Tiranlara Ölüm – VI: Bir Avuç Kurşun

Bölüm Altı:

Beyazıt’taki kampüste sabaha karşı Rektörlük binasına sığındılar. Kemâl’in yanından ayrılmayan birkaç kişiyle birlikte binanın ikinci katında bir odayı mesken tutmuş, önce yaralarını tımar etmiş, şimdi ise meydandaki çatışmaları izliyorlardı. Tabii Kemâl hariç. İzleyenler Ârif, Nurgül ve Kemâl’in arkadaşları idi. Meydanda Fedailerle hürriyetçi gençler canhıraş dövüşüyorlardı. Hem de geceden beri. Çemberlitaş tarafında Fedailer, okul tarafında hürriyetçi gençler, geceden bu yana kâh ayrılıyor, kâh polisin ortalığı dumana boğduğu kavgalara tutuşuyor ama illaki sürekli bir savaşı sürdürüyorlardı.

Ârif yerde yatan hareketsiz bedenlere bakıyordu. İlk büyük çarpışmada mutlaka birileri kalabalık tarafından ezilmişti. Şimdi ise meydanda biber gazı kapsülleri yuvarlanıyordu. Havanın kapalı olduğu bir Eylül gününde gören, meydana sis çökmüş sanırdı. Öyle kesif bir duman kaplamıştı ki meydanı, az evvelki kalabalık her iki tarafın da epey geri çekilmesiyle birlikte dağılmıştı.

Ârif’in sabaha karşı dizine yediği copun ağrısı geçmeye başlamıştı. Elmacık kemiğine yediği yumruğun acısı ise belli ki birkaç gün boyunca onunla birlikte olacaktı. Ayrıca biber gazı yüzünden başlayan öksürüğü tam geçmemişti, az da olsa vardı. Sesi de çatallaşmıştı. Yorgunluğu bir kenara… Odadaki herkes yorgundu. Dönüp diğerlerine bir bakıverdi. Hepsi neredeyse dağılmıştı.

Kimsenin kaçmak istediği yoktu ama biber gazının içinde nefes almak imkânsızdı. Taraflar karşılıklı sapan atışları, kaldırım taşları ve soda şişeleriyle, yer yer de havai fişeklerle birbirlerine saldırıyorlardı. Bazı noktalarda Fedailerden birkaç kişi ve hürriyetçi gençler göğüs göğse kavgaya girişiyor, çok geçmeden tepelerine tazyikli suyu yiyorlardı. Tam bir savaş alanı… Böyle olmaz, bu gün de başladığı yerde bitecek böyle giderse. Herkes tükendi.

            —Bu gün de başladığı yerde bitecek böyle giderse.

Ârif bu düşüncesini iki kere zikretmiş, ikincisini açıktan söylemişti. Zaten dışarı bakmayan Kemâl sigarasından bir nefes çekti.

—Biliyorum. Elimizden bir şey gelmez.

—Gelmez mi?

Ârif pencereye sırtını dönüp Kemâl’in yüzüne baktı. Kalanlar da Ârif gibi Kemâl’e döndüler.

—Gelmez. İtirazın varsa sen söyle, ne gelir elimizden? Polis bir yandan, Tiran’ın itleri bir yandan… Ne yapacağız?

Çocuk haklı. Elimizden ne gelir ki?

            —Dün olanlar tamamıyla şans eseriydi. Bir daha öyle bir hataya düşmezler. İşte o hatanın neticesi binlerce genç dökülüverdi meydana.

—Dökülmesine döküldüler de… Neye yarar bu tek başına?

Kemâl’in haklı olması Ârif’in canını sıkıyordu.

—Yahu biliyorum, biliyorum! Ne yapacağız? Bütün şehri buraya mı yığalım?

Ârif’in gür sesi odayı doldurdu. Kemâl de susunca odayı sessizlik sardı. Haklıydı, ellerinden pek bir şey gelmezdi. Derken Kemâl herkesin aklını kurcalayan o soruyu sordu:

—Ulan bu polisler ne ayak peki?

Kemâl’e bağırmış olmasına hemen pişman olan Ârif sesini yumuşatıverdi:

—Bak orasını ben de anlamadım. Tiran’ın itleri arasında bir ikilik çıkmış, orası kesin. Keşke elimizde biraz bilgi olsaydı. Ne olduğunu bilsek ona göre tavır alırdık.

Birkaç saniyelik boşluktan sonra Ârif usulca bir deliliği fısıldadı:

—Bizim bu deyyuslardan birini derdest etmemiz lazım.

Kemâl’in gözleri parıldamıştı.

—Birini mi? Polislerden mi?

—Hayır, Fedailerden…

Nurgül yorgun sesiyle araya girdi:

—O nasıl olacakmış? Ortalık savaş alanı gibi.

Bunu dedikten hemen sonra pencereyi çarparak kapattı. Biber gazı kokusu oldukça rahatsız ediciydi. Ârif’in aklında bir fikir olduğu belliydi. Dışarıya, meydana baktıktan sonra Kemâl’e dönüp başını sallayarak “Gel.” dedi.

Ârif, yanına gelen Kemâl’e parmağıyla meydanın öte yanını işaret etti:

—Gördün mü otobüsleri?

Kemâl otobüsleri elbette görüyordu. Polis araçlarıydı bunlar. Polisler sabah getirip meydanın kenarındaki dükkânların hemen birkaç metre önüne park etmişler, onların önüne de barikat kurmuşlardı.

—Görüyorum elbette ama polis otobüsü onlar. Anlamadım.

Odadakileri gözleriyle sayan Ârif, Kemâl’e döndü:

—Burada yedi kişiyiz. Bir hışımla saldırıp o otobüslerden birini çalacağız.

Nurgül araya girdi:

—Çalacak mıyız? Delirdin mi Ârif?

—Delirmedim, aklım gayet başımda. Bize ne olup bittiğini anlatacak birileri lazım. Polis esir alacak halimiz yok, istesek de elimizden gelmez. Mecburuz, Fedailerden birilerini derdest etmemiz şart. Otobüslerden birini çalalım, Fedailerin üstüne sürelim. Yıkabildiğimiz kadarını yıkarız. Elbet birkaç tanesi ölmeden kurtulacaktır.

Kemâl’in arkadaşları kahkahaları koyverdi. İçlerinden birisi keyifle “Bu planı sevdim” derken Ârif gürledi:

—Yapalım şunu be!

Ârif’in çabucak cûşa geldiğini fark eden Kemâl araya girdi:

—Dur bir dakika… Yahu, polis otobüsü çalmaktan söz ediyorsun. Ortalık savaş alanı gibi. Polislerden nasıl otobüs çalacağız biz? Meydanda kaç tane toma var saydın mı? Ayrıca hepsi hepsi yedi kişiyiz. Sen kendinde misin?

Kemâl haklıydı. Ama ben de haklıyım!

—Başka bir önerin var mı?

Yoktu. Kemâl bir şey söylemek istedi fakat sahiden yoktu. Kemâl’in arkadaşlarından birisi dışarıyı göstererek uyardı:

—Yağmur yağıyor.

Ârif dışarı baktı. Başladıktan hemen sonra süratle hızlanan yağmur meydandaki taşların rengini değiştiriyordu. Ayrıca güneş de giderek yükselmiş, tepeye ulaşmak üzereydi.

—Evet… Yağmur da başladı. Biber gazının etkisi birkaç dakika içinde epey azalır. Gidelim!

Kemâl onu ikaz etmeye çalışıyordu ama kendi arkadaşları dahi Ârif’in her dediğini yapmaya hazır gibiydi. Boşa kürek çektiğini görünce Nurgül’e döndü:

—Sen de bir şeyler söylesene.

Nurgül kapıdan çıkmış merdivenlere yönelen Ârif’i durdurdu:

—Biraz dursana, sakin sakin konuşalım.

—Neyi konuşacağız? Vaktimiz dar. Düşman kavi, talih zebun. Ya deneyeceğiz, ya deneyeceğiz. Tam anlamıyla körüz, hiçbir şeyden haberimiz yok!

