Selman Amca, her akşamüstü olduğu gibi o gün de tam vaktinde sokağın başında görüldü. Eskimiş fötr şapkasını sağ eline aldı, şapka yüzünden dağılmış seyrek saçlarını yavaşça düzeltti, düzeltirken karşıdaki simitçiye selam vermeyi de ihmal etmedi, her zamanki gibi.
Bütün Beyoğlu esnafı, belediyenin zabıtaları, hatta kendisini gündelik telaşlarda unutmuş büyük bir kalabalık bile onu tanırdı. Belki ismini, gerçekte ne iş yaptığını, kaç yaşında olduğunu bilmezlerdi ama bilirlerdi ki akşamüstü oldu mu yaşlı bir adam; başında şapkası, bir elinde taburesi, diğer elinde siyah ve klasik bir keman kutusuyla oradadır. Herkes onu, yüzünden hiç eksik olmayan gülüşüyle hatırlardı. Özellikle çocuklara -bilhassa kız çocuklarına- karşı ayrı bir sevecen davranırdı. Tesadüfen küçük bir kız çocuğu, onun keman çalışını duyup yanına geldi mi, onun meraklı bakışları altında kaybolurdu Selman Amca. Onu güldürmek için elinden geleni yapar, çoğu zaman başarırdı da. Caddeden gelip geçenler büyük bir keyifle dinlerlerdi onu. Selman Amca taburesini açtı, kemanını çıkardı, şapkasını ayağının dibine koydu ve bildiği parçaları çalmaya başladı. Belli bir listesi ya da sırası yoktu. Önce Vivaldi’nin Dört Mevsim’inden bir bölümü çaldı, sonra David Oistrakh’ın Mendelsshon Konçertosu’nun ilk bölümüne başlamıştı ki etrafın kalabalıklaştığını, diğer günlerden daha fazla insanın onu dinlediğini fark etti. Genci, yaşlısı, öğrencisi, hatta elinde süpürgesi, akşam çöplerini almakla görevli bir belediye çalışanı dahi – ne olduğunu idrak edemese de- kulağına hoş geldiği içindir ki onu dinliyordu. Sımsıkı el ele tutuşan gençleri gördü, sonra ufak, sarışın bir kız çocuğu, babasının elinden tutmuş… Yüzündeki tebessümü hiç bozmadı, bir an durdu, düşündü. Bir yandan notalara basıyor bir yandan da bu kadar insanın kendisinde uyandırdığı şeyleri düşünüyordu:
Uzun zamandır tek başınaydı, oda kadar bir evde, sessizliğin içine doğmamıştı ama sessizliğin içinde yaşıyordu. Masaya hep tek tabak koyar, çoğu şeyi sırf yanında biri yok diye yapmak istemez, ertelerdi. Şu el ele tutuşan gençlerin yerinde olmak için hayatının birçok safhasından vazgeçmeye, birçok fedakârlığı büyük bir mutlulukla yapmaya hazırdı. Geçen zamana baktığında büyük pişmanlıklar duymuyordu fakat layıkıyla yaşanmamış bir hayat görüyordu ardında. Buraya her gün gelmesinin sebebi de biraz buydu. Karşısındaki insanlarda yaşayamadıklarını görüyor, onlarla birlikte yürüyor ve hayal kuruyordu. Eşini kaybedeli bir yıl olmuştu. Unutacağına ihtimal vermiyordu, hafifler sanmıştı, olmadı. Parçanın bitmesiyle düşünceleri de bıçak gibi kesildi. Mutlu bakışlar ve alkışların arasında aklına tek bir soru geldi, düşündü. Tebrikleri aynı tebessümle karşıladı. O anda, aklındaki soruyu karşısındakilere sormak, bağırmak, hatta içinden bir nefret gibi söküp atmak niyetindeydi.
Yapamadı. Dudaklarında kısık, anlaşılmayan bir ses:
— Yalnızlık ne renkti?

0 cevaplar

Cevapla

Want to join the discussion?
Feel free to contribute!

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir