Bütün erkekler nereye gitti? Geçen yaz babamla birlikte portakal ağacına kurduğumuz salıncakta sallanırken soruyorum kendime. Kuzenime doğru salınırken üstündeki beyaz yakalı mavi önlüğe takılıyor gözlerim. Durmadan okuldaki arkadaşlarını, derslerini, öğretmenlerini , bakkalda satılan horoz şekerlerini anlatıyordu bana. Birkaç yıl sonra benim de okula başlayacağımı söylemişti annem, okuldan dönenleri ağlayarak pencereden izlediğim bir akşamüstü. Ancak şu an ne yerden kesilen ayaklarımı ne de beyaz yakalı mavi önlüğü düşünebiliyorum. Sessiz geçen bir kahvaltıdan sonra evdeki bütün erkekler ayakkabılarını giyip, üstlerine paltolarını çekip gitmişlerdi. Hâlâ gelmediler. Sadece onların gidişlerine değil, dün geceden beri olan hiçbir şeye anlam veremiyorum.

Gece yarısı saat dördü geçerken çekmeceden yağlı bir kağıt ve iki tarafı tıraşlanmış kurşun kalemimi alıp olabildiğince sessiz, mutfak penceresinin önüne gitmiştim. Perdeyi aralayıp kara geceye baktığımda yıldızların arasında cılız ışığıyla hilal şeklindeki ay görünüyordu. Kağıdı karalamaya başladım. Öğretmenim olmadığı için bana bu ödevi yan komşumuz Leman teyze vermişti. Her gece kalkıp her seferinde farklı bir şekle bürünen ayın resimlerini çiziyordum kağıtlara. İlk günler hevesle kalkıp pencereye koşarken şimdi sıcak yatağımdan kalkmak biraz zor geliyor aslında. Olsun, eğer resim çizmeye bile üşenirsem birkaç yıl sonra okuma yazmayı nasıl öğreneceğim? Öğretmenlerim “Bu da ne tembel kızmış!” demez mi sonra bana?                

Ayın üstündeki ufak benekleri karalarken dedemle babaannemin kaldığı odanın kapısının açıldığını duydum. Dedemin uyumadığım için bana kızmasından korkup buzdolabının arkasına saklandım hemen. Neyse ki mutfağa hiç uğramadı, tuvalete gitmek için kalkmıştı herhâlde. Olduğum yerde ses çıkarmadan dedemin odasına gitmesini beklerken bu sefer başka bir kapının açıldığını duydum. Birkaç saniye sonra dedemle birlikte babam, iki kara gölge hâlinde mutfağın önünden geçti.

Gölgelerin sayısı zamanla arttı. Annem, Mümtaz ağabeyim ve Asu ablam, koşar adım geçtiler koridordan. Çok geçmeden babamın sesini duydum “İrem’in aynasını getirin.”. Sesi titriyordu nedense. Yatağımı boş görüp telaşlanmasınlar diye kalbim ine kalka koridordan odama doğru ilerleyen annemin karşısına çıktım. Kızmasını bekledim ama o, daha çok korkmuş bir hâlde yüzümü okşadıktan sonra elimden tutarak beni odama götürdü, yatağıma yatırıp üstümü örttü. Masamın üstündeki ufak aynayı alıp dışarı çıktı, ardından kapımı iki  kez kilitledi. Gözlerimi açık tutmakta zorlandığım için annemin kapıyı neden kilitlediğini, evdekilerin neden ayakta olduğunu, aynamla ne yapacaklarını sorgulamadan uykuya daldım. Babamın içini çekerek ağladığını anımsıyorum. Rüya mı görmüştüm yoksa gerçek miydi? Ayrımına varamadım.

Erkekler gitmişti ama eve sürekli birileri geliyordu. Gelenlerin içinde tanıdıklarım da vardı tanımadıklarım da. Her gelen yanında bir şeyler getirmişti. Bazısı tencerede sıcak yemekler bazısı da taş çömleklerde yoğurt getirmişti. Neler olduğunu anlamasam da evin içindeki gitgide büyüyen kalabalık hoşuma gidiyordu. Bahçedeki taşlı yoldan eve yürüyenler, yanıma gelip saçlarımı okşadıktan sonra adımı, yaşımı, büyüyünce ne olmak istediğimi soruyorlardı. Ne olmak istediğimi sordukları zaman her defasında farklı cevap veriyordum. Henüz ben de emin değilim ne olmak istediğimden. Cerrah, öğretmen, pilot, hemşire,terzi, bakkal… Hepsini aynı anda olabilir miyim acaba? Gelenler o kadar çoktu ki eve sığamadıklarından dış kapıyı açıp oraya bile sandalye koymuşlardı. Evden bazen ağlama, bazen de gülme sesleri geliyordu. Beni gördükleri zaman, ağlayanlar bile gülümsemeye çalışıyordu. Ben de onlara gülümsedim hep.

Akşamüstünü biraz geçerken birkaç araba bahçe kapısının önünde durdu. Babam, dedemin koltuk altına girmiş, yürümesine yardım ediyordu. Arkalarında küçüğünden büyüğüne birçok insan vardı. Kimisi bizimkilerle tokalaşıp mahalleye doğru yollandı, kimisi de dedem, babam ve ağabeyimin arkasından eve girdi.

Kalabalık birkaç gün daha sürdü. İlk kez gelenler de vardı, her gün gelenler de. Her gelen bizimkilere “Başınız sağ olsun.” diyordu. “Ölenle ölünmez”, “Geride kalanlar sağ olsun.” “Mekanı cennet olsun.”… Cennet neresi, anlayamıyorum. Kadınların toplaştığı odadan ne anlama geldiğini bilmediğim ezgili sesler yükseliyordu. Başlarında renk renk örtüler…

 Kuzenimle kahvaltıdan sonra bahçeye çıkmıştık.

“Yarın babaannemizin mezarına gidecekmişiz.” dedi.

“Mezar? Babaannem sizin evde değil mi? Annem öyle dedi.”

“Babaannem öldü. Söylemediler mi sana””

“Öldü mü? Birisi ölünce ne olur ki?”

Sustu sadece, hiç konuşmadan topraktaki kanatlı bir karıncayla oynamaya başladı. Neden sonra öğlen güneşinin altında yanakları parladı.

İlk defa gittiğim, upuzun ağaçlarına ve mermer çevrelediği toprakların üstündeki renk renk çiçeklerine hayran kaldığım “mezarlık” dediklere yere girerken annem ve ablam başlarına beyaz örtü geçirdi. Ben de istedim ama vermediler, daha küçükmüşüm. Parke taşlı yolda biraz ilerledikten sonra mermerlerin arasından yürümeye başladık. Bazısının önünde birkaç kişi durmuş, elleri havaya doğru açık, mırıldanıyordu. Mırıldanması biten elleriyle bütün yüzünü avuçladı. Bir tümseğin önünde durduk. Tıpkı o insanlar gibi aynı hareketi yaptılar bizimkiler de. Ben de ellerimi onlar gibi yapıp radyodan yeni öğrendiğim türküyü mırıldandım.

Ellerimi yüzüme götürdükten sonra toprağın üstündeki tahta parçasına sarılmış siyah örtüyü fark ettim. Babaannemin örtüsüydü, yarısı tahtaya sarılı yarısı toprağın üstünde. Hiçbir deseni olmayan, yalnızca kenarlarında ince işlemeleriyle gece kadar siyah bir örtü. Eğilip kokladım. Beni öperken teninden yayılan ihtiyarlık kokusu hâlâ üstündeydi.

Babama “Babaannem nereye gitti?” diye sordum. Babam, aceleyle gözlerini silip yamuk bir tebessümle “Uzaklara gitti kızım.” dedi. Ağlıyordu yine.

“Geri gelmeyecek mi?”

“Gelmeyecek.”

Göğsümde bir yumru hissettiğim anda gözlerimden yanaklarıma sıcak birkaç damla yaş indi. Bir vakit öylece baktım babama. Aklıma bir anda çarpan düşünceyle gülümsemeye başladım heyecanla. Göğsümdeki yumrunun biraz hafiflediğini hissettim. Aceleyle gözlerimi silip babamın elini çekiştirerek sordum, “Madem babaannem geri gelmeyecek, biz ona gideriz. Gideriz değil mi baba?” Babam bu sefer gözyaşlarını benden saklayamadı, babaannemin örtüsünü elinde gezdirdi, her ağzını açtığında gözlerinden daha fazla yaş aktı. Hiçbir şey söyleyemedi.

Siyah örtü, her gittiğimizde tahtada bağlı duruyordu.

Bir zaman sonra o da kayboldu, babaannem gibi.

Mustafa Çetin

Gri bir pikap seher vaktinden beri ağır aksak ilerliyordu otoyolda. Taşıtın kasasının silme dolu olduğu yetmezmiş gibi iki aile çoluk çombalak tıkışmıştı içerisine. Mesut üst üste sigara yakıyor, direksiyonda uyuklamasından korktukları için içeriyi duman altı etmesine kimse ses çıkarmıyordu. Camı açmaya yeltendiğinde “Aman abi, çocuklar üşemesin.” diye serzenişte bulunmasalardı eğer, arabanın içi bu hâlde olmayacaktı.

Tüm ısrarına rağmen Mesut direksiyonu bırakmayınca şoförü uyanık tutma vazifesi Emrullah’a kalmıştı. Emrullah allem etti kallem etti, asabi, muhabbetten hazzetmez ağabeyini konuşturmanın bir yolunu buldu.

İsmihan arabaya bineli gözünü dahi kırpmamış, pürdikkat kocasını izliyordu dikiz aynasından. Tedirgindi çünkü Mesut uyuklayıp arabayı refüjde sektireli iki ay olmamıştı daha. Esra ise güneş gözlüğünü takmış, kafasını cama yaslamış, hava alacalandığından beri öylece uyukluyordu. Kulak arkası sızlayarak uyandığında saçlarını kokladı ve eltisine doğru kısık sesle söylenmeye başladı:

-İsmihan, kocana söylesene içmesin şu mereti. Bak saçım başım sigara koktu canım.

-Vardığımızda yıkanırsın. Sakın söyleneyim deyip de tepesini attırma.

‘‘Niye çekiniyorsunuz canım bu kadar?” diye eltisine çıkıştıktan sonra kocasının kulağına da aynı şeyleri fısıldadı. Emrullah çiçeği burnunda karısının her dediğini emir telakki ederdi ama ondan da çok ağabeyinden çekinirdi. Neyse ki ağabeyi ikirciklenmesini anlamıştı da, sigarayı salladı dışarıya. Ardından karısına “Uşakların üstünü ört.’’ dedi ve camı dibine kadar indirdi. 

İsmihan üzerlerini örtmeye kalmadan, çocuklar titreyerek uyandılar. Büyük çocuk kısık gözle yolu izliyor, kız kardeşi ise annesine sarılmış, bir kez daha uykuya dalmaya çalışıyordu. 

Emrullah boş bulunup teybi açınca, yola çıktıklarından beri gözü yumulu annesi, ürpererek sıçradı ve ‘‘A uşak! A ahmak uşak!’’ diye söylenmeye başladı. Emrullah helallik üstüne helallik istiyor, bir yandan da arka koltuğa uzanarak kadının elini öpmeye çalışıyordu.

Çocuklar babaannelerinin dediklerine katılarak gülmeye başlayınca Esra’nın sabrı adam akıllı taştı. ‘‘Yeter Emrullah! Dön sen önüne! Nasılsa yine uyur anneciğin!’’ dedi.

Ana omuz silkti, ardından:

-Şonun sesini aç Emrullah, yeter ki şo fışkınınki duyulmasın!

-Tamam ana. Hemen açıyorum. Anam benim…

Esra, kayınvalidesinin dediklerine acayip içerlemişti. ‘‘O teybi sakın açayım deme Emrullah!’’ diye ikaz etti.

‘‘Olur bita…’’ deyip sustu Emrullah. Bu kadar insanın içerisinde ‘‘bitanem’’ diye seslenmek yakışık almazdı.

Mesut ‘‘Aç teybi Emo.’’ deyince kimse üstüne laf söyleyemedi ve inatlaşma kesildi. Henüz Çanakkale’den çıkmış sayılmazlardı ve yerel bir frekansta haber bülteni sunuluyordu.

‘‘Çan’da işletilen eski maden sahası rehabilite edilerek alana 23 bin 320 fidan dikildi. Bakanlığın hazırladığı eylem planı ile bozulan maden sahaları, rehabilitasyonu yapılarak tabiata tekrar kazandırılıyor. Madencilik faaliyetinin sona erdiği sahaların rehabilitasyonu konusunda lüzumlu…’’

Mesut teybi kapadı. Emrullah “Ne güzel dinliyorduk ağabey…” diyecek oldu ama arka koltukta annesi içli içli ağlamaya başlayınca vazgeçti diyeceğinden.

‘‘A uşaklar! Deyiverin bana, nereye gideyoz?’’ diye sızlanıyordu ana, ‘‘Yine bir ocak buldunuz, oraya gideyoz dimi?’’

Birden içeri öldüresiye boğucu, öldüresiye kasvetli bir hava çöktü. Kimse yanıt vermeyince ‘‘Mesut!’’ diye seslendi bu kez de, ‘‘Bana deyiver oğlum…’’

Mesut’un gözü yoldan milim şaşmıyordu. Ancak önünü görmediğinin, boşluğa bakarcasına olduğunun bir tek karısı farkındaydı.

‘‘Emrullah, bari sen deyiver oğlum. Nereye gideyoz?’’

‘‘Manisa’ya gidiyoruz ana.’’

‘‘Çanakkale’nin suyu mu çıktı da a oğul?’’

‘‘Manisa’da iş bulduk ana. Çalışmaya gidiyoruz.’’

‘‘Ne gözel işiniz vardu ya eski yerde…’’ 

‘‘Ağabeyim tek başına yetişemiyordu ana o işe.’’

‘‘E sen ne göne durayon a oğul?’’

‘‘Benim kafam hesaba basmıyormuş ana. N’apsın? Mesut ağabeyim de yetemiyormuş tek başına. O yüzden bu iş sana göre değil, iyisi mi gidelim Manisa’ya, hem emmi oğlu da orada kazmacı, yanında bir iş ayarlar bize, dedi.’’

Birden masmavi gözleri kıpkırmızı kesti kadının. ‘‘Oy!’’ dedi, ‘‘Göçükten çıkalı kaç ay oldu a oğul? Hani söz verdiydiniz, bir daha ocağa inmeyecez diye? Na bu uşak daha mememdeydi. Sen hatırlamıyon mu bubanı a Mesut? Bir çuvala koyduydular da öyle verdiydiler, al kocanın cenazesini, diye. Sizi de çuvalda verseler n’aparım ben a oğul?’’

Armutçuk’ta grizu patlayınca ana dul, Mesut yetim kalmıştı. O zaman okul çağındaydı ama hâlâ dün gibi hatırlıyordu babasını gömdükleri günü. Bir torbanın içerisinde, babasının olup olmadığı bile şüpheli insan parçalarını gömmüş, baş ucuna bir tahta çakmışlardı. O günü anımsayınca gözü doldu. Burnunu oduncu gömleğinin koluna sildi. ‘‘Haklısın ana,’’ dedi, ‘‘Söz verdik vermesine ama n’apalım?’’ 

‘‘İlle ocakta çalışacaktınız da, ne diye yerimizden ettin bizi a uşak? Zonguldak’ta ocak mı yoktu?’’

‘‘Bilmezmiş gibi konuşma ana. Zonguldak’taki ocak hangimize yetiyordu? Kaç yıl bekledik de alım olmadı. Açlıktan ölse miydik?’’

Emrullah atıldı, ‘‘İnsanın memleketi gibisi var mı ana? Keşke iş olsaydı da orada kalsaydık. Esra da çok severdi oraları, demi ağabey?’’ 

Mesut, denilenin üzerinde durmadı. ‘‘O gün göçükten sağ salim çıktık ya ana,’’ dedi, ‘‘Allah biliyor tövbe etmiştim madene. Ama gördün işte. Pazarcılık yaptık da n’oldu? Tazminat alınca elimiz üç kuruş para görmüştü, onu da batırdık. Allah bizi böyle yaratmış işte. Babam rahmetli de demez miydi, okusan n’olacak, yine madende ya sütuncu olacan ya kazmacı, diye? Denedik işte ana, elimizden başka iş gelmiyor.’’ 

Ana iki omzunun içine sinmiş, içli içli ağlarken diğerleri alacası bol göğe doğru ilerleyen ön camı izliyordu. Emrullah teybi açmış, şarkıya eşlik ediyordu, ‘‘Genç ömrümü çürüttüm/Göğsüme vura vura.’’

Alper Şahin

Bu yazılan, Mecnun’un ağzından Leyla’ya bir mektuptur. Mektup Mecnun’un mirası üzere açık bırakılmıştır ve kıyamete kadar yalnızca gerçek aşıklar tarafından tamamlanacaktır.

Kulağıma uzaktan bir ses geliyor. İsmimi söylüyor. Belli belirsiz
fakat tanıdık bir ses bu. Hatta o kadar tanıdık ki bir ara kendi sesimle
karıştırıyorum onu. Ağlayarak uyanıyorum uykumdan sonra. Bin yıl mı
geçti, hiç uyanıp tekrar uyudum mu bilemiyorum. Küçük bir düş
hatırlıyorum sadece ve o düşe ait bir ses. Derken biri ismimi söylüyor,
kulağıma fısıldayarak. Bu ses o ses mi diye dinliyorum dikkatlice, bu o
değil, üçüncüde anlıyorum. Zaten kulağıma fısıldanan da benim ismim
değil. Zaten burası da memleketim değil. Her şey garip! İçine
hapsolduğum bu beden de kimin? Hani, o ses nerede? Oysa artık o
kadar çok ses duyabiliyorum ki. Bunlardan birçoğunun bana ait
olduğuna yemin edebilirim fakat hangisi benim bilmiyorum. Tanıdığım
tek bir kişi var, onu bekliyor gibiyim. Sanki bana kim olduğumu
söyleyebilecek biri o. Sesini en son duyduğumda şairin “ervah-ı ezel”
dediği zamandaydık. Ervah-ı ezel, kalu bela… Burada şairler bana
memleketimi hatırlatıyor. Ondan bir haber verirler diye birçok kez
danıştım. Bazıları onu görmüş gibi konuşur, bazıları onun gibi… Bense
sadece onun sesini taklit etmeye ve baktığım her yerde onu aramaya
devam ediyorum.

Bana bu alemde “insan” diyorlar, tanış olduğum bazı şairler ise “yolcu”.
Memleketime döneceğime dair umut veriyorlar. “Gideceksin, merak etme”
diyorlar. Zaten burada şairlerden başkasına güvenilmez. Fakat kime
şair dediğin de önemlidir. Ben sadece memleketlilerime şair diyorum.
Çünkü biliyorum ki şiir, benim memleketimin şarkısıdır. Oranın rüzgarı
bile değse kulağına, asırlar süren bir sarhoşluğa düşüverirsin. Yavaş
yavaş hatırlıyor muyum ne? Hatırlamasam ne çıkar gerçi! Özlüyorum
yine de. İnsan unuttuğu şeyi de özlermiş diyorum. Bu, insan olmaya dair
öğrendiğim ilk şey. Belki insan sadece özlemekten yapılmıştır diye de
geçiyor içimden. Bir gün biri, “Özlüyorsan göğe bak” demişti. Aşağıdan
yukarıya yalvarır gibi bakıyorum şimdi. Sonsuz mavilik ve yılmaz bir
irade ile başımın üstünde duran bu kubbe, özlemimi bir nebze alan,
kalbimin endişesini biraz olsun yatıştıran bir serinliğe dönüşüyor.
Yalnız yürüyorum yolumu. Fakat bir rehavet çöküyor. Bedeni uyuşturan,
yolu uzatan bir ağırlık… Göz kapakları bile sadece gökten gelebilecek bir
haberin umudu ile açılmaya zorluyor kendini. Dönüyorum ki yanıma,
dostum tebessüm ederek bakıyor bana. Elinin altında olup kaçmasından korktuğu bir şeyi tutar gibi göğsünü sıkıyor ve diyor ki: “Yalnız hüznü vardır kalbi olanın”. İşte o zaman hatırlıyorum sanki unuttuğum her şeyi, bir bir hatırlıyorum… Önce kalpler yaratıldı, daha sonra bedenler. Yaratılan her kalp ikiye ayrıldı ve her bir parça birer bedene yerleştirildi. Şimdi ise gönderildiğimiz bu yerde yarım kalple yaşamanın hüznünü çekiyoruz. Meğer bunca zaman içimde hissettiğim boşluk bir yarının eksikliğiymiş. Kalbin yarısı, ömrün yarısı, inancın ve umudun yarısı… Yaşam dedikleri şeyse bir olmanın ya da olamamanın hikayesiymiş.

Yoluma devam ediyorum tekrar. Tıpkı dostum gibi, elimi kalbimin üzerine
bastırarak bunca zaman unutmanın acısını çıkarır gibi hasretle
yürüyorum. Bir de bakıyorum ki ileriden gelen biri görünüyor. Hiç
unutmadığım sesi ile ismimi söylüyor, ismimizi. Ve işte sensin…
Karşımda duran sen, gözleri ile bana memleketimin sonsuzluğunu
getiren sevgili. İçinde yanan ateş cennetimin güneşidir. Senin gelişin
memleketimin baharı, yaprak dökmeyen dalları kirpiklerin. İnip
kalktıkça aşk karşımda duruyor. Silinen hafızamın tek anısı sensin.
Kendimi unutturan seni unutturmadı bana. Vaktidir tamamlanmanın.
Fakat, hayır! Neden arkanı dönüyorsun bana? Hayır, o koşarak
zirvesine tırmandığın dağ bizim değil! Neden bakmıyorsun yüzüme?
Döndüğün yön bizim değil! Anladım bakmayacaksın buraya. Zirvesine
yerleştiğin dağdan, tırmanmaya çalışırken kaç kere düştüğümü bile
görmedin. Oysa elini bir uzatsaydın tutacaktın. Zirveden birlikte
bakacaktık göğe. Secdelerimiz bir olacaktı. Bende kalan bir emanetin
var, onu da verip gideceğim. Senden göremediğim merhametin asıl
sahibine, merhametin kendisine gideceğim. Tek sığınağım O’dur.
Ve gidiyorum bu diyardan… Kaç yüzyıl geçti bilmem, kaç denizde
boğuldum, kaç dağ yıkıldı üzerime, kaç şair öldü benden sonra, kaç
kalp yarım kaldı, kaç güneş battı bilmem. İçimde memleketimin hasreti,
bir kavuşmaya doğru gidiyorum. Hikayem anlatılacak asırlarca. Aşık
oldu değil, aşık öldü diyecekler arkamdan. Kalbimin akıbetini soracak
çocuklar benden sonra dedelerine. Titreyen elleri, sarkmış yüzünden
süzülen tek damla yaşı silerken, kalbimin nasıl beni bıraktığın o dağın
eteğinde, göğüs kafesimi yırtarak çıkıp sana doğru uçtuğunu anlatacak
ve senin bedeninde nasıl diğer yarısıyla bir olduğunu. Benim nasıl bir
hiç olarak o dağın eteğinde kaldığımı da ve diyecek ki: “Oysa aşk değil
de nedir bir ömrün feda edileceği, aşk değil de ne?”


(1) İlhami Çiçek, Satranç Dersleri kitabından alıntıdır.

Nazlı SOLMAZ

Örs üzerinde dans eden çekicin çıkardığı ritimli ses tüm sokağa yayılmıştı. Anlayana içli bir musiki mertebesindedir bu ses. Fakat cami imamının oğlu Davut’un dışında herkes için kuru bir gürültüden ibaretti. Öğle ezanı okunalı bir saati geçmişti. Mayıs ayının sıcağı tüm haşmetiyle kasabanın üzerindeyken bir de dükkandaki ocağın ateşi İshak Dede’yi hayli terletmişti. Boynundaki havlusuyla terini sildikten sonra dinlenmek için yerdeki tabureye oturmadan kıraathanenin çırağı Durmuş’a çay istemek için seslenecekti ki, dükkânın kapısından içeriye Davut girdi. İshak Dede’nin yorgun yüzü hemen tebessüm halini aldı. Kapıya yanaşarak tok sesiyle “Durmuş! Evlat, buraya bir çay, bir de oralet!” diye seslendi.

Davut, İshak Dede’nin dükkanının tek müdavimiydi. Her gün okuldan sonra yemeğini yer, nefesini dükkanda alırdı. Çünkü İshak Dede’ye ayrı bir muhabbet beslerdi.  Orada dinlediği hikâyeler, şiirler; aldığı öğütler o kadar hoşuna giderdi ki, eve varır varmaz babasına anlatıverirdi hemen. Babası da “Yahu bu demirci benden iyi yetiştirecek oğlumu…”diye söylenirdi her defasında.

Demirci İshak’a kasabadaki herkes mesafeliyken, Davut’un her gün dükkânda olması tuhafına giderdi insanların. Hatta çok defa imam efendiyi uyarmışlardır da, “Demircinin yanına gönderme şu çocuğu” diye. “Saçtan, sakaldan, bıyıktan herifin yüzü görünmüyor yahu! Bir de namaz kılıyor. Bıyıkları ağzına doluyor, insan bir makaslar. Öyle değil mi hocam?” diyerek hem şikâyet ediyorlar hem de eleştiriyorlardı Demirci İshak’ı. İmam da her seferinde gülerek, “Demirci iyi adamdır, uğraşmayın! Yıllardır bu kasabada yaşar, bir yanlışını gördünüz mü?” diye sorarak savunurdu adamcağızı.