Bu sözü Nurgül’ün omzunun arkasından bakan Kemâl’e bakarak söyledi.

—Bakın, arkadaşlar. Kendimi tam anlatamıyorum galiba… Tamamıyla bahtımız güldü ve bunca insan buraya geldi. Hemen bir şeyler yaptık, yaptık. Yapamadık mı? Bitti bu iş, geçmiş olsun. Polislerle Fedailer neden birbirlerine girdi bunca zaman sonra? Cevabı olan var mı?

Ârif, Nurgül’ün gözlerinin içine bakıyordu. Sonra Kemâl’e döndü:

—Kemâl, sen söyle. Neden?

Kemâl’in elbette bir cevabı yoktu.

—Bilmiyorum.

—Ben de bilmiyorum arkadaş! Ve bilmemiz lazım. Ne yaptığımı iyi biliyorum. Gelin benimle.

Ârif bu sözünün ardından arkasını dönüp merdivenleri inmeye başladı. Peşinden de Kemâl’in arkadaşları gitti. Kemâl, Nurgül’ün kolundan tuttu:

—Durmayacak, değil mi?

—Durmayacak.

—Öyleyse gidiyoruz demektir.

Öyle de yaptılar. Biraz sonra Ârif binanın kapısında idi. Tam kapıyı açacağı sırada Kemâl onu bir kez daha durdurdu. Ârif bu kez sinirlenmişti.

—Bak Kemâl! Beni tam olarak anlamadın sanırım?

Bu sözü, her bir hecenin üstüne basa basa söylemişti. İcabında onunla da kavga etmeye hazırdı. Kemâl bunu görünce ondan bir kez daha etkilendi. Lakin buna elbette lüzum yoktu. Yüzünde oluşan tebessümle birlikte cebinden küçük bir altıpatlar çıkardı.

—Anladım birader. Kızma. Bu lazım olabilir. Orada ne olacağı belli olmaz. Meydanda herkesin tanıdığı bir tek hürriyetçi sen varsın. Kendine mukayyet ol.

Ârif bu sözlerden dolayı mutlu olmuştu. Egosuna hitap ettiği için değil. Bu kıl yumağı komünist, kendisini sahiden önemsiyordu. Artin Kemâl… Bu ne biçim lakap bre? Bu lakaba bir kez daha şaşıran Ârif, Kemâl’in omuzlarına iki yandan vurdu. Onun yüzünde de bir tebessüm vardı.

—Eyvallah kardeş. Teşekkür ederim.

Altıpatları alan Ârif tam cebine koyacağı sırada Kemâl bir avuç da kurşun uzattı:

—Ne olur ne olmaz.

Ârif bir avuç dolusu kurşunu eline aldı, şöyle bir tartıp dolu olup olmadığını kontrol ettikten sonra pantolonunun cebine koyuverdi. En azından on-on beş tane var. Makine de dolu… Sıkı dur Ârif, bunca kurşun seni her karanlıktan çıkarır evelallah. Binadan çıkan Ârif elindeki silahı tam göbeğinin önüne yerleştirdi. Üzerini gömleğiyle kapattı. Gerçi pek önemi yoktu. İlk bakışta görünmemesi yeterliydi.

Seraskerlik Kapısı’ndan meydana çıkacaklardı ancak biber gazının kokusu halen yeterince azalmamıştı. Ârif öksürmeye başlamıştı. Ciğerleri zaten pek güvenilir sayılmaz, kendisini yoklardı. Öksürmeye başladığını fark eden Nurgül, Ârif’i durdurarak boynundan çözdüğü yağlığı[1] onun yüzüne sardı. Bu esnada Nurgül’ün güzel gözlerine bakan Ârif, sonrasında yağlığı düzeltti ve yüzüne iyice yerleştirdi. Artık ne yüzü görünüyor ne de biber gazından o kadar etkileniyordu. Yalnızca gözleri açıktaydı. Kemâl’in arkadaşlarından birisi Kemâl’e kahverengi kadifeden bir kasket uzattı. Kemâl kasketi Ârif’in başına yerleştirdiğinde içten bir şekilde güldü:

—Tam Eco’ya döndün. Hadi bakalım. Akşam Selda Bağcan’dan söyleriz.

