Erzurum’da Mayıs ayının son günleriydi. Bahar küsmüştü sanki bu kadim şehre, son birkaç yıldır uğramaz olmuştu. Sert ve çetin kışın ardından cehennemi andıran bir hayat yaşanıyordu sürekli. Bunun adı Hüzün Mevsimi idi. Rus işgali ile birlikte şehre kasvet havası hakim olmuştu. Dadaşlar on beş aydır hürriyetlerinden yoksun, perişan bir halde namuslarıyla, şerefleriyle hayatta kalma mücadelesi veriyorlardı. Şehrin yiğitleri cephede olduğundan Urus; elini kolunu sallaya sallaya sokaklarda, köylerde rahatlıkla gezebiliyordu. Bu, Erzurum’un Ruslar tarafından üçüncü işgaliydi. Şehir de, insanlar da gerçekten yorulmuşlardı artık. Tıpkı Yemen’de yedi yıl askerlik yaptıktan sonra köyüne dönen Hacı Numan gibi. Hac farizasını da o zamanlar yerine getirmişti.

Vakit gece yarısıydı. Hacı Numan ahırın sekisinde oturmuş, kendince çıkış yolları arıyordu. Memleketi düşünecek hâlde değildi. Çoluk çocuğa kafa yoruyordu. Evlerde ekmek pişirecek un kalmamıştı. Kilerlerin durumu için ‘tam takır kuru bakır’ deyimi çok yerinde bir ifadeydi. Komutan Alexey, arada bir ufak tefek erzak gönderiyordu ahaliye, ama ne yetecek?

Vaziyet vahamet kesbediyordu.
“Doğrusu Ramazan ayı da geliyor, bizler için bir nimet. Ama çoluk çocuk ne olacak?” diye sordu Hacı Numan kendi kendine. Dışarıdan devriye gezen Rus askerlerinin sesleri duyuluyordu. Hâllerinden pek memnunlardı ki kahkahaların ardı arkası gelmiyordu. Neredeyse Rus operasından aryalar seslendireceklerdi. Hacı Numan iyice sinirlenmişti ama elinden bir şey gelmiyordu. “Sabah ola hayrola…” dedi ve olduğu yere kıvrılmakta buldu çareyi.

Gün ağarmak üzereydi. Geceleri belirli aralıklarla evde uyuyan çocuklarını, hanımını kontrol ediyordu. Bunu köydeki her erkek yapıyordu. Evi yine kontrol etme ihtiyacı duydu. Ev, ortadan bağdadi duvarla ikiye bölünmüş iki göz odadan müteşekkildi. Kapıdan içeriye göz attıktan sonra dışarıya çıktı. Derin nefes aldı. “Çok şükür.” dedi. Ellerini arkasına atıp yürümeye başladı. İçinden bir an “Evelik yaprağı olsaydı da hanım bir güzel lor dolması yapsaydı bugün…” diye geçirdi. Sonra, “Acaba Alexey ile gidip konuşsam mı?” diye sordu kendi kendine. Dişlerini sıkarak “Açlıktan ölürüm, düşmana minnet eylemem.” dedi. Tam köyün çıkışına gelmişti ki karşı tarladaki görüntü karşısında şaşkınlığını gizleyemedi. Tarla yeriyle incirop otu doluydu. Küçüklüğünü hatırladı birden. Bu ottan çok yemişliği vardı. Fındık büyüklüğünde, dışı kahverengi kaplı ama içi tatlı mı tatlı bir yumru kökü vardı inciropun. Sonra babaannesinin anlattıkları geliverdi hemen aklına. Hacı Numan dokuz, on yaşlarındayken elinde inciroplarla babaannesinin yanına gittiğinde onun “Oğul, bilir misin, bu otun köklerini geçmişte kıtlık zamanında büyüklerimiz soyup haşlayıp sıktıktan sonra rapatayla tandıra vurmuşlar. Bir nevi ekmek pişirmişler bu ottan.” tarzındaki cümlelerini anımsadı. Yüzünde gülücükler belirdi. Heyecanla inciropları toplamaya başladı. Karabekir Paşa Erzurum’u kurtarana kadar akşam topladıkları inciroplar sabaha yeniden çıktı. Bu; kendisiyle uğraşana, kendisine muhabbet besleyene toprağın gülmesinden başka bir şey değildi.

Muhammet TANG

0 cevaplar

Cevapla

Want to join the discussion?
Feel free to contribute!

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir