Kuş cıvıltılarına alışmış bu yürek
Vazgeçmez gece düşler görmekten
İnsanın her bir adımına meftun,
Masmavi bir gelini kucaklamak hasretim,
Ufuk çizgisindedir daima gözlerim,
Kıymeti çoktur şüphesiz kainattaki hapsin
Bilinmeyene yazılacak binbir senaryoda
Her hakkı saklıdır yemyeşil kırlarda
Uçuşan göz kamaştırıcı birkaç kelebeğin
Peşine düşmek heyecanı sarar bedenimi
Canım hoş gülüşler duymak ister
Hiç solmayan inatçı gülüşler
Çocuk seslerinden bir enstrüman yaratırım sonra
Gönlüme yağan yağmurda çiçeklerimi sularım
Gül dağıtmak isterim insanlığa bir de
El ele yürüyen asırlık sevdalara sevdalanırım
Her bir adımından şiirler duyulur bilirim
Bin asırlık ağaçlar selamlar onları
Ve tarihin büyüsünü damarlarımda hissetmek,
Yüce Tanrım ne büyük lütuf bu.

İsa Tekin
Sitemkârım el isteyip almayan müride 
Dersinde noksan bulacak kadar cüretkâr
Gönül gözün kapatıp kulak veren nefse 
Pire değil posta niyaz eden halfeye sitemkârım 
Sitemkârım bivefa her bir yarene 
Olup en küçük menfaate minnetkâr
Mihnet duyar selam ve muhabbete 
Duyduğu her doğrudan gocunan dosta sitemkârım 
Sitemkârım cümle basiretsize 
Sanma ağraza, afire adavetim var
Kötü olan yakışanı yapar kendine 
Ben kötü kadar cesur olamayan iyiye sitemkârım 
Sitemkârım iddiasından küçüklere 
Değil Azraille randevumdan haberdar
Kastı ancak dilinde tehditkârâne
Söyleyip de canımı alamayan hasma sitemkârım
Sitemkârım kula kanaât edene 
Her gece utanmadan eder ah-u zar 
Yine de uymaz Ebu Zerr’in öğüdüne 
Aç yatıp kılıcına davranmayan ahmağa sitemkârım 
Sitemkârım el türküsünü söyleyene
Zevahiri içinden daha kıymettar 
Kemikli dili methiye düzer ekseriyetle 
Mızrabını teline parayla vuran ozana sitemkârım 
Sitemkârım eşref-i mahluk insana
Önünde her daim yal ve kemik var
Bimübalat arık düşen komşusuna
Tanrının verdiği şerefi reddeden ademe sitemkârım 

Şehid oldum ceñg içre, al kanlara boyandım.
Niğbolu’da, Mohaç’ta “Allah!” dedim dayandım.
Oğuz Kağan dizinde huzur ile uyandım,

İmdi Tanrı Dağı’nda tan attığı çağ idi;
Yirmi dört boy “Oğuzlar” cihan üzre buğ idi!

Şölen olur, toy olur… Dirse Hân’a bir oğul,
Hanlar Hânı Bayındır, der ki, cengâver oğul,
Korkut Ata’m ad versin, soy soylasın dur oğul,

İmdi Tanrı Dağı’nda tan attığı çağ idi;
Yirmi dört boy “Oğuzlar” cihan üzre buğ idi!

Salur Kazan, at üzre ormanlarda avlanır,
Gürbüz Oğuz beğleri kengeşlerde tavlanır,
Daldığı rüyâ ile kederlenir, kavlanır,

İmdi Tanrı Dağı’nda tan attığı çağ idi;
Yirmi dört boy “Oğuzlar” cihan üzre buğ idi!

Kam Büre Beğ… Kelâm et, pas tutmasın yüreğin,
Sen oğul mu istersin bu mu bre dileğin?
Tanrı, oğul versin de olsun senin süreğin,

İmdi Tanrı Dağı’nda tan attığı çağ idi;
Yirmi dört boy “Oğuzlar” cihan üzre buğ idi!

Uruz’um kan dökmemiş ey Tanrı’m üzülürüm,
Esir düşmüş düşmana ter olur süzülürüm,
Gayrı düşman döşüne kılıñçla yazılırım,

İmdi Tanrı Dağı’nda tan attığı çağ idi;
Yirmi dört boy “Oğuzlar” cihan üzre buğ idi!

Bütün cihan işitsin ben ki Deli Dumrul’um,
Kansu yalçın dağlarda şol kanatlı Tuğrul’um,
Al Kanatlı Azrâil, ceñg ile yoğrulurum,

İmdi Tanrı Dağı’nda tan attığı çağ idi;
Yirmi dört boy “Oğuzlar” cihan üzre buğ idi!

Oğuz obalarında başka Selcen var mıdır?
Selcen Hâtun bakışı, deler gökçen var mıdır?
Kan Turalı, er gibi serdengeçen var mıdır?

İmdi Tanrı Dağı’nda tan attığı çağ idi;
Yirmi dört boy “Oğuzlar” cihan üzre buğ idi!

Hanlar Hânı Bayındır! Ata’m esir düşmüştür,
Bana derler: Yiğenek… Öfkem dağlar aşmıştır,
Elde zağlı kılıcım, ne bedenler deşmiştir,

İmdi Tanrı Dağı’nda tan attığı çağ idi;
Yirmi dört boy “Oğuzlar” cihan üzre buğ idi!

Oğuzlar’ın göçünde Uruz Oğlu Basat’ım,
Gök ile yer üzre de Türk ırkına Pusat’ım,
Tepegöz’e göveren, tuğ kaldıran Murat’ım,

İmdi Tanrı Dağı’nda tan attığı çağ idi;
Yirmi dört boy “Oğuzlar” cihân üzre buğ idi!

Gürcistan’dan: Bir kılıç, bir çomak, bir at gelir;
Sen söyle Korkut Ata’m, Bayındır Hân ne bilir?
Emren Alp’e verirsen Gök Tanrı’dan kut alır,

İmdi Tanrı Dağı’nda tan attığı çağ idi;
Yirmi dört boy “Oğuzlar” cihân üzre buğ idi!


Bre, Eğrek! Törede saygısızlık var mıdır?
Beğ’den akın isteyip esir düşmek ar mıdır?
Kardeş dediğin zor gün mukaddes bir yâr mıdır?

İmdi Tanrı Dağı’nda tan attığı çağ idi;
Yirmi dört boy “Oğuzlar” cihan üzre buğ idi!

Kazan Beğ nâra atar “Kâfirler övülür mü?”,
Canımızı alsalar er kişi dövünür mü?
Uruz’um! Bu kavatlar köteksiz savulur mu?

İmdi Tanrı Dağı’nda tan attığı çağ idi;
Yirmi dört boy “Oğuzlar” cihan üzre buğ idi!

Hey!.. Aruz Beğ, Aruz Beğ! Beyrek’e mi kıydın sen?
Hak Teâlâ var iken Albız’a mı uydun sen?
Oğuz Hân’ı, töreyi… Türk’ü yok mu saydın sen?

İmdi Tanrı Dağı’nda tan attığı çağ idi;
Yirmi dört boy “Oğuzlar” cihan üzre buğ idi!

Mert Öztaş

Seyyâha gem vurulmuş, aşılmaz memnûlardasın
Gâlip gelinmez harpten, beklenen muştulardasın
Düşlerde kayboldum, bilmem hangi uykulardasın
Gizlensen de gizsen de kendinde bulanınım ben
Alnında noktalanmış elif, cümlenden mahrûmum
Yabancısın hâlime, ferman dinlemez mevhûmum
Rûhum karışırken toprağa, yâdinden merhûmum
Söylesen de sussan da gönülden duyanınım ben
Kahrınla gamzedeyim, hem meftûnum vahasına
Şerbet olsun zehrinden, kabûlüm ben dahasına
Cephenden ayrılmam kara kurşunlar pahasına
Vurulsan da vursan da ummâna varanınım ben
Zülfünden dökülen rüzgâr savrulur râyihândan
Şahlan küheylân şahlan, sahrâ esrik iştihândan
Merhem aramam derdime onulmaz cerîhândan
Kanasan da kanatsan da kabuk tutanınım ben
Çehrende demlenen kandil göz kırpar nişânende
Sînemden geçmeye kavrulmak gerek kuşânende
Makber kazılmaz başka, bir bulunsam kâşânende
Karsan da karaysan da renginden dolanınım ben
Hâlinden döner mest olmuş, pervâne âhestedir
Ufkunda memnun ancak kanadından şikestedir
Bilmez hiç pervâ nedir, her dönüşte bercestedir
Yaksan da tutuşsan da nârında yananınım ben
Kamer mühründen sırtın serçeme bergüzâr olur
Doludizgin sesinle göğüm sonsuz mahzâr olur
Koştuğunda görmem kim gülşen kim lalezâr olur
Dikensen de gülsen de bahçende solanınım ben
Hilâl Sönmez

Dilimde sevda türküsü

Bir sır ki kimsenin cesareti yok çözmeye

Gözleri silah vurur ta gönlümden

Kılıcını kuşanmış o er ki

Taht kurmuş bin yıldır sızlayan yerimde

Hasretim mağlup düştüğüm gözlerine

Atlar da ağlar oldu ahvalime

Söyle bu hasret biter mi

Bu acı diner mi bedbaht ömrümde

Ortasında kaldığım bu savaşın

Sancısı da bana kaldı

Bir güzel mefkûreye gönül vermiş er

Sunar mıydı bana da gönlünün güzelliklerinden

Mertliği delikanlılığı düşmana korku saldı

Merhametiyle sarar mıydı şu yaramı

Bir düş düşledik ki içinde Turan vardı

Şu sevdaya senden başkası yakışmazdı

Şimdi “gönlüm dolu ah-u zar kaldı.”

Hacer Nur YÜZBAŞIOĞLU

Dikdörtgenlerdeki yansımamı izliyorken
Dört duvar, loş ışık, ince bir duman,
Kulağıma çalınan jenerik bir ses
Alabildiğine dolu kül tablası,
Ona selam veren tütün tabakası,
Usul usul yağan yağmurun hışırtısı,
Ne gelecek ne de geçmiş,
Kanımı tırmalayan an bu andır.
An içre ana bilenenlerin,
Elbet edecek lafı vardır hesap bilenlerin.

Üzerimizde hakkı var, toprağı namus görenlerin
İddia ettim bu çağdan,
Dosdoğru geçeceğim.
Alkış tutacak düşman bildiklerim
Ve gök mavi bir kıyamet kopacak,
Bayram günümüz o gündür kardeşim.
Mevzilerde nazlı bir gelinin gölgesine tapacağız,
Hasret son bulacaktır o gün elbet inanan yüreklerde
Gök kubbede Türk sazı ve Türk şiirleri işitilecektir,
Bir de Anadolu’dan parlayan bir ışık görünecektir.
Dost yüzlü, ay gülücüklü evlatlara,
Doyasıya sarılmak vaktidir şimdi kardeşim.
Haydi silkelen,
Haydi hazırla kendini,
Doyasıya sarılmak vaktidir şimdi kardeşim.

Bu görselin boş bir alt özelliği var; dosya ismi: 8d5a889e983e2b21886e97a1ad76820b.jpg

karanlık geceye uğrarsa yolun
unuturum ben karanlığı ve geceyi
varlığın yeter bana
azizsin her şeyden gönlümde
unuturuz her şeyi
bildiklerim birer çöp olur
karışır hayalde miyim, hakikatte mi
diller susmayı adet edinse de
yüzünü görenin diner mi feryadı
yeter ki doğ sen
gece dönsün güne, gün kavuşsun geceye
şaşırdım, aklımı kaybetmeden
gece bizi terk etmeden
doğ
aydınlıktan da aydındır
senin yüzün leyla
bilmiyorsun…

bazen sığdırabilmek için seni tarife
satırlara düştü kara saçların
kalem düştü
hece hece işlendi bakışların
sözlüklerde yazmaz hiç bir halin
sen ey leyla, öyle güzelsin ki
adın geçse
nöbetleri sonlanır kalbin.

şimdi sen
hayal misin, hakikat mi
başka alemler doğar sanki saçlarından
biz iftihar ederiz
adınla
gerçek sensen hayal nedir?
hülyalarda doğan nedir?
dinmez hasretin adıdır
adın
ah leyla…

Leyla bir kere aya dönmüş yüzünü
gözleri son dördünden dönerken
ve kitabın ortasından konuşurken
bu güzellik tanrıçalara bile fazlayken
harami kesilmiş hala yorgun kalbim
onda Helen ışıltısı
ben de Paris gibi sebebiyet varken

Leyla saçlarını geceye yatırmış
aylı bir gülüşü yüzünde taşırken
geceleri talan etmeyi beceren ben
eteklerine çiçekler dikmeye niyetlenmişim
niyet dedimse
asırlık bir savaş sonrası için
aynada yüzüme bakmak gibi

Leyla dilese sesinde çiçek bile yetişir
dilese benimle konuşan uykular
sesiyle titreşen sular
kuşları kıskandıracak kanatları olur
yalnızca gülmekle mükellefmiş gibi
kutsal şehirleri kıskandırırcasına
gülmekle mükellef

bir kadın bin savaşın çıkış anahtarını
böyle iki dudağı arasına asar
Leyla muteber bir kudretle dilese
iki dudağı arasına kıble ya da yaşamak sığar

Alperen Alparslan Gözen