Kemâl’in arkadaşları da aynı keyifle gülüyorlardı. Her biri yüzlerini Ârif gibi ancak farklı farklı şekillerde kapattılar. Kiminin yüzünde atkı, kiminin yüzünde puşi ama bilâistisna her birinin yüzü artık kapalıydı. Yalnızca gözleri görünüyordu. Meydana doğru önlerinde Ârif, yürüyerek çıktılar.

Yağmur şiddetini artırmıştı. Biber gazının tesirinin azalmasıyla birlikte Fedailer, hürriyetçi gençlere giderek daha büyük bir şiddetle saldırıyordu; polisler de meydana birbiri ardına biber gazları atmaya başlamışlardı. Ârif ise sıklaşmaya başlayan kalabalığın içinden geçebilmek için koşar adım yürüyordu.

Biraz sonra Ârif’in birkaç metre ötesine bir gaz fişeği düştü. Süratini artıran Ârif, fişeğe sağlam bir tekme indirdi ve onu Fedailerin üzerine doğru yolladı. Hızını koruyarak ilerleyen Ârif, adeta cepheyi baştanbaşa kat ediyor gibiydi. Diğerlerinin arkasından gelip gelmediğinden emin olamayan Ârif geriye bakacaktı ki Kemâl bağırdı:

—Yürü! Hiç durma! Ardındayız!

Sanki onu anlıyorlarmış gibi başını sallayan Ârif koşmaya devam etti. Meydanın öbür ucundaki otobüslere beş yüz metre mesafedeydiler. Bu sırada kendisine doğru gelen bir Fedai’nin salladığı uzun bir sopadan kaçmaya çalışırken savruldu. Ârif’in manevrasıyla sopa, kafasına değil omzunun kenarına indi. Ârif acıyla inledi. Derken arkadan gelen Kemâl, Fedai’nin göğsünün hemen altına sağlam bir tekme indirdi. Fedai oracığa yuvarlandı. Yağmur şiddetlendikçe gazın etkisi azalıyor, gazın etkisi azaldıkça meydan giderek karışıyordu. Ârif omzunun acısıyla yere eğilecekken gelen Nurgül’ü gördü ve onunla birlikte ilerlemeye başladı. Nasıl vurdu ulan öyle itin doğurduğu!

Yirmi-otuz metre ileride Fedailer hürriyetçi bir kızı ayaklar altına almış adeta parçalıyorlardı. Bunu gören Ârif kendi acısını unuttu. Yerden aldığı bir taşı öfkeyle fırlattı. Bunun ardından Ârif’in yaptığını yapan birkaç hürriyetperver, Fedai kalabalığını taşlamaya başladı. Pek faydası yoktu. Ârif bunu görünce cebinden yine Fedailerden birinden “ganimet” olarak aldığı copu çıkardı ve hemen açarak saldırdı. Ârif copu Fedailerden birinin kafasına şiddetle indirdi. Vurduğu herif oracıkta bilincini yitirirken Ârif’in ardından sayısı ona yakın hürriyetçi genç Fedailere saldırdı. Yerdeki kızcağız biraz olsun nefes alabilmişti. Bir boşluk yakalayan Ârif kızı yerden kaldırdı, “İyi misin?” diye haykırmıştı ki elli-altmış metre mesafedeki tomalardan biri kalabalığa tazyikli su attı. Önce Fedaileri dağıtan su saliseler sonra Ârif’in göğsünde patladı. Ârif suyun gücüyle bir metre kadar geriye uçtu.

O anda Ârif için her şey kararıverdi.

[1] Yağlık: Yörüklerin arazide boyunlarına ya da kafalarına sardıkları, muhtelif renklerden imal edilen bir tür şal.

YAZAR

Tuğrul Zincirkıran

EDİTÖR

Zeynep Gökçe Azman

0 cevaplar

Cevapla

Want to join the discussion?
Feel free to contribute!

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir