Sen bir eski çağ tanrısının,
Titreyerek baktığı
Hareli bir gün batımısın
Ellerinden çıkmış sanki ressamların.
Sırdaş bir sokağısın İstanbul’un
Parmaklıklı pencerelerden
Sarkan çiçeğin özlemisin kırlara
Ya da kırmızı bir gelincik
Tek başına,
Ayaz yemiş boş tarlada.
Neşesi benzer seni görenlerin
Yağmur sonrasında güneşe
Güneş de bekler pencerende
Girmek için koynuna.
Bir gün girecek olursan
Kadınların arasına
Venüs seslenir uzaklardan
“Hey kadınlar!
Bakın biz güzelliğimizi aldık
Bu kadından!”

Senden dinlenir bu diyarda
Şarabın gizem dolu şarkısı
Göğsünde çalar
Nakaratları eski zamanların
Omuzlarında geziyor güneş
Gerdanında balı tanrının.
Venedik Leh, Macar, Rusun
Ya da Almanya’da servinâzın
Her biri dursun hareminde
Yeter bize senin ışığın.

Ünü her yeri dolaşırken isminin
Karanlık yerlerdeki resimler gibi,
Aşkın erdemini taşıyor gözlerin.
Bilmem ki Kâbe midir evin?
Her gün tavaf ettiği güneşin.
İyiliğin güzellikten sakınıldığı bu dünyada
Al beni hapset dudaklarına giden fincana
Kokun sihridir baharda kırların
Tanrıların hediyesi tenindeki yumuşaklık
Özlemidir ipek yastıkların.


Yine de yetmez bütün övgüler sana
Şanına leke sürer
Hayranlarının kofluğu
Adını kirletirken kara diller
Güzelliğine bulaşır
Ceset çiçeklerinin kokusu.
Mahrum bırak onları
Sen soylu bakışlarından
Güzel yüzünü eskitir
Peşindekilerin bayağılığı.
Ya senin gönlünde bir mezar yeri
Ya da mutluluğa veda etmek
Sana tutkunların
Dertli başlarının yazgısı.
Mâhpâre, ya sokaklarda açlıktan
Ya da sınırlarda kurşunla
Ölmekten daha kötüsü varsa
O da düşmek senin sevdana.

Dün bir kadın gördüm aynada
Yüreği paslanmış, gözlerinde kin.
Tek kelime edecek hâli de yok,
Yaşamak ile ölmek arasında.

Dün bir kadın gördüm aynada
Yüzünde tonla yaşanmışlıklar.
Yaşamayı teğet geçmiş
Ancak henüz ölmemiş.

Dün bir kadın gördüm aynada
Acılarını hep içine atmış.
Henüz yirmisinde bir baharken
Zemheriyi yaşamış.

Dün bir kadın gördüm aynada
Her şeyi elinin tersiyle itmiş.
Yüreğini toprağa gömüp
Yeniden başlamak için dirilmiş.

Hacer Nur YÜZBAŞIOĞLU

ne anasının ocağında ne sevdiğinin kucağında
gecenin koynuna girmiş çocuk
dünya, yörüngesinde kaç tur attı kim bilir
zaman ne çabuk katetmiş tüm yolları
içinde kimi gidişler ve geri dönmeyişler barındıran
anadolu bu, yine nereye uzanmış olmalı

üç kare bir dikdörtgen genel anlamda evmiş diyorlar adına
tanımı dört duvar beyaz kireçli odalarda gün doğumuna selam verememek olsa gerek
hep bir evvelin aynısı olan ertesi günler
hüsransın sen, seni tanıyorum
peki sen, kuyuya düşen çocuğu gördün mü hiç
niçin öldüğünü biliyor musun

Muhammed Furkan Özdoğan

Ben hüzünlü dağların yorgun gezgini
Arar dururum yaşarken gömülen bedenimi
Bir gece vakti kovuldum yurdumdan
Derimi yakan bir soğuk, kavga ediyordu gözyaşlarımla
Çirkin ruhlu insanların suretine bürünmüş rüzgarlar
Güç gösterisindeydi iki kolumda
Boğazımda ise iki düğüm; çığlıklarım…
Ben sustukça binaların arasından yükseliyordu
Kaybolmuş dervişlerin sedaları

Ben, bir gece vakti kayboldum evim bildiğim sokaklarda
Utanç çökmüştü kaldırım taşlarına
Suçlu gökyüzü eğilmiş önümde
Masum toprak çekiyordu içine
Önden gidiyordu topallayan bacağım

Ruhum özgür, bedenim yenikti
Kavgadan mağlup gözyaşlarım
Kirpiklerimde kelepçeli
Korkuyordum
Ve korkusuzca gömdüm bedenimi.
Ruhum gezgin bir derviş
Seslenir derinliklerden:
“Karanlıkları görmem gerek.
Benim aydınlık keşifler yapabilmek için
Karanlık diyarlardan geçmem gerek.”

Rümeysa Yağmur SAÇAN

Allah’ım seni çok seviyorum
Ve Rûz-ı mahşerden korkuyorum

Ölümün sonunda bir ölüm yok 
Biliyorum 
Beyaz mermerli bahçemde kara çiçekler açar
Ve kuşlar bir tas suya hasret kalır akşamüstlerinde
Ölümlünün ardında zulüm yok
Anlıyorum

Neden geldim bilmiyorum
Ama gün geldiğinde farkındayım gidişimin
Toprağa yapılan bu başkaldırıda iç geçirmek hakkı yok bende 
Allah’ım koru beni 
Bu, dünyaya ilk gelişim 

Allah’ım koru beni 
Acizim
Günah işletmeye aşık kaypak nefsim
Sorguda verecek cevabım yok 
Bir parça katıksız somuna tokum

Sorguda verecek cevabım yok
Acizim
Çünkü kuru dudaklardan esintiyle geçerdim
Çarşıları gezdim 
Çünkü
Ekmeği yere düşürünce öpmedim
Ve tıraşı uzamış adamlardan öğrendim küfretmeyi

Allah’ım seni seviyorum 
Ve Rûz-ı mahşerden çok korkuyorum


M. Sadık Çilova

anılarımı geri getirin gözlerimin önüne
bir çentik daha atacağım şiir defterime
ben ki gecenin karanlığından korkup
anamın göğsüne saklanmak isteyenim
bu şiir yazma cüreti de ne

tutamadım kendimi ve doğurgan kalemimi
yazmayacaktım bir daha şiir
pek afili şair de değilim
271. sokak silinmesin bende diye
kendi benliğimi çiğnedim

tozlu raflara kalkıyor anılarım
aklımın uçurumundan birer birer uçarak
bu şiir aslen ağlama duvarıdır uçurumun kıyısında
ilmek ilmek işliyorum dizelerini
bir darbede yıkılmasın diye

uçup giden anılarımın
ipini tutmalıyım şimdi
ellerinden uçurtmaları kaçan çocuklar gibi
peşinden koşarak
tutup bağlamalıyım penceresiz odalarıma

turuncu bir deftere düşen şiirin son mısralarıdır artık bunlar
ipini tutamadığım anılarımı
sen getir gözlerime ey zaman
bilirim, bir çentiğe sığmaz
bilirim, üç beş defterden ötedir
271. sokak kadardır çocukluk

Mehmet Subaşı

Sonu gelmeyecek sorular işitir kulaklarım
Yenilmek kavramı, anlamını yitirdi bu çağda
Kazanmak için size deha değil parşömen gerek
Haydi göreyim, kılıçlarınıza davranın ahali.

Ömür dediğin gece yarısı mezarlıktan geçmek,
Uğultular ve kara bir boşluk boğuyor insanı
Sesler ve görüntüler olmadan sevmek meziyet mi?
Mürekkebim bunu da ispat edemiyor ahali.

Güçlüyüm fakat direnmenin bir anlamı olmalı
Terk edilmiş at, dörtnala koşsa da fayda eder mi?
Fakat niyedir bilmem bu tufandaki yakarışlar
Atların kavgasına anlam yüklemeyin ahali.

İki kere yutkundum, kelimelerim hafif kaldı
Vedalaşmayı sevmesem de vedalaşmam gerekti
Gencecik bedenlere gözyaşları döken kadınlar
Söyleyeceklerin bittiği yer burası ahali.


Bir tablosun sen Mâhpâre
Yıkık dökük viranede saklı
Görkemini gizle karanlıkta
Aşıp da tüm yıldızları
Yeltenmesin sana bakmaya
Zevk veremeyenlerin sanatı

Dök saçlarını da Mâhpâre
Akşamın sefası gibi
Kokun yayılsın sonsuz alemlerden
Ay vursun senin pencerene
Daha güzelsin sen bütün gecelerden

Fettanın karşılığı sensin Mâhpâre
Ebemkuşlarını kıskandıran
Gözlerine bir gün kim bakacak korkmadan
Hangi su ilaç olacak
Boyunu kıskanan selviye

Yaz akşamları sensin Mâhpâre
Dinginleştiren insanı
Kuşlar yavaşça çekilirken gökten
Kanun tınısı sesin
Doluyor kulağa hoş bir âhenkten

Mâhpâre Afroditlere de benzetemem seni
Dem vurmam sokağın sürtüğü Helen’den
Onlar kralın makamında soytarı
Bağdaş kurmuş izlerler uzakta
Kıskanıp da zarafetle dolmuş sofranı

Ya da “bir yaz günü” diye başlasam
İlhamı alıp Shakespeare’den
Yazın hem gününden gecesinden
Her birinden daha sıcaksın sen

Bir bestesin sen Mâhpâre
Şarkın neşesi Nedim’den
Bir nefessin bu toprağın
Aşkı tatmış her gencinden

Çaresisin sen Mâhpâre
Deva bulamayan gamzedenin
Yeniden cana bürünürsün
Her çalışında Efendi’nin

Timsalisin sen Mâhpâre
Soylu bir kadınlığın
Kusursuzluğun andırmıyor insanı
İnan senden evvel bilmeseydim
Sen sanacaktım tanrıyı

Geceler sabahlara devreder
Kapanırken kalın perdeler
Anıların gözlerimde
Sızın içimde
Bir ben miyim uykusuz
Seni düşünüp Mâhpâre

Hayallerin nicesi
İçimde çarpa çarpa
İlerler su gibi
Çukurova’nın sıcağında
Tüfeksiz vurulan sana
Bir ben miyim Mâhpâre.

Mâhpâre, güzelliğinin methine
Adadım tüm dizelerimi
Hiçbir tasvir yetişmedi
Yine de aynadaki aksine

Sonsuz dilimlere girmiş gibi Mâhpâre
Her görene yeniden doğarsın
Kimine hüzün kimine neşe verir
Beni de içten içe yakarsın.

Bir nazarınla Hüda’yı hatreyledi gönül,

Bir duada aşkını, mel’un eyledi ömür.

Alnı secdeye değmemişi severse gönül,

Musalla taşına hasret kalır, kavi ömür

Dür denen hüsn-ü ebsara aldanırsa gönül,

Çıkamadan asumana, yarım kalır ömür.

Vakt-i menhusta ağlarsa dilber içün gönül,

Ukba’da Nebi’den haybet olur, pamal ömür.

Vedat METİN

saçlarında gezerken simsiyah gece
sokaklara hasret kalmış çocukların yüzünü
doğmamış güneşe inat sana getirdim
hasret bu
bütün mevsimlerde beni de sana getiren
bin atlının da silah arkadaşıyım
ve hepsinden
senden, seni var edenden
sesinle konuşan kırmızıdan ayrı düştüm
hepsi için birer mermi bağışladım şakaklarıma
aklıma bir tutam aşk tutturan tanrı
seni alıp gezdirsin kalbimde
dünya senin etrafında raksa durmuşken
duvara astığım bütün fotoğrafların
yeni bir ana vatan gibidir
devşirme türküler cenge tutuşmuş şahların dilinde
bense bir mucizeyi anlatır gibi nakşettim seni
birbiri ardına kırk kuş konmuş pencerelere
kırmızıyı kuşanmış gökyüzüne
bakmaktan yılgın gözlerim
ok uçlarından saklanır ölümsüz parmak uçlarım
yüz şehrin sesi gibidir penceresi sana bakan kalbim
beni aklında bir radyoya gülümset
siyah gecenin koynundan kaçırdığım
aydan bozma tenini
içimde ilkel bir medeniyetin Rabbi bellesinler
bir hırka alev gibi bütün bedenimi sararken
duvarların dili bir kere bile kalbimin diline denk düşmemiş
ben ahraz cümlelerimin tercümesi diye seni işaret ederim
bütün bu bıçak ağızlı güzelliğinin tek ölümlüsü benim

Alperen Alparslan Gözen