Çığlıklar ve bağırışlar Tanrı Dağı’nın arkasından,
Düşmüş derin bir uykuya Türk obası,
İşitmez olmuş kandaşının yakarışlarını,
Kulaklarını tıkatmıştı çünkü Kızıl Çin’in parası.
 
Kamplar, kanlar ve katliamlar,
Dilini ve dinini meneden yaratıklar,
Osman Baturlar ve Kürşatlar,
Elbet bir gün tekrar gelecek atlarıyla şen bahadırlar.


Kızıl hilal bayrağıyla Gökbörünün yanında,
Kabart kulaklarını o zaman Bilge Kağan'ın dediklerine
Söyle senin ilini ve töreni kim bozabilir?
Emin Haktan Altın

bu sahici bir kargaşa
türkü güzel değil
türkü kırmızı renk bırakıyor
kurşunun söyleyeceği toprakla alakalı
bu sahici bir kargaşa
mahşerden benim olanları çekip almaya çalışıyorum
elimde kılıç var ama dengede
ne yana sallasam şiir bulaşıyor
herkes ölüsünü yüzümde görmüş gibi bana bakıyor
bir çizgi çekiyor Allah göğe
bir tarafında yaşam raks ediyor
herkese susarak bağırıyorum
bu sahici bir kargaşa
dans etmeyi öğrenin ciğerlerim
yoksa bizden en değerli şeyi
duvardan çiviyi sökercesine çekip alacaklar
kurtlar asma yapraklarının altında görünüyor
bir kurtla ve kurşunla en iyi ben konuşurum
aklıma dili damağına değdikçe şiir sıçrayan
bir güzelin gece gibi saçları geliyor
bu sahici bir kargaşa
benim sayım bir parmaktan daha az
susmaktan ihtilal yapmak üzere hürriyet yanım
bir kördüğümün
kahpe bir pusunun ağırlığı bulaşmış yüzüme
ayağa kalkarken
benimle birkaç yüz ayak sesi
darp ediyor geceyi
yukarıda Allah tek
bu sahici bir kargaşa
çıkartabilirim herkesi
ama önce kulaklarına saplamak için
bir cümle arıyorum
kalabalık esasen Allah’ın kalabalığı değil
fakat en çok onun adı geçiyor
bir okun ucuna geceyi çalıyorum
Allah’ı onun da sesi hatırlatır
bu sahici bir kargaşa

Alperen Alparslan Gözen

Ey güftekâr çal ki tanrıyadır sitem
Sazın sesi arş-ı âlâyı aşsın
Ervahı geçsin mukaddes merhem
Azrail ölüm değil yaşam saçsın
 
Zümrüdüanka yanmak mıdır elzem
Âb-ı hayât İsrafil’in surundan aksın
Azrail, pençenden dökülen kanı sil
Gözlerin kanatlarından aksın
Bu hayatının sonudur bil
Seni seven ölümü tatsın
Emir Aykar
Bir sükûtta sana sundum gönlümü,
Susma demeni beklerdim bir mehtap gecesi.
Belki kelimeler bizim dillerimizde yorulsun,
Bizim nefesimizde yükselsin göğe diye seslenmeni.
Bir harpte sana sundum vücudumu,
Ölme demeni beklerdim idam edilirken göz bebeklerinde.
Kirpiklerin güllerden kefen dikerken o zaman,
Giyme demeni beklerdim uzanırken çehrende sonsuzluğa.
Nağmeleri tüketirken duydum seni,
Hangi insan besteler bu kusursuz besteleri Asuman
Susma artık!
Nefesin karışırken şiirlerime ben susamam.
Ruhun ile birleşirken bir mürekkep boncuk boncuk
Sen... Sen susma artık!

Abdullah Budak

Çırılçıplak heykeller düşlerim sonra,

Adına, şanına ve geleceğimize,

Saz çalmayı bilmesem de

En sevdiğin türküleri söylerim,

Seni kaybettiğim ve aramakta olduğum günlerde,

Mahalle kahvesinde yolunu gözlerim,

Çok yoruldu zamanı demleyen gözlerim,

Takati kalmadı göğsümdeki kuş sürülerinin,

Ne zaman dolacak dünya denen mühleti

Uçurtması kaybolan çocuğa sorun nefreti,

Müsaade etmiyor benim hasletim

Kaç dağ yıkılıyor gece yarıları bilmem

Teneflide içilen iki yudum suya hasretim

İris çiçeği kadar temizdi gözlerin,

Ve o kadar mertti sözlerin

İttihatçılar ölmez müsterih olsun milletim.

İsa Tekin

Nağme söylerim heybeden, ben uslanmaz şirâze
Usludan yeğce hâlim mahvolmuş senden Âfrâze
Mahcûbum, besmelesiz andığım ismine mahcup
Bâriz bir müsabaka bu; sen gâlipsin, ben mağlup
Kırk bin kez yenildim sana, kırk kat daha kızardım
Vuslat var denilseydi, kırk kez daha sen yazardım


Sen ki sonsuz bir deryâ, ben susuz ve târumârım
Tek yudum almam da teninden, çatlar bûtimârım
Çatlasın! Hem belki pay bulur Mûsâ'nın nefsinde
Dalgalanır gönül köşküm taht kurmuş nefesinde
Bu köşkün şevkinden baygındır Tûr'da Mûsâ bile
Hardal tanesi nûr bulsun, dağ yeksândır benimle
Kim dayansın ferdâna, görsem dağlanır gözlerim
Kalkamam derîn uykudan, bildir bana ey Rabbim
Düş müydü gördüklerim, kimin düşüydü sâhiden
Dağların mı, Mûsâ'nın mı; nûrun muydu mâhîden
Üzgünüm bin yerimden, bilmeden aştım haddimi
Yol bilmez, dertle gezerdim; kaçırdım serhaddimi
Hâlen ne'me yetmezdi de kaynak peşine düştüm
Boz bulanık sulara kandım, senden uzak düştüm
Şimdi sînem kadar günah, benim kadar günahkâr
Ve sanem kadar sır tutmuş, mahrem kadar âşikâr
Bir sen kaldın nezdimde, şah damarımda efendim
Yalnız sendin yakından yakın, utanmayan bendim


Bir hiçtim dünyâ âleminde; Hakk dedin, halk ettin
Müstakîm yol mîrâs dedim, hakkı bana mülk ettin
Tüm servetim aşktandır, özge saltanât sürmedim
Bilmedim de Kârûn kim, muhannete at sürmedim


Ne hünerim vardı ne âsâm, ne de ben Mûsâ'ydım
Firâvun'a rağmen Tuvâ'nda tam kırk gece saydım
Nihâyet kavruldu kandilim mukaddes Medyen'de
O mekân ki kor gördüm, pervâne oldum sâyende
Bir gün toplandı cümle mâhir, güvendim sözüme
Senden öte söz bilmedim, böyle döndüm özüme
Sesinden üstün tek rütbe yok hayret makâmında
On iki ümmetten doğdum, baş eğdim ahkâmında
Hâkim sensin vâdinde, mizânın sağ tarafındayım
Hep toz dumandayım, mushafın da A'râf'ındayım
Bu nağme çıkmaz heybemden, hâlâ ismim şirâze
Uslanmam; mümkün olsa, bağışlar mıydın Âfrâze

Hilâl Sönmez

Şahsi bir meselenin içinden yuvarlanıp şuracıkta düştüm kollarına.

Omuzlarından bir avuç su içtiğim günlere feryadım.

Gökyüzünün sessizliğini çekip aldım aydan, koynuma güneşi dayadım.

Şaibeli uçurumların gölgesinden yuvarlanan sesli bedenlere ufak bir kelamım olacaktı;

Çok toz alıp geldik bu diyarlara, sizler yuvarlanmayın.

Ufak hüzünlerin güzlerinde kimsesizlikten medet ummayın.

Medet umulan diyarlardan düşüp geldim koynuna.

Şuracığa yasladım başımı, düşüyorum göksüz uçurumlara.

Tam da sırası, hiç de fena değil akan bir derenin sesini duymak için son kez gidilen mekân bana.

Bana uzak değil dünyanın her bir ayrı komşusu,

Bana uzak değildir şimdi senin fısıltın,

Beni en derinde ara.

Kör bir akşamın koynundan çıkıp geldim sana.

Göksüz uçurumlardan yuvarlanırsan sen de tam beni oracıkta ara.

Hayallerin gerçeklere kaydığı uçurumlarda,

Sesin soluğun çıkmasın yalnız kalırcasına,

Bir gül uzatacak mısın koynundan?

Koynundan bir gül koparacak mısın bana?

Vedalara elveda olacak, son kez bir gül bana.

İrem Yılmaz

Senin bakışın bir çift kumru gibi dolarken ciğerime,

Benden de bu kadardı,

Sessiz bir göğe hediye ettim göğüs kafesimi serinliğinde.

Irgalanan gökyüzünün sonsuz maviliğinde,

Yüzdüm ve kuyruğuna geldim gözlerinin serinliğine.

Hissiz canım bu döngüde takılı kalsa da,

Silinmese sonsuzluk bakışların derinliğimde.

Bilirim hayır yoktur tek bir tümcemin sonsuz ruhuna çarpmasına.

Hayırsızdır bakışlarım zannımca, fütursuzca.

Gece gündüz göğümü karartan bu yalnızlık,

Üstüme gelsin kavuşulmaz bakışlarınla.

Üstüme gelen, üstümde tüten tek şey bakışların olsa.

Batmasa yüreğime böyle yakıcı, böyle derinden.

