine yapılması hâlinde şiddetle tepki gösterecekleri konularda kadınların her gün maruz kaldığı veya kalabileceği bu eylemler sebebiyle kadınları suçlamak yerine bu suçları işleyenlerin inceleme altına alınması gereklidir. Çocukluktan bu yana erkeğin, cinsel organını yücelten söylemler, genç yaşlarda kaç kızla cinsel ilişkiye girdiğini övünerek anlatması ile çevresinden onun gururunu okşayıcı ve telkin edici sözlerle önceden gerçekleşen eylem, silsile hâlinde pek çok kişiye yönelik şekilde uygulanmaya devam etmektedir. Bu silsile hâlinde gerçekleşen çocuğa karşı yapılan cinsel istimara örnek verecek olursam Melis Alphan’ın haberine[5] bakmanızı öneririm. Cinsel istismar olayını ortaya çıkaran Zeynep öğretmenin yaşadıklarını okuyabilirsiniz. Umarım bu olay tüm yanlarıyla aydınlatılır da daha fazla çocuğun cinsel istismara uğramaması adına nelerin yapılacağı Türkiye Büyük Millet Meclisi başta olmak üzere tüm resmî kurumlarca araştırılır.

Kız kardeşiniz, kız arkadaşınız, sevgiliniz, nişanlınız, eşiniz veya anneniz ömrü boyunca ev içi veya ev dışında[6] yaşadıkları şiddetin kaçta kaçını sizlere anlatmıştır. Bir insan olarak sevdiğiniz kişinin maruz kalacağı bu tür suçlar için “nedenli” öfkeye sahip olabileceğinizi tahmin ediyorum. Bu da demek oluyor ki suç sadece size veya tanıdıklarınıza karşı değil başkalarına karşı yapılınca da suçtur. Şahsi menfaatler uğruna ülkemizde yaşanan 41 milyon 433 bin 861 kadını[7] etkileyecek yanlış adım atmak hatalı olacaktır.

Bugün katledilen Pınar Hanımefendinin acısını en çok ailesi taşıyacaktır. Türk Hukuk Sistemi’nin, Türk aile yapısını yıkmaya alenen teşebbüs eden kadına yönelik suçların failleri hakkında birilerinin haksız serzenişleri yerine, binlerce yıldır süregelen, milletimizin gelecek kuşaklarını korumak adına failler hakkında uygulanacak sert ve indirimsiz önlemleri alması vazgeçilmez olmuşsa Türk Hukuk Sistemi, kadınlarımızın güvenliğini sağlayacak yolda tedbirler almalıdır. Bir kişiye yönelik gerçekleşen suçun, aynı sınıftaki tüm bireylere karşı gerçekleşme ihtimali vardır.

Mağdurun tüm bilgileri, fotoğrafları sosyal medya ve basın yoluyla servis edilirken, failin isminden dahi bahsedilmemesi değiştirilmesi gereken bir konudur. İşlenen suçlarda failin, suçu sabitken ya da suçu itiraf etmesine rağmen isim ve fotoğrafının gizlenmesine devam edilmektedir. Basının yaptığı hatalardan biri de işlenen cinayeti tüm çıplaklığıyla anlatırken etik değerleri ve mağdurun yakınlarının vicdanını göz ardı etmesidir. Bu yapılırken benzer suçları işleyecek kişilere yol gösterildiğinin farkında değildir. Ayrıca işlenen cinayetlerden “aşk veya namus cinayeti” olarak bahsetmek bir başka hatadır. Basına düşen görev, bu işin uzmanlarından ve kadınlar için mücadele eden vakıf ve derneklerden yardım alarak nasıl haber yapabileceklerinin araştırmasıdır. Kadınları ilgilendiren konularda program yapılırken kadınlara söz hakkı verip yayınlara çıkartmalıdır.

Sinema filmi ve dizi çeken yapım şirketleri, yapımcılar kadın ve çocuklara karşı istismar, taciz ve tecavüz görüntülerine yer vermemelidir. Birkaç saniye içinde gözümüzün önünden geçen sahneler kadına ve çocuğa yönelik istismarın ne kadar kötü olduğunu düşündürmeyecektir. Suç işleme kastı olana yol göstermek yerine kadın ve çocuklara nasıl iyi davranılacağı üzerine sahnelere yer verilebilir.

Çocuk, genç ve yetişkin kitleye hitap eden yayınevlerinin, basımına öncülük ettikleri eserlerin seçimine ve yazılanlara dikkat etmesi önemlidir. Her yayımlanan eser herkes tarafından okunamadığı için içerisinde başta çocuk olmak üzere onu istismar edecek yazılardan kaçınmalıdır. Ticari kaygı güden kurumlar bir nebze olsun hassas davranmalıdır.

Kamu kurumlarına gelecek olursak fiziksel, psikolojik ve cinsel istismara maruz kalan vatandaşların psikolojik ve hukuki destek alabilmesi adına belediyeler, valilikler, kaymakamlıklar, barolar bakanlık eliyle her birimin kendi bünyesinde oluşturacağı irtibat büroları ile İstanbul Sözleşmesi’nde yer alan suçlara karşı yardımcı olabilirler. Kadının gece sokağa çıkması tehlikeli ise kolluk kuvveti gece sokağa çıkmanın güvenli olduğu yönde tedbirler almalı, karanlık sokaklar aydınlığa ulaşmalı, iş ve toplumsal yaşamda kadının hakkı gözetilmeli ve her eylemde kadını suçlayıcı kulp bulmak yerine toplumda erkeğin suç işlemesini önleyici yollara başvurulmalıdır. Hiçbir kadın açık olduğu için tecavüz edilmeyi, erkeği reddettiği için şiddet görmeyi, gece gezdiği için sözlü tacize uğramayı hak etmemiştir. Son fail hakkında adalet tecelli edene kadar katledilen mağdurların ruhu huzur bulmayacaktır.

Mahallemizin, köyümüzün, ilçemizin, kurumumuzun adı lekelenmesin, yerel veya ulusal basında kötü haberimiz çıkmasın düşüncesi ile üstü örtülmeye çalışılan her istismar, mağdurun hayatını etkileyecek ve istismarı bilip gizleyen çevrelerce de istismar ayyuka çıkana kadar sürdürülecektir. Her Türk vatandaşı sağlıklı, huzurlu ve güvenli şekilde yaşama hakkına sahiptir.

Son söz olarak Ece S. Doğan’ın kadın cinayetlerinin politikliği hakkında yazısını[8] okumanızı öneririm. Politikacıların kadınlara karşı söylediği sözlerin kitleleri nasıl benzer şekilde yönlendirdiğini, koruma talebi sırasında öldürülen kadınları nasıl da koruyamadığımızı gösteriyor.

*Bu yazımda yer alan fikirler şahsıma aittir ve 30eksi’nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.

Salim Sağ

—Dipnotlar—

[1] Independent Türkçe, “Kayıp üniversite öğrencisi Pınar Gültekin’in cesedi bulundu” (Erişim 21 Temmuz 2020).

[2] Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu, “Veriler” (Erişim 21 Temmuz 2020).

[3] Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu, “Mayıs 2020 Raporu” (Erişim 21 Temmuz 2020).

[4] Council Of Europe, “Kadına Yönelik Şiddet ve Aile İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye Dair Avrupa Konseyi Sözleşmesi” (Erişim 21 Temmuz 2020).

[5] Artı Gerçek, “Anadolu Lisesi’nde istismarın üstü mü kapatıldı?” (Erişim 20 Temmuz 2020).

[6] Aile içinde yaşanan şiddetin dışında tanıdık-tanımadık kişilerce ev içi ve ev dışında maruz kalınabilecek her türlü psikolojik, fiziksel ve cinsel şiddet için bu terim kullanılmıştır.

[7] Türkiye İstatistik Kurumu (TUİK), Adrese Dayalı Nüfus Kayıt Sistemi Sonuçları (2019).

[8] 30eksi, “Kadın Cinayetleri Politiktir” (Erişim 21 Temmuz 2020).

—Kaynakça—

30eksi. “Kadın Cinayetleri Politiktir”. Erişim 21 Temmuz 2020. https://30eksi.com/2019/09/18/kadin-cinayetleri-politiktir/

Artı Gerçek. “Anadolu Lisesi’nde istismarın üstü mü kapatıldı?”. Erişim 20 Temmuz 2020. https://artigercek.com/yazarlar/melis-alphan/anadolu-lisesi-nde-istismarin-ustu-mu-kapatildi

Council Of Europe. “Kadına Yönelik Şiddet ve Aile İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye Dair Avrupa Konseyi Sözleşmesi”. Erişim 21 Temmuz 2020. https://rm.coe.int/1680462545

Independent Türkçe. “Kayıp üniversite öğrencisi Pınar Gültekin’in cesedi bulundu”. Erişim 21 Temmuz 2020. https://indyturk.com/node/214471/haber/kay%C4%B1p-%C3%BCniversite-%C3%B6%C4%9Frencisi-p%C4%B1nar-g%C3%BCltekinin-cesedi-bulundu

Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu. “Veriler”. Erişim 21 Temmuz 2020. http://kadincinayetlerinidurduracagiz.net/kategori/veriler

Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu. “Mayıs 2020 Raporu”. Erişim 21 Temmuz 2020. http://kadincinayetlerinidurduracagiz.net/veriler/2915/kadin-cinayetlerini-durduracagiz-platformu-mayis-2020-raporu

TÜİK, Türkiye İstatistik Kurumu. Adrese Dayalı Nüfus Kayıt Sistemi Sonuçları (2019). http://www.tuik.gov.tr/PreHaberBultenleri.do?id=33705

Eğitim öğretim süreçlerinin tarihsel süre içerisinde var olduğunu göz önünde bulunduracak olursak; pek tabii kültürel gelişmeler, medeniyetlerin kuruluşu ve yaşanan teknolojik gelişmeler eğitimi farklı boyutlara taşımıştır.

Yazı teknolojisinin de birtakım eğitsel süreçler sonucu ortaya çıktığını kabul edecek olursak; medeniyetlerin kuruluşu ve insanların kolektif yaşamaya başlaması eğitim kavramının nitelik ve nicelik olarak gelişmesini sağlamıştır. Kurulan medeniyetlerin zamanla gelişmesi, yapılan savaşlar, ticari faaliyetler medeniyetler arasındaki etkileşimi arttırarak toplumların birbirlerini eğitmenlerini sağlamıştır. Böylelikle bilgi, farklı coğrafyalara yayılma imkânı bulmuş ve insanlar, coğrafi koşulları da göz önünde bulundurarak eğitsel koşulları geliştirmiş ve eğitim kavramı kurumsal bir yapıya bürünmeye başlamıştır.

Nitekim İsa’nın doğuşundan sonra eğitim kurumlarının varlığı ve çeşitliliği artış göstermiş, bu artış günümüze kadar gelmiş ve yarınlarda da devam edecektir.

Uzaktan eğitim tarihini anlamak, uzaktan eğitim için birden fazla tarihsel yolculuk olduğunu ve uzaktan eğitimin evriminin kolayca gerçekleşmediğini gösterir. Günümüzde eğitim yeniliklerinin uygulanması ve kabul edilmesinde karşılaşılan aynı sorunların çoğuyla, insanlık tarihi boyunca uzaktan eğitim nedeniyle karşı karşıya kalınmıştır. Uzaktan eğitimin tarihi “yazışma” şeklinde 1700’lerin başına kadar izlenebiliyor. Daha önceki tarihlerde nispeten buna benzer uygulamalar da görülmektedir. Ancak teknolojiye dayalı uzaktan eğitim, en iyi görsel, işitsel cihazların 1900’lerin başında okullara girişi ile gelişme göstermiştir.

İlk eğitim filmi kataloğu 1910 yılında Reiser tarafından ortaya çıktı ve 1913’te Thomas Edison, filmin icadı nedeniyle okulların önümüzdeki 10 yıl içerisinde tamamen değişeceğini söyledi. Ancak bu öngörünün gerçekleşmesi için ciddi bir zamana ihtiyaç vardı. Eğitim medyası 1920’de, birçok sınıfta olduğu gibi slaytlar ve hareketli görüntüler şeklinde birçok uzatma programı ile tanıtıldı, uzaktan eğitim tarihi izlenmesinde, televizyonun bir öğretim aracı olarak tanıtılması yazışma eğitimi geleneğinin dışındaki teorisyenler ve uygulayıcılar için önemli bir giriş noktası olarak görünür, yazışma çalışması ve öğretim medyası için paralel yollar ortaya çıkar. Bu konuda Iowa Üniversitesi uzaktan eğitim adına çeşitli uygulamalar geliştirmeye çalışır. Bunlardan bir tanesi radyo üzerinden eğitim vermek, diğeri ise uzaktan öğretim kurslarının oluşmasını sağlamaktı. Sonrasında ise kullanılan görsel ve işitsel materyaller, eğitimdeki ilginin artmasına olanak sağladı ve savaştan sonraki 10 yılda uzaktan eğitime dair araştırma programları oluşturulmaya başlandı. Bu çalışmaların çoğu, öğretim ortamlarının sınıf öğrenmesini nasıl etkilediğine ilişkin teoriyi anlamaya ve üretmeye yöneliktir. Ülkemizde ise uzaktan eğitime dair ilk çalışmalar Anadolu Üniversitesi’nin öncülüğü ile başlamış ve günümüze kadar önemli gelişmeler kaydedilmiştir.

Salamon ve Clark, öğretim araçlarının değil, öğretim stratejilerinin etkili öğrenme anahtarı olduğunu, eğitim teknolojilerinin uzaktan öğretime olan etkilerinin yadsınamayacağını ve eğitimin gelişmesi için uzaktan eğitim programlarının da takviye edici ya da eğitim programlarını geliştirici bir rol üstleneceğini belirtmiştir.

Çok yakın bir tarihe kadar eğitim kavramı genellikle tek bir perspektif içerisinde değerlendirilerek yüz yüze eğitim kavramını karşılar hâlde uygulanmıştır ancak teknolojinin gelişmesine bağlı olarak eğitim içerisine teknolojinin dahil edilmesi -ki eğitimde kullanılan ilk teknoloji yazıdır- ile eğitimin daha farklı perspektifler içerisinde gerçekleştirilmesi mümkün olmuştur.

Sanayi devrimi gibi tarihsel gelişmeler neticesinde eğitim ve öğretim süreçlerinin günümüz yapısına doğru evrildiğini görürüz. Fakat eğitim ve öğretim kavramlarının günümüz anlamının altyapısını hazırlayan önem, hiç şüphesiz Orta Çağ İslam uygarlığıdır. Özellikle Karahanlılar ile başlayan bu süreç zamanla Selçuklulara devrolmuş, Selçuklular da çeşitli medreseler yaparak eğitim kurumlarının yapılanma süreçlerine önemli katkıda bulunmuşlardır. Öte yandan Nizamiye Medreseleri o günün dünyasında en önemli eğitim kurumu hâline gelmiştir. Yine Selçuklular döneminde, medreselerde mektup yoluyla uzaktan öğretim yapılmaktaydı. Yaşanan Haçlı Seferleri ile birlikte Doğu, eğitsel yapıda Avrupa’yı etkilemiş ve yine batı dünyası ile İslam dünyasının siyasi etkileşimleri sonucunda yaşanan Coğrafi Keşifler sonrasında, Avrupa’da Aydınlanma Çağı yaşanmıştır. Böylelikle günümüz eğitim kurumları ve eğitim öğretim faaliyetleri oluşmaya başlamıştır. Nitekim teknolojik gelişmeler de bunu tetiklemiştir.

Uzaktan eğitim kavramını doğuran en önemli gelişmeler, Sanayi Devrimi sonrasında ortaya çıkmıştır. Özellikle 1830’ lardan sonra eğitim kurumları günümüz yapılanmalarına doğru yönelmeye başlamış, eğitim ve öğretim faaliyetlerinin farklı bir perspektif çerçevesinde gerçekleştirilmesi mümkün olmuştur. Pek tabi bunun oluşmasında ekonomik faaliyetlerin etken oluşu da eğitime farklı bir boyut kazandırmış, eğitime çok yönlülük vererek gelişmesini sağlamıştır. Eğitim ve öğretimin farklı ortamda yapılabileceği sonucu ortaya çıkmış, sadece binalarda değil her yerde ve her zaman dilimi içerisinde eğitimin mümkün olduğu gösterilmiştir.

Coğrafi koşullar başta olmak üzere insan hayatını etkileyecek birçok olay, başta yaşamsal faaliyetleri sekteye uğrattığı gibi eğitim ve öğretim süreçlerini de aynı orantıda sekteye uğratmaktadır. Nitekim günümüzde CoronaVirus tehlikesiyle yüz yüze kalan insanoğlu, insanlık tarihinin var oluşundan beri böylesi olaylarla karşılaşmıştır ancak günümüzdeki teknolojik gelişmeleri ve imkânları da baz alacak olursak insanoğlu, bugün söz konusu virüsün etkileri ile mücadelede daha şanslıdır. Ayrıca daha çok imkana sahiptir. Eğitim ve öğretimi sekteye uğratan herhangi bir olay ya da süreç aslında eğitim ve öğretim süreçlerine farklı bir perspektif kazandırmıştır. Eğitim ve öğretim kapalı mekanlardan taş duvarlardan kurtulup insanların farklı ortamlarda bilgi edinebilmesini sağlayan bir sürece de kapı aralamıştır. 

Bates, uzaktan eğitimde medya ile bazı dezavantajların teknolojideki son gelişmeler ile ortadan kaldırıldığına inanmaktadır. Bates, yeni teknolojilerin, daha geniş bir öğretim işlevi yelpazesi ve daha yüksek bir öğrenme kalitesi, daha düşük maliyetler, daha fazla öğrenci kontrolü, öğrenciler için daha fazla etkileşim ve geri bildirim vaat ettiğini ileri sürmüştür. Media ve yöntem meselesinin uzaktan eğitim ile ilgili olarak tartışılmaya devam etmesi muhtemeldir ancak uzaktan eğitimin diğer öğretim yaklaşımlarından farklı olduğuna şüphe yoktur. Gehlauf tarafından, öğretmenlerin interaktif televizyona kıyasla geleneksel sınıftaki öğretim dönemine tepkisi üzerine yapılan bir araştırma, daha geleneksel yaklaşımlara bağlı kalmak isteyen bir yöntemdir. Bu yöntem sonucunda, yöntemi etkili bulmadıklarını, öğretmenlerin uzaktan eğitim öğretimde, eğitim taleplerini karşılamak için çeşitli meslek içi eğitimi almaları gerektiğini belirtmiştir.

Mehmet Hakan Öztürk

15 Temmuz 2016 gecesi yaşanan felaketi; ardından gelen travmatik toplum deneyimiyle, yargılamalardaki hukuksuzluk keyfiyetiyle ve felakete giden yolda es geçilen, muktedirlerin konuşulmasını istemediği olaylarla çok boyutlu sorgulama talebimiz dördüncü yılında da kararlılıkla devam ediyor.

Üzerine sağlıklı konuşulamayan, ana akım medyada sorgulanır gibi yapılan bu felaketi önceleyenler muktedirlerken, önleyen beğenmedikleri Cumhuriyetin ideoloji ve karakteriydi. Kökü çok derinlerde olan bu çınarın yara aldığı açıktır, onu sistematik keyfiyet ve Emevi ideolojisinden kurtaracak olan da yine Cumhuriyetin gençliği ve karakteri olacaktır.

Bugün, 15 Temmuz anmalarının altında içselleştirilmiş demokratik tavırdan ziyade, derinlere inildikçe ortaya saçılan suçluluğu örtbas etme refleksi var. Bir hesaplaşma ya da öz eleştiriden çok, bugün, hâlâ çeşitli dini yapılara yol vermeye devam edilen bir yönetim anlayışı var.

Bir yandan da hazır olmak icap ediyor.

Yarın için hazır olmak, kendi içerisinde bilinmeyene karşı duyulan doyumsuz bir açlığı içeriyor aslında. Dünyayı çok boyutlu kavramadan, kavramları bir noktadan sonra tekrar sorgulamadan kısa vadeli neden-sonuç tanımlamalarıyla fikir albenisi yaratamayız.

Binlerce dermana değişilmeyecek dertlerimiz, ilgiye ve alakaya muhtaç.

Fazlasıyla muğlak bir yazı oldu sanırım. Şimdilik, sorunları çözecek kutsal cümlenin gizli öznesi, serbest bilinç akışı yapmakta. Nesnesi olduğumuz dünkü keskin cümlelerin yerine, bugün muğlaklık, amaçsal iradeyi ve öz farkındalığı öne çıkardığından zannımca kabul edilebilir. Tercih meselesi.

Burak Turan

Türkmenler, yaklaşık olarak 1200 yıldır Irak topraklarında çeşitli zorluklarla varlığını sürdürmüşler ve bu dönem boyunca oldukça önemli görevlerde bulunmuşlardır. Irak Türkleri farklı yönetimler ve gruplar tarafından zaman zaman sürgün, tehdit, tutuklanma, hapis, işkence, idam gibi pek çok saldırılara maruz kalmıştır. 14 Temmuz 1959 tarihinde Kerkük’te meydana gelen, dönemin Kürt kökenli Komünist Partisi ve başında Molla Barzani’nin bulunduğu silahlı örgüt güçleri tarafından yapılan katliamda Türkmen liderleri, sivil halkı öndersiz bırakma hedefi ile canice öldürülmüştür. Bu olay, Türk tarihinin yaşadığı en büyük felaketlerden biri olarak tarihe geçmiştir.

1959 Kerkük Katliamı Nasıl Başladı?

Irak’taki kraliyeti 14 Temmuz 1958 yılında gerçekleşen askerî darbe ile yıkan General Abdülkerim Kasım, cumhuriyet rejimini ilan etti. Bunun ardından halka birçok vaatte bulunan yeni rejim, kısa bir süre sonra krallık döneminde yurt dışında çeşitli bölgelere sığınan siyasi suçlular için af çıkarttı, bu kişi ve gruplara yurda dönmeleri için çağrıda bulundu. 1958 yılına kadar 11 sene Sovyetler Birliği’nde sürgünde olan Molla Barzani de bu fırsattan yararlandı ve Irak’a geri döndü.

Petrol yatakları ile zengin Kerkük’ü kendi hâkimiyetine almayı planlayan Kürtler, Kerkük’e organize biçimde yerleşmeye başladı. Barzani’nin silahlı canilerinin Kerkük’e gelmesi, Türkmenlere karşı örgütlenmesi, kısa bir süre içerisinde çeşitli saldırılara başlaması ve Bağdat’ın da bu olaylara göz yumarak teşvik etmesi ile Kerkük’te gerginlik arttı. Irak Türkmenlerinin en önemli ve sembol şehri olan Kerkük’ten Türkleri çıkarmak amacıyla şiddetli saldırıları her gün arttıran Kürtlere karşı Türkmenler, karşılık vererek kendilerini savundular. Bu durum neticesinde 1959 yılının başlarında Kerkük’te pek çok çatışma gerçekleşmeye başladı. Bu dönemde Kerkük’te görev yapan 2. Tümen komutanı görevinden alınarak yerine Türklere karşı hareket etmesi amacı ile komünist biri atandı. Diğer üst düzey kadrolara da özel yetiştirilmiş Kürt ve Ermeni kökenli liderler atandı. Böylece soykırım için istenilen altyapı oluşturulmuş oldu.

14 Temmuz 1959 günü, darbe sonucunda kurulan cumhuriyetin 1. yıl dönümü kutlamaları yapılacağı için günlerce şenlik ve tören hazırlıkları yapıldı. Kutlamalar için sokaklara dökülen halk, resmî geçit töreni sırasında çevre bölgelerden Kerkük’e gelen Kürt caniler tarafından sloganlar ile sözlü tacizlere maruz kaldı ve kışkırtıldı. Resmî geçit sırasında Türkmenlerin sıklıkla bulunduğu “Türkmen Kahvesi” önünden gelen bir silah sesi olayları başlattı. Burada “14 Temmuz Kahvesi sahibi Osman Hıdır” öldürüldü, ardından halk, Kürt caniler tarafından silahlarla taranmaya başlandı. Böylece 3 gün 3 gece süren ve tarihe Kerkük Katliamı olarak geçen soykırım başlamış oldu.

Halk ordusu mensubu komünistler tarafından olaylar yavaşlatılarak halkın dağılması sağlandıktan sonra sokağa çıkma yasağı ilan edildi ancak bu yasak Kürtleri durdurmadı. Türkmen liderlerini hedef alan caniler tarafından, aynı akşam “Emekli Binbaşı Ata Hayrullah” evinden alındı. Türklerin toplandığı ölüm ve kan meydanına getirilip burada işkence ile şehit edildi. 3 gün süren ve dehşet verici kanlı olayla sonuçlanan Kerkük katliamında; çoluk çocuk, yaşlı genç, kadın erkek, ayrım yapılmadan silahlarla taranarak, diri diri toprağa gömülerek, iple bağlanıp sokaklarda sürüklenerek şehit edildiler.

Daha sonrasında ise General Abdülkerim Kasım rejiminin görmezden geldiği soykırım katillerinin bir kısmı, Abdülselam Arif döneminde idam edilseler de bu sonuç hiçbir Türkmen’in yüreğine su serpmedi. Kerkük Katliamı öncesinde yaşanan, Türkmenlerde iz bırakan 1924 ve 1946 olaylarını takiben vuku bulan ve tarihteki en trajik olay olarak kayıtlara geçen 14 Temmuz 1959 Kerkük Katliamı’nın etkileri, Türkmen halkı ve özellikle gençleri üzerinde hâlen sürmektedir. Bu katliam, Türkmenler için nesilden nesle aktarılan psikolojik bir travma olarak hafızalarda kalmıştır. Türkmenlerin, Irak Devleti’ne ve bölgedeki Kürtlere karşı aitlik, güven duyguları oldukça azalmıştır. Türkmenlerin aynı zamanda Türkiye’den de destek görmemesi ayrı bir üzücü olay olarak hafızalarda yer edinmiştir.

14 Temmuz 1959 Kerkük Katliamı Şehitleri

Tarihte eşi benzeri görülmemiş bu kanlı katliamda sayısız Türkmen ağır yaralar alırken feci şekilde can veren, şehit edilen değerli Türkmen liderleri, şahsiyetleri ve mücadelecileri arasında Ata Hayrullah, İhsan Hayrullah, Kasım Neftçi, Selahattin Avcı, Mehmet Avcı, Câhit Fahrettin, Osman Hıdır, Emel Muhtar Fuat, Cihat Muhtar Fuat, Nihat Muhtar Fuat, Nurettin Aziz, Abdullah Bayatlı, İbrahim Ramazan, Abdülhâlik İsmail, Hasip Ali, Cuma Kamber, Kâzım Abbas Bektaş, Şakir Zeynel, Hacı Necim, Enver Abbas, Adil Abdülhamid, Züheyir İzzet Çaycı, Fethullah Yunus, Kemal Abdulsamed ve Seyit Gani Nakip bulunuyordu.

Kerkük Katliamı’nda bir Türkmen aile için büyük bir yıkım ve acı bırakan olaylardan bir diğeri ise henüz 12 yaşında masum bir çocuk olan “Emel Muhtar Fuat”ın bu vahşi soykırımda feci biçimde can vermesi olmuştur. Dışarıda ne olup bittiğini bilmeden evlerine sığınmış olan bu ailenin, canilerin kapıyı kırarak içeri girmeleri sonucu yaşadıkları dehşet ve şiddet, iki kardeşi ile birlikte gözyaşı ve çığlıklarına aldırış edilmeden ailesinin gözü önünde küçük yaşlarına rağmen canavarca katledilen suçsuz, günahsız küçük Emel için de feci bir son oldu. Muhtar ailesi, bu katliamda hayatları aniden değişen ailelerden sadece birisiydi. Irak Türkmenlerinin önemli şairlerinden “Nesrin Erbil”in Emel’e hitaben yazmış olduğu bir şiir vardır ki olayları ve düşünce yapısını çok net ortaya koymaktadır:

Kerkük’ün Temmuz günü mahşer olurken yazı,

Doldurdu semasını ana baba avazı,

Bir Emel gitti diye Kerkük’ün durmaz nabzı,

Yüz Emeller yetişir bir Emel’in izinde.

Kerkük Katliamının Türkmenler Üzerindeki Etkisi ve Sonuçları

Bu olaylar sonrasında Ata Hayrullah’ın yetiştirdiği gençlerden olan Necdet Koçak sancağı devraldı. Daha sonrasında Necdet Koçak kendi teşkilatını kurdu ve ömrünün geri kalanını bu dava uğrunda, Irak Türklerinin zulümden, katliamdan kurtularak yok olmadan yaşamaları ve dillerini, kültürlerini, törelerini, millî kimliklerini kaybetmemeleri, birliklerini korumaları amacı ile faaliyetlerde bulunarak geçirdi.

7 Mayıs 1960 tarihinde Türkmen birliği ve beraberliği amacıyla “Türkmen Kardeşlik Ocağı” kuruldu ve Ocak tarafından 23 Ocak 1961 yılında “Kardeşlik Dergisi” yayınlandı. Bu iki oluşum Türkmen kültürüne önemli katkılarda bulundu.

Irak Türkmenlerine karşı yapılan her türlü baskı ve katliamlar bu aziz milleti yıldırmaya yetmemiştir. 1974 yılında az sayıda bir grup genç, “Türkmen Kurtuluş Ordusu” adında düzenli bir ordu kurmuştur. Bu ordunun en büyük amacı Türkmenlere uygulanan soykırım politikasına aynı şekilde cevap vermektir. 

Bu saldırılara ve idamlara tepki olarak ise 1988 yılında Irak Türkmenlerin ilk siyasi organizasyonu unvanını taşıyan “Irak Milli Türkmen Partisi” kuruldu. Türkmenleri, kurulan parti ve kuruluşları tek bir çatı altında toplamak üzere Ekim 1994’te Irak Türkmen Cephesi’nin kuruluş çalışmaları başlatıldı ve 24 Nisan 1995 yılında resmî olarak kurulduğu açıklandı.

Bugün görevlerde bulunan bütün siyasi teşkilatlarımızın temeli, 1959 yılının 14 Temmuz gününe dayanmaktadır.

“Diktatör rejimi” sona ermiş, Türkmenler günümüzde yeni bir mücadele dönemine girmiştir. Bugüne kadar yapılan haksızlıklara, uygulanan insanlık dışı baskılara tekrar meydan verilmemesi için Türkmenler artık daha güçlü biçimde mücadele etmektedir. Tarihine ve milletine bağlı gençlerin, geçmişinden gurur duyarak dik ve onurlu duruş sergilemeleri, ellerinden gelenin en iyisini yapmaları, canla başla mücadele ettikleri bu teşkilatlarda yükün herkes tarafından omuzlandığı ortamlar oluşmaktadır. Birlik ve beraberlik duygusunun Türkmen gençlerini kuvvetlendireceği bilinci aşılanmış, çalışma azmiyle de bir sonraki nesle örnek olmaya devam edilmiştir. Geçmişin izlerinin silinmesi için haklarına sarılan Türkmen gençleri bugün her zamankinden daha güçlü yola devam etmelidir.

İnci Zade

Son günlerde Twitter’da gündem olan önemli bir iddia var. Twitter kullanan herkes gibi ben de bu konuya aşina oldum. İddialar çoğaldığına göre üstüne düşülmesi gereken bir konu olarak görüyorum.

Bütün mağdurları ortaya çıkaran olay, Sol Parti görevlisi İlayda Kocabaş’ın parti içinde yaşadığı cinsel saldırıyı Twitter’da duyurmasıyla başladı. Ardından birçok kadının daha Sol Parti içerisinde taciz edildiği ortaya çıktı. Defalarca parti merkezine şikâyet iletmesine rağmen soruşturma açılmadığı, üstelik partinin, olayın üstünü kapatmaya çalıştığını söyleyen Kocabaş, partideki görevinden ayrıldığını da Twitter üzerinden bildirdi. Mağdurlar arasında maalesef ki TİP, TKP gibi başka partilerin bünyesinde bulunmuş kadınlar da var.


Mağdurlardan B.B. “Partiye katıldığımda tacizin daha tam olarak ne olduğunu bile bilmiyordum ve bir erkek tarafından sürekli mesajlar, aramalar yapılarak taciz ediliyordum. Sol Parti ise beni kenara çekip olayın üstünü kapatmamı isteyerek durumu çözmeye çalıştı. En vahimi de beni kenara çekenlerin arasında, birlikte kadın hakları mücadelesi verdiğim bir kadın vardı.” sözleriyle tacize dikkat çekmek isterken bir başka kadın “Bir sol parti özelliğidir: Eğer erkek kişisi partide çok fazla etkinse yaptığı taciz/saldırı görmezden gelinir, sineye geçilir ve onun partiye verdiği destek ön planda tutulur. Çünkü dağıttığı bir bildiri, bir kadına yaptığı tacizden daha önemlidir.” diyerek tepki gösterdi. Feministlerin savunuculuğunu yaptığı sol görüş partilerinin gerçek yüzlerini bir kez daha gördüğümüz bu olayda, feministlerin savunmalarının samimiyetsizliği de aynı şekilde tekrar gün yüzüne çıkmış oldu.


Tweetin altına atılan yorumlardan birinde ise başka bir parti üyesi kadın, aynı kişinin yıllar önce kendisine de aynısını yaptığını ve o zamanlar cesaret edip ortaya çıkaramadığı için pişman olduğunu belirtti. Yani yıllardır, belki de sistematik bir şekilde parti içi tacizin saklanarak örtbas edildiğini öğrenmiş olduk. Kaç kadının daha bu şekilde taciz edilip susturulduğunu ise asla öğrenemeyeceğiz.


Türkiye’de kadın hakları ihlalinin boyutlarını gösteren en açık örneklerden biri olduğunu düşündüğüm bu olay, aynı zamanda bir kadının, onun öncesinde bir insanın kendini savunma ve şikâyetçi olma hakkının bile nasıl gasp edildiğini de göstermekte. Ülkemizin hak ve hukuktan yana ne kadar çok şey kaybettiğinin açık örneği olan bu olayın unutulmaması dileğiyle…

Gülçin Kermen

Sosyal ağların kapatılıp kapatılmayacağı konusu hararetle tartışılırken şimdi de sosyal ağların kontrole alınması gündeme geldi. Hem de Türkiye Cumhuriyeti Kimlik Numarası ile giriş yaptırılması istenerek. Sahte hesapları ortadan kaldırmak adına istenen bu kişisel verimizin yanlış kişilerin eline geçmesi hâlinde, maddi, manevi ve hukuki olarak zarara maruz kalmamız mümkün. Sosyal ağlarda izlediğiniz, dinlediğiniz, okuduğunuz ve yaptığınız şeylere dair her türlü bilgi toplanarak arşivlendiğinde ele geçen milyonluk verinin yarın bir gün hangi amaçla kullanılacağı kestirilemez.

Milliyetçi Hareket Partisi Kırıkkale Milletvekili Halil Öztürk’ün 2/2844 esas numaralı “5651 Sayılı İnternet Ortamında Yapılan Yayınların Düzenlenmesi ve Bu Yayınlar Yoluyla İşlenen Suçlarla Mücadele Edilmesi Hakkında Kanunda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Teklifi”ni okudum. 30/4/2020 tarihinde TBMM Başkanlığına gelen, Adalet Komisyonu, Bayındırlık, İmar, Ulaştırma ve Turizm Komisyonu’na havale edilen kanun teklifinde kritik derecede fıkralar var. Bunlara değinmeden önce gerekçesine göz atalım.

“Son zamanlarda çok sık şikayet edilen, mağduriyet yaşanan olaylara bakıldığında bunların, sosyal paylaşım sitelerindeki sahte veya anonim hesaplar ile e-posta hesaplarında oluşturulan sahte hesaplar ve gruplar olduğu görülmektedir.” Sahte hesaplar ile anonim hesapları birbirinden ayırmamız gerekiyor. Sahte “Bir şeyin aslına benzetilerek yapılan, düzme, düzmece, uydurma, gerçek olmayan, yalancı ve yapmacık.”, anonim ise “Adı sanı bilinmeyen, çok ortaklı, yazanı, yapanı, söyleyeni bilinmeyen.” anlamlarına gelmektedir. Birilerini karalamak için açılan hesap ile kim olduğu bilinmeyen ama suç unsuru taşımadan paylaşım yapan hesap arasında fark var. Dilekçe veya bilgi edinme başvurusu yapmadığımıza göre sosyal ağa girerken kimlik bilgimizi vermemize lüzum yok.

Gerekçenin ikinci paragrafında sahte hesap veya profil oluşturmanın TCK’de cezası olmadığına değinilmektedir. Ancak sahte veya anonim fark etmeksizin kullanılan hesapta, yapılan paylaşım sebebiyle sosyal ağ sağlayıcısı hesabınızı askıya alabilir veya içeriğinizi silebilir. Paylaşımın suç teşkil etmesi hâlinde kolluk kuvvetlerince tespit edilip yakalanarak savcı ve hâkim karşısına çıkarılan kişi, yapılan yargılamanın akabinde suçlu bulunması hâlinde ceza almaktadır. İnternet servis sağlayıcıları, altyapı üzerinden sosyal ağlara giriş yaptığından kişi ya da kişilerin hangi IP adresi ve konumdan girdiğini tespit edebiliyor.

Fotoğraf, video ve içeriklerle insanların algıları, iletiler sorgulanmadığı için istendiği gibi yönetilmekteymiş. Size servis edilen içeriği sorgulamadan tüketmek, algı yaratan kişinin amacına ulaştığını ve sizin de bu amaca fark etmeden hizmet ettiğinizi gösterir. Burada yapılması gereken doğru bilginin öne çıkarılması, haber veya içeriğin araştırılmasıdır.

Sahte habere maruz kalan ülkeler sıralamasında Türkiye’nin %49 oranla birinci olduğunu dile getiren gerekçeye ek yaparak her 10 kişiden 7’sinin, devletin internetteki yanlış bilgiye karşı bir şey yapması gerektiğini düşündüğünü de yazalım. Bu sahte haberlere karşı gerek kamu kurumları gerekse haber ajansları güvenilir kaynaklardan aldıkları haberleri, sosyal ağlarda aktararak bunun önüne geçmeye çalışmalıdırlar. Detayı okunmadan beğenilip paylaşılan içerikler bir anda yüz binlerce insana ulaşabilir. Bunun önüne geçmek ve doğrusunu aktarmak, yalan içeriğin kaldırılması ile olabilir.

Sayın Öztürk, sahte ve anonim hesaplar ile terör örgütleri ve yandaşları tarafından, siyasal aktörler, kamu yöneticileri, sanatçı, sporcu gibi pek çok kesim üzerinden yürütülen çarpıtılmış içeriklerle oluşturulan algıya hukukun yetişemediğini beyan ediyor. Ülkemizde, 5.623 savcı ve 7.880 hakim bulunmaktadır. Cumhuriyet savcılıklarında 9.342.676 soruşturma dosyası ve ceza mahkemelerinde de 3.110.371 dosyanın olması savcı ve hakim sayılarının yetersiz olduğu açıkça gösteriyor.

Gerekçenin son paragrafında günlük erişim miktarı 500.000’i geçen sosyal ağların Türkiye’de temsilci bulundurmasının yanı sıra ilgili sosyal ağa Türkiye Cumhuriyeti Kimlik Numarası ile girmek zorunluluğunun getirilmesiyle sahte hesapların önüne geçeceği düşünülüyor. Kimlik bilgileri, Kişisel Verileri Koruma Kanunu kapsamında güvence altına alınırken idari para cezası uygulanacağı da kanun teklifinde yer alıyor.

Ek 4’üncü maddenin birinci fıkrasında; günlük erişim miktarı 500.000 üzeri olan her sosyal ağ sağlayıcısı, ülkemizde faaliyet gösteren kurum, kuruluş ve birlikler ile adli veya idari makamlarca gönderilecek bildirim, tebligat veya taleplerin yerine getirilmesi, kullanıcı veya kişilerin mevzuata göre yapacakları başvuruların cevaplandırılması için en az bir kişiyi görevlendirecek.

İkinci fıkraya göre Türkiye’de temsilcilik açıp en az bir kişiyi görevlendiren sosyal ağ sağlayıcısı internet sitesinde bunu belirtecek. Kişinin, kim olduğunu kuruma ilk 20 gün içinde bildirmemesi durumunda sosyal ağın internet trafik bant genişliği %50 düşürülecek. Türkiye temsilcisinin ikinci 20 gün içinde de bildirilmemesi durumunda internet trafiği tamamen kesilecek ve Sulh Ceza Hakimliğince verilen karar 3 saat içinde uygulanacak.

Gelelim can alıcı konuya, yani Türkiye Cumhuriyeti Kimlik Numarası ile sosyal ağlara girmek. Bizden talep edilecek kimlik numarasının eşleşmesi hâlinde sosyal ağı kullanmamıza izin verilecek. Böylece rastgele girilen kimlik numarasının eşleşmesi sonucu sitede hesap açılmasının veya kimlik bilgimize ulaşan kişinin bunu kullanıp adımıza hesap açmasının önüne nasıl geçilecek? Herhangi bir şahıs ya da kişisel verimizi elinde bulunduran kurum veya kuruluşlardan kişisel verimize erişecek art niyetli kişi, biz fark etmeden adımızı karalarken kapımıza gelen polis tarafından gözaltına alınıp savcı karşısına çıkarıldığımızda bizi 6698 sayılı Kanun hükümleri nasıl koruyacak? Sosyal ağda maruz kalınan suç karşısında mağdur/müşteki sıfatıyla savcılıklara başvurulmasıyla ve internet ortamında suç işleyen şüphelinin kullandığı hesabın tespit edilmesi hâlinde kimin hangi hesabı kullandığı kamu kurumunca bilinebiliyor.

“Kişisel veriler, ancak kanunda öngörülen hâllerde veya kişinin açık rızasıyla işlenebilir.” Anayasaya aykırı olan bu durumun gerçekleşmesi mümkün değildir. Bu, “Senin suç işleyeceğinden şüpheleniyorum bana kimlik bilgi vermelisin.” demekle olacak iş değil. 

Suç teşkil eden sahte veya anonim hesaplar, belli bir internet servis sağlayıcısıyla internete girdiğine göre suçun işlenmesi hâlinde internet servis sağlayıcısı, kişinin IP, konum ve internet bilgilerine kadar her bilgiyi verecektir. Türkiye Cumhuriyet Kimlik Numarası eşleşmeyen hesabı bulunduran sosyal ağ sağlayıcısına üçüncü fıkra hükümlerince 500.000 ila 5.000.000 Türk lirası arasında idari para cezası uygulanacak.

Türkiye’de temsilcisi bulunan sosyal ağ sağlayıcısı, içeriğin yayından çıkarılması ve özel hayatın gizliliği nedeniyle içeriğe erişimin engellenmesi kapsamında kullanıcılar tarafından yapılacak başvurulara 48 saat içinde cevap verecek ve içeriğin hakim tarafından hukuka aykırı olduğunun tespit edilmesi hâlinde içeriği, 16 saat içinde sistemden çıkaracak veya içeriğe erişimi engelleyecek. Aksi takdirde sosyal ağ sağlayıcısına 150.000 ila 1.000.500 Türk lirası arasında idari para cezası uygulanacak.

Temsilcisi bulunan sosyal ağ sağlayıcısı, içeriğin çıkarılması veya erişimin engellenmesi ile bunlarla ilgili işlemler, bireysel talep veya sonuçlar hakkında istatistiki raporlar ve kurumun talep edeceği diğer kategorik (kesin, açık, şartsız) bilgileri, her üç ayda bir kuruma vermekle yükümlü olacak. Yükümlülüğü yerine getirmeyen sosyal ağ sağlayıcısı kanun teklifine göre 200.000 ila 2.000.000 Türk lirası arasında idari para cezası ödeyecek.

Gerçekleşmesi mümkün olmayacak bir iş üzerinde adım atılırken gelin biz insanları fişlemek yerine, Türklerin yurt dışındaki akranları gibi nasıl huzurlu, refah ve özgür bir ülkede yaşayacakları üzerine kafa yoran kanunlar çıkartalım. “Gündem olsun, canımız sıkılmasın, oyalanım” şeklinde piyasaya sürülen içi boş tekliflerde bulunmayalım.

Kadına ve çocuğa yönelik istismar uygulayanların istenen ceza kadar yatmadığı, halkın yarınından emin olarak başını yastığa koyamadığı yerde huzur olmaz. Sabah vakti okula aç gidenin olmadığı, yerli ve yabancı diyarları gezmesi için olanağın sunulduğu, üç kuruşluk malın yüz kuruşa satılmadığı, çocuğuna kıyafet alamadığı için intihar edenin, evinde odunu olmadığı için saç kurutma makinesini çocuğuna verip kendini asan annenin olmadığı ülke istiyorum. Efendiler, biz suçlu değiliz. Biz, sinesinde kendi ve ülkesi adına umut taşıyan gençleriz.

Salim Sağ

Türkiye gündeminde sosyal medyadan, sosyal medyanın kapatılması konuşuluyor çünkü televizyonlar ve konveksiyonel iletişim ağları Türkiye gerçekliği yerine rejimin istediği gerçeklikler üzerine bir Türkiye’nin halüsinasyonunu topluma dayatıyor.

Biz bu yazıda sosyal medyanın kapatılmasına fikir, hak ve olmayan özgürlükler penceresinden değil, ekonomik olarak etkileri üzerinden bakacağız.

AKP Genel Başkanı Erdoğan’ın “Sosyal medya mecralarının tamamen kaldırılmasını, kontrol edilmesini istiyoruz.” açıklamasıyla birlikte yurtdışına hizmet satan, ihracat yapan birçok insanın aklına iki şey geldi: Sosyal medya aracılığı ile yurtdışı müşterilerine ulaşan ihracat yapan ve ülkeye döviz sokanlar bu durumdan nasıl etkilenecek? Bu inat yüzünden kapatılan sosyal medyalar sonrası batacak binlerce şirket ve girişimin sorumlusu kim olacak?

İç pazarda bir örneklemle; ürettiği kıyafeti, organik tarım ürününü, el yapımı takısını satan fakat hedef kitlesi genç nesil olan küçük ölçekli bir şirket/girişim düşünelim -konveksiyonel yani- televizyon, radyo ve basılı gazete ile arası çok iyi olmayan bir kitleye nasıl ulaşacak?

Küçük basit bir örnekle; haber siteleri, trafiklerinin çoğunu sosyal medyadan sağlıyor. Bu durumda web sitelerine reklam verenler, reklam verdiği kitle ölçeğinde daralma yaşayacak. Ekonomik işleyişe ve piyasadaki serbest rekabette büyük kriz yaşanacağı aşikâr, hedef kitle ve müşterisini bütçesi ölçeğinde sosyal medyadan sağlayan küçük kobiler batarken medya destekli rejim yandaşı kitleler sermayelerini büyütecek. Bu tür örnekleri ve yaşanacak inanılmaz olayları tasavvur etmek için çok zeki olmaya gerek yok fakat birilerinin bunları düşünenlerden daha zeki olmadığı aşikâr.

Konuşulan ve iddia edilenin aksine kurumsal açıdan birçok sosyal medya şirketinden vergi sağlanıyor. Türk insanı Youtube gelirleri konusunda yasal vergilendirmeye; Facebook, Instagram şirketleri üzerinden reklam verirken dahi vergilendirmeye tabi tutuluyor. Bugün konveksiyonel medyada yer bulamayan muhalif grup ve kişilerin sosyal medyadan fikir belirtmesi engellenmek isteniyor. Bunun yanında gelecek ekonomik çöküşlerde cabası… Netflix’in eşsiz “Dark” dizisine bahisle tam bir AKP paradoksu yaşıyoruz… Sonucu doğuran sorunun ta kendisi, bu paradokstan çıkmanın tek sebebi paradoksu yaratanı yok etmek…

Muhammed Ali Küçük