Durmuş, dükkandan içeri girip masa niyetine kullanılan yağ tenekesinin üzerine çayı ve oraleti bırakırken “İshak Dede, ustam artık demirciden parayı peşin al dedi. Yanlış anlama, kıraathane benim olsaydı vallahi böyle bir şey yapmazdım.” diyerek mahcubiyetini belirtti. Demirci İshak, olgunluğunun hakkını vererek “Canını sıkma evlat.” dedi. Cebinden biraz fazlaca para çıkararak “Al bunları götür ustana, neyse borcumuz alsın.” dedi. Durmuş tekrar sıkılgan bir tavır ile “Dedem doğruluğunu, dürüstlüğünü şu kasabada bilmeyen yoktur. Hakkaniyetli adamsın. Ama ustam işte… Sadece ustam olsa iyi. Kimse hazzetmiyor senden. Biraz önce de seni çekiştiriyorlardı. Sonra ustam birden, çayların parasını da al gelirken. Gayrı demirciye veresiye çay yok dedi.” diyerek durumu izah etti. Demirci pamuktan farksız ak sakallarını sıvazladı, çaydan bir yudum aldı ve “Mühim değil evlat, ellerine sağlık bu arada, çay çok lezzetli olmuş. Sen çabuk kavradın bu işi. Herkes böyle çay demleyemez.” diyerek rahatlattı Durmuş’u. Durmuş da gülümseyerek “Afiyet olsun. Bitince seslen, yine getiririm ben. Ustam bekler, bağırmadan gideyim.” diyerek çıktı. Demircinin canı hayli sıkılmıştı ama belli etmiyordu. Hemen Davut’a dönerek “Hele yudumla Davut can oraletini, soğuyacak şimdi. Bir yandan da anlat bakalım, nasıl geçti bugün okul?” diye sordu. Davut, oraletten bir yudum aldı. Bardağı tabağa koydu. Düşünceli bir tavırla “Çarşıdaki bütün dükkânlarda çırak var. Senin çırağın yok. Okulu bırakayım, ben de sana çırak olayım. Ben de demirci olmak istiyorum dede.” dedi. Demirci İshak, gülerek Davut’un başını okşadı. Çay bardağını eline aldı, bardağı eliyle kavradı. Bardağın sıcaklığını avuç içinin tamamında hissetti. Çaydan bir yudum daha aldı. Davut’a “Bak evlat! Ben bu mesleğe on yaşında başladım. Şu gördüğün ateş, örs ve çekiçle elli yıllık dostluğum var. İlk ve tek ustam rahmetli babamdır. Pirim ise Davut peygamber. Evet, severim mesleğimi. Demirciliğin öyküsü, medeniyetin öyküsüdür adeta. Medeniyet, bir demirci ustasının elindeki çekiç darbeleri ile şekillendi dersek abartmış olmayız. Öte yandan Türk kültüründe de önemli bir yere sahiptir demircilik. Geçmişte demir dağı eritti bir usta ve kutlu milletin hürriyet destanı yazıldı. Nice usta ellerden çıkmış zağlı kılıçlarla nice topraklar fethedildi. Bilir misin? İlk demirci Hz. Davut’tur. Yüce Allah’ın hikmetiyle ilk zırhı yapıp giyendir O.”

Birden Demirci İshak’ın aklına ateş geldi. Körüğün başına gitti ve zincirini aşağı çekerek ateşi harladı. Ateşin sönmemesi gerekiyordu. Sabaha elindeki bel küreğini yetiştirmesi lazımdı. Tekrar Davut’un yanına geldi. “He ya Davut can. İsmini taşıdığın peygamber ilk demircidir. Oradaki inceliği fark ettin mi? Davut peygamber kılıç yahut başka bir silah yapmıyor. Savaş darbelerinden korunmak için zırh yapıyor. Nedir bu? Savaşın, kıyımın yanlışlığına işarettir. Şu gördüğün çatlamış, yarılmış eller de çok şükür şimdiye kadar mutfak bıçağı dahi yapmamıştır. Olur da bir cana kıyılmasına uzaktan da olsa sebep oluruz diye… Şimdi gelelim sana. Eğer içinde yaşadığımız asrın Davut’u olmak istiyorsan okula gideceksin. Derslerine iyi çalışacaksın. Bilgiye aşık olacaksın. Unutma evlat, artık insanlığı koruyacak zırhlar laboratuvarlarda bilimle yapılıyor. Senin yerin de köhnemiş demirci dükkânı değil, ilim kokan laboratuvarlar, kütüphanelerdir.” dedi. Davut gerçekten ikna olmuştu. Okumalıydı. Çok çalışmalıydı. Vakit ikindiye yaklaşıyordu. Davut, “Ben artık eve gideyim dedem, yarına ödevlerim var.” diyerek müsaade istedi. Demircinin yüzünde tebessüm belirdi. Alnından öptü Davut’u ve “Ha şöyle evlat. Sana yakışan da budur. Hadi bakalım selam söyle ailene. Söylediklerimi de sakın unutma.” dedi.

Demirci ocağın başına geçti hemen ve bel küreğini bitirmeye koyuldu. Bir yandan da “Belki de son işin olur bu koca İshak, ha gayret…” diyerek mırıldandı.

Sabah namazını kıldıktan sonra hiçbir şey atıştırmadan kasabanın en zengininin evinde aldı soluğunu. Namazlarını ya dükkânda ya da evde kılıyordu. Camiye cumadan cumaya gidiyor, bahçede hasır üstünde kılıyordu cumayı. Çünkü camiye girmesine dahi söyleniyordu kasabalı. Evini ve dükkânını satmak istediğini söyledi. Bir iki konuşmadan sonra değerlerinin biraz altında fiyata anlaştılar. Daha sonra Demirci camiye İmam efendinin yanına gitmek için ev ve dükkânın yeni sahibiyle helalleşip oradan ayrıldı. Tam caminin bahçe kapısına varmıştı ki Hoca ile karşılaştı. Selamlaşıp hâl hatır sorduktan sonra hocaya bir zarf verdi ve “Hocam bu zarfta bir mektup var. Bu mektubu Cuma vaazında cami cemaatine okumanı istiyorum. Çekinmeden okuyabilirsin, tehlikeli bir şey yazmıyor.” dedi. Demirci içleri para dolu iki ayrı zarf daha verdi hocaya ve ekledi “Bunlarla ilgili de mektupta yazdım açık bir şekilde. Davut’a çok selam söyle. Belki bir daha görüşemeyebiliriz. Hakkınızı helal edin.” İmam hemen lafa girerek “Okurum elbet İshak Efendi, beni sıkıntıya sokmayacağını bilirim ama hayrola?” dedi. Demirci bir cevap vermeden gülümseyerek hoca ile tokalaştı ve ağır adımlarla tren istasyonuna doğru ilerledi.

Cuma vaazında İmam efendi mektubu açtı şaşkın bakışlarla kendisini izleyen cemaate okumaya başladı. Mektupta daha fazla kasabada kalamayacağı, kalırsa huzursuzluğa sebep olacağını yazmıştı. Ayrıca Demirci İshak mektubunda, sattığı evinin parasını camiye bağışladığını belirtmiş, dükkânının parasını ise Davut’un eğitimi için harcanmasını istediğini yazmıştı. Bir de kasabalıya “Kusuruma bakmayın ne olur… Her dem nefsimizi makasladığımızdan sakala, bıyığa fırsat bulamadık.” notunu yazmış ve Yunus Emre’nin “Bir kez gönül yıktın ise/Bu kıldığın namaz değil” dizelerini hatırlatmıştı. Mektuptan sonra cami cemaati birbirlerine kafalarını sallayarak pişmanlıktan uzak “İyi adammış vesselam.” cümlesini söylemekle yetindiler. Müezzinin ezanıyla irkilip toparlanmaya başladılar. Az sonra Allah’ın huzurunda namaza duracaklardı.

Muhammet TANG

Selman Amca, her akşamüstü olduğu gibi o gün de tam vaktinde sokağın başında görüldü. Eskimiş fötr şapkasını sağ eline aldı, şapka yüzünden dağılmış seyrek saçlarını yavaşça düzeltti, düzeltirken karşıdaki simitçiye selam vermeyi de ihmal etmedi, her zamanki gibi.
Bütün Beyoğlu esnafı, belediyenin zabıtaları, hatta kendisini gündelik telaşlarda unutmuş büyük bir kalabalık bile onu tanırdı. Belki ismini, gerçekte ne iş yaptığını, kaç yaşında olduğunu bilmezlerdi ama bilirlerdi ki akşamüstü oldu mu yaşlı bir adam; başında şapkası, bir elinde taburesi, diğer elinde siyah ve klasik bir keman kutusuyla oradadır. Herkes onu, yüzünden hiç eksik olmayan gülüşüyle hatırlardı. Özellikle çocuklara -bilhassa kız çocuklarına- karşı ayrı bir sevecen davranırdı. Tesadüfen küçük bir kız çocuğu, onun keman çalışını duyup yanına geldi mi, onun meraklı bakışları altında kaybolurdu Selman Amca. Onu güldürmek için elinden geleni yapar, çoğu zaman başarırdı da. Caddeden gelip geçenler büyük bir keyifle dinlerlerdi onu. Selman Amca taburesini açtı, kemanını çıkardı, şapkasını ayağının dibine koydu ve bildiği parçaları çalmaya başladı. Belli bir listesi ya da sırası yoktu. Önce Vivaldi’nin Dört Mevsim’inden bir bölümü çaldı, sonra David Oistrakh’ın Mendelsshon Konçertosu’nun ilk bölümüne başlamıştı ki etrafın kalabalıklaştığını, diğer günlerden daha fazla insanın onu dinlediğini fark etti. Genci, yaşlısı, öğrencisi, hatta elinde süpürgesi, akşam çöplerini almakla görevli bir belediye çalışanı dahi – ne olduğunu idrak edemese de- kulağına hoş geldiği içindir ki onu dinliyordu. Sımsıkı el ele tutuşan gençleri gördü, sonra ufak, sarışın bir kız çocuğu, babasının elinden tutmuş… Yüzündeki tebessümü hiç bozmadı, bir an durdu, düşündü. Bir yandan notalara basıyor bir yandan da bu kadar insanın kendisinde uyandırdığı şeyleri düşünüyordu:
Uzun zamandır tek başınaydı, oda kadar bir evde, sessizliğin içine doğmamıştı ama sessizliğin içinde yaşıyordu. Masaya hep tek tabak koyar, çoğu şeyi sırf yanında biri yok diye yapmak istemez, ertelerdi. Şu el ele tutuşan gençlerin yerinde olmak için hayatının birçok safhasından vazgeçmeye, birçok fedakârlığı büyük bir mutlulukla yapmaya hazırdı. Geçen zamana baktığında büyük pişmanlıklar duymuyordu fakat layıkıyla yaşanmamış bir hayat görüyordu ardında. Buraya her gün gelmesinin sebebi de biraz buydu. Karşısındaki insanlarda yaşayamadıklarını görüyor, onlarla birlikte yürüyor ve hayal kuruyordu. Eşini kaybedeli bir yıl olmuştu. Unutacağına ihtimal vermiyordu, hafifler sanmıştı, olmadı. Parçanın bitmesiyle düşünceleri de bıçak gibi kesildi. Mutlu bakışlar ve alkışların arasında aklına tek bir soru geldi, düşündü. Tebrikleri aynı tebessümle karşıladı. O anda, aklındaki soruyu karşısındakilere sormak, bağırmak, hatta içinden bir nefret gibi söküp atmak niyetindeydi.
Yapamadı. Dudaklarında kısık, anlaşılmayan bir ses:
— Yalnızlık ne renkti?

İhtiyarlığına, yorgunluğuna ve içinde bulunduğu işgal atmosferine aldırmadan kadim dostunun yanına gidecekti. Ama bu sefer hiç olmadığı kadar bitkindi. Namaz sonrası bir parça ekmeğe tereyağı sürerek sigara altı yapmış olmasına rağmen, en son ne zaman silindiği belli olmayan camın önünde duran tütün tabakasına doğru gitmeye dahi eriniyordu. Akça Köse’de bu sabah farklı bir hâl vardı. Ama ne olursa olsun gidecekti. Ata yadigarı bir dostluktu onlarınki. Vakti zamanında büyük dedesi Saruca’nın, henüz ilkokul çağlarındayken babaannesi Alçin Ana’nın kilerinden aldığı ceviz tohumunu Hür Tepe’ye ekmesi ile başlamıştı bu dostluk. Yani Akça Köse, hatta babası dahi dünyaya gelmemiş iken… Çünkü Saruca vasiyet etmiş, “Neslimin erkekleri aksatmasınlar, ileride ulu bir ağaç olacak bu güzelliği ziyaret etsinler. Onlara emanetimdir. Emanetime sahip çıksınlar.” demiş. Fakat torunları arasında en vefalı Akça Köse çıkmış. Dedesinin vasiyetini büyük bir sorumluluk şuuru ile sahiplenmiş ve o kadar bağlanmış ki ceviz ağacına, samimi olarak her sabah dertleşmeye, onunla ilgilenmeye gidermiş.

Bugün de aynı sorumlulukla gitmeliydi Hür Tepe’ye. Ceviz ağacı, kargalara bırakılmayacak kadar kutsaldı onun için. Dalgın ve bitap hâlini birden terk ederek, kararlılıkla oturduğu koltuktan kalktı. Boyasız, alelade oda kapısının arkasında asılı ceketine yöneldi. O sırada ceketinin sağ dış cebindeki yarısı dışarıda kalmış keçe börküne takıldı gözü. Börkünü giydi. Ceketini omuzlarına attı. Kilidi ve kolu olmayan kapıyı açmak için hafif yukarı kaldırarak içeriye doğru çekti. Tam unutacakken geri döndü ve camın önündeki tütün tabakasını aldı. Kapıyı kapatmadan odadan çıktı. Dış kapıya doğru yaklaşırken Ağustos ayı olmasına rağmen yayla sabahının serinliğini iliklerinde hissetti. Tozdan rengi dahi belli olmayan ayakkabılarını giydi. Kapıyı, pas tutmuş demir sürgüsünden açtı. Dün akşam sardığı tütün geldi aklına. Hemen tabakasını açtı. Sarılmış tütünü üzeri çatlamış eliyle dudaklarının arasına yerleştirdi. Ceketinin sol cebinden kibritini çıkararak nihayet yaktı ve derin bir nefesle tütünü ciğerlerine çekti. Kapıyı kapattı, sol eliyle çene kısmında yoğunlaşmış köse sakalını sıvazladı ve tek sırdaşı yadigara doğru yürümeye başladı.

Pek sıkıntılı bir hava vardı. Tuhaf bir sis kaplamıştı etrafı. Güneş henüz görünmüyordu. Kurban Bayramı’nın ikinci günüydü ama saat çok erken olduğu için kimsecikler yoktu ortalıkta. Toprak yolda yürürken bir an sendeledi. Hemen toparladı kendini. Elindeki bitmeye yaklaşmış tütünü oracıktaki sivri taşın üzerinde söndürdü ve attı. Karşıda Hür Tepe’de onu bekleyen ceviz ağacına bakarak ilk defa yedi yaşında gittiği günü hatırladı. Heyecanı bir kat daha arttı. Tepeye az bir mesafe kala Burmalı Çeşmede mola verdi. Yorulmuştu. Sanki saatlerce saman balyası taşımıştı. Görklü sudan bir miktar avucuyla içti. Yüzünü yıkadı ve çeşmenin kurununa oturdu. Akan suyun sesiyle çeşmeye dair anılarını hatırladı. Burmalı Çeşme’ye su, Şavklı Göze’den geliyordu. Çok berrak ve lezzetli bir suyu vardı. Kim bilir bu gözeden, bu çeşmeden kimler su içmiştir, nice dertli çobanlar hayvanlarının susuzluğunu bu çeşmeden gidermiştir? Nice büyük komutanlar aşkar atlarını yine bu çeşmeden, bu gözeden sulamışlardır; hatta Saruca dedem de ceviz ağacına giderken mutlaka burada dinlenmiştir, diye geçirdi içinden. O sırada çobanın küçük oğlu Eşref’in ayak sesleri ile irkildi. Yerinden kalkarak ona doğru yöneldi. Tebessüm ederek başını okşadı, gözlerinden öptü ve “Buraları sev emi Eşref.” diyerek cevap beklemeden yoluna devam etti.

Kısa ama yorucu bir tırmanıştan sonra Hür Tepe’ye vardı. Ceviz ağacı tüm ihtişamı ile karşısındaydı. Sanki karşısındaki ağaç değil, ona kollarını açmış bir şekilde bekleyen hiç görmediği dedesi Saruca idi. Kalbi çok hızlı atmaya başlamıştı. Başı dönüyordu. Kendisini ceviz ağacının dibine zor attı. Sırtını ve başını ağaca yaslayarak bir süre dinlendi. Aynı zamanda aşağıdaki köyünü temaşa etti. Güneş doğmuş, bir mızrak boyu yüksekliğe dahi erişmişti. Bu arada nefes alıp vermesi de hızlanmaya başlamıştı. Bir anda gözü sol tarafta yerde duran, bir şekilde dalından düşmüş yeşil cevize kaydı. Başı sol omzuna doğru düştü. Nefes almıyordu artık. Gözleri yerdeki ceviz tanesinde sabitlenmişti. Akça Köse istemese de ceviz ağacı kargalara kalmıştı.

Muhammet TANG

Erzurum’da Mayıs ayının son günleriydi. Bahar küsmüştü sanki bu kadim şehre, son birkaç yıldır uğramaz olmuştu. Sert ve çetin kışın ardından cehennemi andıran bir hayat yaşanıyordu sürekli. Bunun adı Hüzün Mevsimi idi. Rus işgali ile birlikte şehre kasvet havası hakim olmuştu. Dadaşlar on beş aydır hürriyetlerinden yoksun, perişan bir halde namuslarıyla, şerefleriyle hayatta kalma mücadelesi veriyorlardı. Şehrin yiğitleri cephede olduğundan Urus; elini kolunu sallaya sallaya sokaklarda, köylerde rahatlıkla gezebiliyordu. Bu, Erzurum’un Ruslar tarafından üçüncü işgaliydi. Şehir de, insanlar da gerçekten yorulmuşlardı artık. Tıpkı Yemen’de yedi yıl askerlik yaptıktan sonra köyüne dönen Hacı Numan gibi. Hac farizasını da o zamanlar yerine getirmişti.

Vakit gece yarısıydı. Hacı Numan ahırın sekisinde oturmuş, kendince çıkış yolları arıyordu. Memleketi düşünecek hâlde değildi. Çoluk çocuğa kafa yoruyordu. Evlerde ekmek pişirecek un kalmamıştı. Kilerlerin durumu için ‘tam takır kuru bakır’ deyimi çok yerinde bir ifadeydi. Komutan Alexey, arada bir ufak tefek erzak gönderiyordu ahaliye, ama ne yetecek?

Vaziyet vahamet kesbediyordu.
“Doğrusu Ramazan ayı da geliyor, bizler için bir nimet. Ama çoluk çocuk ne olacak?” diye sordu Hacı Numan kendi kendine. Dışarıdan devriye gezen Rus askerlerinin sesleri duyuluyordu. Hâllerinden pek memnunlardı ki kahkahaların ardı arkası gelmiyordu. Neredeyse Rus operasından aryalar seslendireceklerdi. Hacı Numan iyice sinirlenmişti ama elinden bir şey gelmiyordu. “Sabah ola hayrola…” dedi ve olduğu yere kıvrılmakta buldu çareyi.

Gün ağarmak üzereydi. Geceleri belirli aralıklarla evde uyuyan çocuklarını, hanımını kontrol ediyordu. Bunu köydeki her erkek yapıyordu. Evi yine kontrol etme ihtiyacı duydu. Ev, ortadan bağdadi duvarla ikiye bölünmüş iki göz odadan müteşekkildi. Kapıdan içeriye göz attıktan sonra dışarıya çıktı. Derin nefes aldı. “Çok şükür.” dedi. Ellerini arkasına atıp yürümeye başladı. İçinden bir an “Evelik yaprağı olsaydı da hanım bir güzel lor dolması yapsaydı bugün…” diye geçirdi. Sonra, “Acaba Alexey ile gidip konuşsam mı?” diye sordu kendi kendine. Dişlerini sıkarak “Açlıktan ölürüm, düşmana minnet eylemem.” dedi. Tam köyün çıkışına gelmişti ki karşı tarladaki görüntü karşısında şaşkınlığını gizleyemedi. Tarla yeriyle incirop otu doluydu. Küçüklüğünü hatırladı birden. Bu ottan çok yemişliği vardı. Fındık büyüklüğünde, dışı kahverengi kaplı ama içi tatlı mı tatlı bir yumru kökü vardı inciropun. Sonra babaannesinin anlattıkları geliverdi hemen aklına. Hacı Numan dokuz, on yaşlarındayken elinde inciroplarla babaannesinin yanına gittiğinde onun “Oğul, bilir misin, bu otun köklerini geçmişte kıtlık zamanında büyüklerimiz soyup haşlayıp sıktıktan sonra rapatayla tandıra vurmuşlar. Bir nevi ekmek pişirmişler bu ottan.” tarzındaki cümlelerini anımsadı. Yüzünde gülücükler belirdi. Heyecanla inciropları toplamaya başladı. Karabekir Paşa Erzurum’u kurtarana kadar akşam topladıkları inciroplar sabaha yeniden çıktı. Bu; kendisiyle uğraşana, kendisine muhabbet besleyene toprağın gülmesinden başka bir şey değildi.

Muhammet TANG

Kaldırımda yürürken tekrar hatırladı, buraya ait olmadığını. Bu sokakların, bu kokuların ve bu yüzlerin hatıralarında sessiz kaldıklarını fark etti. Mecburen tüm yaşananları ardında bırakıp İstanbul’a gelmişti. Kemal Bey’in istemeyerek Elazığ’ı terkedişinin tek saiki bu şehirdeki bir anadolu lisesine atanmasıydı. İtiyadı üzere yürüyordu, kalabalıklara aldırış etmeden Bahariye caddesinden Altıyol’un kesiştiği Boğa Heykeli’ne varmıştı. Mesleğinin ilk senesinde de — yaklaşık iki sene önce — İzzet Paşa Camii’den başlar Postane Meydanı’ndan Tren Garı’na kadar yürürdü. Sonra oturur tren garında vedaları izlerdi. Yalnızca insanları değil ağaçları, hayvanları, rüzgarları da dinlerdi. Ne kadar çok acı var diye geçirirdi içinden, hele ki içlerinden ayrılık kaç okka çekerdi bir nesne olsaydı? Umut vardı bir yanda da, Kemal Bey bazan tren garındaki insanların kimisinin yüzüne sirayet eden umudu da görürdü. Tren garındaki bekleyişleri, şehadetleri mütemadiyen devam etti. Dinledi kendisine seslenen herkesi ve her şeyi, imtina etti kırıp dökmekten. Birçok öğretiyi kazıdı hafızasına bu şehirde. Bu toprakları terk ettiğinde gidişini farkeden bile olmamıştı. Elazığ günleri geride kalmıştı. Yeni yerleştiği bu şehirde de oyalanacak bir şeyler bulmuştu Kemal Bey, rıhtımda vakit geçiriyor, otobüs duraklarında bekliyor — otobüsün gelmeyeceğini bildiği halde- , meydanları yükleniyordu. Altıyol’a intikal etmişti, Elazığ’da ki tren garına benzemiyordu. Orada ayrılık vardı, burada kavuşma. Orada hüzün vardı, burada tebessüm. Manzarasını samimi bulmamıştı Kemal Bey, tren garındaki esaslı hüznü gören gözleri buradaki tebessümlerin ekserisini sunî bulmuştu. Teessür dolu yüreğiyle terk etti Altıyol’u. Daha sonra Osmanağa Camii’nin sağından sokağa girdi. Bağırışlarla evine ekmek götürmeye gayret eden tezgahtârların heyecanı içini ısıttı. Biraz ileride balıkçıların tezgâhlarını suladığını gördü, sanki tezgâha serpilen su balıklara çarptıkça sokağı kesif bir koku kaplıyordu. Köşede bir lokanta vardı, mübeccel bir dostu işletiyordu. Yaklaşık on senedir haberleşmemişlerdi, eğer umduğunu bulursa uğrak duraklarından olacağa benziyordu. Lokantanın önündeki ağaç gölgeleri, çevredeki gülen yüzler ve eprimiş alçak iskemleler gözüne baba evi samimiyeti gibi görünüyordu. Zafer Usta onu görünce işi gücü bıraktı, sarıldılar. Zafer Usta:

– Kardeşim seni hangi rüzgar attı, vay benim aslan kardeşim.

Kemal Bey:

– Tayinimiz buraya çıktı, Kadıköy’de ifa edecek ömrümüz, yiyecek ekmeğimiz varmış be Zafer.

Uzun uzadıya konuştular, saat epey ilerlemişti. Kemal Bey müsade istedi, yakın zamanda uğrama sözünü de kaptırarak dönüş yoluna koyuldu. Kapanmış balıkçı dükkanlarını geçip ana caddeye çıkmak üzereyken bir ses duydu:

– Kemal!

Bu ses onun asla unutamadığı bir ses, hatıralarının bile boğamadığı bir sesti. Bu sesi duymadığında bile hissederdi bazan. Yine öyle olabileceğini düşündü fakat ses muhayyilesinde değil hakikatteydi bu kez. Yeni yeni hatıralarından silmeye çalıştığı sesi şimdi kanlı canlı karşısında bulmuştu sanki, duymamış gibi davrandı. Yoluna devam etti. Sesin sahibinin yirmi yıldır görmediği babası olabileceğini düşündü.