2013 senesinde Ege Üniversitesi’ni kazandım. Okula kayda geldiğimde ise akıl almaz bir durumla karşılaştım! Kayıt döneminde okula ait topluluklar kayda gelen öğrencileri karşılamak adına standlar açarlar. Buraya kadar bir problem yok, fakat kandilinde(!) okulda bir topluluğu olabileceği pek aklıma gelmemişti. Dev hoparlörlerden pkk marşları çalınıyor, standlarının her tarafı sözde bayraklarının renkleri ve etrafında dolaşan bir araba dağ maymunu! Birebir şahit olduğum bir diyalogda bir baba oğluyla beraber standlarına geldi ve bozuk Türkçesiyle “Oğlan size emanet ha” dedi. Zulüm daha yeni başlıyordu. Yabancı Diller Fakültesi Edebiyat ve İletişim Fakültesi’nin hemen karşısında. Teröristler bu bölgede alan hakimiyetlerini sağlamış vaziyetteler. Okulda ne derlerse kimse onlara itiraz edemiyor.
Güvenliğin ve rektörün olup bitenler umurlarında değil. Cafe sahipleri karşılarında el pençe. Hocaların bir kısmı onlardan, terörist olmayanları da vakıa karşısında çaresiz. Binlerce kişilik Türkiye’nin en eski ve büyük üniversitelerinden biri 200 tane pkklının avucunun içinde. İnanılmaz bir korku imparatorlukları mevcut. Öğrenciler arasında Suriye’de pyd saflarında geberen iki tane de Ege Üniversiteli olduğu sürekli konuşuluyor. Edebiyat Fakültesinde yapıştırılan afiş ve stickerlardan duvarın beyazı gözükmüyor. Her yerde terör propagandası. Bunları gördüğümde resmen dehşete kapıldım, kafamdaki tek soru şu oldu: “Devlet nerede?” Sonradan devletin nerede olduğunu anladım. Devlet Oslo’da örgütle görüşüyor, devlet Güneydoğu’daki valilere operasyon yapılmaması için emir veriyor, Devlet Habur ve Dolmabahçe pespayeliklerini sergiliyor! Çözüm denilen çözülme süreci belli ki Ege’de de tüm gücünü hissettiriyor. Teröristlerin bu cüretkarlıkları da bu dokunulmazlıklarından kaynaklanıyor.
Bu ortamda okula başladım. Bir gün dersteyken bir anda pencereye vuruldu. Hoca ayağa kalktı “Ne oldu?” dedi. Karşı taraf hiçbir şey söylemeden elindeki fişi içeri sarkıttı hoca bir an duraksadı sonra fişi
alıp prize taktı ardından hoparlörlerden bangır bangır kürtçe şarkılar çalmaya başladı. Ders işleniyormuş falan umurlarında değil. Hoca çaresiz bir şekilde bize dönüp “Ne yapabilirdim ki?” dedi, ardından ders kendiliğinden bitti. Sınıfta bir kız vardı bunların sempatizanı. Çantasında zincirle geliyordu okula. Derdi sizce eğitim miydi?
Sürekli öğrenciler taciz ediliyor, Allah’ın her günü okulda olay çıkartılıyordu. Okul aynı Hitler Almanyası gibiydi. Pkklılar pkklı olmayan hiçbir oluşuma kişiye müsaade etmiyor, hiçbir düşünceye özgürlük tanımıyordu. O kadar ki başka bir terör yandaşı olan Grup Yorum’un Ege’de verdiği konser bile pkklılar tarafından saldırıya uğramıştı. Okulun sayısıyla mukayese edildiğinde kesinlikle çok değillerdi ama örgütlüydüler ve karşılarında adam akıllı durabilen sadece Türk milliyetçisi gençler
vardı. Ve tabii ki Fırat Yılmaz Çakıroğlu…
Ege Üniversitesi Ülkücüleri ile tanışmam bu sebeplerden ötürü uzun sürmedi. Ülkücü olmamamda dolayı organik bir bağla bağlanmasam da okul içerisinde her ne olursa olsun beraber hareket etmemiz gerektiğini belirttim, gün ayrılık günü değildi.
Fırat reisin durumunu sonradan öğrendim. Teröristler onu fişlemiş. Okula girmesi sıkıntı, her an saldırıya uğrayabilir. Sınavlara polis eşliğinde girdiği dahi olmuş. Bu kadar baskının ve saldırının altında adına yakışır şekilde hareket ediyordu. Yılmıyordu!
Başvurulabilecek her yasal yola başvuruluyordu. Rektörlüğe dilekçe, polise ve güvenliğe ihbar, aklınıza ne gelirse. Fakat daha önce de dediğim gibi devlet Ege’yi terk edeli çok olmuştu. Ege’de terörist istemiyoruz adlı sayfa üzerinden okuldaki öğrenciler bilinçlendirilmeye çalışılıyordu.
Rektörlüğün önünde defalarca basın açıklaması yapıldı ama sesimizi kimse duymuyordu. Mart ayı gelmişti. Nevruz adı altında gövde gösterisi yapacakları tahmin ediliyordu ama gördüklerim inanılmazdı. Pkk üniformaları giymişler, her yer aponun fotoğrafları, pkk bayrakları, yüzlerce pkklı halay çekiyor. Kutlama yaptıkları bölgeye dağda geberen bir pkklın ismini bile vermişler. (hozan sehad alanı) Kanım donuyor gözlerim yaşarıyor, duvarları yumrukluyorum sabır çekmekten başka yapacak
bir şey yok.

Bir grup 19 Mayıs için bir etkinlik tertipliyorlar ve bunun tanıtımını yapmak için stant açıp bildiri dağıtıyorlar ve çok geçmeden pkklılar saldırıyor. Çoğu yaralanıyor. Atatürklü bildiriler yırtılıyor, Türk bayrağı yerlerde çiğneniyor. Durumdan haberdar olununca Ege’de birçok topluluğun katılımıyla başını Fırat reisin çektiği Atatürk ve Bayrak yürüyüşü tertipleniyor. Yürüyüşün sonunda pkklılar üzerimize saldırdı fakat polisin araya girmesiyle olaylar büyümeden durduruldu. Mayıs ayında bir gün telefon çaldı arayan annem. “Okulda gene olay çıkmış, nasılsın, neredesin?” dedi. Okulda değil askerdeyim sanki…
Pkklılar Yabancı diller Fakültesinin bir binasını rehin almışlar! En ufak bir mübalağa yapmıyorum. Okulu basmışlar, öğrencileri ve öğretmenleri binadan atıp kapıları zincirlemişler. Kapının önüne binanın içindeki tüm sandalyelerle barikat kurmuşlar. İşgal bütün bir gün sürdü. Polis içeriye
helikopterle baskın yaptı. Binanın damında teröristler ele geçirildi. Bu sefer atılırlar artık diye düşünürken pişkin pişkin finallere girmelerini izledim. Biri bizimle alay ediyor olmalıydı. Bıraktıkları enkazın fotoğraflarına bakarken sınıfımın duvarına apo yazdıklarını, ayrıca tüm koridorlara
pkk yazdıklarını ve Atatürk portrelerinin tamamını tahrip ettiklerini gördüm. Haberlerde çıkıyor ya hani karşıt görüşlü(!) öğrencilerin kavgası diye; bunun tamamen bilerek yapıldığını düşünüyorum keza bu karşıt(!) görüşlüler ne olduklarını saklamıyordu, birileri göstermek istemiyordu.
Saymakla bitiremeyeceğim benzeri olayların devamında 20 Şubat 2015 tarihinde Fırat Yılmaz Çakıroğlu’na şehitlik nasip oldu. Dünya başımıza yıkıldı, bazılarımız okulu bıraktı, bazılarımız okul değiştirdi. Bazılarımız mücadeleye devam ediyor. Zor geliyor onun şehit düştüğü yerden her gün geçmek. Kin, nefret, isyan üzüntü hepsi birbirine karıştı.
Aylarca hedef göstermelerinin, fişlemelerinin sonucunu nihayet almışlardı.
Fırat’ın katili sadece pkklılar değil! Buna göz yuman rektörün de hükümetin de en az pkklılar kadar suçu var ve ben bunları unutmayacağım. Fırat’ın katillerine karşı mücadele etmeye yemin ettiğim gibi göz yumanlarla da sebep olanlarla da hayatımın sonuna kadar mücadele edeceğim. Reis’in dediği gibi: “Yirmi kişi kalsak da, otuz kişi kalsak da mücadeleyi sürdüreceğiz!”


(Not: Trajik bir şekilde o gün orada bulunduğumuz için Ege üniversitesi bize 1 ay uzaklaştırma verdi. O gün orada bulunan pkklıların ise okul ile ilişikleri kesilmedi.)

bknz: https://eksisozluk.com/17-aralik-2014-grup-yoruma-hdplilerin-saldirmasi–4634944
bknz: https://www.evrensel.net/haber/107075/ege-uni-de-kampuse-sac-ve-cit-cekildi

Caner ÖZTÜRK

Geçenlerde bir arkadaş, sağ olsun “Akıl sağlığımızı nasıl koruyacağız, onu da yazın” demişti. Akıl değilse de ruh sağlığımı en çok bozan olaylardan biri vesilesiyle bu konuya dair bir çift laf edeyim.

Bugün Fırat Yılmaz Çakıroğlu’nun ölüm yıldönümü. Ege Üniversitesi’nde hedef gösterilerek, rektörün ve emniyetin seyirci kalması hatta pasif desteğiyle katledildi, ülkücü olduğu için. Eğitim hakkı, yaşam hakkıyla birlikte elinden alındı. Akla hep Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu dizeleri düşüyor: “Oku dedim oku diyen yüce rabbim hakkına / Seni yüksek mekteplere çok gördüler hey oğul / Hain eller ak göğsüne kızıl kurşun sıktılar / Evvel giden şol gencecik şehitlere tay oğul / Bağrındaki kurşunlarla çık peygamber katına / Ol mübarek avcu içre birer birer say oğul…”

Fırat derse gidemezmiş. Sevgilisiyle el ele yürüyemezmiş. Fırat hedef gösterilince dişini sıkar, müracaat eder cevap alamazmış, erkekliğe bok sürdürmez, ne ağlayarak feveran eder ne biat edermiş. Fırat bütün bunları yaşarken, her gece bir başka bela, sıkıntı, musibet, tehdit ya da tahrik nedeniyle taş kesilmiş çenesinde nefretini öğütüp uykusuz kalırken, her sabah hangi bela ile karşılaşacağını merak edip, yazgıya tevekkül ile bir küçük çakısına bahtını emanet edip yürürken; biz habersizdik. Orada, sırf bizimle aynı kimlik yahut sıfatı üstlendi diye, bizden pek de bir farkı olmadığı halde rastgele seçilip katledilmiş bir adam var, ve biz ancak o öldüğünde bu korkunç manzaranın farkına varabildik. Onu öldürenler, bizi de öldürmek istiyordu. Fırat, bizim yüzümüzden ölmüştü, biz topyekün bizden olanı korumaktan aciz ve bizden olana bizim yüzümüzden düşmanlık edip peşine düşen köpekleri korkutamayacak kadar sefil olduğumuz için.

Şu hayatta kendimi en kötü, sefil, aşağılık hissettiğim an, Fırat’ın annesiyle telefonda konuştuğum birkaç dakika boyunca sürmüş, kabus gibi sünmüş, işkenceyle uzamış bir “an”dı. Bütün konuşma boyunca tek düşünebildiğim, aşağı yukarı Fırat’la aynı yaşta bir genç ülkücü olarak akşam anneme latife etme, sabah annemin elinden demlenmiş çayı içme gibi lükslerimin bulunabildiği, Fırat’ınsa bu “lüks”lerden mahrum edildiği idi. Ne yüzle konuşabiliyordum?

Öldüğü günü ve o süreci iyi hatırlıyorum. Babamın telefonda ağıt yakışını, “Hele bir dön bak maziye / Yürek dayanmaz sızıya / Ege’den bozkurt yolladım / Özmen ile Önkuzu’ya…” Aynı babam, “kendini tutuklatacaksın” diye bir mevzuda beni uyardığında, “Fırat’ın uğruna öldüğü bir davanın mensubu olarak bizim korkaklık lüksümüz yoktur” diye cevap verdiğimde dolu gözlerle susmak zorunda kalmıştı. O da aynı hisleri ebeveyn nazarından yaşadı eminim: Orada benim oğlum gibi bir oğlan, sırf benim oğlumla aynı kimliği taşıyor diye öldürüldü. Bense oğlumun canını sakınıyorum. Onun babası da sakınmaz mıydı? Onun anası da üzerine titremez miydi?

Bu satırları ruh sağlığınızı bozmak için yazıyorum. Yıllar evvel dediğim ve Yeni Nesil Ülkücüler kitabımızda da tekrarladığım, hala arkasında durduğum bir laf var: Bir genç ülkücü ise, ya akıl hastasıdır, ya ruh hastası. Akıl hastalığını kendime yakıştırmıyorum, ama ruh hastalığından gocunmam. “Oğuz’un arsızı, Türkmen’in delisi” diyor Dedem Korkut, bizim bu maşeri çılgınlığımız “İtilaf’ın kuvvet-i mağruruna bir bela” olduğu gibi, oğullarımızı katledenleri mezarlarına dek takip eden bir vicdan murakıbı da olacaktır.

Ancak ruhu bu denli zedelenen bir insan, her gün köpek gibi aşağılanmaktansa, mertçe düşmanının karşısına çıkıp, vurup vurulup, gerçek mecaz bütün kurşunlarını onu katletmek için doğrulmuş namlunun menfezine boşaltarak kurtuluşa erebilir. Birkaç yüzyıl boyunca aşağılanmasak, kaybetmesek, yitirmesek, ağıtlar yakmasak, “silahlı dört besmele” olarak girdiğimiz koyaklardan Yunan’ı tepeleyip bir millet olarak çıkmayı başaramazdık.

Bırakacağız, şimdiye kadar verdiğimiz kayıplar, şehitler, şahit olduğumuz fedakarlıklar, haksızlıklar, ayaklar altına alınış, iftiralara uğrayış ve ihanet, ruhumuzu ele geçirecek. “Ordularla yenilmez bir gayız” damarlarımızı alev alev sarıp, bizi son defa ılgara kalkan bir akıncı ocağının en serdengeçti delileri gibi düşmanın üzerine kahkahalarla sevk edecek. Kaçıp, sindiğimiz delikte bir yaban tavşanı gibi, bir domuz yavrusu gibi avlanmaktan ancak böyle kurtulacağız. Farenin kediye, kedinin köpeğe “kıymetlisi” tehdit edildiğinde diklendiği gibi, en cılız bileğimizle yeşil sermayenin taze etle besleyerek semirttiği ayıların pazularına meydan okuyacağız. Ve sırf ruh hastası birer manyak olduğumuz için, bilmem kaç kiloluk mermiyi sırtlayıp topun namlusuna sürmeyi başaran çılgın Türk gibi, “ayuları korkudacağız, donuzları koçacağız”.

Akıl sağlığımızı bozmayacağız ama. Fırat için bir burs tertip edelim demiştik. Fırat’ın yaşıtları, Fırat namzetleri için burs versin istemiştik. Onu en güzel böyle yaşatırız demiştik. Yasal düzenlemelerden dolayı şimdilik mümkün olmadı. Moralim bozulmuş, olmayışına sinirlenirken, değerli başkanım Hakan Ünser beni voltaya davet etmiş, “Bahadır” demişti “Biz pes etmeyeceğiz. Devleti yönetecek mertebeye erişeceğiz. Oraya geldiğimizde, bu projeler içimizde başarısız ola ola mayalanmış olacak. O zaman koskoca bir devlet imkanıyla Çakıroğlu bursları düzenleyeceğiz, Fakültenin adını Çakıroğlu fakültesi yapacağız.” En sitemkar anımda gelen bu hatırlatmadan beri, kurt gibi pervasız ancak tilki gibi de kurnaz olmak gerektiğini daha iyi idrak ettim. Akıl sağlığımızı koruyacağız, oturup evinde plan yapan bir seri katil gibi soğukkanlılıkla plan yapacağız, kazanacağız, büyüyeceğiz, gelişeceğiz ve bütün bunları yaparken zedelenmiş ruhumuz her gece bize “Bugün Fırat için ne yaptın?” diye soracak. Bizi buz gibi bir kamçıyla her gece sabaha kadar dövecek. Sırf bu azaptan kurtulmak için dört elle sarılacağız akli ve ilmi araçlara. Başarısız olursak geberince uçup gideceğimiz hiçlikte dahi Fırat’ın ölüm anındaki iniltisinin kulağımızın zarında bizi ince ince kıyma yapan bir azap gibi çınlayacağını bilip, başarısız olmayı lugatimizden sileceğiz.

Ruh sağlığımızı muhafaza etmeyeceğiz sevgili kaari. Biliyoruz ki sevgi gibi nefret de, merhamet gibi gazap da, bağışlamak gibi kin de insanidir ve insanın hayatta kalmasına faydalı olmak için var olmuştur. Nefretle, gazapla, kinle donanıp, kurnaz, zeki, akıllı, bin tane mekri kanaviçe gibi işlemeye muktedir ruh hastaları olarak, en fiyakalı psikopatların adını tarihe altın harflerle yazdıracağız.

Ama andımız olsun, ne Fırat’ı vuranı, ne vurduranı, ne göz yumanı, ne cenazesine gitmeye bile üşeneni, ne de bu üşengeçliği fedakarlık diye açıklayan dalkavuğu unutacağız. Biz, Fırat’ın yaşıtları, bozduğunuz ruh sağlığımızla, beynimizi kalbimizin emrine verip, büyüyüp karşınıza bir bir çıkacağız. Yaşıyorsanız, korkudan öleceksiniz. Öldüyseniz, mezarınıza tüküreceğiz.

“Düşenlerin kanlarından doğacak şafak”, bizim öfkeyle alev alev yanan gözlerimizdedir, iyi bakınız.

Bahadırhan Dinçaslan 
20 Şubat 2017

Toplumlar her dönemde geniş kitlelere erişme zorunluluğunu kendisinde hissetmiştir. Özellikle matbaanın icadı ve basılı yayınların seri çoğaltılması sonrası süreçten günümüze araçlar değişim gösterse de amaç varlığını sürdüre gelmiştir. Hegel’in “Gazete modern insanın sabah duasıdır.” sözünün üzerinden neredeyse iki yüzyıl geçti. Gazeteler yavaş yavaş
yerini akıllı telefonlara bıraktı. Ama insan sabah kalktığında yaptığı alışkanlıkları yalnızca modernleştirdi. Hatta gün içinde yalnızca bir kez eline aldığı gazeteden bir adım öteye geçerek akıllı telefonları ile gece gündüz vakit geçirir hâle geldi. Sanırım kitle iletişim bu dönemde gazeteden bir “tık” öteye giderek parmak uçlarımızla kıtalar ötesine gidecek kadar başkalaştı.

Napoleon’un “Dört düşman gazete yüz bin kişilik ordudan çok zarar verebilir.” ifadesinde ele geçirilecek dört gazete ile orduların yenilebileceğini ifade etmesi, toplumun kitle iletişim araçları ile yönlendirilmesinin etki büyüklüğünü ortaya koymaktadır. Herhalde bugün yaşasaydı ve teknolojinin etki gücünü görseydi ordunun sayısını yüz bin ile sınırlı tutmazdı. Milyonların yalnızca birkaç “tık” ile harekete geçmesi öngörülerini tazelerdi.

Hitler’in Propaganda Bakanı Goebbels’in meşhur taktiği olarak “Her eve radyo” çalışması ile insanların evlerine kadar Führer’in sesi iletilmiştir. Bugün geldiğimiz noktada neredeyse her birimiz bir olaya yalnızca saniyeler sonrasında erişebilmekteyiz. Hitler’in büyük radyo devrimi ile çıkarttığı dünyanın en büyük savaşından çok daha fazla güç artık milyonların cebindedir. Yapılan araştırmalar akıllı telefonların bugün bilgisayarların ötesinde kullanıldığını ve her uygulamanın özellikle mobil hâlinin yapılma zorunluluğunu vurgulamaktadır.

Bu dönemin gazeteleri, radyoları değişen hâli ile Tweetler, poudcastler, hap videolar olmuştur. Lakin insan kitle iletişim araçlarını takipten ve etkiden vazgeçmemiştir. Bugün bu mecralarda olmayanlar veya aktif kullanamayanlar, ömürlerini doldurmakla muktedirdir. Bir ideolojinin aktarılması yahut bir yazarın toplumsal kazanım elde edebilmesi bu yollardan geçme zaruriyeti doğurur. Bu yüz yıl önce böyleydi, yüzyıl sonra
da böyle olacaktır. Araçlar, amaca hizmet etmeye devam edecektir.

Amerikan rüyası görmemizi sağlayan Hollywood filmleri, lahmacun yerine bize hamburger yedirmeyi tercih ettiren ateşsiz silahın namlusundan uzaklaşmak mümkün değilse parmağı tetikte olan olmak gerekecektir. Aksi halde “Zeytinyağlı yiyemem ama, basmada fistan giyemem ama” türküsü zihinlerimize yerleşmesinden sonra tamamen yerli üretim Sümerbank’ın batma öyküsünü dinler, güzelim zeytinlikleri olan ülkemizde margarine mahkum nice nesiller tüketiriz.

Bize düşen; ilgi alanlarımızla, kendi değer yargılarımızla, inanış ve kendi kültür değerlerimizle bu işlerin Türk’e göre, Türk tarafından, Türk için olanını inşa etmektir. Kendi benliğimizden olmayanlarla meşhur şarkının sözleri gibi “ne doğulu olabiliriz, ne batılı, iki cami arasında kalan beynamaz gibi” divanelik kalır hissemize.

Toplumlar kendi düşünce yapılarının yargılarını üretmediği müddetçe başkasının hayatını yaşamak durumunda kalır. Takdir edersiniz ki her ilaç her hastaya iyi gelmez.

Dünya bugün bilgi çağına erişmiştir. Bilgiyi üretmekle ve yaygınlaştırmakla mükellefiz. Mecmua geleneğimizi günün şartlarına taşımak, herkes gibi olmak değil; herkese bizim olanı anlatmak milli ödevimizdir.
Burada bir irade koymak yerine başa gelen çekilir deyip bir köşeye çekilmek, kusura bakmayalım Napoleon’un dört gazetesi, saniyede binlerce kişinin erişebildiği bir Trump Tweeti ile boy dahi ölçüşemez.
Gözümüzü çağın gereklerine kapatmış olmamız güneşin doğduğu gerçeğini
değiştirmeyecektir. Belki gazeteler artık tabletten okunuyor ama atalarımızın sözleri hâlâ ilk günkü tazeliğinde kulaklarımızı çınlatıyor.
Güneş balçıkla sıvanmaz! O zaman Rocky’i efsane yapan kitle iletişimin gücünü, peygamber övgüsüne nail olan Fatih Sultan Mehmet için yaşatılabilir hâle getirmek gerekir. Süperman’e hayran çocuklarımızın Hezarfen’i tanıması için bir şeyler yapmak herhalde uçmaya çalışmaktan
daha zor değildir! Bize sunulandan bizim olanı üretmek için bugünün yöntemlerini bizselleştirmek gerekli görünmektedir. Yoksa korkarım herkes gibi olurken karakterini yitirmek tehlikesi, tehlike olmaktan çıkacak kimliğimiz olacaktır.
Henüz balçıkla sıvanmadan güneş,
Ufuktan yeniden doğmasına kala,
Yürüyelim arkadaşlar!

Murat PEHLİVANOĞLU

YÖK verilerine göre 2018-2019 dönemi ön lisans ve lisanstaki toplam öğrenci sayısı 7 milyon 250 bin 129. Bu öğrencilerin ekseriyeti de üniversite eğitimlerini yaşadıkları şehirlerden başka şehirlerde alıyorlar. Tam da burada barınma ihtiyacı ortaya çıkıyor. Üniversiteye yeni başlayan öğrencilerin barınma ihtiyaçlarını giderebilmek için üç tane alternatifleri var, dilerseniz bunları inceleyelim. İlki Gençlik ve Spor Bakanlığına bağlı KYK yurtları. Bu yurtların 2018 yılı itibariyle toplam kapasitesi 600 bin civarında. Yani isteyen herkes devlet yurtlarında kalamıyor maalesef. Elbette bu durumun oluşmasında ülkemizde son dönemde hızla artan üniversite sayısının da bariz bir etkisi var. Ancak bu bahis konuyu dağıtır diye düşünüyorum. İsteyen herkesin KYK yurtlarında kalamadığı gibi kalanların da pek de isteyerek kalmadıklarını söylemek mümkün. Zira söz konusu yurtlarda önemli problemler var. Bunlardan ilki yemek meselesi. Yemekleri şirketler yapıyor. Öğrencilere de burada harcayabilecekleri bir bakiye yurt tarafından veriliyor. Gelin görün ki bu bakiye genellikle yetersiz kalıyor ve öğrenciler üzerine bir miktar daha para koymak zorunda kalıyorlar. Bu durumun neticesinde aslında KYK yurtlarının da oldukça uygun olduğunu söylemek mümkün değil. Aslına bakarsanız yemek meselesinin çözümü basit. Yurtlar şirkete yaptırmak yerine yemekleri kendileri yaparlarsa bu sorun ortadan kalkacaktır. Elbette ifade etmek kadar kolay değildir ancak o kadar da zor olmasa gerek. Bu yurtlarda kalan arkadaşlarımdan duyduğum bir diğer olumsuzluk ise altyapı ve ulaşım problemi. Arkadaşlar internet hizmetinin kotalı ve yeterli seviyede olmadığını ifade ediyorlar. Çağımızın koşullarını düşündüğümüz zaman internet meselesi de oldukça elzemdir ve gerekli altyapı gençlerle sağlanmalıdır. Ulaşım problemi ise özellikle İstanbul gibi büyük şehirlerde tam bir kanser. Özellikle yeni yapılan yurtların neredeyse tamamı maalesef merkeze uzak konumlarda. Yani düşünün, sabahları uyanıp iki üç saat yol gittikten sonra bir şeyler öğrenip kendini geliştirmeye çalışmak oldukça zor olur. Üstelik gençlerimizin düşünmeye, çözüm üretmeye harcayabilecekleri enerjilerini yollarda harcaması kabul edilemez. Burada da bu yurtların devlete ait olduğunu ve bu meselenin ehemmiyetini düşünürsek yeni yapılacak yurtların merkezi lokasyonlardaki devlet arazilerine yapılması bu problemin önüne geçebilir diye düşünüyorum. KYK yurtlarında durum böyle. Öğrencilerin değerlendirebileceği bir diğer seçenek ise özel yurtlar. Ülkemizin güncel ekonomik vaziyetini düşündüğümüz zaman bu seçenek öğrencilerin önemli bir kısmı tarafından zorunda kalınmadıkça tercih edilmiyor. Ayrıca özel yurtlardaki fahiş fiyatlandırmaları da belirtmek istiyorum. Zira bu kurumlarda aşağı yukarı KYK standardında hizmetler ortalama iki üç misli fiyata sağlanıyor. Zannediyorum burada biraz da suistimal olduğunu söylersem haksızlık etmiş olmam. Önemli noktalardan birisi de yine özel yurt başlığı altındaki tarikat-cemaat yurtları. Bu kısım çok mühim. Bu yurtlar genellikle bedava oluyor. Fakat takdir edersiniz ki bu devirde devlet bile gençlere bedava bir hizmet sunmuyor. Buralarda maalesef öğrencilere barınma imkanı vermeleri karlılığında onları kendilerinden biri yapmak amaçlanıyor. Bu durum sadece yetersizlik problemi değil memleketimizin yarınları için de elzem bir güvenlik problemidir. Bu şekilde başlayan işlerin nerelere geldiğini yakın geçmişte gördük zira. Üstelik Anadolunun bazı yerlerinde bir tane devlet yurdu olmasına karşın dört beş cemaat yurdu olduğu ve insanların buralara mecbur bırakıldığı iddiaları oldukça vahim. Devletimizin bu yurtlara yönelik denetimleri sıkı tutması ve buralara mecburen değil de isteyenin gidebilmesi açısından yeterlilik sağlayabilmesi gerekir. Son seçenek ise evler. Yine evlerde kalan öğrencilerin de önemli kısmı mecburiyetten kaldıklarını ifade ediyorlar. Zira gezmek tozmak yeni şeyler keşfetmek için ayırabilecekleri bütçeyi doğal gaz faturasına ayırmak mantıklı değil. Ayrıca ev meselesinde maalesef öğrencilerin karşısına çıkan problemlerden bir tanesi de ev sahibi ve emlakçıların tavırları. Bir muhitteki en tekin olmayan kısımda genellikle kot ya da zemin katta daireler öğrencilere sunuluyor. Bu da yetmezmiş gibi bu evler de verilebilecek en yüksek fiyattan veriliyor. Ancak tabii ki buradaki durumu etik bulmasam da bu insanları suçlayamayız. Zira onların öğrencilere karşı bir sorumlulukları yok. Yardımcı olsalar elbette daha güzel olur ancak olmadıkları için de bir şey diyemeyiz. Öğrencilerin, yarının Türkiyesinin, barınma olanakları ve karşılarına çıkan problemler genel hatlarıyla böyle. Bu şartlar altında bir şeyler başarmaya çalışan öğrenciler olarak işimiz oldukça zor. Fakat söyleyebilirim ki bu problemlerin tamamını çözmek devletimizin elinde. Öğrenci kapasitesini karışlayacak kadar yurt hatta TOKİ eliyle ev bile yapılabilir. Bu durumda da öğrencilerimiz hem başka yerlere mecbur kalıp yanlış yollara yönelmezler, hem sadece okullarına ve hedeflerine odaklanabilirler, hem de o şirketin bu kurumun şu cemaatin kazanacağı para devletimizde kalır. Bu şartlar altında fikri hür vicdanı hür, hedefleri olan, yarınlara umutla bakan, geleceğin güçlü Türkiyesini inşa edecek, amiyane tabirle vatanı kurtaracak gençler yetiştirmek pek olası değil. Ama unutulmamalıdır ki bu olumsuz koşullar altında bir şeyler ortaya koymaya çalışan tüm öğrenciler dirayetli ve azimli bir şekilde çalışmaya devam ederler ise bugün değilse bile yarın bu sorunlar güzel memleketimizde konuşulmayacaktır. Mustafa Kemal’in “Umutsuz durum yoktur. Umutsuz insan vardır.” sözüyle yazımı bitirirken mücadele eden, vazifesinin bilincinde olan tüm öğrenci kardeşlerime saygı ve sevgilerimi sunuyorum.