Akşam bulutları arkasına sığınan olmasam bakışlarında,

Bakışına sığınsam çok hayırsız ve ahlaksızca.

Soluksuz kalıp sesine tutulunca durdum,

Serzenişli bakışlarına yoruldum.

Çift kumrulu kaleni şimdi ömrüme sığdırırken,

Bir hinlik vardır senin hülyanda deyip kendime sustum.

Bir gölgeyi, bir anahtarı her ne cisim varsa dünyada,

Hep bir hülyama yerleşti senin bakışınla.

Coşan bir hevestir artık sana bakmak,

Susan ve yorgun bakışlarına.

Anlamsız ve sarsılan dünyalarıma,

Kan kaleleri doğursun sol sokaklardan yönelerek sana.

İrem Yılmaz

pencerenin önüne bir çiçek bırakacağım
kelimelerden daha kudretli bir çiçek
kokusu saçlarından dünyaya süzülecek
sırtın senin uzağındır
mağlubiyetleri sırtın kadar uzak tutacağım
sana inandığın her şey kadar yakın olacağım
evvela her yere dans ederek gidecek aklın
limon çiçekleri tadını bırakacak dudaklarına
seni sırtımda zaferlere taşıyacağım

bir mermi bir sayfaya rengini bırakacak
onu alıp adının geçtiği bir türkü yapacağım
bir at sesinin yankısına dörtnala gelecek
bir adım öten gençliğinin teni olacak
bir adın en kuvvetli dua
seni yirmi altı yaşama denk tutacağım
önce şanın gelecek, sonra ahenk
seni sırtımda zaferlere taşıyacağım

ellerin kadehlere asırlarca kenetlenecek
gözlerinle azgın sular taş kesecek
bağdaş kurup kelimelerinle kalacağım
boyalar parmaklarında suyu anlatacak
nereye dursam sana rastlayacağım
anlatmak tarihin olacak
tarihin maviden daha ihtişamlı
seni sırtımda zaferlere taşıyacağım

önce kervanlar yolunu şaşıracak
sonra başıbozuklar ve kurşunlar
sende yaşamak var
bunu efsanelerin devleri bile duyacak
hepsine birer kılıç üşüreceğim
bir avuç için bir vaha olacak
ben korkmadan, yüzüne bakınca galip
seni sırtımda zaferlere taşıyacağım

gölgemi titreten bu ışığı sana hangi tanrı verdi

Alperen Alparslan Gözen

Dağ başlarına konuk olur, korkusuzlukla göç ederiz.

Bu zamanlarda durulmadan ölüp tekrar tekrar direniriz.

Bulutlar dostumuz bizim

Ay sevgilimiz,

Bizler uzaktan seslenip uzaktan dirilenleriz.

Ayrılık içselliğiyle yollara düşülür,

Akşamlara veda ederiz.

Alıcı kuşların kokusuyla gülüşür,

Yazgımızın ellerinden birer birer öperiz.

Etik, lojik, dik, dikel, sessiz sakin dinler bizi bu kelimeler.

Çok da önemsiz yüklü gereksiz kelimeler,

Umrumuzda değil ideolojiler, nasyonaller, liberaller…

Sarılmışız dört bir yandan bulutların çehresine,

Güneşi arıyoruz biz delicesine!

Ufak ışıklarda kaybolan yıllar,

Kaybolup gitsin yıllar, yollar,

Yollara dökülmüşken şimdi bizler,

Umrumuzda da değil kaybolanlar, saflar, sıkılaşamayanlar…

Top, tüfek konuşan memleket,

Sadece bizi mi görmeyecek?

Görecek, bizi de görecek,

Umrumuzda değil bizim top, tüfek.

Kalemle vurulan kağıtlar bizden yanayken şimdi,

Umrumuzda değil ölemediğimiz karargâhlar,

Biz bizden yana topluca ve toplumca,

Uçuyoruz gökyüzünde hep birlikte ve baş başa…

Süzülür korkusuz kollarımız bu memleketin üzerinde,

Tek bir kişi değil ve hep berabercesine!

Sessizlik sonumuzu bizden önce getirecekse

Sessizce değil haykırarak ölelim dedik bizler de…

Bulutlarda buluşmakmış en büyük hedefimiz,

Cepten mendillerimiz çıkmadan önce kavuşmak bizim hedefimiz.

Aysız gecelerde kavuşamadan bitecekse bu hikâye,

Silelim hafızalarımızdan yürüdüğümüz yolları,

Silelim baş başa kaldığımız acı sevdaları,

Ölünecekse bu toprakta ve bu gökyüzüne feda edilecekse birileri,

Haykırarak ölelim,

Uzakların yoluna düşüp

Sesimiz daha da uzaklara yükselsin,

Ve bizler düşeceksek,

İşte böyle düşelim…

İrem Yılmaz