Mehmet KUL

Türkiye, aktif fayların bulunduğu bir deprem ülkesidir. Türkiye’de son zamanlarda meydana gelen yıkıcı depremler, hem birçok insanın yaşamını yitirmesine neden olmuş hem de ülke ekonomisini derinden yaralamıştır. Bir deprem ülkesi olan Türkiye ve benzer durumdaki ülkelerde şehirleşmenin ve yapılaşmanın artmasıyla birlikte sismik riskte hızla artmaktadır. Bundan dolayı da depreme dayanıklı yapı tasarımı ve performans değerlendirilmesi her geçen gün daha fazla önem kazanmaktadır. Tasarım ve değerlendirme yöntemlerinde ise son zamanlardaki gelişmelerle birlikte kuvvete dayalı tasarımın yanı sıra performansa dayalı tasarım daha ön plana çıkmaktadır. Performansa dayalı tasarım ve değerlendirme kavramından genel olarak oluşma olasılıkları belirli deprem etkileri altında, yapının süneklik kapasitesinin, binanın kullanım amacı ve tasarım ömrü gibi faktörler dikkate alınarak belirlenen bir performans durumuna göre tasarlanması ve değerlendirilmesi anlaşılmaktadır.

Türkiye’de çocuklar, ergenler ve aileleri Ağustos ve Kasım 1999’da yaşamlarını tümüyle değiştiren depremleri yaşadılar. Deprem sırasında ve devam eden günlerde birçok insan doğrudan yaşam tehdidiyle, ciddi yaralanmalarla ve yakınlarının kayıplarıyla karşı karşıya kaldı. Yakınlarının, arkadaşlarının, komşularının kayıplarının yanında, evlerini, kişisel eşyalarını yitirdiler. Bütün bu travmatik yaşantılar günlük yaşamın zorluklarıyla birleşerek bireylerin yaşama ilişkin algısını değiştirmiştir. Yaşanan büyük travmalar sonucunda sosyal katılımda azalma, yaşama ve var olan çevreye duyulan ilgide azalma, yabancılaşma duyguları ile birlikte kaygı, depresyon, ve yalnızlık gibi duygular da gelişir.

Depremi yaşayan öğrenciler, birçok ülkede ve Türkiye’de yaşayan, ancak depremi yaşamayan öğrencilere oranla, daha az başarılı oldukları cesaretlerinin kırıldığı ve yaşadıkları travmatik durumun etkisiyle kaybetme duygusunu yaşadıkları gözlemlenmektedir. Bunun yanı sıra yaşanan can kayıpları sonrası öğrenciler diğer yaşıtlarına nazaran korku dolu bir ruh hali ile yaşamlarını sürdürmektedir. Rehberlik servisinin uygulayacağı çalışmalar ile birlikte söz konusu olumsuz durum ortadan kaldırılmaya çalışılmaktadır.

Öğrencilerin geleceğe ilişkin umutsuz oldukları bulgusu, onların, bu travmatik yaşantı sonucunda bir değişiklik yaşadıklarını göstermektedir. Birçok çalışma bu tür bir durum yaşamayan ergenlerin geleceklerine yönelik iyimser olduklarını göstermektedir Başarı ve ilişkisel beklentilerin çokluğunun yüksek iyi olma halını tanımladığını ve deneysel ve varoluşsal planların ise düşük iyi olma halını işaret ettiğini belirtmektedirler. Araştırmalar sonuçları deprem bölgesinde yaşayan öğrencilerin varoluşsal ve deneysel planlarına eşlik eden umutsuzluk duygularını açıklar niteliktedir. 

Depremi yaşamak öğrencilerin geleceğe dair olumsuz bakış açısının sayısını artırmakla birlikte yapısını da tamamen değiştirmiş görünmektedir. Öğrenciler, ellerindeki somut varlıklarla bağlarının yok olduğu (bütün eşyalarını kaybetmek gibi) ve topluluk olarak benzer problemler yaşadıkları için bireysel ve yaşamsal değişimler istemekte, fakat kendilerinde gerçekleştirme gücü bulamamaktadırlar. Bu sonuç, üzerinden çok uzun zaman geçse bile depremi yaşayan ergenlerin ve bölgenin hâlâ destek hizmetlerine gereksinimi olduğunu göstermektedir. 

İnsanların yaşamlarını sağlıklı bir şekilde devam ettirebilmeleri için ihtiyaçlarını yerine getirebilmeleri gerektiği bilinen bir gerçektir. Öğretim programları aracılığıyla öğrencilere bu bilincin kazandırılması önemlidir.  Deprem sonrasında insanların yaşamlarını sürdürebilmeleri çeşitli ihtiyaçlarını sağlayabilmelerine bağlıdır. Deprem sonrası yaşanacak kaoslar düşünüldüğünde gerekli olan temel malzemelerin önceden hazırlanmış olması gerektiği bilinen bir durumdur. Çünkü deprem sonrasında enkaz altında da kalınabilir, enkaz altında kalmadan da atlatılabilir. Ancak her iki durumda da büyük bir deprem sonrasında her bireyin hayati faaliyetlerini devam ettirebilmeleri için gerekli bazı temel maddelere ihtiyaç vardır. Bunlar depremden hemen sonra temin edilemeyebilir; bu nedenle önceden bu duruma hazırlıklı olunması gerektiği bilim insanları tarafından sürekli dile getirilmektedir.

Sosyal Bilgiler dersi kapsamında deprem eğitimi verilirken; öğretmenlerimizin çağdaş öğretim yöntemlerinin kullanılması gerektiğine inanmakla beraber, bazı öğretim yöntemleri konusunda bilgi eksiklikleri olduğunu ve bazı yöntemlerin ise ekonomik nedenlerden dolayı kullanılamadığını gözlemlenmiştir. Öğretmenlerimizin öğretim materyalleri kullanımında da birtakım problemleri bulunmaktadır. Bu problemlerin başında, bazı araç gereçlerin okullarında bulunmaması ve maddi yetersizliklerin olduğu görülmüştür. Ayrıca, öğretmenlerin büyük bir kısmı teknoloji ürünü araç gereçlerin nasıl kullanıldığını bilmemektedirler.

Öğretmenlerinin büyük bir kısmı lisans döneminde deprem eğitimi konusunda yeterince eğitim alamamışlardır. Öğretmenler bilgi eksikliklerini, meslek hayatlarına devam ederken, meslek hayatlarındaki tecrübeleri, gazete, dergi, tv gibi basın yayın organları yolu ile gidermeye çalışmaktadırlar. Öğretmenler ve öğretmen adayları deprem konusunun, ilköğretim programındaki mevcut durumunu yeterli bulmamaktadırlar.

İlköğretimde deprem eğitimine ilişkin şunlar yapılabilir:

1. Deprem ve korunma yolları konusu, ana okulundan itibaren ilköğretimin her kademesinde, öğrencilerin seviyesine uygun bir şekilde öğretilmelidir.

2.İlköğretim programı düzenlenirken, doğal afetlerle ilgili konuların ülkemizdeki dağılışı göz önünde bulundurulmalı, depremsellik bakımından hassas olan yerlerde, deprem konusu daha ayrıntılı öğretilmelidir

3. Sosyal Bilgiler ders programında deprem konusuna daha fazla yer verilmeli, konu içeriği yeniden düzenlenerek, Sosyal Bilgiler dersinin her kademesinde bu konu okutulmalıdır.

4. Okullarımız deprem afetine karşı hazırlanmalı, her okulun bir deprem afet planı olmalıdır. Deprem planı kapsamında okullarda ilgili düzenlemeler yapılmalı; okul personeli, müdür, öğretmen, öğrenci aileleri ve öğrencilerden müteşekkil gruplar oluşturulmalıdır. Örneğin, planlama komitesi, ilk yardım ekibi, arama- kurtarma ekibi, tahliye ekibi, yangın güvenlik ekibi, vs… Bu gruplar zaman zaman bir araya gelerek deprem tatbikatları yapmalıdırlar.

5. Deprem eğitiminde öğretmenlerin yöntem ve materyal kullanımından kaynaklanan güçlüklerin önlenebilmesi için, öğretmenlerin modern öğretim yöntemleri ve yardımcı materyal kullanımı konusunda hizmet içi kurslara katılmaları sağlanmalıdır.

6. Deprem eğitimi uzmanlık isteyen bir alandır. İlköğretim öğretmenlerinin yetiştirildiği fakültelerde, lisans döneminde, doğal afetler ve korunma yolları ile ilgili dersler okutulmalıdır. 

Ağalar ve hanım ağalar! Tevellüt bir suç değil, coğrafya gibidir; hatta ondan da fazla kaderdir, sayenizde kederdir. Çağın gençleri olarak erken yaşlandık, yaşımızı siz verdiniz, yaşamayışlarımızın müsebbibi olarak. Azıcık aşınız, kaygısız başınız vardı. Heh, işte o kaygısız başınız şimdi bizim başımızı ağrıtan, başarılarımızı baltalayan. Memleketi en çok düşüneniniz bile bizi çok düşünmedi, hâlbuki memleket gelecek demekti, gelecek nesilleriniz. Gelmeyecek kötü günler diye tamah ettiğiniz makarna ve kömür konusuna girmiyorum, onun edebiyatı eskidi, tesiri yok artık, mavrası da çirkin. Ama siz bizi hep suçladınız, genç olmakla, bir şey bilmemekle. Aslında öğrenmemenin ayıp olduğu gerçeğini bilen bir tek bizdik ve sizin bilmezlikle yetinmenize başkaldırdık. Saygısızlık dediniz okuduğumuza, yediğimize, içtiğimize, gezdiğimize, sevdiğimize, hayallerimize, hayalsizliğimize, benim başörtülü bacılarıma, mini etekli ablalarıma, hacılarıma, şeytanlarıma bile karıştınız. Evlerinizi bize kiraya vermediniz, otobüste yer beklediniz. Bize dair tek umudunuz, üzerinde oturduğumuz teker üstü koltuğumuz oldu.

Siz görmüştünüz, biz daha doğmamıştık. Babamızın belinden düşmeyişimizdi problem, ana rahminde yer tutmayışımız. Tevellütle suçlanmak terk ettirdi bize bizliği, bir nesil bir öncekinden koptu; önceki sonrakini sevmez, beğenmez oldu, anlamları ve hevesleri anlaşılmadığı için. Çoğumuz yirmisinde öldü, Tiktok’a düştü, twitter’da nude avcısı, Facebook’ta Tanrı savcısı, Instagram’da manzara sancısı oldu. Öldüler. Yaşayanlarımız okumakla meşgul, bazısı yazmakla… Ama siz hâlâ okumamakla meşgulsünüz ve yazılanı hor görmekle, hatta sevmemekle. Neden? Tevellütten. Siz hiç meşgul olmadınız, azıcık aşınız mesguliyetinize yeterdi. Siz, sizden öncekilerden görmediğinizi göstermeyi vazife edindiniz ama siz, sizden öncekilerden daha suçlusunuz. Evet siz, suçlu olan sizsiniz. Çünkü sizden sonrakiler size öğretiyor hayatı, gösteriyor geleceği.

Tevellütle takılmış, umursamıyorsunuz. Biz sizden daha büyüğüz, sayımız da çok, farkımız da. Biz büyüğüz, siz ihtiyar, aramızda dehşetli bir fark var. Umursanmayacaksınız ihtiyarlar. Siz geçtiniz, sizden geçti, genç olan biziz ve geleceğimizden sorumluyuz. Bizim suçumuz tevellüdümüz değil, hâlâ size olan teveccühümüz.


Mustafa Oğuz BAYAT

İraq Türkmənləri İraq içində: Musul, Kərkük, Ərbil, Duhok və Diyalə kimi yərlərdə yaşamaqdadırlar. Qəyd edək ki, hazırda İraq əhalisinin taxmini məlumatlara əsasən 8 faizə qədərini Türklər təşkil edir.

İraq Türkmənlərinə qarşı zamanla dövlətin münasibəti dəyişdi və qeyri-sabit bir yol izlədi. Ümumiyyətlə baxıldığı vaxt Türkmənlər mübarizələrində sülh tərəfli bir siyasət izləmiş ancaq İraq rəhbərliyi Türkmənləri assimilyasiya üçün xüsusilə 1980-ci ildən sonra təzyiqləri artırdı. Türkçe danışmaq qadağan edilmiş, minlərlə ev və kənd yıxılmışdır.

İraqin İran ilə müharibəsi ölkədə ümumi vəziyyəti pisləşdirirken Türkmənlərin vəziyyəti də çox çətinləməyə başladı. Bağdad rəhbərliyi Türkmənləri müharibənin cəbhədə ön saflarına yollayarkən, Türkmənlərin aparıcı kişilərini edam etdi.

1991-ci il Körfəz Müharibəsindən sonra müxalif qruplar kimi Türkmənlər də siyasi hərəkatını Türkmən mövcudluğunu qəbul etdirmək üçün böyük səylər xərclədi. İkinci Körfəz Müharibəsindən sonra isə Kürd partiyaları Türkmənləri öz tərəflərinə çəkməyə çalışmışlar ancaq Kürd qrupları, Türkmən davasına zərər vərə biləcək qədər təhlükəlidirlər. Kürdüstan Demokrat Partiyası Türkmənləri tanımadığı kimi, Kərkükün Türkmənlərin yaşadığı bir şəhər dəyil, təmamilə Kürd şəhəri olduğunu iddia edərək “Kürdüstanın ürəyi’ dəyə xarakterizə etməkdədirlər.

Körfəz Müharibəsi sonrası Birləşmiş Millətlər Təşkikatının Təhlükəsizlik Şurası qərarı ilə İraq torpaqlarında şimalda və cənubda təhlükəsizlik zonaları yaradılmışdı. Bu təhlükəsizlik zonaları yaradılırkən nəzəriyyədə şimalda Kürdlər və Türkmənlər, cənubda da Şiələr Səddam reciminin təzyiqlərindən qorunurdu ancaq bəylə olmadı. Cənubda qalan Kürdlər təhlükəsizlik zonasına daxil edildiyi halda şimalda qalan Türkmənlər daxil edilmədi. Türkmənlər bir tərəfdən Səddam reciminin təzyiqlərine məruz qalırkən, bir tərəfdən də Kürdlər arasında çətin günlər yaşamaya məhkum buraxılmış.

Əslində 2003-cü ildə ABD-ın İraqa müdaxiləsi yəni Səddam’ın yıxılması ilə İraqın hər dövründə əzilən Türkmənlər sevinmişlər ancaq İraqda inkişaf edən proses həyəcanlarını yarım buraxmışdır. ABD-ın İraq siyasətində Türkmənlərin adı bilə yoxdur.

İraqın düşməsindən sonra Kərkük və Musulu işğal edən Amerikan əsgərləri pəşmərgələrin bölgəyə girməsinə icazə verdilər və pəşmərgələr şəhəri günlərlə yağmaladı. Bölgədəki Türk şəxsiyyətini silməyə çalışdılar.

Bu gün, İraq Türkmən Cəbhəsi İraq Məclisində yalnız bir kürsü ilə təmsil edilməkdədir Bunda İraqda edilən seçkilərin ədalətli olmamasın böyük təsiri vardır. Siyasi təmsil baxımından Şiə Türkmənlər daha aktiv vəziyyətdədir. Zatən onların da bütün iştirakı İraqdakı Şiə qrupların siyasətə iştirakı üzərindən reallaşdı. Türkmənlərin kimsəsizliyi həqiqətən narahatlıq vericidir, eyni Təlafər soyqırımında olduğu kimi. Təlafər hər şeyiylə bir Türkmən şəhəridir. Təlafərdə peşmərgələr və Bədr gücləri tərəfindən Körfəz Müharibəsinin başlanğıcından bəri qırğın edilməkdədir. Evlərini tərk edən Türkmənlərin yerinə Kürdlər yerləşdirilməkdədir. Bu gün Türkmənlərin İraqda tək buraxılmalarının və hüquqlarının verilməməsinin İraqın qurulmasından bəri davam edən eyni siyasətin davamı olduğu dəyilə bilər.

Gökçe Özbaş

Bilkent Üniversitesi yönetimi, öğrenci konseyi başkanlığını yürüten Halil Kerem Aydın’ın okula girişini sebep göstermeden 1 ay süreyle yasakladı .

Halil Kerem Aydın’ın iddiasını, sosyal medya hesaplarından yaptığı açıklamayı sizlerle paylaşıyoruz.

Duruşmaya dair ayrıntılı bilgilere aşağıya ilk ve son tweetlerini bıraktığımız Parantez Haber’in floodundan ulaşabilirsiniz.

https://twitter.com/ParantezHbr/status/1177498878683185152?ref_src=twsrc%5Etfw%7Ctwcamp%5Etweetembed&ref_url=https%3A%2F%2Fcdn.embedly.com%2Fwidgets%2Fmedia.html%3Ftype%3Dtext%252Fhtml%26key%3Da19fcc184b9711e1b4764040d3dc5c07%26schema%3Dtwitter%26url%3Dhttps%253A%2F%2Ftwitter.com%2Fparantezhbr%2Fstatus%2F1177498878683185152%26image%3Dhttps%253A%2F%2Fi.embed.ly%2F1%2Fimage%253Furl%253Dhttps%25253A%25252F%25252Fpbs.twimg.com%25252Fmedia%25252FEFdQ_BVUwAEaFdS.jpg%25253Alarge%2526key%253Da19fcc184b9711e1b4764040d3dc5c07
https://twitter.com/ParantezHbr/status/1177595688357650433?ref_src=twsrc%5Etfw%7Ctwcamp%5Etweetembed&ref_url=https%3A%2F%2Fcdn.embedly.com%2Fwidgets%2Fmedia.html%3Ftype%3Dtext%252Fhtml%26key%3Da19fcc184b9711e1b4764040d3dc5c07%26schema%3Dtwitter%26url%3Dhttps%253A%2F%2Ftwitter.com%2Fparantezhbr%2Fstatus%2F1177595688357650433%26image%3Dhttps%253A%2F%2Fi.embed.ly%2F1%2Fimage%253Furl%253Dhttps%25253A%25252F%25252Fpbs.twimg.com%25252Fprofile_images%25252F1146806688047140864%25252FYJwl7PHg_400x400.png%2526key%253Da19fcc184b9711e1b4764040d3dc5c07

Türkiye’de kadın cinayetleri 2011’den beri her yıl artarak devam ediyor. Erkek şiddetinin olağanlaştırıldığı, hukukun artık işlemediği bu topraklarda geçtiğimiz yıl 440 kadın katledildi.

Kadın eylemlerinde sıkça “Kadın cinayetleri politiktir” sloganını duyuyoruz. Her ne kadar insanlar -çoğunlukla da erkekler- bunun pozitif ayrımcılığı çağrıştıran bir söylem olduğunu düşünseler de işin aslı öyle değil. Bu bir realite: Kadın cinayetleri politiktir.

Fakat…

Kadın cinayetleri politiktir çünkü defalarca ölümle tehdit edilen kadın, karakola gittiğinde güvenliği tam anlamıyla sağlanmıyor hatta bunu yapan kocasıyla orta yol bulunmaya çalışılarak şiddet gördüğü eve geri gönderiliyor. Eğer ortada çocuklar varsa ‘iyi niyetle’ onlar da bahane edilip emniyet mensupları, “Kocan pişman, bak gül gibi çocukların var onların hatrına affet” diyor. Dayakçı koca karısını dövmeye, devlet onu korumaya devam ediyor. Peki çocuklar memnun mu bu durumdan? Annelerinin fiziksel, psikolojik şiddete maruz kalmasından? Hayır… Belki o aileden olan kız çocuğu büyüyüp başına böyle bir olay geldiğinde polise gitmesinin faydasız olacağını düşündü ve yıllar sonra şiddete susan kadınlardan biri oldu.

Yapılan araştırmalara göre 1134 cinayetin 141’i şiddet, taciz veya tehdit karşısında kadınların güvenlik amacıyla resmi bir kuruma başvurmasına rağmen yaşanmış. 234 cinayet ise devam eden bir ayrılık veya boşanma sürecinde işlenmiş. Yani cinayetlerin 1/3 de kadınlar hayatta iken yargı sistemine bir başvurmuş olmalarına rağmen can güvenliklerini sağlanamadığını gösteriyor. Ayşe Paşalı bunun en büyük örneklerinden biridir ki daha niceleri var.

Kadın cinayetleri politiktir çünkü medya, kadına yönelik şiddete karşı yetersiz çalışmalar yapan devleti sorgulamak yerine erkek aldatılmış mı tahrik var mı bunlarla ilgileniyor. Şiddeti ve cinayetin haklı sebeplerini arıyor cinayeti magazinselleştirip meşrulaştırıyor.

“Aşk cinayeti”, “kıskançlık cinayeti” ve “cinnet” türünden ifadeler, erkek bakış açısının medyadaki yansımasından başka bir şey değildir. Kaldı ki bu cinayetleri psikolojik boyuta indirgemek, “Kadın cinayetleri politiktir” gerçeğini örtmeye çalışan bir sis bulutu işlevi görmektedir.

Kadın cinayetleri politiktir çünkü eğitim sistemimizin temeli cinsiyetçiliğe dayanıyor. Erkeklere her şey mubahken kadın yaptığında namus devreye giriyor. Kadınlara öyle öğretiliyor ki taciz edildiğimizde suçlu olmadığımızı kanıtlamak için “saat çok geç değildi, işten/okuldan dönüyordum, kıyafetim açık değildi” diye kendimizi savunmak zorunda bırakılıyoruz çünkü eğer bunların aksiyse hak etmişizdir tacizi, tecavüzü. O saatte orada ne işimiz vardı? Kimse gecenin üçünde bir erkeğin sokakta olmasını yadırgamaz, sorgulamaz bunda yanlış bir şey yoktur ama eğer o saatte dışarıda olan bir kadınsa ya “aranıyordur” ya da “yolludur”.

Kadın cinayetleri politiktir çünkü kadın cinayeti davalarında kanunlar yeterli ve caydırıcı değil. Oysa ceza hukukunun en önemli amaçlarından biri caydırmak, ıslah etmek ve topluma kazandırmaktır. Cinayetlerin sürmesine de sebebiyet veren esas eğilim, “erkek şiddetini aklamak” eğilimidir.

“Hakaret, tehdit, zorla alıkoyma, özel hayatın gizliliğini ihlal, tecavüz, cinayet…” gibi adlar alan suçlar ve davaları; kadınlara yöneldiğinde, suçun türü, işleniş şekli ve sonucuna göre ceza indirimleri devreye giriyor.

Şule Çet davası sırasında sanık avukatının “kızına sahip çıksaydın” söylemi erkek şiddetini aklama eğilimin son ve önemli bir halka olarak karşımızdadır. Her ne kadar sosyal medyada bu söyleme sert tepkiler verilmiş olsa da toplumun bilinçaltı avukatın sözlerinden farklı düşünmemekte. “Eğer kızımıza sahip çıkarsak güvende olurlar” fikri maalesef ebeveynlerde hakim düşünce haline gelmiştir. Oysa şiddetin kaynağı kurutulmazsa “sahip çıkmak” da yetmeyecektir.

Kadın cinayetleri politiktir çünkü Cumhurbaşkanı, “Kadınla erkeği eşit konuma getirmek fıtrata terstir” dediğinde aslında erkeklerin “üstünlüğü” kabul ettiğini itiraf etti. Fıtrata ters olan eşitlik onlar için mümkün olmadığından toplum “erkektir yapar” dedi. Aslında bu erkeği “aşağılık” göstermesine rağmen erkeklerde güçmüş gibi algılandı.

Bir kadın olarak kadın cinayetlerini durdurmak için daha sağlam çözümler üretmemiz gerektiğine inanıyorum. Gencecik kadınlar öldürüldüğünde, tecavüze uğradığında “idam gelsin, hadım edilsin” söylemleri değil istediğimiz.

Daha doğmadan başlıyor aslında erkek çocuk sevinci kız çocuk burukluğu. Erkek çocuğu, ‘amcalara teyzelere gösterilen’, kesileceği zaman davullu zurnalı kutlamaların yapıldığı pipi yüceltmesiyle büyütmemek gerekiyor.

Kadının, hayatın her alanında erkeklerle eşit fırsat ve olanaklara sahip olması gerekiyor. Bütün kamusal alanlar erkeklere her şeyi yapmaları için serbest bırakılıyor. Yani sorun ‘mekân’ değil, tüm mekânların erkeklere mahsus oluşu. ‘Buton’ veya ‘pembe otobüsle’ de çözüm gelmez. Bu anlayışın değişmesi gerekiyor.

Siyasetçilerin, her gün kadının toplumsal rolünü daha da dibe iten “Eşitlik fıtratında yok”, “Kahkaha atmasın”, “İffetli olsun”, “Hamile hamile dolaşmasın”, “Çocuk doğursun”, “Evinde çalışsın”, “Tecavüze uğradıysa çocuk kalsın, o ölsün” gibi ayrımcı laflardan kurtulmaları gerekiyor.

| Ece S. Doğan